İkindi Yağmurları – Rotasız Gemiler

İkindi Yağmurları – Rotasız Gemiler

Kitap, Sünnet, İcmâ-i Ümmet, Kıyas-ı Fukahâ; selef-i sâlihînin yolu; Ebu Bekr u Ömer u Osman u Ali’nin yolu, radıyallâhu anhüm elfe merrâtin. O mevzuda meseleyi pekiştirme; bir “urve-i vüskâ”, kopmayan bir urgandır, bir zincirdir; ona sımsıkı sarılma!.. Yoksa gevşek durursanız, hafizanallah, bir defasında başkasının akıntısına kapılırsınız, bir başka zaman bir başkasının akıntısına. Bir defa “A”ya kapılırsınız, bir defa “K”ya kapılırsınız, bir defa “P”ye kapılırsınız ve böylece -hafizanallah- savrulur giderseniz. Benim şâir arkadaşımın dediği gibi; iki mısra aklımda kalmış; saatçi idi fakat şiir de yazardı, halktan bir insandı: “İsyan deryasına yelken açmışım / Kenara çıkmaya koymuyor beni!..” Hiç farkına varmadan, eğri-büğrü bir deryaya yelken açar insan; sonra o sahilsiz, limansız, rıhtımsız deryada sürüklenir gider, rotasız gemiler gibi ki “Rotası olmayan, pusulası olmayan geminin rotası denizin dibidir!”

Derinleşmek lazım… Derinleşmek lazım… Derinleşmek… “Min indi nefsî” (kendi nefsimden mi) mi bunlar?!. “Hel min mezîd” yolu gösterilmiyor mu?!. Mesela; hakiki bir mürşit buldun. Niyazî-i Mısrî’nin dediği gibi, “Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır!” Efendim, falanın arkasından, filanın arkasından… Fetvalar yağdırır; “Yol bu, yöntem bu, gerisi angarya… İşte bu yolda, ayağa kalkacaksan, ayağa kalk Sakarya!” derler. Birilerinin hesabına konuşur, onların hissiyatına tercüman olurlar. Öyle değil!.. Allah (celle celâluhu), Kitâb’ında ne diyor; İnsanlığın İftihar Tablosu, o Kitâb’ın kavl-i şârihi, beyân-ı vâzıhı olan beyanında ne diyor? Fukahâ-i kiram, ekstradan Allah’ın yarattığı insanlar… Selef-i Sâlihîn, ekstradan Allah’ın yarattığı insanlar… Onlar, o meseleleri nasıl anlamış ve nasıl yorumlamışlar?!. Adım adım o izleri takip etmek suretiyle, Allah’a doğru yürüme… Cenâb-ı Hak, öyle yürümeye, o “ihsan” şuuruyla öyle yürümeye muvaffak kılsın!..

Bir mürşide el veriyor. Sonra ondan aldığını alıyor ama doyma bilmeyen bir talip… Âdetâ hayalen, fikren, ruhen, kalben, kalbî ve ruhî hayatı itibariyle Sahabe-i kiram meclisine giriyor. Hazreti Ebu Bekir’de onu okumaya, Ömer’de okumaya, Osman’da okumaya, Ali’de okumaya (radıyallâhu anhüm) bakıyor. Aldığı şeyleri alıyor; öyle bir alıyor ki, hani “Parmağım aşkın balına, bandıkça bandım, bir su ver!” der gibi. “Bak şu gedanın haline, bend olmuş zülfün teline / Parmağı aşkın balına, bandıkça bandım, bir su ver!” (Gedâî) Bandıkça isteği artıyor. Hani deniz suyu içen, su adına ihtiyacını, su içme ihtiyacını çoğalttığı gibi, o da marifet adına, muhabbet adına, aşk u iştiyak adına derinleştikçe, içinde daha bir derinleşme arzusu oluyor. Sürekli, “Hayır, doymadım ben!” diyor orada. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hâlesine uzaktan bakıyor; insanların bayılıp gittiklerini, o insibağ ile münsebiğ olduklarını görüyor. Müthiş bir şey!.. Hâşâ, orada “Doymadım!” diyemez insan…

Fakat bir yönüyle, esas zirveyi bize gösteren, rasat ettiren… Rasathane orasıdır, o hâledir. Oradan sonsuza bakıyor; “Ma’allah”a bakıyor, “maiyyetullah”a bakıyor. Demiyor muyuz; اَللَّهُمَّ تَوَجُّهَكَ، وَنَفَحَاتِكَ، وَأُنْسَكَ، وَقُرْبَكَ، وَمَعِيَّتَكَ، وَعِنَايَتَكَ، وَرِعَايَتَكَ، وَكِلاَءَتَكَ، وَحِفْظَكَ، وَحِرْزَكَ، وَحِصْنكَ الْحَصِين، وَالنُّصْرَةَ عَلَى أَعْدَائِنَا كُلِّهِمْ أَجْمَعِينَ Ve zirve:وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ، وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وَأَحِبَّائِكَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ، وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ “Allahım, sevgi ve rahmetle bize teveccüh buyurmanı; ilâhî nefhalarınla, ötelerden esintilerinle gönlümüzü şâd kılmanı; dostluğun, yakınlığın ve yüce şanına yaraşır şekildeki beraberliğinle bizi yalnızlıklardan kurtarmanı; vekilimiz olarak bizi gözetip kollamanı, hıfz u sıyanetinle korumanı, aşılmaz manevî kalelerinin ve sağlam sığınaklarının içine almanı; bütün düşmanlarımıza karşı bizi yardımınla destekleyip zafere ulaştırmanı diliyoruz. Allah’ım! Her şeyden öte Zâtına karşı gönülden aşk u alaka, Sana kavuşma iştiyakı, Habîbine (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sevdiklerine vuslat arzusu talep ediyoruz. Bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyoruz.” Bakın, doyma bilmeme meselesi, böyle bir mevzuda olmalı!.. Yoksa dünyada doymuşsun, doymamışsın, ne ifade eder?

Dünya… O büyük Zât’ın ifadesiyle, “Burada tatmaya izin var, doymaya izin yok!” Tadacak ilahî nimetleri. “Allah’ım! Sen, ağzı vermişsin; ona göre bir şeyler de vermişsin. Ne kadar uyum içinde bunlar?!. İhtimal hesaplarına göre, riyazî mülahazaya göre baktığın zaman, bu uyum, ancak yüzde bir ihtimalle olabilecek bir şey, binde bir ihtimal ile olabilecek bir şey. Sana binlerce hamd ü senâ olsun; beni böyle bir düşünce ufkuna i’lâ buyuruyorsun!” İşte bu kadar; tatma, o kadar. Kuvve-i zâika, kapıcı; o kadar vereceksin, onun da hakkını vereceksin. Ağzına koyduğun her şeyi, onun hakkını yercesine, hemen yutmayacaksın. Öyle yapmakla, kapıcının hakkını yiyorsun ve aynı zamanda mideyi de zora koşuyorsun. Oysaki orada ezilmesi, hazmedilmesi, midenin işini kolaylaştırır. Sen onu orada çiğnerken, midede sulanma asitleri meydana gelir; o oraya hemen “şıp” diye düştüğü zaman, o da erimeye başlar orada. Dolayısıyla ağzının hakkını da, dilinin hakkını da, kuvve-i zâikanın hakkını da, yutağın hakkını da, midenin hakkını da, kolonların hakkını da, her şeyin hakkını düşüneceksin! Bu haklar çiğnendiğinden dolayı, bazen orada, bazen dilde, bazen midede, bazen kolonlarda değişik değişik arızalar oluyor. Neden oluyor bu arızalar?!. Allah, onların hangi fonksiyon için yaratıldıklarını gösterme, duyurma veya o nimetlerin kadrini bildirme adına tembihte bulunuyor, kulak çekiyor; adeta “Aklınızı başınıza alın!” diyor. İhtimal hesaplarına göre, bunların böyle dengeli olması, trilyon trilyon trilyonda bir ihtimalle ancak olur; fakat ben onu genelde riyazî düşünceye kâil olanlara göre söylüyorum; belki olmaz, yine olmaz.

Doyma bilmeyen bir iştiyak ile hep O’na doğru yürüme… Fenafillah.. Bekâ-billah.. Maallah… Sen’in rızan, Sen’in hoşnutluğun; hep Sen’inle beraber olma… Var ya: Hep hakkı heceleme, oturup-kalkıp Hak ile geceleme!.. İbrahim Hakkı hazretlerinin ifadeleriyle; “Ey dîde, nedir uyku; gel uyan gecelerde!” Efendimiz’in şu ayet hakkındaki sözüne aykırı yanı var mı?!. إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَآيَاتٍ لِأُولِي الْأَلْبَابِ * اَلَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip sürelerinin uzayıp kısalmasında düşünen insanlar için elbette birçok deliller vardır. Onlar ki Allah’ı gâh ayakta divan durarak, gâh oturarak, gâh yanları üzere zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünür ve derler ki: Ey Yüce Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz.” (Âl-i Imrân, 3/190-191) Efendimiz bu ayetle ilgili olarak “Yazıklar olsun bunu çeneleri arasında çiğneyip de bunun hakkında düşünmeyenlere!” buyuruyor. Âişe validemiz, Efendimiz’in bu ayeti okuyup hıçkıra hıçkıra ağladığını ve ağlama meselesini nazara verdiğini anlatıyor. إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَآيَاتٍ لِأُولِي الأَلْبَابِ * اَلَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ Yatarken, kalkarken, otururken, bakarken… Cenâb-ı Hakk’ın bu muhteşem kitapta, tekvînî emirlerde, icraat-ı Sübhanîyesine -işte biraz evvelki mülahazalarla, riyazî bir mülahaza ile- bakma ve “Aman efendim! Bu ne nizam, bu ne ahenk?!.” deme!..

Rahman sûre-i celîlesini düşünün: الرَّحْمَنُ * عَلَّمَ الْقُرْآنَ * خَلَقَ الْإِنْسَانَ * عَلَّمَهُ الْبَيَانَ * الشَّمْسُ وَالْقَمَرُ بِحُسْبَانٍ * وَالنَّجْمُ وَالشَّجَرُ يَسْجُدَانِ * وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْمِيزَانَ “Rahmân. Kur’ân’ı öğretti (insanlığa ve cinlere); insanı yarattı; ona konuşmayı talim etti. Güneş de, ay da, (Rahmân’ın tespit buyurduğu) bir hesaba göre vardır ve bir hesaba göre hareket eder. Yıldızlar ve ağaçlar da (Allah’a) secde eder, (O’na, kanunlarına tam teslimiyet halindedirler). Ve gök, Allah onu (yerin üstünde) yükseltti ve ölçüyü, dengeyi koydu.” (Rahman, 55/1-7) Mîzân… Mîzân… Dört defa mizân ve âhenk vurgulanıyor. “Aman Allah’ım, bu ne âhenk! Ne baş döndürücü âhenk!..”

Âyetü’l-Kübra, ona tercüman olmuş. Orada “Hel min mezîd!” deniyor. Yürü, durmadan yürü. Sen yürüdükçe, Cenâb-ı Hakk’ın vâridatı sağanak sağanak başından aşağıya dökülecek. İnsanlığın İftihar Tablosu öyle buyuruyor, ağlıyor orada. Efendim, İbrahim Hakkı hazretlerinden diyordum:

“Ey dide nedir uyku gel uyan gecelerde

Kevkeplerin et seyrini seyran gecelerde

Bak heyet-i âlemde bu hikmetleri seyret

Bul Sani’ini ol âna hayran gecelerde

Çün gündüz olursun nice ağyar ile gafil

Koy gafleti dildardan utan gecelerde

Az ye az uyu hayrete var fani ol ândan

Bul canı beka ol âna mihman gecelerde.”

Evet, hep Hakk’ı heceleme; oturup kalkıp, hep Hak ile geceleme… O (celle celâluhu), gecenin son sülüsünde -geçen sohbette de min gayri haddin ifade etmeye çalıştım- gecenin son üçte birinde sema-i dünyaya teveccüh buyuruyor. Hadis, ifade ederken, “iniyor” diyor orada; tenezzül buyuruyor, teveccüh buyuruyor, orada tezâhür buyuruyor ve diyor: “Yok mu şunu yapan, mukabele edeyim! Yok mu şunu şöyle eden, mukabele edeyim! Yok mu şunu şöyle eden…” Açıyor gök kapılarını; Kendi Arş’ının kapısını, Kendi Kürsî’sinin kapısını açıyor, insanları davet ediyor; “Dileyin, dilediğinize icâbet edeyim Ben!” diyor. Bu yolla derinleşmek suretiyle, o maiyyeti ihraz etmek suretiyle, şeytan ve şeytan avenesinin sürekli değişik güzergâhlarda, değişik köşe başlarında kurguladıkları şeytanî komploları aşabilmek için, bunlara eşedd-i ihtiyaç ile muhtaç olduğumuzu bir kere daha tekrar edeyim.

***

7 Mayıs 2017 tarihli Bamteli’den hazırlanmıştır.