Nifak; kişinin kalbindeki küfrü gizleyip, dili ile iman iddiasında bulunması, inancında münkir olduğu halde, inananlar arasında bulunup mümin gibi hal ve tavır sergilemek suretiyle, ikiyüzlü davranması demektir. Bu hem ferdî hem içtimaî bir vebadır. Bu vebanın mübtelası olan insana “münafık” denir.
Münâfık; zaman, zemin ve menfaatleri değiştikçe konum ve taraf değiştiren insan demektir. Başka bir yaklaşımla münâfık; hakkın ve doğrunun yanında yer alması gerekirken, kendi pes menfaatlerinin gereğince hareket etmeyi akıllılık vehmeden basit insandır. O, bulunduğu ortamın renkleriyle hemen uyum sağlayıp, o ortamın aslî bir unsuruymuş gibi görünmekte son derece mâhirdir. Bu yönü itibariyle münâfık için “bukalemun karakterli insan” da denilebilir. Bu tür insanlar, ictimaî bünye adına sürekli fesat ve bozgunculuk peşinde koşup durdukları halde kendilerini sürekli ıslahçılar ve erdemliler tezgâhında pazarlar dururlar. Bakara sûresi 11. ve 12. âyet-i kerîmeler bu hususa şu şekilde temas eder:
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُوا فِي الأَرْضِ قَالُوا إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ
أَلاَ إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلَكِنْ لاَ يَشْعُرُون
“Ne zaman onlara: ‘Yeryüzüne fesat saçmayın!’denilse, ‘biz sadece barışçıyız, ortalığı düzeltmekten başka işimiz yok!’ derler. Gözünüzü açın! Bunlar bozguncuların ta kendileridir. Lâkin şuurları yok, farkında değiller.”
Bu tıynette olan insanlar, din ve dindarlar aleyhine kurup durdukları planlarını öyle ustaca gizlerler ki; irfan ufkunu yakalayamamış insanların toplumsal bünyedeki bu urları fark etmesi oldukça zordur. Bu nevi hasta ruhlar, Allah’a (c. c.) imanın, O’na kulluğun ve güzel ahlâk sahibi olmanın saygın hasletler olarak kabul edildiği ortam ve toplumlarda, zikredilen bütün bu güzel hasletleri, sadece kendi pes hedeflerine ulaştıracak bir binek olarak görür ve öyle kabul ederler. Münâfığın karakterini resmetme adına muhterem Hocaefendi’den nakledeceğimiz şu ifadeler son derece önemlidir:
“Bazen münâfık, her ses ve her sözden irkilir, her hareketi kendi aleyhinde bir tecavüz hamlesi gibi görür, her kıpırdanışı da kendisine karşı bir baskın teşebbüsü şeklinde yorumlar ve bar bar bağırarak etrafında kıyametler koparır. Böylelerinin bu garip görüntü ve ruh hâletleri Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle tasvir edilmiştir: ‘ Sen onları gördüğünde kılıkları-kıyafetleri karşısında hayrete düşer (ve bunları bir şey zannedersin); konuşmaya kalktıklarında (kendilerini dinletirler), sen de dinlersin. (Ne var ki bu kimseler, ruh dünyaları itibariyle) içleri bomboş kuru kütükler gibidirler. Her sesten ürker, her sayhadan pirelenir ve her şeyi aleyhlerinde sanırlar.” (Münâfikûn sûresi, 63/4.)
Münâfıklık ile alâkalı, Ebû Hureyre’den (ra) rivayet olunan bir hadîs-i şerifte, Resûlullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmaktalar:
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ أَنَّ رَسُولَ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ:
آيَةُ الْمُنَافِقِ ثَلَاثٌ: إِذَا حَدَّثَ كَذَبَ، وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ، وَإِذَا اؤْتُمِنَ خَانَ
(Sahih-i Müslim – İman – 106 – 107 )
***
Münâfığın alâmeti üçtür:
- Konuştuğunda yalan söyler.
- Söz verdiğinde sözünde durmaz.
- Kendisine bir şey emânet edildiğinde hıyanet eder.
Münâfık Yalancıdır
Münâfık; kendi menfaatleri söz konusu olduğunda, yalan iftira ve tezvîre başvurmaktan asla geri durmaz. Bu bir şahsı karalamak, ona iftira atmak suretinde tezâhür edebileceği gibi, bazen de bir topluluğu, yahut bir cemaati topyekün hedef tahtasına koymak şeklinde de tezâhür edebilir. Muhterem Hocaefendi’nin mevzumuzla alakalı şu tespitleri konuyu daha bir vuzuha kavuşturucu mahiyettedir:
“Yalan, ilk nazarda ferdî bir günâh gibi görünebilir. Sathî bakıldığında bu, bir bakıma doğrudur da. Ama yalanın bir de topluma yansıyan yanı vardır ki, bu durumda umumun hukuku devreye girer ve dolayısıyla yalan, topluma karşı işlenmiş bir cürüm hâline gelir. Diğer taraftan yalana açık bir insan, başkalarını aldatma ve kandırma gibi zaaflara da açık demektir. Bu yönüyle de yalana sadece ferdî bir günah nazarıyla bakmak doğru değildir. Hele uydurulan bir yalan, topluma mâl edilmişse, elbette böyle bir cürmün ferdî bir günah olarak düşünülmesi kat’iyen doğru değildir. Nitekim günümüzde kitleler böyle yalanlarla yönlendirilmekte ve bu da, yalanın revaç bulmasına sebebiyet vermektedir. Hatta bugün, kitleler yalanla o kadar içli dışlı hâle gelmişlerdir ki, bir sözün yalan olduğu bilindiği zamanlarda bile, kitlelerden gerektiği kadar tepki almamaktadır.”
Münâfık Sözünün Eri Değildir
Bu ifadeyi de, ferdî planda ele alıp, bir şahsın başka bir şahsa bir söz verip, sözünü yerine getirmemesi şeklinde anlamak mümkün olduğu gibi, ictimaî açıdan, “bir şahsın topyekün bir millete karşı sözündeki sadakatsizliği” şeklinde de anlamak mümkündür. Hiç şüphesiz, zararın derinliği açısından kıyas edilecek olursa, ikincinin zararı birinciye oranla daha yıkıcı, daha tahripkârdır. O kimi zaman “bizim dönemimizde hiçbir müslüman zarar görmeyecek” der; der ama bu sözler dilinden döküldüğü aynı anda, inananlarla alakalı imha planlarını kafasında şekillendirir durur. Sözde sadakatsizliğin bu seviyede olanı, bazen topyekün bir milletin on onbeş yılının, bazen yarım asrının, bazen de -hafizanallah- bütün bir istikbâlinin hebâ olmasına sebebiyet verebilir. O yüzden inananlar olarak bizler, öncelikle kendi adımıza bu hasletler ve bu haslet sahibi diğer insanlara karşı müteyakkız olmalıyız. Zira heder olan yılların telâfisi yoktur.
Münâfık Haindir
Münâfık; civanmertlik, mürüvvet gibi erdemli insanların vasıflarından fersah fersah uzaktır. O hiyânetle oturur, hiyânetle kalkar. Hâinlikle geceler, hâinlikle sabahlar. Buna rağmen o kendisini, erdem ve fazilet sahibi, âbide bir şahsiyet olarak sunmaktan da sıkılmaz.
Muhterem Hocaefendi bu hususla alakalı şu cümleleri son derece ehemmiyetlidir:
“Münâfık, sizin itimat ve güveninize hiyanetle karşılık verir ve hemen her zaman en hâince düşmanlık duygularını, dostâne tavırlar içinde icrâ eder. Bu itibarla da o, din, iman ve Kur’ân düşmanı bir münkirden daha tehlikelidir; tehlikelidir zira, sizin gibi düşünüyor görünüp, düşmanca duygulara karşı tedbirli olma ve teyakkuzda bulunma hislerinizde gevşeklik hâsıl ederek yanınıza kadar sokulur, yüzünüze güler; fırsat bulunca da yılan gibi ısırır ve akrep gibi de sinsice sokar.”
Müslim-i Şerif’te geçen başka bir rivâyette ise “وَإِذَا خَاصَمَ فَجَرَ” kaydı yer almaktadır ki bunun manası da: “Bir konuda taraf olduğunda haddi aşar, haksızlık yapar, işi düşmanlığa dönüştürür.” demektir.
Bu hasta ruhların, farklı seslere asla tahammülü yoktur. Ayet-i kerimenin de beyânıyla “Her sesten ürker, her sayhadan pirelenir ve her şeyi aleyhlerinde sanırlar.” (Münâfikûn sûresi, 63/4.) Hal böyle olunca, onlar düşman cepheler oluşturmak istediklerinde bunun bahanesini üretmek hususunda asla sıkıntı çekmezler. Muhterem Hocaefendi bu hususu izah sadedinde şu hususlar temas etmektedir:
“Bu gibi durumlarda eğer güçlü ise, hasım kabul ettiği cepheyi hem kendinin, hem sistemin, hem bütün insanlığın düşmanı gibi gösterir.. gösterir ve değişik vehimlerle, ihtimallerle zihninde mahkum ettiği bu mevhum cephe insanlarını hemen bitirmek veya bitirtmek ister: çığırtkanlık yapar, iftiraya tezvire başvurur, moda tabiriyle yargısız infazlarda bulunur ve ne yapıp yapıp onların hakkından gelmeye çalışır. Hele bir de medyatik gücü varsa, o ipe-sapa gelmeyen vehim ve kuruntularıyla haftalarca, hatta aylarca kamuoyunu meşgul eder, hem öyle bir eder ki, yığınlar artık başka şey düşünemez hâle gelirler. Eğer güçsüz ve bunları yapabilecek durumda değilse, vehimlerinin bağrında besleyip büyüttüğü o düşman kampı karşısında, riyâdan tabasbusa, tabasbustan da aldatmaya her türlü melânete başvurur, her zaman ikiyüzlü davranır –birkaç yüzlü de denebilir–. Ve kafasında kurduğu vehmî cepheler arasında sürekli gelgitler yaşar, herkese ayrı bir yüz gösterir ve tipik bir yüzsüzlük örneği sergiler. İlâhî Beyan’da onun bu zikzakları ve yüzüp gezmeleri ise şöyle seslendirilmiştir: ‘Bu hâlleriyle onlar, mü’minler ve münkirler arasında mütemâdî gelgitler yaşarlar; ne sonrakilerle tam bütünleşebilirler ne de öncekilerle. Her kimi de Allah şaşırtmışsa, artık sen ona çare bulamazsın.” (Nisâ sûresi, 4/142.)
Müslim-i Şerifteki bir başka hadiste ise; “bu hasletlerden biri kendisinde bulunan kimse onu bırakıncaya kadar nifâka dâir bir haslet taşıyor demektir. Kimde de bu hasletlerin hepsi mevcut ise; o hâlis münâfıktır” kaydı yer almaktadır.
Son olarak; bu tür hasta ruhları farketmek, Cenab-ı Hakk’ın bildirmesi ve kendilerine vermiş olduğu Fetânet-i A’zam ile Peygamberlerin ve verâset-i nübüvvete mazhar insan-ı kâmillerin yapabilecekleri bir iştir. Fakat bu mevzuda bize düşen: Öncelikle, kendimizi bu ölçüler çerçevesinde sürekli murâkabe ve muhâsebeye tabi tutmak. İkinci olarak da inanan insanlara sürekli komplo peşinde koşan bu insanlara karşı müteyakkız olmak, kalp ehli insanların nasihat ve yönlendirmeleri çerçevesinde hareket etmek ve bunların şerrinden emin olmak için inananlar ve kendimiz adına daima Cenab-ı Hakk’a sığınmaktır.
Cenâb-ı Hakk, hakkı hak olarak görüp ona ittiba etmeye, bâtılı da bâtıl olarak görüp ondan ictinâb etmeye bizleri muvaffak kılsın!..
Sefa Salman