Cuma Hutbesi: Bir Yere Kadar Muayyeniyet

Cuma Hutbesi: Bir Yere Kadar Muayyeniyet
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Share

Paylaş

Yarınki nesillerin kıvam ve mutluluğu, bugünkü fedakâr ruh ve solukların ürünü olacaktır. Bugün kendini rahata ve rehavete salmış bezgin ve derbeder yığınlardan mükemmel ve muntazam yarınlar beklemek sırf bir kuruntu ve avunmadır. Yarınlar, bugünün döl yatağında tomurcuklaşıp gelişecek ve bugünün memelerinden beslene beslene kıvama erecektir. Bugünkü varlığımız iyi ve kötü yanlarıyla dünün izlerini taşıdığı gibi, yarınlar da bugünün, gelişmiş, genişlemiş ve ferdîlikten çıkarak içtimaîleşmiş bir kopyası olacaktır. Evet, kendine has renk ve keyfiyetiyle millî hayatımız, geçmişin dağ-dere, ova ve obasından sızıp-gelen ve kendi televvünleriyle geleceğe akan bir ırmak gibidir; bu ırmak istikbale doğru akarken geçtiği yerlerin hususiyetlerini de beraber alıp götürmektedir. Dikkatle bakabilsek, bizim de beraber akıp gittiğimiz bu çağlayan içinde cedlerimizin ayak izlerini, ruh helecanlarını, beyin ve pazularının ürünlerini, mefkûre ve hafakanlarını görebiliriz. Bu itibarla da, onları bizim hayat kaynağımız; tarihî dinamiklerimizle bizi de gelecek nesillerin varlık usâresi sayabiliriz.

Böyle bir tevarüsteki espri kavrandığı takdirde, dünya her yanıyla ihtiyarlasa, zaman bütün bütün değişse, asırlar başkalaşsa, gelenler gitse, gidenleri de arkadan gelenler takip etse millet ruhu hep genç kalacak ve “ebed-müddet” var olacaktır. Zira bu çizgideki bir değişim ve dönüşümde Ebû Bekir, Ömer b. Abdülaziz’e inkılâp edecek; Ömer, Fatih’e dönüşecek; Ali, Battal Gazi’nin ruhu olacak; Bedr’in Aslanları Malazgirt’te, Kosova’da, Çanakkale’de muhteva ve mânâ derinlikleriyle bir kere daha temessül edeceklerse, her şey sonsuza endeksli demektir. Bence yenileşmenin ve her zaman genç kalmanın sihirli formülü de bu olsa gerek.. evet, ferden-ferdâ zeval bulup gitmemizi, milletçe varlık ve bekâmızın esası, usâresi hâline getirerek en korkunç ölümleri gülerek karşılamalıyız ki, dünyevî ve uhrevî buudlarıyla ebediyeti garantilemiş olalım. Kendimizi ilk idrak ettiğimiz tül-pembe dünyalardan gençliğin şahlanmaya açık rengârenk âlemlerine, olgunluğun, güç, kuvvet ve irade ile serfirâz olduğu dönemlerden yaşlılığın temkinli ve istikrarlı çağlarına kadar her faslı çok iyi değerlendiren, her adımını dikkatlice atan, hayatını dolu dolu yaşayan ve ömrünün her dönemecinde ölmesini bilen, ölürken de iradesiyle, yüzü ötelere dönük ve aşk içinde ölenler, ütopyalarda anlatılanları da aşkın, yarınlarımızı hazırlayacak kahramanlar işte bunlardır. Evet, bu isimsiz kahramanlar ve kendi ayaklarıyla yürüyen bu âbide ruhlardır ki, hep önde koşar, arkada görünür; nesiller boyu “yâd-ı cemil” olacak şekilde yaşar; ama ölümle buluşmayı da hep “bir garip ölmüş diyeler” mülâhazası içinde gerçekleştirmeyi düşünürler.

İçinde bulunduğumuz zaman itibarıyla, bu ölçüdeki kahramanları yetiştiremez, onlara yukarıdaki dinamikleri temsil etme fırsatını vermez ve ömrün değişik fasıllarını bu ruh ve mânâ dinamikleri üzerinde örgüleyemezsek dünyanın geleceği adına bir şey vaad etmemiz ve yarınlarda varlığımızı sürdürmemiz mümkün değildir. Evet, içinde bulunduğumuz dönemi, ilerideki zamanın altın dilimine bir esas kabul edecek olursak, bu esas mutlaka basiret, şuur, idrak ve sabırla çok iyi değerlendirilmeli, onu geleceğe açık hâle getirmek için ruh ve özün mahfuziyeti yanında, yoruma açık yanları da istikbali kucaklayacak bir zenginliğe ulaştırılmalıdır ki, yarınlar bugünden kopuk olarak gelişmesin.. yukarıdaki hususlar ihmal edildiği takdirde böyle bir netice kaçınılmaz olacaktır; zira sebeplerin ihmal edildiği bir yerde –tabiî esbap planında– o sebeplerle irtibatlı sonuçların meydana geleceğini düşünmek, dinin ruhu ve “şeriat-ı fıtriye”nin prensipleri açısından kat’iyen doğru değildir. Varlığın sinesinde her zaman müşâhede ettiğimiz bir muayyeniyet (determinizma) belli ölçüde ve şartlı olarak tarihî hâdiselerde de söz konusudur. Bugün, gidip tarih olan geçmişteki insan ve hâdiseler, âdeta zamanın döl yatağına tevdi edilmiş spermler, ukde-i hayatiyeler veya kuluçka altındaki yumurtalar gibidirler.. ve şimdileri şekillendirecek esasların da kaynağı sayılırlar. Günümüzde, tarihin yamaçlarına tohumlar gibi saçılan sebepler de –yine esbap açısından– yarınlara ait hikmet buudlu, adalet televvünlü, istikrar edalı ve istikamet formüllü neticeleri belirleyecek âmillerdir.

Zaten şimdiye kadar da hep öyle olmadı mı? Bir dönemde yaşanan kapkara günler, bir önceki dönemin levsiyatı değil miydi? Tufan, Hazreti Nuh’a baş kaldıran sergerdanların çiğneyip durdukları topraklardan fışkırmadı mı?. Ahkâf’ta kopan fırtınalar, “Âd”ın kirlettiği yerleri temizleme adına bir alt-üst etme ameliyesi değil miydi?. Sodom ve Gomore’nin kurban edilişleri arzın semaya fidyesinden başka ne idi?. Yakın tarihimiz itibarıyla Hindistan’ı yıllarca İngiliz çizmeleri altında çiğneten, onların kendi içlerinden bazı kimseleri parya olarak kabul etmeleri değil de ya neydi?. Eski dönemlerde birbirinin kurdu olmuş Asya kavimlerini, Cengiz ve Hülâgularla; modern çağ itibarıyla de komünizm, sosyalizm ve kapitalizmin eliyle perişan edip kıvrandıran, onların dünyayı yanlış yorumlamaları, iftirakları, cehaletleri değil miydi?. Uzaklarda dolaşmaya ne hacet, asrın başında, Afrika’dan Balkanlara ve oradan da bir kısım Asya ülkelerine kadar mübarek bir bölgede o bölgenin muvazene unsuru sayılan âlî bir devleti, şanlı bir milleti arkadan vuranların hemen hepsi yaptıklarının kat katına maruz kalmadılar mı?.. Kartaca’nın ümitsiz çığlıklarından ilk Hıristiyanların ürperten feryatlarına kadar, arşa yükselen mazlum âhı değil miydi o koskoca Roma İmparatorluğu’nu yerle bir eden?. Heykelleriyle beraber, duyguları, düşünceleri de bir kist, bir nodül gibi insanlık bünyesinden sökülüp atılan Lenin, Stalin, Hitler ve Mussolinilerin, tarihin en melun cebbarlarına rahmet okutturan zulüm ve itisaflarında aramak gerekmez mi, şimdilerde lanetle yâd edilmelerini?..

İlk Müslümanlar, mazlumiyet ve mağduriyetleriyle, düşmanlarını kendi husumetleri içinde boğdu ve adaletleriyle de dört bir yanda livâlarını dalgalandırdılar. Bedir ve Mekke fethi, hakkaniyet ve adaletin hâkimiyeti, Uhud da mazlumiyet ve mağduriyetin zaferiydi. Kılıç kalbin elinde olduğu sürece de bu zaferler birbirini takip etti ve bu mübarek dönemde zâhiren mağlubiyet zeminleri bile birer kazanç kuşağına dönüşerek istikbale yürüyen yollarda zafer tâkları hâline geldi.. aksine, kılıcın, kuvvetin eline geçtiği ve kalbin diline kilit vurulduğu günden itibaren de, başarı kılığındaki her maddî hâkimiyet, ruhlarda hezimet hâsıl ederek kazanç kuşaklarını hicran ve hasretlerin kol gezdiği arenalara çevirmedi mi?

Evet, hangi nam ve hangi unvanla olursa olsun, şer, yine şer doğurur; zulüm, zulümler fasit dairesine inkılâp eder. Dünden bugüne fitne ekenler hep şer biçmiş, hayır fideleri dikenler de hayır ve bereket dermişlerdir. Zaman zaman iyi-kötü teşebbüslerin neticeleri muvakkaten imhâle uğramış ise de, mevsimi gelince mutlaka zuhur etmiş ve zalimleri hasretle inletmiş, mazlumlar için de kurtuluş ve mutluluk vesilesi olmuştur. Sebeple netice arasında bazen yıllar, hatta asırlar geçebilir; ama bir de “vakt-i merhûn”u gelince kendini öyle bir hissettirir ki, netice masum için ayn-ı Cennet, asi ve zalimler için de ayn-ı Cehennem olur.

Bütün bunları, bir mânâda tarihin ruhundaki muayyeniyetiyle (sebep-sonuç münasebeti), daha doğrusu “şeriat-ı fıtriye”deki adalet ruhuyla yorumlamak mümkün olduğu gibi, “tarihî tekerrürler devr-i dâimi”nin önemli bir sebebi de kabul edebiliriz. Gerçi, tarihî hâdiselerin arkasında pek çok sebep söz konusudur ama; yine de Kudreti Sonsuz, sebepleri icraatına bir perde yapmıştır ve bizim dünyamızı da onlarla kuşatmıştır. Bu, O’nun, insana bahşettiği tıpkı irade sıfatı gibi sırlı bir lütfu; bizim de, mükellefiyetlerimizi yerine getirmemiz adına malzememiz ve lüzumlu aksesuarımızdır.

Bu açıdan denebilir ki, bazen çok küçük bir hareket bile yıllar ve yıllar sonra çok önemli bir oluşumun başlangıcı olabileceği gibi, yanlış bir kanaat, hatalı bir davranış da çağları sarsacak pek çok olumsuzluğu netice verebilir.

Bu itibarla da, şimdilerde bir kısım bahtiyar nesillerin, hayır düşünceleri üzerine örgüledikleri mini mini nakışlardan, mutlu yarınların rengârenk ve bütün insanlığın alâka duyacağı mübarek dokuların meydana geleceğini bekleyebiliriz.

***

Not: Bu hafta mescidimizde okunan Cuma Hutbesi, Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendinin Sızıntı Dergisi Haziran 1994 sayısı için kaleme aldığı makaledir.