عَنْ مُحَمَّدٍ، يَعْنِي ابْنَ سِيرِينَ، قَالَ: حَدَّثَنِي عِمْرَانُ، قَالَ: قَالَ نَبِيُّ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:
«يَدْخُلُ الْجَنَّةَ مِنْ أُمَّتِي سَبْعُونَ أَلْفًا بِغَيْرِ حِسَابٍ»، قَالُوا: وَمَنْ هُمْ يَا رَسُولَ اللهِ؟ قَالَ: «هُمُ الَّذِينَ لَا يَكْتَوُونَ وَلَا يَسْتَرْقُونَ، وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ» ، فَقَامَ عُكَّاشَةُ، فَقَالَ: ادْعُ اللهَ أَنْ يَجْعَلَنِي مِنْهُمْ، قَالَ: «أَنْتَ مِنْهُمْ»، قَالَ: فَقَامَ رَجُلٌ، فَقَالَ: يَا نَبِيَّ اللهِ، ادْعُ اللهِ أَنْ يَجْعَلَنِي مِنْهُمْ، قَالَ: «سَبَقَكَ بِهَا عُكَّاشَةُ»
Hz. İmran (radıyallahu anh) Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’in bir defasında şöyle buyurduklarını rivayet etmektedir:
Nebiyyullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Ümmetimden yetmiş bin kişi hesaba çekilmeksizin cennete girecektir” buyurdular. Ashab, “Kimdir onlar ey Allah’ın Resulü?” dediler. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Onlar vücutlarını (kızgın demirle) dağlamayanlar; efsun yapmayanlar ve sadece Rabbilerine tevekkül edenlerdir” buyurdular. Bunun üzerine Ukkâşe ayağa kalkarak: “Allah’a dua et de beni de onlardan eylesin” dedi. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Sen onlardansın” buyurdular. Arkasından bir zat kalkarak, “Ya Nebiyyallah! Allah’a dua et de beni de onlardan eylesin» dedi. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bu hususta Ukkaşe seni geçti.” buyurdular.[1]
***
Hadis-i şerifin idraklerimize sunduğu ilk husus bütün insanlığı yaratan Allah’ın (celle celâluhu) ahirette Muhammed ümmetine (sallâllahu aleyhi ve sellem) hususi bir teveccüh, ikram ve ihsanda bulunacağıdır. Zira hiçbir peygambere (bize ulaşan sahih kaynaklar açısından) “ümmetinden şu kadar kişi sorgu-sual olmaksızın cennete girecektir” şeklinde bir beşaret verilmiş değildir. Hatta Allah’ın (celle celâluhu) o en sevgili kullarından olan Peygamberlerden (aleyhimüsselâm) öyleleri vardır ki, değil ümmetinden yetmiş bin kişilik bir kısmın sorgu ve sual görmeksizin cennete gitmesi, “kendisine inanan insanların toplam sayısı dahi ikiyi ya da üçü geçmemiştir.”[2] Bu zaviyeden bakılınca, hadis-i şerifin hem Fahr-i Âlem Efendimiz’e hem de O’nun (sallâllahu aleyhi ve sellem) ümmetine ne denli bir ikram ve ihsan beşareti olduğu zannediyoruz daha net bir şekilde anlaşılacaktır.
Öte yandan bazı ulema hadis-i şerifte ifade buyrulan hesapsız, azapsız cennete gideceklerin sayısının ifade buyrulandan daha fazla olacağı kanaatlerinden hareketle yetmiş bin lafzına itiraz etmek istemişlerdir. Sair ulema ise bu hususta yetmiş bin lafzının kesretten kinaye; yani bu “yetmiş bin” lafzının cennete gireceklerin çokluğunu ifade sadedinde tercih edilmiş olma ihtimalini nazara vermişlerdir. “Nitekim lisanımızda da: ‘Bunu sana yüz defa söyledim’ denilirse, bundan; ‘sana çok defalar söyledim’ manası kastedilir. Yüz adedinin kendisi murad değildir.”[3] Bununla birlikte Müslim-i şerifte aynı babın farklı hadislerinde bu sayının yedi yüz bin[4] olduğu başka kaynaklarda ise bu yetmiş binin her neferi ile birlikte yetmiş bin kişi daha gireceği bildirilmektedir. Hal böyle olunca sayının azlığı ile alakalı hadis-i şerif üzerinde bir şüphe bulutu hâsıl etmenin yeri yoktur. Kaldı ki yalnızca bu açıdan hadis-i şerifin sıhhati noktasında bir tenkit yürütmek ilmi olmadığı gibi kulluk şuuru ile de bağdaşmamaktadır. İlmi değildir zira bu sayının ilmi açıdan izahı mümkündür ve ifade edilmiştir. Kulluk şuuru ile bağdaşmamaktadır, zira bu Cenâb-ı Hakk’ın taht-ı tasarrufunda olan bir mevzudur. Bu alan kulun kendi düşüncelerini infaz edebileceği bir alan değildir. Cehennemden kurtulma noktasında hayırlı amellerimize dahi bel bağlamanın beyhude olduğu gerçeği göz önünde dururken Cenâb-ı Hakk’ın tamamen rahmeti, fazl u keremi, ikram ve ihsanı olarak bu kadar Müslümanı cennetiyle sevindirecek olması kula kâfi gelmeli ve o mezkûr zümre içerisinde olabilme adına dua ve niyaz ile rahmeti Rahman’a iltica etmelidir. Bundan öte her söz, sadece hadden efzun bir beyan olarak kulun günah hanesine kaydolunacaktır.
Diğer taraftan Hz. Ukkaşe (radıyallahu anh)’ın duasının kabul olunup diğer zatın duasının kabul olunmaması ile alakalı genel olarak şu görüşler ileri sürülmektedir:
Kadı Iyaz hazretleri; “İkinci zatın Hz. Ukkâşe (radıyallahu anh)’ın derecesinde ve cennete sorusuz sualsiz girecek evsafta olmadığı söyleniyor. Hatta münafık olduğunu bile söyleyenler var. Onun için Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) kendisine ihtimalli bir cevap vermiş ve “sen onlardan değilsin” diye tasrihi doğru bulmamıştır. Çünkü Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem)’in güzel ahlâkı buna mânidir. Bazıları Ukkaşe (radıyallahu anh)’ın hakkındaki duasının kabul edileceği Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem)’e vahiy ile bildirilmiştir. Öteki için vahiy gelmemiştir diyorlar” demektedir.
Hâtib el-Bağdadi hazretleri de; ikinci zatın Sa’d b. Ubâde (radıyallahu anh) olduğunu rivayet etmiştir. “Bu rivayet sahih ise o zât hakkında münafık diyenlerin sözü batıl olur. Fakat o zâtın Sa’d b. Ubâde olması ihtimalden uzak görülmüş; Sâ’d b. Umara olabileceği ihtimali üzerinde durulmuştur. Bu takdirde hadisi nakleden, tashif yapmış demektir.”[5]
Nevevi hazretleri: “Doğrusu ve muhtar olan da budur” diyor. İbnü’l Cevzi ise: “Bana öyle geliyor ki Ukkâşe ricasını hulûs-i kalb ile yapmış ve kabul edilmiştir. Ötekinin ise, sözü kesmek için müracaat etmiş olması muhtemeldir. Çünkü Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona da evet cevabını verse şüphesiz ki; üçüncü, dördüncü zevat kalkarak aynı şeyi isterler dileklerin sonu gelmezdi. Bittabi herkes sorgusuz sualsiz cennete girmeyi hak edemez” demiştir.
Süheylî hazretleri de: “Bana öyle geliyor ki; o saat bir icabet saati imiş. İkinci zat Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in duasını o saat geçtikten sonra istemiş olacak” diyor.
Bir diğer zaviyeden de “ سَبَقَكَ fiilinden hareketle şunu söylemek mümkündür: Bu fiil mana itibariyle öne geçti, sebkat etti demektir. Yani fiil burada sadece Hz. Ukkaşe (radıyallahu anh)’ın bu mevzuda bir sebkatini ifade ediyor olabilir. Nitekim hadis-i şerifteki بِهَا kaydı da bu manayı destekler mahiyettedir. Bu durumda mana ise; Ukkaşe de sen de arş-ı kemalatı ihraz etme noktasında aynısınız, ne var ki Ukkaşe bu hususta seni geçti.”[6]
Bir diğer husus da Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) döneminde dahi dağlamanın bir tedavi yöntemi olarak kullanıldığı biliniyor olmasına rağmen bu hadis-i şerifte zemmedilmiş olmasının sebepleri mevzuudur. Sair hadis-i şeriflerden hareketle, dağlamanın bir tedavi yöntemi olarak kullanıldığı zahir olmasına rağmen mezkûr hadis-i şerifte bir demirle vücudu dağlamanın (zımnen) yasak edilmiş olmasını Hattabi hazretleri şu şekilde izah etmektedir:
- Peygamber’in (sallâllahu aleyhi ve sellem) dağlama yoluyla tedaviyi yasaklamasının bir sebebi de cahiliye araplannın, “Nerede olsanız, sağlam kaleler içinde bulunsanız yine ölüm sizi bulur”[7] kaziyye-i ilâhiyesine aykırı olarak, ölüm ve kalımı Allah’ın irade ve kazasına değil de tamamen maddî sebeplere bağlamaları ve dağlamanın ölüme karşı kesin bir çare olabileceğine dair inançlarıydı. Halbuki bütün tedavi yöntemleri kesin sonuç almak için yeterli ve mutlak sebep değil, ancak şifa için Allah’ın izni ve iradesi dâhilinde birer vasıtadan ibarettir. Hz. Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) işte bu sözü geçen yanlış inançla kendisine başvurulan dağlama ile tedavi yolunu yasaklamıştı.
- Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (sallâllahu aleyhi ve sellem) bu tedavi yolunu yasaklamasının diğer bir sebebi de onların daha hastalık gelmeden önce hastalıktan korunmak maksadıyla kendilerini dağlamayı bir adet haline getirmiş olmalarıydı. Oysa zaruret olmadan vücudu dağlattırmak mekruhtur. Bir ihtimal uğruna böylesine tehlikeli bir tedavi yolunu göze almanın yanlışlığını açıklamak icap ediyordu. İşte Hz. Peygamber’in dağlama ile ilgili olarak getirdiği yasağın bir sebebi de bu idi.
Temas edilmesi elzem son bir husus ise; (cahiliye inancı çerçevesinde) yarayı dağlamanın yanı sıra, sihir, büyü, üfürük ve efsunlama gibi işlerle meşgul olmanın da nehyedilmiş olması mevzuudur. Zira bu iki hususun da gelip cem olduğu nokta, tevhidi zedeleyen işlerden olmalarıdır. İslamiyet’te üfürükçülük nev’inden işlerle meşgul olmak, bunlardan medet ummak ve birilerine bu mevzuda başvuru da bulunmak haramdır, büyük günahlardandır. Zira (cahiliye inancı çerçevesinde) yapılan dağlamaların da, sihir ve büyü türünden şeylerin de insanı sürüklediği uçurum, kişilerin zamanla kendilerinde yahut ortaya koydukları işlerde bir tesiri hakiki vehmetmeleri ve ilerleyen süreçlerde de kendilerinde fevkalbeşer özellikler bulunduğu zehabına kapılmalarıdır. Böyle bir inancın da, her şeyin var edeninin yalnızca Cenâb-ı Hak olduğu hakikatine ve dolayısıyla da tevhid inancına münafi olduğu zahirdir. Bu manadan hareketle esbaba terettüp eden şey; aklın nazarında perdedarı dest-i kudret olmaktan fazlası değildir. O yüzden muttaki kulların mümeyyiz vasfı, esbaba tesir-i hakiki vermeksizin onlara ittiba mevzuunda tekâsül göstermemeleridir.
تَوَكَّلْ عَلَى الرَّحْمٰنِ فِي الْأَمْرِ كُلِّه فَمَا خَابَ حَقًّا مَنْ عَلَيْهِ تَوَكَّلَا
وَكُـنْ وَاثِقًا بِاللهِ وَاصْبِرْ لِحُكْمِه تَفُزْ بِـاللهِ تَرْجُوهُ مِنْهُ تَفَضُّلَا[8]
Sefa Salman
***
[1]. Sahih-i Müslim, İman, 371.
[2]. M. Fethullah Gülen, Yaşatma İdeali
[3]. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Ahmed Davudoğlu
[4]. Sahih-i Müslim, İman, 373.
[5]. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Ahmed Davudoğlu
[6]. M. Fethullah Gülen, Hadis Müzakere Dersleri
[7]. Nisa suresi, 4/78
[8]. Her işinde sadece ve sadece Allah’a tevekkül ol –ki O’na tevekkül eden asla kaybetmez–, Allah’a güven, O’na itimat içinde bulun ve senin hakkındaki hüküm ve kazasına da sabret; zira O’ndan beklediğin şeyleri, ancak, yine O’nun ihsanı olarak elde edebilirsin.