İkindi Yağmurları – İman ve Aksiyon

İkindi Yağmurları – İman ve Aksiyon

Madem mesleğimiz “hıllet, hullet, hallet” -her ne ise- “dostluk”tur, o işin serkârı, en başı, seyyidinâ Hazreti İbrahim (aleyhisselam), وَاجْعَلْ لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي اْلآخِرِينَ “Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemîl) lütfeyle!” (Şuarâ, 26/84) demiş. İnsan, tavır ve davranışlarında hep “sadâkat” çizgisini korursa, gelecek nesiller tarafından da öyle doğru olarak yâd edilir; akla geldiğinde “Allah, senden ebeden razı olsun!” denir. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (radıyallahu anhüm) insanın aklına gelince, sizin aklınıza gelince, hanginiz en azından duyguları itibarıyla onları hayır ile yâd etmeden geçiyorsunuz?!. Öyle bir hayat yaşamışlar ki, gönüllere otağ kurmuşlar! Hatırlanışları, onları hayır ile yâd etmeye yetiyor. Zaten hadis-i şeriflerde ve namazımızın içindeki çok rükünlerde, onları da hayırla yâd ediyoruz; “Âl” diyoruz.

“Âl-i ûlâ” O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) evlâdı, ahfâdı, ailesi; “âl-i vustâ”, sahabesi; “âl-i ednâ” ise, o yolda, o çizgide olursak, sizler ve bizler. Âl-i ednâ… En azından “ednâ” olmanın hakkını vermek lazım!.. Evet, “âl”i öyle değerlendirmiş ehl-i hakikat, ehl-i tahkik; size/bize de kapıyı aralık bırakmışlar: “Bakın ve alın! En dûnunda olmaya çalışın, en azından!” Çünkü o meselenin “dûn”u “mûn”u yok; o çerçeve içine girince, öbürleri mutlaka size el uzatırlar. Ve her şeyin Sâhib-i Zîşânı sayılan o Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem), size el uzatır; bırakmaz sizi yolda, hayret içinde, haybet içinde, hüsran içinde! “Bırakmam ben kardeşlerimi böyle garip, yalnız; yolda, vahşi yollarda bırakmam!” der. Fakat hakkını vermek lazım onun; kalbler, O’nun için çarpmalı; heyecanlar, köpük köpük O’nun için köpürüp durmalı; duygular, hep onlar ile oturup kalkmalı; insan, onları vird-i zebân etmeli!..

Sıdk!.. فِي كُلِّ حَالٍ صِدْقٌ، فِي كُلِّ مَقَالٍ صِدْقٌ، فِي كُلِّ تَمْثِيلٍ صِدْقٌ “Her halde doğruluk, her sözde doğruluk, her temsilde doğruluk…” Doğruluk, doğruluk, doğruluk!.. Sadâkat, Peygamberlikten sonra en büyük makamdır. Peygamberlerde sıdk, sıfatlardan bir tanesi; fakat Peygamberlikten sonra “sıddîkıyet” mevzuu, Hazreti Ebu Bekir gibi yüksek pâyelere, hususî olarak, Allah tarafından bahşedilmiş mümtaz bir vasıf: “Ebu Bekir es-Sıddîk”, “Âişe-i Sıddîkâ” denmiş.

Sadâkat, sadâkat, sadâkat… Nasıl “yalan” bir lafz-ı kâfirdir; öyle de “sadâkat”, aynı zamanda bir vasf-ı mü’mindir; sıdk, bir lafz-ı mü’mindir. Mü’min onun ile oturup kalkmalı, onu vird-i zebân etmeli ve kalbini -daima solmaya, renk atmaya, hazan vurduğu zaman savrulup gitmeye müheyya bulunan kalbini- o “sadâkat” ile dipdiri tutmaya çalışmalıdır! اَللَّهُمَّ رَحْمَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ * اَللَّهُمَّ صَدَاقَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنِ الْغِلِّ وَالْغِشِّ يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ “Allah’ım, bizi başkalarının merhametinden müstağni kılacak bir şekilde bize rahmet eyle!.. Allah’ım, bize öyle bir sadâkat lütfeyle ki gönüllerimizi her türlü gıll u gıştan âzâde ve müstağnî kılacak şekilde olsun; ey Erhamerrâhimîn, ey Celal ve İkram Sahibi!..”

İnsan, akîde, ibadet veya Hizmet açısından durağanlığa düştüğü zaman kendisini bir gayyaya salmış olur; durağanlıkla malul insanların hazan vurmuş yapraklar gibi savrulup gitmeleri kaçınılmazdır.

Kur’an-ı Kerim, çok yerde الَّذِينَ آمَنُوا “iman edenler” dedikten hemen sonra وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ “imanları istikametinde sağlam, yerinde, doğru ve ıslaha yönelik işler yapanlar” vasfını nazara veriyor. İman ve sâlih amel. Biz, kendi dilimiz ile “amel” diyoruz fakat Üstad Necip Fazıl, konferansında “İman ve Aksiyon” demişti. Aksiyon kelimesi “amel”i tam karşılar mı; yoksa “fiil”in karşılığı mı? “Fiil” ile “amel” birbirinden farklı şeylerdir; “fiil”, bir iş yapma demektir; “amel” ise, meselenin şuurunda olarak bir mükellefiyeti yerine getirmektir. Şimdi, Allah’a iman ettikten sonra, insanın, imanını teminat altına alması onun hareketine/aksiyonuna bağlıdır.

Aksiyon olmadığı takdirde, iman zamanla solar; bir yönüyle taklit yollarına gidilir, bir yönüyle şekle gidilir, bir yönüyle surete gidilir. Nitekim günümüzde “sizin” demeyelim de “benim” gibi çoklarında mesele tamamen şekil, suret ve taklit vadilerinde bocalayıp durmaktan ibaret bir hal almıştır. Ancak “amel” ile, “hâlis amel” ile, “ihlasa iktiran eden amel” ile, “rıza hedefli amel” ile, “aşk u iştiyak -en son gaye, aşk u iştiyâk-ı likâullah- hedefli amel” ile insan canlı kalabilir.

Onun için insanda ister “iman” adına, isterse de “İslam” adına bir durağanlık olduğu zaman, bu durağanlık sebebiyle o insanın hazan vurmuş yapraklar gibi savrulup gitmesi kaçınılmaz olur. Ağacın başında salınıp durma, şebnemlere bağrını açma, aynı zamanda bülbüllere karşı tebessüm etme var iken -savrulup giden yapraklar gibi- insan da toprağın bağrına savrulur, gübre olur!

İnançta, duyguda, düşüncede “amel” ile “iman”ın böyle bir münasebeti olduğu gibi.. onda meselenin durağanlığa tahammülü olmadığı gibi.. iş, durağanlığa gittiği zaman, gidip taklide incirâr ettiği gibi.. aynı zamanda hizmet-i imaniye ve Kur’aniye adına da durağanlık bir felakettir.

Bu durağanlık, bazen ülfetten, ünsiyetten dolayı olur. Hazreti Pîr, ona da temas ediyor: Ülfet ve ünsiyet bazen insanı köreltir; o alışkanlık, bazen “Böyle de oluyor!” dedirtir. Oysaki insan, sürekli taşan bir bardak gibi -Akif ifadesiyle- sürekli bir “lebrîz” içinde olmalı; sürekli bir şey dolmalı oraya ve sürekli o taşmalı. Ve taşanlardan da başkaları istifade etmeli, sürekli. Sürekli taşıp duran bir insan olmalı; his ve heyecanı, herkese yetecek kadar taşıp durmalı sürekli. Hizmet-i imaniye ve Kur’âniyede de öyle…

Bir, böyle olur; ülfetten ve ünsiyetten dolayı insan, farkına varmadan durağanlığa girer; ülfet ve ünsiyete yenik düşer. Kalb, bunlar ile renk atar; “latife-i Rabbâniye” artık fonksiyonunu edâ edemez hâle gelir. Bakarsınız bunların gözyaşları da kupkurudur. O konuda “Allah’ım, yaşarmayan gözden Sana sığınırım!” buyurmuş İnsanlığın İftihar Tablosu. Vakıa İmam Gazzâli, “Ağlayan da bazen kaybeder, ağlamayan da!” demiş. Ama bence ağlayıp kaybedenler, işin içine riya katanlar, gözyaşlarını “Âlem görsün!” diye dökenlerdir. Fakat aşk u iştiyaktan dolayı ağlayanlar, âkıbetinden endişe edip ağlayanlar, Cehennemden endişe edip ağlayanlar, “Allah’tan uzak düşeceğim!” diye korkup ağlayanlar, her an onu yürekten hissetmeme, kalbinin ritimlerinde hep “Allah, Allah, Allah!” sesi duymama endişesinden korkup ağlayanlar da vardır. Bunlar kazanır; öbürleri kaybeder. Kazanma da var, kaybetme de var orada. O mevzuda bile durağanlık öldürücü bir zehirdir esasen, kahreden bir zehirdir. Nefis, bunları kullanır; bir yönüyle şeytanı istikbal eder ve şeytan da onun araladığı kapılardan senin latife-i Rabbâniyene -senin değil, yani insanın latife-i Rabbâniyesine- nüfuz eder, hâkimiyet kurar orada. Orası -esasen- Cenâb-ı Hakk’ın tecelligâh-ı Sübhâniyesidir: “Dil, beyt-i Hudâ’dır, anı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzul eyleye Rahman, gecelerde.” diyor Hak dostu.

***

Not: 26 Şubat 2018 tarihli Bamteli’den hazırlanmıştır.