İslâm’ın gölgesinde hayat, insanın ilâhî lütuflara mazhariyetinin bir değişik unvanıdır. Hayatını Kur’ân’a bağlı yaşama bahtiyarlığına erememiş kimselerin, İslâm’ın gölgesinde yaşamanın büyüsünü anlamaları mümkün değildir. Onu, kendi nev’i şahsına mahsus çerçevesiyle duyup yaşayanlardır ki, ömürlerini Cennetlerin bekleme salonlarında geçiriyor gibi, gözlerini açar-kapar etraflarına sürekli tebessümler yağdırırlar. Hamd ederler İslâm’ın gölgesinde bulunduklarına, çevrelerini tefekkürle müşâhede edip sürekli iman solukladıklarına, görüp duydukları her şeyin Kur’ân’ı çağrıştırması karşısında Furkan mırıldandıklarına; eşya ve hâdiseleri derin bir temâşâ zevkiyle seyredip içlerine akan yorumlarla kendilerinden geçtiklerine…
Onlar Kur’ân’ın aydınlık dünyasında düşünce hayatları adına oluşturdukları ahenk sayesinde, hep doğru görür, doğru düşünür, hâdiseleri doğru yorumlar; anladıklarında anlamanın zevkini yaşar, anlamadıklarını da Allah’a itimadın gereği bir hikmete bağlar ve hiçbir zaman mütemadi sıkıntı, kaos ve bunalımla karşılaşmazlar. Aksine, sevinç ve neşe veren durumlarını hamd ü senâlarla mânâlandırır, derinleştirir; “belâ” ve “musibet” diyecekleri dış yüzü ekşi hâdiseleri de “Yahu bu da geçer.” esprisiyle yumuşatarak herkesin buhranlarla kıvrandığı en karanlık durumlarda bile, şevk u şükürden rengârenk dantelâlar örerek semtlerine uğrayanlara Cennettekilerin şevk u târâblarını yaşatırlar.
İslâm’ı, tam kendi derinlik, kendi renk ve kendi deseniyle temsile çalışıp Kur’ân’la içli-dışlı olduğumuz ölçüde, biz hemen hepimiz, âdeta hayatımızın onunla yükselip derinleştiğini, farklılaşıp uhrevîleştiğini duyup hisseder; onun sayesinde varlığın gayesini, yaratılışın hikmetini, insan olmanın sır ve mânâsını, buraya gönderilişimizin hedefini, gideceğimiz yerin kıymet ve değerini anlar.. ve bir ucu gönüllerimizde nurdan bir helezonla, fânilerin Bâkî’den ayrıldığı ufka ulaştığımızı duyar gibi olur ve kendi kendimize “Meğer hakikî hayat buymuş.” diyerek talihimizin gülen yüzü karşısında kendimizden geçeriz.
Biz, herkesin varlık, eşya ve hâdiselerin ürperticiliği ve dehşetiyle yalnızlık ve gurbetler yaşamalarına karşılık, İslâm’ın aydınlık ikliminde, Allah’a itaat ve inkıyatla, kâinatta cârî umumî hareket arasındaki uyumu, iç içeliği kavrar, idrak eder; bu koca dünyayı hânemiz gibi görür, her nesneyle bir ülfet havası yaşar, her varlıkla bir tür muâşakaya girer ve böyle bir bahtiyarlığa mazhariyetimizden ötürü Allah’a gönül dolusu hamd ü senâlarda bulunuruz.
Kur’ân’ın, gözlerimize, gönüllerimize saçtığı nurlar sayesinde, bütün varlığı, aklın zahirî nazarındaki fotoğraflarından daha farklı, daha muhtevalı, daha anlamlı ve daha zengince görür ve âdeta şu üç buutlu mekânda buutlar üstü yaşıyor gibi kendimizi bir sihirli âlemin temâşâsında sanırız. Böyle bir temâşâ herkes için aynı seviyede olmasa da, bir ölçüde hemen hepimiz, imanın gönüllerimizde hâsıl ettiği zenginlik ve Kur’ân’ın düşünce dünyamıza saldığı ışıklarla, başkalarının içinde sıkışıp bocaladığı ve çok defa bunalımdan bunalıma sürüklendiği bu dünyayı, zahir vüs’atinin kat kat üstünde ve genişlerden geniş bulur; kendilerini her zaman zindanlarda ve prangalar içinde vehmedenlere karşılık, kendimizi ucu-bucağı olmayan sarayların onurlu misafirleri gibi sımsıcak istikballerin atmosferinde zannederiz.
Aslında, İslâmî düşünce atlasında, bu kadar ferah-fezâ bulup zevk ettiğimiz bu dünya, üzerinde tenteneli bir perde gibi tüllenip durduğu, güzelliklerin gerçek meşheri ötelerin sadece bir buudundan ibarettir.. evet, İslâm’ın düşünce atlasında, onca ihtişamına rağmen bütün fizikî âlemler, metafizik dünyaların yanında tene nispeten can gibi, evimiz-köyümüz karşısında da cihan gibidir. Bu atlasta, her şey başka bir âlemde başlar ve bu âlemden sonra da renk, şekil, desen değiştirerek sürer gider.. ve yine bu atlasta, bütün debdebesiyle şu koca dünya sadece bir menzil, onun nimetleri de iştah açma türünden birer kahvaltıdan farksızdır. Berzah, herkesin buğulu bir cam arkasından akıbetini seyrettiği bir istasyon veya rıhtım.. mahşer, gönülleri ürperten ve ayakların bağını çözen –içinde rahmete bağlı ümitler esse de– korkunç bir güzergah, daha ötesi ise ya sürekli tüllenip güzelleşen firdevsî bahçeler veya her an değişik gayzlarla köpürüp duran bir gayyâ.. dünyanın sona erişiyle başlayan “Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insan tasavvurunu aşkın…”[1] sözlerine emanet belirsizliğiyle öbür âlem, bu upuzun yolculuğun son durağı.. dünyadaki mütemadi gelip gitmelerin bir adım ötesi olmayan karargahı ve mü’minlerin de mutluluk otağıdır.
İslâm’ın düşünce atlasında bu dünya, her şey olmadığı gibi ölüm de bir son değildir; o, muvakkat bir nefes alma veya akıbeti yakından görme faslıdır; kabir ise, oradan başlayarak değişik mekânlara yolların uzayıp gittiği bir garipler hanı ve mutlak akıbetin hem endişe hem de ümitlerle derinden derine duyulduğu kapalı bir koridordur.. evet kabir, kimileri için ümitlere açık sevindiren bir durak olmasına karşılık, kimileri için de yılan-çıyan arkadaşlığına bağlı bir zindandır. Onun bir saray olarak duyulup yaşanması da, bir zindan hâline getirilmesi de bizim buradaki duygu, düşünce ve davranışlarımızla yakından alâkalıdır. Burada istikamet ve gayret, ötede ebedî saadet.. işte bütün bu mülâhazaları “Dünya ahiretin mezrasıdır.” sözüyle özetlemek mümkündür.
Böyle bir anlayış enginliğiyle bir Müslüman, her zaman başkalarıyla iç içe yaşasa da, her şeyi farklı görür, farklı duyar, farklı değerlendirir ve her hâliyle sürekli bir farklılık sergiler. Her şeyden evvel böyle bir ufuk itibarıyla o, yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Bütün dünya ve içindekilerin, onun tasarrufuna verildiğinin de farkındadır. O her zaman, vicdanının derinliklerinde: “Hani Rabbin meleklere ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ demişti.”[2] gerçeğinin yankılandığını duyar; “Arz ve üzerindeki her şey sizin emrinize musahhar kılınmıştır.”[3] ilâhî teveccühüyle iki büklüm olur ve zaman üstü derinliklerden kopup gelen baş döndürücü bu iltifat ve nişanı ilk defa duyuyor, ilk defa elde ediyor gibi sevinçle karşılar, bugüne kadar verilenleri bundan sonra verileceklerin referansı sayar ve koşar soluk soluğa peygamberlerin yürüdüğü yolda. Yürür bu yolda ve Hakk’a güvenip dayanmada da asla kusur etmez; sebeplere riayeti ise esbap dairesi içinde bulunanlara Allah’ın yüklediği bir sorumluluk olarak görür, dolayısıyla da bütün sa’y u gayretlerinin neticesini de sadece ve sadece Allah’tan bekler. O, hayatını böyle dengeli bir anlayışa bağlı götürdüğünden, sürekli Allah’ın himayesinde bulunduğu şuuruyla her zaman huzur, emniyet ve itminan soluklar. İşte böyle bir tasavvurdan doğan gönül rahatlığı ne hoş.! Böyle bir ufkun hislere saldığı neşe ve sevinç ne latîf.! Ve Allah’a güvenip O’na itimattaki kuvvet ne sağlam bir dayanaktır!
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, yeryüzünde, belli ölçüde de olsa, fesadın giderilmesi, milletler arası kalıcı bir barış ve diyaloğun sağlanması, bütün bütün huzursuz hâle gelmiş insanlığın yeniden arayıp özlediği huzura kavuşabilmesi, insanî hayatla kâinat ve tabiat arasındaki uyumun keşfedilip, toplumların ve milletlerin yaşama biçimlerine aksettirilebilmesi, evet bütün bunlar ancak ve ancak gönüllerin Allah’a yönelmesinin bir başka unvanı olan “İslâm’ın gölgesindeki hayat”la mümkün görülmektedir. Eğer bugün İslâm’ın vaad ettiklerini bütünüyle göremiyorsak, bunu onun yetersizliğinde değil, onun dost ve müntesiplerinin vefasızlığında, aymazlığında; ona hasmâne tavır alan cephenin de kin, nefret, iğbirar ve ön yargılarında aramalıyız. Zira Cenâb-ı Hak: “Biz bu Kur’ân’ı bir şifa ve rahmet kaynağı olarak ceste ceste indiriyoruz.”[4] buyurarak, onun bütün dertlere derman, bütün sıkıntılara çare olduğunu hatırlatıp ona yönelmemizi istemekte ve “Doğrusu bu Kur’ân, insanları yolların en sağlam ve en eminine ulaştıran bir rehberdir.”[5] fermanıyla da bize her kapıyı açabilecek, her problemi çözebilecek sırlı bir anahtar vermektedir; vermektedir ama, çoklarımız, hâlâ anlaşılmaz bir temerrüt ve cehalete takılarak, hazineler kıymetindeki bu anahtarı bir türlü değerlendirememekteyiz. Gariptir, herhangi bir alet ve cihaz bozulduğunda, o alet ve cihazın firmasına ya da o konudaki uzmanlara başvurduğumuz hâlde, nedense, aynı usulü kalbî ve ruhî hayatımızla alâkalı problemler karşısında uygulamaya bir türlü yanaşmamakta ve Yaratıcı’nın tavsiye ve direktiflerini almayı düşünmemekteyiz. Oysaki “Yapan bilir, üreten onarır.” fehvâsınca, çok kıymetli ve kıymetli olduğu kadar da kompleks bir yapıya sahip olan insanoğlunun, zahirî ve bâtınî yanlarıyla alâkalı hemen bütün problemlerinde, kendini “Alîm” ve “Habîr” olarak tanıtan Zât’a müracaat etmek icap ederdi; böyle hareket aklın ve mantığın yolu olduğu gibi genel davranışlarımızda da tenakuza düşmemenin gereğiydi. Allah, kalbî ve ruhî problemlerimizi giderme konusunda bize sürekli Kur’ân’ı referans olarak göstermekte, İslâmî hayatı salıklamakta ve “Şu bir gerçektir ki, Allah gönüllerin her yanını bilir. O, yarattıklarını hiç bilmez olur mu? İlmi her şeye nüfûz eden Lâtif O, her şeyden haberdar olan Habîr de O’dur.”[6]
Bugün insanlığın büyük bir kısmının, İslâm’a karşı alâkasızlığı ve Kur’ân’ı duymazlıktan gelmesi, istikbalde onun talihsizliği olarak tarihe geçecektir. Zannediyorum geleceğin nesilleri bu konuyu değerlendirirken: “Keşke azıcık basiretlice davranılsaydı.!” diyerek hep teessüf ve telehhüfte bulunacaklar; bulunacaklar ama, o gün böyle bir hasret ve inkisar neye yarar ki..! Önemli olan bugün, o büyük gerçeğin duyulması ve o tarihî yönelişin gerçekleştirilmesidir. Bakalım günümüzün “kaderdenk” noktasındaki nesilleri bunu başarabilecekler mi.? Keşke başarabilseler..!
Günümüzün nesillerinin son bir kere daha İslâm’a ve Kur’ân’ın seslendirdiği ruh ve mânâya yönelmesi onların yeniden doğuşu olacaktır. Evet, İslâm’ın kitabı Kur’ân, insanî değerler, varlık, kâinat ve hayat hakkında en orijinal fikirlerin, hiçbir zaman eskimeyen disiplinlerin ve hep ter ü tâze kalabilen esasların biricik kaynağıdır. Onun, günümüzün toplumlarına da, yeni ufuklar açacağına, onlara alternatif düşünce sistemleri sunacağına ve insanımızın ızdıraplarını dindireceğine inancımız tamdır. Elverir ki, varlık içindeki yer ve konumumuzu bir kere daha gözden geçirerek mazhariyet ve mevhibelerimizi yerli yerince iyi değerlendirebilelim. Aslında birkaç asırlık uzun bir uykudan sonra bizdeki böyle bir “ba’sü ba’del mevt” dünyanın da rengini değiştirecektir.
Şurası da bir gerçek ki, tarihte İslâm âleminin hemen her dirilişi, onun bir yandan kendini, diğer yandan da umumî hayat kanunlarını, varlık ve tabiatın esrarını dinî düşüncesiyle telif ettiği, tekvînî emirlerle teşriî emirler arasına sokuşturulan zıtlıkları aştığı, dinin yanında eşya ve hâdiselere açık durduğu dönemlere rastlar; çöküşü ve çözülüşü de bu telif ve terkibi kavrayamadığı ve koruyamadığı zamanlara. O, büyük ölçüde bugün de, insan, kâinat ve Allah arasındaki münasebeti tam kavrayamadığı ve koruyamadığından dolayıdır ki, ızdıraplar içinde kıvranmakta, iç içe şaşkınlıklar yaşamakta ve bunalımdan bunalıma sürüklenmektedir. Onun, bu şaşkınlık ve bunalımlardan kurtulmasının yolu ise, çağdaş bilgilerin ışığı altında İslâmî tefekkürü bir kere daha harekete geçirerek, bütün varlığı kuşatan “sünnetullah” ve onun cereyanıyla, teşriî emirler vasıtasıyla düzenlenen insan-Allah münasebetindeki uyumun yeniden ortaya konması olsa gerek. Yakın geçmişte bu münasebet tam kavranamamış, tekvînî kanunlarla, teşriî emirler arasındaki irtibat sezilememiş, hatta yok farz edilmiş; derken hayattaki âhenk bütün bütün bozularak her şey içinden çıkılmaz bir hâle gelmiştir.. evet biz, varlıkla aramızdaki âhengi bozmuşuz; Allah da lütfettiği nimetleri elimizden almış; işte hepsi bu kadar. Bu Allah’ın değişmeyen bir kanunu ve “sünnetullah”tır. “Bir toplum (değişik iç deformasyonlarla) kendi kendini değiştirmedikçe, Allah ona lütfettiği nimetlerini değiştirecek değildir.”[7] Değişmeden, hem Allah hem de varlıkla olan münasebetlerimizde olduğumuz yerde durup, olduğumuz gibi kalmamız, korunmamızın da en selâmetli yoludur. Bu önemli işi de şimdiye kadar sadece hakikî Kur’ân nesli –üzerinde durmayı düşünürüm– başarabilmiştir..
[1] Bkz.: Buhârî, bed’ü’l-halk 8, tefsîru sûre (32) 1, tevhîd 35; Müslim, îmân 312, cennet 2-5.
***
Not: Bu hafta mescidimizde okunan Cuma Hutbesi, Muhterem Hocamızın Sızıntı Dergisi Kasım 2000 sayısı için kaleme aldığı makaledir.