İkindi Yağmurları – Durağanlık Panzehiri: Meşveret

İkindi Yağmurları – Durağanlık Panzehiri: Meşveret

Belâlar/musibetler sağanak sağanak başınızdan aşağıya geldiği zaman, “Ee ne yapalım!” diye kalır seyretmeye durursunuz.

Öyle değil esasen… Belki gelen, tepenize balyozlar gibi inen şeyler karşısında dişinizi sıkıp sabretmeniz lazım. Şu kadar var ki, terminolojimizde çok iyi bildiğiniz gibi, “aktif sabır”da bulunmak lazım. Yani, şimdi kuyunun dibine atıldık, Yusuf aleyhisselam gibi; balık tarafından yutulduk, Yunus İbn Mettâ gibi. “Burada ne yapılır acaba!” Balığın karnını mı gıdıklarsın, “Beni dışarıya atsın!” diye?!. Parmaklarınızla çıkabileceğiniz basamaklar mı yaparsınız, Hazreti Yusuf gibi?!. Siz, kendi elinizdeki bütün himmeti kullanırsanız, bu -bir yönüyle- nûr-i tevhîd içinde sırr-ı Ehadiyyetin tecelli etmesine bir davetiyedir, bir çağrıdır. “Sebepler bütün bütün sukût etti; ben, bu kuyudan/sarnıçtan dışarıya çıkamam, attılar beni buraya. Fakat bir şey yapmam lazım!.. Beni burada Promete (Prometheus) gibi kayalara bağlasalar da bir şey yapmam lazım!.. En azından kafamı, böyle yapmam (sallamam) lazım; maruz kaldığım durumu kabul etmediğimi ortaya koymam lazım!”

Bir de öyle bir durağanlık var. Böyle bir durağanlığa girerseniz, hiç farkına varmadan kendi kendinize kastetmiş olursunuz. Durmamak lazım!.. Sürekli bir cehd ortaya koymak lazım, en kötü durumlarda bile; Hazreti Yusuf gibi kuyu dibinde, Hazreti Yunus gibi balığın karnında, Hazreti Eyyûb gibi tepeden tırnağa yara-bere olduğunuz hallerde dahi… Kalbinizin, o yaraların sarmalı içinde bulunduğu, yaraların -Üstad’ın ifadesiyle- dilinize bile sirayet ettiği anda dahi durmama… “Duygu-düşünce dünyam, Latife-i Rabbâniyem yaralandı; Seni Sana layık anamıyorum! مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ، مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ، مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ ‘Sana gerektiği gibi kullukta bulunamadık, Seni azametine yakışır şekilde zikredemedik, Sana hakkıyla şükredemedik!..’ ölçüleri ile aczimi ifade ediyorum. Kulluğumu tam, Sana göre soluklayamayacağım! Çünkü o işin kaynağı kalb idi, tercümanı da dil idi; ikisi de yaralandı!” deyip arz-ı halde bulunma!.. Hazreti Üstad, Hazreti Eyyûb’un menkıbesine bağlı olarak meseleyi bu şekilde ele alıyor.

Evet, ne olursa olsun durmamalı; insan, bin türlü bela sarmalı içinde olduğu zaman bile, mutlaka bir şey yapma cehd ve gayreti içinde bulunmalı. Siz çok küçük şeyler ile cehd ve gayretinizi gösterirseniz, bir “aksiyon” sergilerseniz; Cenâb-ı Hak, kudretiyle öyle bir mukabelede bulunur ki onlara!.. Zaten insanın yapması gerekli olan şeylerde ortaya koyduğu “irade” şart-ı âdîdir. Kat’iyyen orada tenâsüb-i illiyet prensibine göre bir münasebet yoktur. İrade ne ki, insana Cenneti kazandırsın?!. İrade ne ki, insanı, insanca yaşama ufkuna ulaştırsın?!. İrade ne ki, insanı evliyâ yapsın, asfiyâ yapsın, ebrâr yapsın, mukarrabîn yapsın?!. İrade, bir damladır; fakat siz o damlayı yerinde kullanırsanız, “İşte benden bu kadar yâ Rabbi! Gücüm, bu kadarına yetiyor!” derseniz, Kudret-i Nâmütenâhî, İrâde-i Nâmütenâhî Sahibi, Meşîet-i Nâmütenâhiye Sahibi, İlm-i Muhît Sahibi o Zât (celle celaluhu) da Kendine göre, büyüklüğüne göre tecellide bulunur. Birden bire bakarsınız ki “damla” olan o iradenize koskocaman “okyanuslar” bahşedilmiş; “zerre” gibi iradenize mukabil “güneşler” sizin bağrınıza gelmiş.

Bela sarmalından sıyrılmanın ilk şartı durağanlıktan kurtulmak, onun da en önemli vesilesi akl-ı selim sahibi mefkûre insanlarıyla istişare yapmaktır.

Bu açıdan, durağanlık çok tehlikelidir; ölümcül bir hastalık gibidir. Ne olursa olsun, dört bir yandan sarılsak, musibetler/belalar sarmalı içinde kalsak da yapmamız gerekli olan şey harekettir. Bu cümleden olarak mutlaka “meşveret”e, akl-ı selime müracaat etmek lazımdır. Aklı başında olan, o işin tecrübesini edinmiş ve bir yönüyle işleye işleye onu geliştirmiş bulunan insanlarla oturup, “Genel durum şudur, tablo şudur; acaba bundan sıyrılmanın yolu ne ola?!.” diyerek konuşursunuz. Başkalarının düşüncesine saygı mülahazasıyla oturursunuz, “Dediğim dedik!” değil. “Benim dediğim olmazsa, ben öyle meclislere iştirak etmem!” düşüncesi, şeytanî mülahazadır. Ona değil, Peygamber mülahazasına tâbi olmak lazımdır.

Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Uhud’a çıkarken, “İçeride kalalım biz, tabiye harbi yapalım, müdafaa harbi yapalım!” dedi mi, demedi mi?!. Ama Bedir’de bulunmayan bir hayli sahabî, “Yâ Rasûlallah, çıkalım; biz de Bedir’deki ağabeylerimiz gibi orada -Allah’ın izni ve inayetiyle- onların pâyesine ulaşmak için sergilenmesi gerekli olan kahramanlığı sergileyelim!” dediler. O istişareye Efendimiz iştirak buyurdu; O (sallallâhu aleyhi ve sellem) ki, “vahiy ile müeyyed”, “fetânet-i a’zâm” sahibi; neyin, ne zaman, nasıl yapılacağını milimi-milimine bilen insan-ı kâmil. Hani derler ki, “Dâhiler için intihap söz konusu değildir!” Onlar bir şey diledikleri zaman, şıp-şak hemen yerine oturturlar. Dehanın ne kıymeti olur Peygamber fetâneti yanında?!. O fetânete rağmen, o engin görüşe rağmen, o vahiy ile müeyyed olmaya rağmen, orada meşverette kendisinden çok küçük gençlerin sözüne uyuyor, çıkıyor.

O büyük müfessirin sözünü de daha evvel tekrar etmişimdir; bir kere daha tekrar ediyorum; “O meşveretin hatırına, bilseydi ki, kendi ile beraber çıkanların hepsi orada şehit olacaktı, yine çıkardı!” Çünkü meşveret, dinî bir kuraldır; bugün olmazsa yarın o kuralı kullananlar aldanmayacaktır. “Benim dediğim!” değil esas burada. Ben haklıyım; yüz de yüz kendimi haklı görüyorum ve haklılığımı Kitap ve Sünnet ile de test ediyorum. Fakat baktım ki dört arkadaşla iştirak ettiğimiz zaman, üç tanesi “şöyle” diyor. Ama bakıyorum yüzlerine, gözlerinin irislerine bakıyorum; o meseleye inanmışlık dökülüyor her hallerinden. Bana düşen şey, “Ben, düşüncelerimden vazgeçiyorum, sizin dediğiniz doğru!” demesini bilecek kadar insan olmaktır. Bağışlayın, burada onu kullanmadım, aksi, “hayvanlık”tır. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), nasıl meşveret etti ve nasıl bir tavır sergilediyse, öyle yapmak lazımdır.

Şimdi, bu sarmaldan sıyrılmanın yolu; birincisi: Akl-ı selim sahibi, gerçekten bu davaya gönül vermiş insanlarla istişare etmektir. Allah’ın (celle celâluhu) lütfuyla bu Hizmet, bir yönüyle bir asırdan beri, bir yönüyle de kırk elli seneden beri, “renk” değiştire değiştire, “şekil” değiştire değiştire, “desen” değiştire değiştire bu güne kadar geldi. Belli bir dönemde beş-on tane insan ile bir yerde, bir “ev”de oturup kitapları okuyordunuz. Belli bir dönem geldi, ev sayıları arttı. Belli bir dönem geldi, bir sıçrama oldu; daha kalabalık insanları -işin toptancılığını yapıyor gibi- “yurt”larda barındırmaya başladınız. Şartlar elverdi, “okul”lar açmaya başladınız. Şartlar elverdi, eleman yetiştirdiniz -yetişildi, yetiştirildi- “üniversite”ler açmaya başladınız. O elemanlar ile dışarıya gittiğimiz zaman, “Belli çatılar oluşturur, kendi ülkemizde yaşadığımız şeyleri, Allah’ın izniyle oralarda da yaşarız!” dediniz. Şartlar elverdiği ölçüde öyle açılmalar oldu. Belki durağanlık da olmuştur bu mevzuda; belki Cenâb-ı Hakk’ın bize bahşettiği imkânlar tam değerlendirilememiş de olabilir. Ama yine “damla”yı “derya” yapmıştır Allah, “zerre”yi de “güneş” yapmıştır; onu, O’na (celle celâluhu) vermek lazım. Bu itibarla, şu anda içinde bulunduğumuz bu bela/musibet atmosferinden, zâlimlerin tasallutu sarmalından sıyrılmanın yolu, birinci derecede “meşveret”tir; “Buradan nasıl çıkarız? Nasıl sıyrılırız bu işin içinden?” diyerek akl-ı selim sahibi mefkûre insanlarıyla sürekli istişare etmektir.

***

Not: 26 Şubat 2018 tarihli Bamteli’den hazırlanmıştır.