Haftanın Hadîs-i Şerîfi: ATEŞ VE MERDAN (!)

Haftanın Hadîs-i Şerîfi: ATEŞ VE MERDAN (!)
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

İnsanı yanlış olandan vazgeçirme hususunda, kadimden bu yana uygulanagelen iki temel metot vardır. Bu metotlardan ilki; tehlikeyi nazara verme[1], sakındırma ve uyarma diyebileceğimiz (inzar); ikincisi ise, müjdeleme manasında (tebşir)’dir. İnsanı var ve terbiye eden Rabb tealâ, kulunu yasakladığı şeylerden uzak tutma ve emrettiği şeyler adına onu harekete geçirmede müessir dinamikleri farklı farklı yaratmıştır. Bu manada insan fıtratını en saf ve en olduğu şekliyle aksettiren küçük çocukların hayatlarına sarf-ı nazar etmemiz yeterli olacaktır. Zira her çocuğun, kendisini yanlış olandan uzak tutabilecek, aynı zamanda karakterini de domine eden baskın bir tabiatı vardır. Bu tabiat kimi çocukta sakındırma şeklinde, kimilerinde ise müjdeleme suretinde varlık göstermektedir. Kimi çocuk “şu şu yanlışları yaparsan şu cezayı veririm sana” gibi uyarı eksenli ikazlardan, kimisi de “şu şu güzel şeyleri yaparsan” yahut “şu yanlışlardan uzak durursan sana çok güzel hediyeler vs.” gibi müjde eksenli terğiplerden etkilenir. “Bazıları imrendiricilikle harekete geçmeye daha meyyal olurlar; bazıları da içlerindeki akıbet endişesinden dolayı sakındırma metoduyla hayırlı işlere daha bir sarılırlar.”[2] Yani kimilerinin fıtrat kumaşı tehlikeleri nazara verme metodunun daha müessir olduğu bir iple dokunmuştur, kimilerinde ise bu kumaşın hammaddesi müjdedir.

Hal böyle olunca; insan fıtratı göz ardı edilmeksizin tatbik edilmesi düşünülen bir tebliğ metodunda “inzar- sakındırma” metodunun sözünün geçtiği alanın ıskalanmaması lazımdır. Zira “dinî emir ve yasakları tebliğ etmek” insanları etkileyecek tarzda vahyi anlatmak demektir. İnzarın anlamı bu noktada ortaya çıkar. Esasen dinî davetin ilâhî gerçekleri anlatma ve insanları uyarıp harekete geçirme şeklinde ifade edilebilecek iki yönü vardır. İnzar bunların ikincisini oluşturmaktadır. Çünkü insanları harekete geçiren arzu veya korku faktörleridir. Kişinin motivasyonunda beşerî ihtiyaç, istek, özlem ve ideallere cevap veren veya korku, endişe ve gerilime yol açan hedeflerin uyarıcı etkisi vardır. İnzar, kişide korku uyandırarak onun dinin hedeflerine uygun davranışlara yönelmesini amaçlayan davet yöntemidir. Ancak bu tek başına değil, insan tabiatındaki arzu ve isteklere hitap etmek suretiyle dinî ilgi uyandırmayı amaçlayan özendirme (tebşir) ile birlikte kullanılır. Uyarma ve müjdeleme bütün peygamberlerin kullandığı iki davet metodudur (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Mu’cem, “bşr”, “nźr” md.leri). Kur’an’da tebşir ve inzar genelde birlikte zikredilmekle beraber inzar kökünden gelen kelimelerin daha fazla oluşu dikkat çekicidir. Ancak bunu, ilâhî rahmetin gazabını geçtiğine ve her şeyi kuşattığına ilişkin müjdeleri, ayrıca cennet tasvirlerinin cehennem tasvirinden daha çok olduğu hususunu dikkate alarak değerlendirmek gerekir. İnkârcıların çok olmasına bağlı olarak inzarın da fazla tekrarlanması tabii karşılanmalıdır. İslâm davetinde korku ve uyarma yöntemine bu derece ağırlık verilmesi âlimlerce iki yönden ele alınarak açıklanmıştır. Bunlardan biri, korkunun insanı harekete geçirmedeki rolünün daha fazla oluşudur. Fahreddin er-Razi hazretlerinin belirttiğine göre bir işin yapılmasını veya terkedilmesini sağlamakta uyarma ve korkutmanın etkisi müjdelemenin etkisinden daha güçlüdür. Çünkü insan menfaat sağlamaktan çok zararı defetmek için çaba harcar (Mefâtîĥu’l-ġayb, II, 42). Dolayısıyla inzar hedefe ulaşma imkânını daha çabuk sağlar. Ancak inzârın sürekli olması gerekir, aksi takdirde iş‘ar (bildirme) mahiyeti kazanır (Kurtubî, I, 184). İkincisi de davete muhatap olan insanların özellikleriyle ilgilidir. İslâm öncesi Arap toplumunun büyük çoğunluğu inanç, zihniyet ve davranış bakımından son derece olumsuz niteliklere sahipti. Bundan dolayı davetin ilk dönemlerinden itibaren İslâm’a karşı büyük bir direniş gösterdi. Sağduyularını büyük ölçüde yitirmiş ve kalpleri katılaşıp âdeta taş kesilmiş (el-Bakara 2/74; ez-Zümer 39/22) insanların vicdanlarında bir sarsıntı meydana getirerek dikkatlerini çekmek için inzârdan daha etkili bir metot yoktur.”[3]

Bu minvalde Fahr-i Kâinat Efendimiz’den (sallâllahu aleyhi ve sellem) şerefsudur olan inzar eksenli bir beyanda şöyle buyrulmaktadır:

عَنْ أَبِي سَعِيدٍ الْخُدْرِيِّ، أَنَّ رَسُولَ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ:

 «إِنَّ أَدْنَى أَهْلِ النَّارِ عَذَابًا يَنْتَعِلُ بِنَعْلَيْنِ مِنْ نَارٍ، يَغْلِي دِمَاغُهُ مِنْ حَرَارَةِ نَعْلَيْهِ»

Ebu Said el-Hudri (radıyallahu anh) Resulullah Efendimiz’in (sallâllahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduklarını rivayet etmektedir:

“Muhakkak cehennemliklerin en az azap göreni ateşten iki nalın giyecek (ve o) nalınlarının hararetinden dimağı(beyni) kaynayacaktır.”[4]

Yukarıda da kısmen ifade edilmeye çalışıldığı gibi doğru olana çağırma hususunda insanların fıtratları dahi uyarma ve sakındırma metodunu tebliğin vazgeçilmezlerinden kılmaktadır. “İnsanları hep iyiliklerin peşinde bulunacakları bir koridorda yol almaya, ömür boyu imanın lezzetini duyacakları bir atmosferde yaşamaya ve ufukta da her zaman Cennet’in tüllendiğine şahit olmaya imrendirmek; keza, sonu felakete çıkan bir dehlizde yürümekten onları alıkoymak, o dehlizin giriş kapıları sayılan günahlara karşı içlerinde tiksinti hâsıl etmek ve şayet o boğucu havadan uzak kalmazlarsa ebedî hüsrana uğrayabileceklerini onlara hatırlatmak lazımdır.”[5]

Bu hadis-i şerif de mühlikata karşı uyarma yönü ağır basan bir hadis-i şeriftir. Ve hiç şüphesiz böylesi bir azaba maruz kalmanın korkusu, kendisini kötü olandan koruma hususunda tehlikeyi nazara verme metodunun daha müessir olduğu kullar üzerinde dehşetler hâsıl edecek bir manayı muhtevidir. Azabın en hafifi olarak ayaklara giydirilen ateşten bir nalın… ve bu nalının harareti sebebiyle fokur fokur kaynayan bir beyin.

Seçilen Örneğin Toplum Bilgi ve Psikolojisi Açısından Okunması

Haddizatında bizler ahirette ayaklara giydirileceğinden bahsedilen bu mezkûr nalının mahiyeti ile alakalı; hammaddesinin ateş olduğu dışında bir bilgiye sahip değiliz. Bununla birlikte nalınlar günümüzde de, insanın hususiyle ayağına arız olması muhtemel bir takım tehlikelerden korunması maksatlı kullanıldığı gibi, bu sözün Efendimiz’in (sallâllahu aleyhi ve sellem) mübarek dilinden sadır olduğu dönemde de aynı maksatla kullanılmaktaydı. Bilhassa çöl ikliminin hâkim olduğu yerler ve badiyelerde yaşayan insanlar için ayakların çöl kumunun yahut çıplak kayalıkların kavurucu ateşinden korunmasının lüzumu düşünülünce, seçilen örneğin anlatılmak istenen husus açısından ehemmiyeti daha da artmaktadır. Bu zaviyeden yaklaşınca hadis-i şerifte ayaklara giyilen nalın örneğinin tercih edilmiş olması son derece manidardır. Aynı zamanda ayakları kavuran ve beyni kaynatan bir hararetin hükümferma olduğu bir beldenin insanı için, hadis-i şerifin ifade ettiği mana ve inzar şiddeti son derece dehşetlidir. Zira bugün dahi, çöl sıcağının kendisini kâmil manada hissettirdiği yerlerdeki insanlar için nalın vazgeçilmez zaruri bir ihtiyaçtır. Bu iklimlerde gece ve gündüz arasındaki ısı farkı oldukça fazladır. Çöller gündüzleri sıcağın elli-elli beş dereceyi bulduğu, büyük oranda zirai faaliyetlerin, hatta insani faaliyetlerin dahi durduğu yerlerdendir. İnsanların değil böylesi bir ortamda çalışması, uzun süre böyle bir güneşin altında kalması dahi hayati tehlike taşımaktadır. Böylesi bir sıcaklıkta, insanın serinleme umuduyla yüzünü döndüğü rüzgâr dahi demlikte kaynayan suyun buharı misali bunaltır insanı. Aşırı sıcak ve aşırı soğukların bir neticesi olan çöl kumları bir fırını andırır adeta. O yüzden; böylesi kavuran bir zeminde yol alan bir insanın en önemli ihtiyaçlarından birisi de ayağını, dolayısıyla kendisini bu sıcağın şerrinden koruyacak ayakkabısıdır.

Dolayısıyla insan cehennemde ayağına geçirilen bu ateşten nalınların verdiği azap ile belki de dünya hayatını hatırlayacak ve ateşin ne denli dayanılmaz bir şey olduğunu bildiği halde ahirette ondan kurtaracak tedbir ve temkin yörüngeli bir hayat yaşamadığı için hayıflanacaktır. Zira kavurucu kumların ateşinden korunmak için ayaklarına geçirdikleri nalınlar orada bizzat ateşin ve azabın kendisi oluvermiştir. Bu açıdan; seçilen örneğin, bu iklimin insanında bir altyapısının ve bir karşılığının olması hikmet eksenli bir inzarın lüzumunu anlatması bakımından son derece manidardır. Zira bu sadedde; hakikati ifade adına verilen örnek gerçek hayatta en sık ihtiyaç duyulan ve en çok maruf olan bir ihtiyaçtır.

Bize Gelince; Hakk’ın gazabını celbedecek olan onca günahımıza rağmen nasıl bu denli akıbet endişesiz nefes almaktayız? Cehennem azabının en hafifinin dahi böyle dehşetengiz bir manzara ile sunulması karşısında neden en küçük bir sarsıntı yaşamayız? Neden hala Hak hakikatten gayrısına reverans etmekten hicap duymayız? Omuzlarımız üzerinden inanan insanlara ateş edildiğini bile bile hala nasıl af ve mağfiret ümidi taşıyabilmekteyiz? Harekete geçmede tırsak, arzu etmede gözü pek oldukça hakikate karşı samimiyetsizliğimizi ne ile perdeleriz? “Zalimin karşısındayız, mazlumun yanındayız” retoriği ile yetinmenin hakikate gadretmek olduğunu bile bile mazlum urbasına bürünme ikiyüzlülüğünü ne ile telif ederiz? Yapacağı her işi erdem, hak-hukuk, adalet ve fazilet mizanında tartmadan topluma sunmaktaki gayri ahlakiliğe nasıl isyan etmeyiz? İnandığını iddia ettiği değerlerini ilk fırsatta tezgâha koyabilecek karakterde ruhundan ufunet kokusu gelen ruh mevtalarını neden hala omuzlarımızda taşımakta karardadeyiz? Sahi bizler cennetliklerden olma mevzuunda Allah’tan bir teminat mı aldık[6] ki mazimizi tebyize, istikbalimizi bembeyaz yaşamaya yanaşmamaktayız?

Ya Rab! Mağfirete istidadını yitirmiş bir sermaye ile huzuruna gelenlerden olmaktan muhafaza buyur bizleri!

Sefa Salman

[1]. M. Fethullah Gülen, Vuslat Muştusu

[2]. M. Fethullah Gülen, Vuslat Muştusu

[3]. Diyanet İslam Ansiklopedisi “İnzar” Maddesi

[4]. Sahih-i Müslim, İman, 361

[5]. M. Fethullah Gülen, Vuslat Muştusu

[6]. Bakara suresi 2/80