Yangın, İmtihan ve Yardım

Yangın, İmtihan ve Yardım

M. Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Tulumban al yetiş imdada, yangın var!..”

Mahmud Esad’ın “Yangın var!” yazısını bilirsiniz. Ben o yangını her zaman içimde hissediyorum. Cayır cayır nesillerin yandığı, dinî değerlerin ayaklar altına alındığı, hakkın-adaletin odun parçası gibi ateşin içine atıldığı ve bütün bunların bir ziftin ateşle tutuşturulması gibi tutuşturulup yakıldığı içime akıp duruyor. Mutlaka, bu duyguyu benimle beraber paylaşan insanlar vardır; paylaşmada dert biraz aşağıya çekilmiş olur. Sadece bir kişi o duygu ile oturup kalkıyor ve diğerleri hiçbir şey yokmuşçasına hareket ediyorlarsa, vay o zavallının, o akılsızın, o ahmağın haline!.. Demek, beyhude çırpınıp duruyor. Ama Allah’a iman, Peygambere iman var ise, bu yürünen yolun doğruluğuna iman var ise, bugüne kadar olan muvaffakiyet ve başarıların Allah’tan olduğuna iman var ise ve olan şeylerin omuzumuzda birer emanet bulunduğuna iman var ise, zannediyorum diğerleri de dertliler ile paylaşırlar bu derdi.

İslamî argümanlar kullanılarak kâfirlerin yapmadığı şeyler yapılıyor. Ondan daha tehlikeli; çünkü “kutsal”, bir vasıta olarak kullanılıyor; abdestli-abdestsiz namazlar, kutsal olarak, onların emellerine hizmet ediyor. O sû-i emelleri ile, sû-i niyetleri ile şenaatleri/denaetleri irtikâp ediyorlar. Azıcık arka planı ile, perde arkası ile meseleyi gördüğünüz zaman, üzülmemek için insan olmamak lazım, daha aşağı bir mahluk olmak lazım. “Yangın varmış!” Hayvanlar kuyruklarını kısar, kaçarlar yangın dışında bir yere. Ama öyle değil, yangın var ise şayet, “Tulumbanı al yetiş imdada, yangın var!.” Sûzî’nin ifadesiyle:

“Tulumban al yetiş imdada, yangın var.

Dedim: Zahirde mi âşık?

Dedi: İhfâda yangın var.

Sefine-i kalbime alevli bir kor attın ey dost

Bülend-avaz ile dersin:

Bakın deryada yangın var!..”

Hayır, her yanda yangın var!.. Yangın var!.. Ailede yangın var.. idarede yangın var.. adalette yangın var.. hakta, hak cephesinde yangın var.. dinî duygu ve dinî düşüncelerde yangın var… Birer odun parçası şeklinde, bunlar, birilerinin istikballeri, gelecekleri, saltanatları ve debdebeleri için, ateş tutuşturma istikametinde kullanılıyor. Dine bundan daha büyük hakaret, daha büyük saygısızlık olamaz!..

Bunu görüp üzülmemek mümkün değil; üzülmeyenlerin, kendilerini bir kere daha gözden geçirmeleri lazım. Ama zannediyorum üzülenler ile beraber -“Çokları” diyeceğim, hüsnüzannı ileriye götürerek genel çerçevede, herkesi içine alacak şekilde demiyorum.- çokları aynı duyguyu paylaşıyor.

   Umursamazlık büyük bir günahtır; mü’min, umum insanlığın, özellikle de inananların dertlerini derinden hissetmeli; şu kadar var ki, duyarlılık ve hüzün, insanı ye’se atmamalı ve iradesini felce uğratmamalı!..

“Yolun Kaderi” diye bir kitap neşrettiler arkadaşlar. Olup biten şeyleri “yolun kaderi” olarak görmek lazım. Bu, zulmü alkışlamak veya zâlimi alkışlamak, zulme “Evet!” demek değildir. Âkif’imiz, “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem.” der. Alkışlanacak şey var, tel’în edilecek şeyler var. Tel’în etmekten, bedduaya “Âmîn!” demekten, lisanımızı sıyânet ederiz ama zulme karşı da kararlı bir duruşumuzun olması lazım. Yoksa -hafizanallah- işte o yangın karşısında, yanan şeyler karşısında umursamazlık, en büyük bir günahtır. Umursamazlık… Derdi hissetmemek…

O derdi hissetme derin olmalı; şu kadar var ki, onun derinliği sizdeki/bizdeki ümitleri alıp götürmemeli; o kerteye kadar… İnsanı ye’se atmaması, recâ hissinin tepesine çullanıp onu bütün bütün felç etmemesi; son sınırı orası, oraya kadar yolu var. Yoksa bana gelip deseler ki, “Bu gece, genel manzara karşısında ben uyuyamadım. Sağdan sola döndüm, soldan da sağa döndüm. Bir türlü o kirli tablolar zihnimden silinmedi; hayal dünyamda sinema seyrediyor gibi, işlenen günahları, mesâvîyi, me’âsîyi, şenaati, denâeti seyrettikçe, bunlar bir sel gibi benim huzurumu aldı götürdü ve ben o yorganı üzerimde âdetâ bir dağ cesâmetinde/ağırlığında hissettim/ediyorum, döşeği de bir iğneli fıçı gibi hissediyorum!” Derdi paylaşma demektir bu.

Ama bütün bunlara rağmen, “Bu yolun kaderi!..” Enbiyâ-i ızâm, aynı şeylere maruz kalmış, hep dikenli tarlalarda gezmişler; ayaklarının kanamadığı ân olmamış, ızdırap çekmedikleri tek dakika olmamış. En-bi-yâ-ı ı-zâm… Allah’ın seçkin kulları, hususi seçip insanları irşad için vazifelendirdiği en şerefli insanlar… Onlara canlarımız kurban olsun!.. Sadece tabloyu İnsanlığın İftihar Tablosu’nda (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanlığın O’nun ile övündüğü tabloda görebilirsiniz. Biz de övünüyoruz O’nunla… بُشْرَى لَـنَا مَعْشَرَ الْإِسْلَامِ إِنَّ لَـنَا * مِنَ الْعِنَايَةِ رُكْنًا غَيْرَ مُنْهَدِمِ “Ne mutlu ümmet-i Muhammed’e ki, öyle, devrilmez/sarsılmaz bir Sütun’a, Allah ile irtibatlı bir Sütun’a dayanmışlardır.” Böyle diyor “Kaside-i Bür’e”sinde (veya “Bürde”sinde) İmam Bûsîrî hazretleri. Ne mutlu bize ki, öyle devrilmeyen, sarsılmayan, kırılmayan bir rükne dayanmış bulunuyoruz!.. İnsanlığın İftihar Tablosu…

Söylenegeldiği üzere, Allah, O’nun yüzü suyu hürmetine varlığı yaratmış. Mübarek bir söz olarak, لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلأَفْلاَكَ rivayet ediliyor; Türkçemizde kullanılırken iki defa “Levlâke levlâke” deniyor: “Sen olmasaydın, bu kevn ü mekânları yaratmazdım!” “İnsanı var etmezdim, haşeratı varlığa erdirmezdim, eko-sistem diye bir şey olmazdı, sular çağlamazdı, denizler tebahhur etmezdi, tebahhur eden deniz damlacıkları yağmura dönüşüp yerin bağrına inmezdi; Sen olmasaydın!..” şeklinde anlayabilirsiniz. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmasaydı, ne Allah bilinirdi, ne Peygamber bilinirdi, ne Kitap bilinirdi, ne Melek bilinirdi, ne kabir bilinirdi, ne Mahşer bilinirdi, ne Cennet bilinirdi, ne Cehennem bilinirdi… O’na karşı ne kadar şey ile medyûn olduğunuzun farkında mısınız? Onun için Âkif’in, O’nun vilâdeti münasebetiyle söylediği bir naatında, son mısraları şunlardır: “Medyûndur o Masum’a bütün bir beşeriyet / Yâ Rab! Mahşerde bizi bu ikrâr ile haşret!” Medyûndur o Masum’a bütün bir beşeriyet / Yâ Rab! Mahşerde bizi bu ikrâr ile haşret!..

Ama gel gör ki, vilâdet vilâdeti takip ediyor, doğum günleri gelip geçiyor; fakat -bir yönüyle- O’na karşı olan duygu, düşünce, alaka ve irtibatımız açısından Muharrem ayını yaşıyoruz, Kerbelâ’yı yaşıyoruz, kendimizi Revân Nehri kenarında görüyor ve duyuyoruz.

“Yıllar geçiyor ki -Yâ Muhammed-,

Aylar bize hep Muharrem oldu,

Dün gece ne güneşli gece idi,

Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu..

Çiğnendi harîm-i pâk-i şer’in,

Namusa yabancı, mahrem oldu..”

Âkif, sözlerinin devamında,

“Beyninde öten çanın sesinden

Binlerce minare ebkem oldu.”

diyor; ben çevirerek diyeyim ki, “Cami minberinde öten siyaset sesinden / Bütün hakikatler ebkem oldu.” Dilsiz oldu…

“Allah için, ey Nebiyy-i mâsum,

İslâm’ı bırakma böyle bîkes,

İslâm’ı bırakma böyle mazlum.”

Bizleri bırakma böyle bîkes; bizleri bırakma böyle mazlum…

Ama yolun kaderi… O (sallallâhu aleyhi ve sellem) çektiğine göre, tahammülfersâ şeyleri… Kurban olayım; bir tek kelime ile maruz kaldığı şeyleri anlatmıyor, şikâyet etmiyor. Benim bildiğim, sadece Âişe validemize “Kavminden çok çektim!” diyor. -“Allah, o çektirenleri hidayete erdirsin; bugün de çektirenlere, imanı duyursun, onları da hidayete erdirsin!” diyeyim.- Şikâyet etmiyor ama o yolun gereği o; yaşıyor onu.

   İmtihanı kazanmanın vesilesi, aktif sabır içinde mücâhede etmektir.

Kur’ân-ı Kerim buyuruyor: وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ وَالصَّابِرِينَ وَنَبْلُوَ أَخْبَارَكُمْ “İçinizde gerçekten mücâhede edenleri ve (Allah yolunda) sabır ve sebat gösterenleri ortaya çıkaralım, ayrıca söz ve davranışlarınızı (niyet ve sâlih olup olmamaları açısından) değerlendirelim diye sizi mutlaka imtihana çekeceğiz.” (Muhammed, 47/31) وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ Kasem olsun, hepinizi imtihana tâbi tutacağız! حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ Böylece bizim bilgimizde olan şey, dışarıya aksetsin!.. Nedir o bilgide olan şey? Kimler sabırlı… حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ Kimler mücâhede içinde… Bir yönüyle, hak ve hakikati i’lâ adına mücâhede ediyorlar. Bir yönüyle de nefisleriyle yaka-paça, iç murakabe içindeler; sorguluyorlar kendilerini, en küçük kusurlarından dolayı kendilerini yerden yere vuruyorlar: “Nasıl oldu da benim taakkulümde, yani aklî fonksiyonlarımda bu bozukluk oldu; tasavvurlarımda bu kirlilik yaşandı; tahayyüllerime geldi, bu gibi ziftler çarptı? Nasıl oldu? Ben, Allah’a inanmış bir insan isem, bana ait letâifi kirletmemem lazımdı.”

“Kirletmemem lazımdı!..” Bundan dolayı bile inleme… Büyüklere bakınca, Hazreti Ebu Bekir, bundan dolayı inliyor, radıyallâhu anh.. Hazreti Ömer, bundan dolayı inliyor.. Hazreti Osman, bundan dolayı inliyor.. Hazreti Ali, bundan dolayı inliyor. “Yol, bu; yöntem, bu; gerisi angarya..” Bu söz de Üstad Necip Fazıl’a ait.

Evet, وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ Kim, Allah yolunda mücâhede içinde… -Son karalama (Çağlayan Dergisi için yazılan “Cihâd” başlıklı makaleye işaret ediliyor.) o konuda.- Mücâhede içinde; bir yönüyle İ’lâ-i Kelimetullah… مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ “Kim, Allah adının/dininin en yüce olması için mukâtele ederse, o Allah yolunda demektir.” Efendimiz böyle buyuruyor. Ben şimdi, Efendimiz’in o mübarek beyanına dokunuyorsam, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ı inşaallah rencide etmiş olmam!.. مَنْ جَاهَدَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ— وَمَنْ لَيْسَ كَذَلِكَ، لَيْسَ كَذَلِكَ Kim, nâm-ı celîl-i İlahî dört bir yanda şehbâl açsın diye değişik tehlikeleri göğüslüyor, mücâhede ediyor ise, işte o, Allah için bir mücâhededir; nezd-i Uluhiyette kantarları kıracak, Mahşer’de Mizan’ı kıracak mahiyette bir şeydir.

Mücâhidîn… وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ وَالصَّابِرِينَ Bir de sabredenler; bu mevzuda “aktif sabır” içinde bulunanlar… Belâ ve musibetler gelmiş; dişini sıkıp sabreden.. “Bunlardan sıyrılma nasıl olur?” diye düşünen.. “aktif sabır” diyoruz; öyle sabreden.. şikayet etmeyen.. kadere taş atmayan.. “Bazı kardeşlerimiz sebebiyet verdiler buna!” demek suretiyle atf-ı cürümlere girmeyen… Fakat “Bu belâ ve musibet sarmalından nasıl sıyrılırız? Eskiden yürüdüğümüz o yolda nasıl yürürüz? Bu patikaları yeniden bir şehrâha, bir otobana nasıl çevirebiliriz?” Bu mülahazalar ile oturup-kalkma, böyle bir sabır; “aktif sabır” diyoruz, hareket halinde sabır… Durağan sabır değil; “durağanlık” saçılmaya vesiledir, fiziğin kanunu bu.

Devamında: وَنَبْلُوَ أَخْبَارَكُمْ “Sonra da onlara durumları, keyfiyetleri nedir, hallerini haber verelim.” Bu, Muhammed sûre-i celîlesinde, adına kurban olayım ben. Ama Kur’an-ı Kerim’de, benzer o kadar çok ayet var ki…

   “Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?!.”

Bu cümleden olarak; أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللهِ أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ “Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?!. Evet, onlar öyle ezici mihnetlere, zorluklara dûçâr oldular ve öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ve yanındakiler, ‘Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ diyecek hale geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214) أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ Cennet’e gireceğinizi mi sanıyorsunuz siz?!. وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ Sizden evvel emsallerinizin başına gelen şeyler, başınıza gelmeden…

Bir Şi’b-i Ebî Tâlip’te boykota maruz kalmadan, “Falancalar teröristtirler!” tehdidine, tahkirine, tezyifine maruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz?!. Haktan, hakikatten mahrum edilmeden Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz! Preslenmeden Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz! Yurdunuzdan, yuvanızdan -toprağını tûtiyâ gibi alıp koklayacağınız yurdunuzdan, yuvanızdan- edilmeden Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz?!.

İnsanlığın İftihar Tablosu, bunların hepsine maruz kaldı; tev’emi (ikizi) olan, aynen eşi/dengi olan Kâbe’den ayrılmak, O’na çok ağır gelmişti. Hicret buyururken, döndü Kâbe’ye doğru baktı, hıçkıra hıçkıra ağladı; “Bunlar beni çıkarmasalardı, Ben, senden ayrılmazdım!” dedi. Ellerinde kılıçlar, O’nu takip ediyorlardı; tam kastetmişlerdi yok etmek için…

Ama Allah’ın var ettiğini, kimse yok edemeyecekti/edemez. يُرِيدُونَ أَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler. Allah ise, nurunu tam parlatmaktan başka bir şeye razı olmaz. Kâfirler isterse hoşlanmasınlar!” (Tevbe, 9/32) Ellerinde baltalar, balyozlar, külünkler; yapılan güzel şeylerin tepesine indirip kaldırıyorlar, yıkmak için… O ışığı Allah yakmış ise, o, sönmez ve öyle zalimlerin eliyle de söndürülmez. Fakat muvakkaten bir fetret dönemi yaşanabilir her zaman.

Evet, وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ Ne preslemeler, ne baskılar, ne zorlamalar, ne tazyikler, ne işkenceler, ne şenaatler, ne denâetler ve ne zararlara maruz kaldılar! وَزُلْزِلُوا Sarsıldılar tepeden tırnağa… Öyle sarsılmalar oldu ki, esbâb, bi’l-külliye sukût etti; yok sebep artık, dayanacak/tutunacak sebep yok… “Nûr-i Tevhid içinde sırr-ı Ehadiyyet zuhur etti.” حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللهِ Sarsıntı o kadar şiddetli oldu ki!.. Nebî, öyle demez; arkasındakiler de öyle demez, Ebu Bekir de, Ömer de, Osman da, Ali de demez öyle.. Hazreti Nuh da demez, inananlar da demez.. İbrahim de demez, Lût da demez.. Allah’ın salât u selâmı, Efendimiz’in ve onların üzerine olsun. Hazreti Yahya da demez, Hazreti Zekeriya da demez.. Hazreti İsa da demez, Hazreti Davud da demez, Hazreti Süleyman da demez… Hiç biri demez bunu; fakat mesele son kerteye gelince, حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ Kendisine tâbî olanlar ve onlarla beraber Nebî, مَتَى نَصْرُ اللهِ “Yardım ne zaman?!” dediler.

Vird-i zebânınız olsun: مَتَى نَصْرُ اللهِ Aynı şeylere maruzsunuz: مَتَى نَصْرُ اللهِ Sebepler sukût etmiş, kıymetler/değerler ayakaltında pâyimal: مَتَى نَصْرُ اللهِ Allah’ım, yardımın ne zaman?!. Şahsımız adına istemiyoruz bunu; fakat değerler mecmuası adına diliyoruz. İpi kopmuş tesbih tanelerinin sağa-sola saçılması gibi değerler mecmuası da sağa-sola saçılmış; işte bundan dolayı, مَتَى نَصْرُ اللهِ Allah’ım, yardımın ne zaman?!.

Esbâb, bi’l-külliye sukût ettiğinden, “Nûr-i Tevhid içinde sırrı Ehadiyyet zuhur ediyor.” أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ Allah’ın yardımı yakındır!.. Eskiler “Âgâh u mütenebbih olun!” derlerdi. Harf-i tenbih olan “elâ” (أَلاَ) ifadesine o manayı verirlerdi. “Âgâh ve mütenebbih olun ki, Allah’ın yardımı yakındır!..” İnşaallah Allah’ın yardımı yakındır!..

   Cenâb-ı Hak, sabredip mücâhedelerini sonuna kadar götürenler ile yarı yoldan dönenleri ayırt edip yaptıkları amelleri onlara da göstermek için kullarını imtihan etmektedir.

Ankebût Sûresi’nde: الم * أَحَسِبَ النَّاسُ أَنْ يُتْرَكُوا أَنْ يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ “Elif, Lâm, Mîm. Mü’minler sadece ‘İman ettik’ demeleri sebebiyle kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı zannettiler?” (Ankebût, 29/1-2) İnsanlar zannediyorlar mı ki, “Âmennâ – İman ettik!” demekle, imtihana tâbi tutulmayacaklar ve bırakılıverecekler?!. Hayır… Siz öyle deyince, bir sürü -Estağfirullah, dilimin ucuna kadar geldi, söylesem mi?- yalaka arkanıza düşecek, birilerinin arkasından kuyruk sallayarak… Neye binaen? Bir villaya, üç-beş kuruş paraya… Satılabilecek vicdanlar…

Bir başka ayet-i kerimede de şöyle buyuruluyor. وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ اللهُ الَّذِينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبِينَ “Biz elbette kendilerinden önce yaşamış olanları denedik. Allah şüphesiz şimdiki müminleri de imtihan edip iman iddiasında sadık olanlarla, samimiyetsiz olanları elbette bilecektir.” (Ankebût, 29/3) Kur’ân “tasrif” üslubuyla, her yerde farklı farklı meseleleri ifade ediyor: “Böyle yaparız ki Biz, imtihana tâbi tutulan, sizden evvel imtihana tâbi tuttuğumuz kimselere yaptığımız gibi, Allah bilsin veya Allah, o bildiğini ortaya koysun… فَلَيَعْلَمَنَّ اللهُ الَّذِينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبِينَ Kim doğrudur, kim yalancıdır; bunlar, ilm-i İlahî’de sabit. Fakat onların davranışları şart-ı âdî; o şart-ı âdîye bağlı olarak karakterler ortaya çıksın, herkes ne kadar insan imiş, ortaya çıksın!..

Bunlar sıralanabilir, vaktinizi almamak için daha fazla misal demeyeceğim. On tane sayabilirsiniz böyle. Bu, peygamberler yolu ve yolun kaderi de bu!..

Allah’a binlerce hamd u senâ olsun ki, siz, üç-beş kuruşa satılmayan insanlar olarak farklı bir zeminde yerinizi aldınız. Eski yürüdüğünüz yolda yürümeye kararlı bulunuyorsunuz. Bir villa karşısında satılmadınız. Çünkü insan, öyle değerli bir varlıktır ki, Cennet karşılığında bile peylense, kendi kıymetine karşı saygısızlık yapmış olur. İnsan, ancak “aşk u iştiyâk-ı likâullah” meftûnu olmalıdır. “Cennet, Cennet!” dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri // İsteyene ver sen anı / Bana Seni gerek Seni.” Yedi asır evvel yaşamış Yunus’umuz böyle diyor. Bin üç yüz sene evvel Râbiatü’l-Adeviyye de “Ne helva, ne selva; ille Rü’yet-i Mevlâ!” diyor. O günden bugüne… Aradan yedi-sekiz asır, dokuz asır geçiyor, bakıyorsunuz aynı samimî ses, aynı şeyleri ifade ediyor.

Lokman Sûre-i celîlesinde ise buyuruluyor ki: يَا بُنَيَّ أَقِمِ الصَّلاَةَ وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَاصْبِرْ عَلَى مَا أَصَابَكَ إِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الأُمُورِ “Ey oğulcağızım! Namazını dosdoğru kıl, emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker yap, sana isabet eden belalara da sabret. Muhakkak ki bunlar işlerin en zor olanlarındandır.” (Lokman, 31/17). يَا بُنَيَّ Ey oğulcağızım!.. أَقِمِ الصَّلاَةَ Namazı dosdoğru ikâme et!.. وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ İnsanlara marufu, Allah’ın “Güzel!” dediği şeyleri, şer’-i şerifin emrettiği şeyleri sen de söyle/anlat bir mürşîd olarak; münkerâttan da insanları alıkoy!..

Ha, böyle bir yola girince, başına gelecek şeyleri de unutma! وَاصْبِرْ عَلَى مَا أَصَابَكَ Mutlaka bu güzergahta başa gelecek şeyler vardır. Sen bu yolda yürüyorsan, namazını kılıyorsan, orucunu tutuyorsan, insanları eğri yoldan uzaklaştırmayı düşünüyorsan, doğru yola yönlendirmeyi düşünüyorsan, “Peygamber yolu!” diyorsan, başına geleceklere de hazır olman lazım! Balyozlar, başında demektir senin!..

Bu, Hazreti Lokman’ın, oğluna nasihati… Peygamberler içinde aynı zamanda tababet ile ve hikmet ile maruf olan Hazreti Lokman’ın… Lokman Sûre-i celîlesinde değişik hususlar ifade edilmek suretiyle onlara da işarette bulunuluyor.

   Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke’de gördüğü zulüm ve tazyikleri ifade sadedinde bir gün Hazreti Âişe Validemiz’e hitaben, “Kavminden çok çektim yâ Âişe!” buyurmuşlardı.

Diğer bir ayet de şu: يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ “Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. (Farzımuhal) eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Mâide, 5/67)

Kur’an-ı Kerim’de dört yerde “Muhammed” ismi geçiyor, sallallâhu aleyhi ve sellem. Bir yerde de -seyyidinâ Hazreti Mesih’in ifade ettiği yerde- “Ahmed” ismi geçiyor. İlmî vücûd açısından -esasen- Efendimiz’in adı, Ahmed; haricî vücûd açısından Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâm-ı celili, Muhammed.

Fakat Allah (celle celâluhu) يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ، يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ diyor. “Ey Benim mesajlarımı kullarıma ulaştıran Zât! Ey Benim Risâletimi başkalarına tebliğ eden Zât!” demek suretiyle, evvelâ O’nun o başımızı aşkın, boyumuzu aşkın âlî namını ve nişanını nazara veriyor. Ey şânı yüce Nebî! Ey şânı yüce Peygamber! بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ Rabbinden Sana… Burada “inzâl” kelimesi ile kullanılıyor; esasen Kur’an-ı Kerim ifade edilirken “tenzîl” ile ifade ediliyor, ceste ceste… Ama topu birden inmiş gibi Sana… Sana toptan kânunlar mecmuası, nizamlar mecmuası olarak inen şu Kitâb’ın emirlerini tebliğ et! بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ Eğer onu tebliğ etmez isen, değişik şeylere takılarak…

Bu, Efendimiz hakkında muhal bir şey; fakat aynı zamanda arkadakilerine, daha arkadakilerine, daha arkadakilerine, arkadakilerin de arkalarınkilere -bize kadar gelebilir bu- bir ikaz. وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ Eğer Sana emrolunan şeyleri tebliğ etmez isen, peygamberliğin gereğini yerine getirmemiş olursun! Duyurulması gerekli olan şeyleri duyurmamış olursun! Mesele tekvinî emirler ile alakalı ise, pozitif ilimler ile alakalı ise, Kur’ân’ın emirleri ile alakalı ise, haşr u neşir ile alakalı ise, Tevhid ile alakalı ise, Nübüvvet ile alakalı ise şayet, Mizan ile alakalı ise, Sırat ile alakalı ise, Cennet ile alakalı ise, Cehennem ile alakalı ise… Ki bunlar, bizim aklımız ile bulabileceğimiz şeyler değil. En engin bilgili filozoflar bile bunların yüzde birine ulaşamamışlardır. Aksine çok defa falso yaşamışlardır.

Şöyle diyoruz: Din referansı ile ortaya atılmamış felsefe, düşüncenin falsosudur. Felsefe demişler ama ortaya koydukları şey, falsodan ibarettir, çoğu itibarıyla… Ama Bergson gibi, manastırın menfezlerinden semalara bakıp hıçkıra hıçkıra ağlayanlar da vardır. Kant gibi hayatını ona göre planlamış olanlar da vardır. Daha başkalarını da sayabiliriz, daha başkalarını da; hepsini karalamayalım.

Evet, وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ Sen bu işi yaparken, başına gelecek şeyler de olacak ama Allah, Seni sıyâneti ile, hıfzı ile, riâyeti ile, vikâyesi ile, hırz-ı hasîni ile koruyacak. Hususî seralar içine Seni alacak, Sana bir şey yapamayacaklar. Nitekim çok kötülüklere niyet ettiler Mekke-i Mükerreme’de. On üç sene kan kusturdular. Üç sene Şi’b-i Ebî Tâlip’te boykot ilan ettiler; yeme yok, içme yok, su yok, ekmek yok. Mü’minlerle beraber Beni Hâşim’den inanmamış olanları da boykota dâhil ettiler: “Madem onlar da Senin kabilenden…” ByLock gibi… Kullanmışsınız; sizden on tane var ise, doksan başkası kullanmış; ondan dolayı müebbet hapis!.. Aynen bakın, müşrik düşüncesi… Ebu Tâlib de orada çekiyor, Beni Hâşim’den olan başkaları da çekiyorlar.

Sadece Ebu Leheb’i muaf tutuyorlar, çünkü o “Cehennemin babası”; baştan almış o damgayı yemiş. وَأَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ الأَقْرَبِينَ * وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ “Önce en yakın akrabalarını uyar! Sana tâbi olan müminlere kol kanat ger!” (Şuarâ, 26/215-216) ayeti nâzil olunca, yakınlarını topluyor oraya; orada, onlara telkinde bulunuyor. Ebu Leheb kalkıp O’na, Efendimiz’in mesajı karşısında تَبًّا لَكَ diyor, “Yuf Sana!”. Kur’an-ı Kerim, بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ * تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ * مَا أَغْنَى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ * سَيَصْلَى نَارًا ذَاتَ لَهَبٍ * وَامْرَأَتُهُ حَمَّالَةَ الْحَطَبِ * فِي جِيدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَدٍ “Elleri kurusun (kolu kanadı kırılsın) Ebû Leheb’in ve kurudu (kırıldı) da. Malı da kazandıkları da hiçbir işe yaramadı. Alevli bir ateşe gidip yaslanacak.. karısı da.. odun taşıyıcı olarak.. hem boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde.” (Tebbet, 111/1-5) buyuruyor. Bu sûrede, Tecvid ilmindeki Kalkale harfleri olan, “Kutb u cedin” (قطب جد / ق – ط – ب – ج – د) harfleri ile, balyozla vurur gibi bir sesin çıkıyor olması da iç musiki açısından çok önemlidir. Bu Kur’an’ın iç musikisi meselesi, ihmal edilen bir husustur; Kur’an’ın üzerinde durulurken, üzerinde durulması gerekli olan bir husustur. Değişik şeylere işaretlerde bulunduğu gibi, aynı zamanda bu mevzuya işareti de ihmal etmez Kur’an-ı Kerim.

Evet, وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ Allah, kâfir kavme, Sana bir şey yapma adına yol vermez, yöntem vermez, onlara istediklerini yaptırtmaz, arzu ettikleri şeylere onları yönlendirmez. Burada, “hidayet” tabiri kullanılıyor; esasen arzu etmeleri gerekli olan hidayettir fakat onlar kendilerini -bağışlayın- serseriliğe salmış, hidayet diye dalaletin arkasına düşmüşler. Kur’an-ı Kerim’de böyle mukabele de vardır, bu türlü mukabele de vardır. وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ

   Allah’a hamd ü sena edin ki, sizi zalimlerle aynı safta eylemedi; kiminize iradî kiminize cebrî hicret lütfetti, kiminize de mahrumiyet ve mağduriyetleri bir arınma ve yükselme vesilesi kıldı.

Dönelim geriye: İster seyyidinâ Hazreti Lokman’ın (aleyhisselam) oğluna nasihati, ister seyyidinâ, sâdâtina, şefî-i zunûbina ve mevlânâ Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ın buyurduğu şey; ikisi de yine yolun kaderini işaretliyor. “Bu yol, uzaktır / Menzili çoktur / Geçidi yoktur / Derin sular var.” Yunus Emre’nin dediği gibi… Herkes bunun böyle olduğunu bilmeli. Bu peygamberler yolu, Peygamberler güzergâhı; yolun kaderi de bu, bunlar çekilecek.

Fakat Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun ki, bilerek dünya hayatını âhiret hayatına tercih etmek suretiyle ebedî bir hayatı kaybetme bahtsızlığına/talihsizliğine Allah maruz bırakmadı. Allah’a hamd edin, başkalarının içinde olmadınız. Allah’a hamd edin, bazılarınız dini i’lâ etme adına dört bir yanda Rûh-u Revân-i Muhammedî şehbal açsın diye seyahatler tertip ettiniz; ihtiyarî hicretleri tercih ettiniz ve gittiğiniz yerlerde değişik mahrumiyetlere maruz kaldınız. Bir gün geldi, cebrî hicret çıktı karşınıza; diğerleri o ihtiyarî hicreti yapma şerefini ihraz edememişlerdi, onlar da cebr-i lütfî yollara düştüler.

İlkler, ihtiyarînin sevabını aldılar, kat kat; çünkü ihtiyarları (kendi iradeleri ve istekleri) ile gittiler. Değişik sıkıntılara maruz kaldılar; işçi gibi, amele gibi, birer amel-manda gibi çalıştılar. Müesseseler diktiler; cehalete, ihtilafa/iftirâka, fakirliğe karşı mücadele yuvaları oluşturdular. Bir yönüyle, imarethaneler gibi, mücadele müesseseleri oluşturdular; okullar, üniversiteler, üniversitelere hazırlık kursları oluşturdular. Onlar, o sevabı aldılar, “ihtiyarî”nin sevabını aldılar.

Diğerlerini de Allah, sevaptan mahrum bırakmamak için, “Sizi de Ben, hicrete zorluyorum; siz de cebrî hicret sevabını alacaksınız!” buyurdu adeta: Bir avuç toprağını cihanlar ile değiştirmeyeceğiniz ülkenizden cebren ayrılma mecburiyetinde kalacaksınız.. omuzlarınızdakiler sökülecek, göğsünüzdekiler sökülecek.. makamlarınız elinizden alınacak.. ihraz ettiğiniz, alnınızın teriyle ihraz ettiğiniz şeyler elinizden alınacak.. ve bütün bunlar yapılırken de esasen -biraz evvel arz ettiğim gibi- çok komik iddialarla bahaneler oluşturulacak. “Neden ByLock kullandınız?” safsatasına benzer şeyler… “Sen suçsuz olduğunu ispat et!” Hukuk (!) mantığı…  İnanın Amnofis bile böyle bir mantıksızlıkla Hazreti Musa’nın karşısına çıkmamıştır. “Suçsuz olduğunu ispat et!” Hiçbir hukuk dünyasında böyle bir şey olmamıştır. Öyle bir hezeyan ki bu, azıcık hukuk felsefesi bilen bir insan bile, zannediyorum bu sözü duyduğu zaman, onun da az gözü açık ise, şeytanı zil takıp oynuyor halde görecektir: “Beni geçtiler maşallah bunlar!” dediğini duyar gibi olacaktır. Şeytan “maşallah” der mi, bilmiyorum ama ben dedirttim.

El-Hak (celle celâluhu)…

“Hâlık’ın nâmütenâhî adı var; en başı Hakk,

Ne büyük şey, kul için, hakkı tutup kaldırmak..

Hani Ashâb-ı kirâm, “Ayrılalım!” derlerken,

Mutlaka sûre-i “Ve’l-asr”ı okurmuş, neden?

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh,

Başta “iman-ı hakiki” geliyor, sonra “salah”,

Sonra “hak”, sonra “sebât” (sabır); işte kuzum, insanlık..

Bu dördü birleşti mi sende, yoktur sana izmihlal artık!..”