Cuma Hutbesi: Geçiş Dönemleri ve Kaoslar

Cuma Hutbesi: Geçiş Dönemleri ve Kaoslar
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Share

Paylaş

Milletlerin hayatındaki her değişme ve yenilenmede, bir kısım tipi-boranla beraber bahar esintileri, ölüm ve inkıraz gürültüleriyle beraber diriliş naraları, bedbinlik ve karamsarlık hırıltılarıyla beraber ümit çığlıkları.. en uğursuz çehrelerin yanında en temiz simâlar, en pes hislerin yanında en ulvî heyecanlar, en derme çatma düşüncelerin yanında en mukaddes mefkûreler hep iç içe olmuş ve beraber bulunmuştur.

Şayet herhangi bir toplumu, insan bünyesine benzetecek olursak, hastalık yapan virüs ve mikroplarla, kanın her parçasında mevzilenmiş tamirci ve koruyucu unsurların kıyasıya mücadele ve muharebesi ve tabiî bu esnada hastanın hülya ve hezeyanları ne ise, toplumların, var olma ve dirilme kavgası verdikleri dönemlerdeki kargaşa, anarşi ve ardı arkası kesilmeyen çalkantılar da aynı şeylerdir.

Denebilir ki, hemen her geçiş dönemi, âdeta bir kısım acaipliklerin meşheri ve tersliklerin resm-i geçidi olarak gelmiş ve kitleleri kendiyle meşgul edip öyle gitmiştir.

Bu dönemlerde, gösterdikleri canlılık ve çıkardıkları seslerle yabancılık soluyanların, davranışlarıyla başka dünyalara ait yaratıklar oldukları hissini uyaranların, hayatlarındaki bin bir tuhaflıklarla daha çok karnavalları hatırlatanların ve karmakarışık bir anlayışın yontup şekillendirdiği muzip çehrelerin, ne olduğu belirsiz bir ruh hâletinin, bütün bulanık yanlarını aksettiren şaşkın bakışların mebzûliyeti ölçüsünde; alabildiğine derin, alabildiğine duyarlı; inanç ve safvetiyle melekler gibi dupduru, irade ve azmiyle sıra dağlar gibi metin; içinde yaşadığı toplumla içli dışlı ve her ferdin hukukuna saygılı; varlığın sinesindeki güzelliklere karşı hayranlıklarla dolu, sanatın ciddiyetine inanmış ve sanatla sonsuzluk adına mesajlar sunmasını bilen; heybet, saygı, nizam, terbiye ve nezaket gibi yüksek mefhumlarla serfiraz ruhlar da eksik olmamıştır.

Evet, kimilerin, gençliklerinin cinnet ve hezeyanlı, cismaniyetlerinin karanlık ve buhranlı zamanları; kimilerin, sağlam bünye, doğru düşünce ve ruh zarafetiyle âdeta semavîleştiği “an”ları; kimilerin, olgunluğun zirvesinde bulunmalarına rağmen, her biri birer gayya nefsanîliğinin çukurlarına düşe kalka kâbuslu ve utandırıcı bir tükenişe doğru sürüklenmeleri; kimilerin, mutlak hakikate uyanmış duygularıyla, bura ve öteler arasında gelip giderek hayat kanaviçelerine yeni nakışlar ve yeni nakışlar içinde düşündürücü buudlar kazandırmaları hep bu türlü istihale dönemlerinde müşâhede edilen zıtlık ve tuhaflıklardandır.

Kendini güzel görmek ve göstermek isterken teşhire takılıp kalanlar; hayata biraz erken uyanmışlığı allayıp pullayıp “gabn-i fâhiş”le satmaya çalışanlar; kendini feylesof zannedip aklıyla yanılanlar; mantık ve düşünce yapıları itibarıyla daha ziyade çorak yerleri hatırlattıkları halde, dâhiyâne tavırlarla “herkesi kör ve âlemi sersem” sananlar; güzelliği süse karıştırıp, güzelleşeyim derken gülünç duruma düşenler; zeki görünmek için şaklabanlığa sığınanlar; hiçbir işe yaramadıklarını kamufle etmek için her şeyin içinde görünmeye koşanlar; hissizlik ve duyarsızlıklarını sabır ve tahammül gibi göstererek ülü’l-azmane tavırlara girenler; fıtratlarının ibresi sürekli olarak mahkûm doğup, mahkûm yaşadıklarını gösterdiği halde “aslan artığı üzerinde tilki kurnazlığı” sergileyenler; sarmaşıklar gibi kuvvetlilere dayanıp yükselenler, yükselip en devâsâ ağaçlarla boy ölçüşenler; sıkıntı ve üzüntünün zerresini dahi duyup hissetmemelerine rağmen, başkalarının yanında dert ve ızdırap nağmeleri çekip dava adamı taklidine kalkışanlar; doyma bilmeyen bir iştiha ile, sürekli, sağda-solda kemirecek şeyler aradıkları halde, kendilerini ganî, tokgözlü, onurlu ve gururlu göstermeye çalışanlar; aslında beden ve cismaniyete ait şeylerin dışında hiçbir meseleye akıl erdiremeyecek kadar basit, sathî ve birer tâli’sizlik örneği olmalarına rağmen, tutarsızlıklarını ve yetersizliklerini asrîlik gibi gösterip kendi kendilerini aldatanlar; beşerî müşâhede ve tahassüsleri, beşerî tecrübe ve istatistikleri her şeyin esası görüp gösteren, hatta kalbî ve ruhî hayata ait vâridâtı dahi bu dar perspektifle ele alıp madde ve cismaniyeti bütün varlığın özü sayan mâneviyatçı görünümlü materyalistler; iç dünyalarını ihmal ede ede, vicdan ve ruhlarını saran yüzlerce stresle gidip hezeyana sığınanlar; şefkate liyakat hakkını kaybetmiş, acınacak câniler ve cânilerin elinde inleyen mağdur yığınlar; yalnızlığın, sahipsizliğin ve köksüzlüğün sağa-sola sürükleyip durduğu enkazzedeler, simsiyah çehreler, mürüvvet bilmeyen ruhlar ve serseri güruhlar…

Tabiî, bunların yanında, düşünce ve duygularıyla gerçeğe uyanıp cennetlerde yaşayanlar; bütün benliğiyle Hakk’a teslim olup aklını, vahyin emrine vererek düşüncede istikamete ulaşanlar; hizmet etme mevsiminde sürekli ön safları kollayanlar, ücret alma zamanında gerilerin gerisinde kalıp rüyalarında dahi kelepir düşünmeyenler; sineleri aşk ve şevkle dopdolu, gözlerinde Yakub’un hasret ve ızdırabı, gönüllerinde Leyla’nın dert ve hicranı, ocaklar gibi yanıp tutuştukları halde gam izhar etmeyenler; Kafdağı’ndan ağır yüklerin altında inim inim inlerken dahi, mükellefiyetlerini yerine getirememiş olmanın ızdırabıyla iki büklüm olanlar; makamlar, mansıplar koşup ayaklarına kapandıkları halde, kendilerini müflis birer nefer, sefil birer hizmetçiden daha ileri görmeyenler; gayret ve çalışmalarına terettüp eden bütün iyilik ve güzellikler karşısında “Ben yaptım, ben ettim”i şirkin isi-pası sayıp bu sis ve duman içinde Allah’a varılamayacağına inananlar.. umman iken katre görünenler, güneş iken zerre urbasına bürünenler ve bütün bir varlığın kalbi mesabesinde olmalarına rağmen, kendilerini hiç ender hiç bilenler… Hâsılı, bütün hayırlarla hayırlılar, şerlerle şerliler, meleklerle şeytanlar bu devrede hep iç içe ve beraber olmuşlardır.

Sonra da, bu kaoslu dönemi, bir yeni gün, bir yeni bahar, bir yeni devir takip etmiştir. Ve zannediyorum, günümüze isabet edeniyle, Nebilerin vaadinde, velilerin yâdında ve güvercinin kanadında olan o yeni dönemin esintileri çoktan duyulmaya başladı bile…

Ah! Her şeyi, kendi renk ve güzellikleriyle saran o mutlu gelecek o kadar şirin; insanların en nezih duygu ve düşüncelerinde tüllenen onun iklimi o denli temiz; genç-ihtiyar, kadın-erkek onun insanları öylesine duygulu; canlı-cansız, büyük-küçük varlığın bütün parçaları birbirlerine karşı o kadar şefkatli; geçtiğimiz yollara bu güzellikleri saçıp duran cömert El o kadar lütufkâr ki!.. verdiklerinde vereceklerini seziyor, erdiklerimizde ereceklerimizi görüyor ve her an ayrı bir şükran hissiyle iki büklüm oluyoruz.

Bu aydınlık sabahta, dört bir yana dalga dalga yayılan ışıkların, ufuktan evlerimize kadar her yanı sardığı o masmavi saatlerde, gökyüzünde bir “nâr-ı beyzâ” hâline gelip, kıvılcımlarıyla ruhlarımızı alevler gibi saran o en aydınlık dakikalarda, sulardaki kabarcıklardan çiçeklerin yanaklarına kadar neşe ve sevinç olup yağan o en bayıltıcı saniyelerde, varlığın özüyle bütünleşmesini bilenler, her lahza ayrı bir güzelliğe uyandıklarını duyup yaşayacak ve ebedî vuslata giden bu yolda her an ayrı bir visalin zevkini yudumlayacaklardır.

***

Not: Bu hafta mescidimizde okunan Cuma Hutbesi, Muhterem Hocamızın Sızıntı Dergisi Nisan 1988 sayısı için kaleme aldığı makaledir.