İkindi Yağmurları – Ayaklarımızı Kaydırma Allah’ım

İkindi Yağmurları – Ayaklarımızı Kaydırma Allah’ım

Allah (celle celâluhu), kimsenin ayağını kaydırmasın! (Amin!..) Kunût’ta her zaman okunduğu gibi, belki namazın secdesinde de onu tekrar edip durmak lazım: رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ “Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhâb Sensin Sen!” (Âl-i Imrân, 3/8) Allah’ım! Bizi hidayete erdirdikten sonra, kalblerimizi kaydırma! Başka hedef arkasında sürüklenme fırsatı verme veya bizi o duruma düşürme! إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ Sen, karşılıksız, meccânen lütfeden bir Rabb ü Rahîm’sin, bir Gafûr u Kerîm’sin, bir Hannân u Mennân’sın, bir Rahîm u Rahmân’sın!..

Çok iyi bildiğiniz gibi, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) vird-i zebân ettiği bir dua da şuydu: يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دَيْنِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Benim kalbimi dininde sabitleyip perçinle!” O (sallallâhu aleyhi ve sellem), vazifeli; O, durduğu yerin, konumunun, Allah karşısında durumunun da farkında. Ve aynı zamanda hususî bir donanım ile gönderilmiş; herkesin elinden tutma istidâd, kabiliyet ve donanımıyla gönderilmiş. Ama bazen yüz defa “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Sen, benim kalbimi dinin İslamiyet’te sâbit kıl!” buyuruyor.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle diyor. Şimdi O dediğine göre!.. Bu, O’nun rehberliğinin muktezası olabilir; kendi ufku açısından da onu söylemiş olabilir. O, kalbinin ne türlü evrilip çevrilmesinden endişe duyuyorsa… Belki bir “ân-ı seyyâle”, hemen -böyle- gelip geçici bir saniye; “O ölçüde beni, Sen’den gâfil kılma!” manasında diyor olabilir. Yatarken, kalkarken, uyurken… Zaten öyle; “Gözlerim uyur, ama kalbim uyumaz!” buyuruyor. Demek orada bile o vird-i zebânı O’nun. Fakat hangi ufkun ifadesi olarak onu diyor?!. يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دَيْنِكَ O ne manada söylerse söylesin, bunun daha çok arkasında kemerbeste-i ubudiyet içinde saf bağlamış insanlara rehberlik olduğuna inanıyorum. Adeta “Hâ böyle deyin işte! ‘Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Sen, kalbimizi İslamiyet’te sabit kıl!’ deyin.” buyuruyor.

Bazı sahabe efendilerimiz soruyorlar; Hazreti Âişe validemiz de aynı soruyu tevcih ediyor: “Yâ Rasûlallah, bu duayı ne kadar da çok tekrar ediyorsunuz?” Buyuruyorlar ki اَلْقَلْبُ بَيْنَ اِصْبَعَيْنِ مِنْ اَصَابِعِ الرَّحْمَنِ يُقَلِّبُ كَيْفَ يَشَاءُ “Kalb beyne isba’ayni min esâbi’ı’r-Rahmân’dır, onu istediği gibi evirir, çevirir.” Bunlar, müteşabih ifadeler: Evet, kalb, Cenâb-ı Hakk’ın parmakları arasındadır; onu durmadan evirir, çevirir, döndürür. Hafizanallah, hiç farkına varılmadık bir şey ile insanın kalbi öyle bir kayma yaşar ki!..

Günümüzde gördüğünüz gibi… Bu döneme “Sâhib-i zaman”, belli bir devirde “Süfyân dönemi” demiş. Süfyan, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından haber verilmiş. Ayrıca, “Kıyamet kopacağı âna kadar -Bu da kesretten kinaye midir?- otuz küsur tane Deccâl zuhur edecek.” buyurulmuş. Bunlar, söyledikleri “yalan”lara kendileri bile “doğru” olarak inanan insanlar, demek. Deccâl’e “mübalağalı yalancı” diyebilirsiniz; zira hadiste de “kezzâb” tabiri geçiyor ki, “mübalağalı ism-i fâil”dir. Mübalağalı yalancı; öyle yalancı ki, yalan söyler, yalanının farkında değildir. Yalan söyler, yalanı doğru söylüyor gibi zanneder, “Doğru söylüyorum!” zanneder; yalanı insanlığın yararına faydalı olacak diye söyler.

İnsan, Rabbine en yakın olduğu secde hâlinde en çok değer verdiği hususları O’ndan talep etmelidir!..

Bu açıdan, kendimizi Rabbimize en yakın hissettiğimiz anlarda bu en önemli, hayatî konularda dua etmeli, O’na sığınmalıyız. Neyi çok hayatî biliyorsak, onları Rabbimize en yakın olduğumuz zaman dile getirmeliyiz. Buraya girdiğimde elektronik levhada o vardı; biraz da ondan mülhem söylüyorum: İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ، فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ “Kulun Rabbine en yakın olduğu an secde hâlidir.” buyuruyor.  Kulun, Allah’a en yakın olduğu hal ve dem… “Baş-ayak aynı yerde / Öper alnı seccâde / İşte insanı yakına/yakınlığa taşıyan cadde.” Kestirmeden Allah’a ulaşmak istiyorsanız, başınızı yere koyduğunuz, ayaklarınızı koyduğunuz aynı yere başınızı koyduğunuz, başın-ayağın bir araya geldiği anda.. ve secdenin de “Ah, ben de sana ne hasretim; iyi ki başın beni okşadı!” deyip başınızı öptüğü anda…

Bir de bu sevinçten dolayı gözyaşı döküyorsanız, kalbinizin sesini orada dillendiriyorsanız, mızrap yemiş bir kalb ile orada inliyorsanız: اللَّهُمَّ لَكَ سَجَدْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَلَكَ أَسْلَمْتُ، سَجَدَ وَجْهِىَ لِلَّذِى خَلَقَهُ فَصَوَّرَهُ، فَشَقَّ سَمْعَهُ وَبَصَرَهُ، تَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ، خَشَعَ سَمْعِي وَبَصَرِي وَدَمِي وَلَحْمِي وَعَظْمِي وَعَصَبِي وَمَا اسْتَقَلَّتْ بِهِ قَدَمِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالِمِينَ “Allahım, Sana secde ettim, Sana inandım, Sana teslim oldum. Yüzüm, kendisini yaratan, şekil veren, kulağını ve gözünü yarıp çıkarana (Yaratan’a) secde etti. En güzel, yegâne yaratıcı Allah’ım, Sen ne yücesin. Kulağım, gözüm, kanım, etim, kemiğim, sinirim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir.”

Bakın: Bu ağzı yarattı, bu dudakları yarattı, bu dili yarattı, bu gözleri yarattı… Riyazî düşünce ile bunu ihtimal hesaplarına vurduğunuz zaman, bu meselenin büyüklüğünü anlarsınız. Sistematik olarak sadece gözler, trilyonda bir ihtimalle ya olur ya olmaz. Ya ağız, ya dil, ya burun, ya kulak?!. Sadece kulak, burun, boğaz açısından meseleyi ele aldığınız zaman, onu her şeyi bilen bir ilm-i muhît sahibi, bir meşîet-i tâmme sahibi, bir irade-i tâmme sahibi Zât-ı Ecell u A’lâ’ya (celle celâluhu) vermediğiniz takdirde, izah etmek mümkün değildir. Görüyor musunuz materyalistlerin nasıl bir çıkmaz içinde bocaladıklarını, naturalistlerin nasıl bir çıkmaz içinde bocaladıklarını ve meseleyi evolüsyon ile irtibatlandırmaya çalışan insanların nasıl bir çıkmaz içinde bulunduklarını?!. Mümkün değil bu!.. Evet, ona girmeyeceğim, ben o meseleye girmeyeceğim.

“Baş-ayak, aynı yerde, öper alnı seccâde.” Bu işte onun manası: أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ، فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) buyuruyor. “Orada çok dua edin!” Sizin için en önemli şey nedir? Bir: Benim gibi sıradan kulluk seviyesine göre meseleyi ele alacak olursanız, dünyada yapacağınız şeylerin, işlerinizin mamur gitmesi, öbür tarafta da şöyle-böyle Cenâb-ı Hakk’ın alıp sizi Cennet’lerde bir otağın içine oturtması, aynı zamanda ayaklarınızın dibinden de ırmaklardan bir ırmağın akması… Bu, sıradan insanların, bendeniz gibi sıradan insanların isteyeceği bir şey.

Bunun üstünde bir şey vardır: Çok defa burayı bütün bütün siler veya çok defa siler, elinin tersiyle iter, “Dû cihandan el yudum, hânümânım kalmadı!” filan deyip siler elinin tersiyle; fakat yine gözünü diker ahiretteki o çaylara, o ırmaklara, o villalara ve bir de Kur’an-ı Kerim’de anlatılan hûrîlere. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadis-i şeriflerinde onlardan bahsedilirken, güzellikten ve şirinlikten kinaye olarak denilir ki: “Hûrilerden birisi, nikabını açıp dünyaya tecelli etse, aydınlanır doğu-batı arası her yer.” Bunlardan bahsedilince, insanda ciddî imrenme olur. Evet, bu ikinci derecedeki biri de bunlara imrenir ama “ubûdiyet”ini tam yerine getirir, “ibadet”in biraz üstünde, bir aşkınlık içinde, içten yapar.

Kur’an’ın ifadesiyle, قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ هُمْ فِي صَلاَتِهِمْ خَاشِعُونَ وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ “Mü’minler, muhakkak kurtuldu ve gerçek mazhariyete ulaştılar. Onlar, namazlarında (Allah’ın huzurunda bulunuyor olmanın şuuruyla) tam bir saygı, tevazu, içtenlik ve teslimiyet içindedirler. Onlar, her türlü boş, faydasız ve manâsız sözlerden ve davranışlardan yüz çevirir ve uzak dururlar.” (Mü’minûn, 23/1-3) O, biri birinin zıddı; biri, “namazı hüşû içinde kılarlar”; ikincisi, “faydasız sözlerden ve davranışlardan yüz çevirir.” Kalbleri tir tir titriyordur. O titreme, namaz halinde kendisini ortaya koyar. “Eğer kalbinde haşyet olsa, Allah’a karşı derin bir saygı olsa, o, bütün davranışlarından, tavırlarından da dökülür.” fehvasınca, okursunuz onu orada. Resmini çizeceğiniz zaman, haşyete göre bir şey çizersiniz onda. Âdeta Cenâb-ı Hakk’ın teveccühleri sağanak sağanak başından aşağıya yağıyor gibi görürsünüz onu. Bu da meselenin “ubûdiyet” yanıdır.

Bir de bunun ötesinde bunun “ubûdet” yanı var ki, zannediyorum, enbiyâ-ı ızâm, hep o istikamete kendilerini salmışlardı ve o akıntı ile hep “Ehadiyet”, “Samediyet”, “Vâhidiyet” ummanına doğru akıp gidiyorlardı. Gözlerinden her şeyi silip atmışlardı, sadece O’nu (celle celâluhu) düşünüyorlardı. Cennet bile, hûrî bile, gılman bile akıllarına gelmiyordu.

***

Not: 27 Kasım 2017 tarihli Bamteli’den hazırlanmıştır.