Posts Tagged ‘Musibetler’

Öze Bağlı Kalma ve Dağınıklıktan Sıyrılma

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Hariçte meydana gelen can sıkıcı hâdiseler ve maruz kalınan bir kısım musibetler bizi ciddi meşgul ediyor ve kendi değerlerimizden uzaklaştırabiliyor. Bu konuda kalb istikametini koruma adına dikkat edilecek hususlar nelerdir? 

 Cevap: İlk olarak ifade etmek gerekir ki, dış dünyada ne tür hâdiseler yaşanırsa yaşansın, bir mü’min için asıl önemli olan Allah’la münasebettir. O, öncelikle kendi nefsine yönelmeli, kalbi ile Allah arasında bir kopukluğun olmamasına dikkat etmeli ve sürekli ziya kaynağı ile irtibatını devam ettirmeye çalışmalıdır. Zira Kur’ân-ı Kerim, يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan, hidayeti tabiatınızın bir yanı hâline getirdikten sonra sapanlar size zarar veremez.” (Mâide Sûresi, 5/105) şeklindeki ifadeleriyle, mü’minleri iç dünyalarına yönelmeye ve öncelikle onun ıslahıyla uğraşmaya çağırmıştır. İşte bu sebepledir ki insan günde belki birkaç defa kendisini test etmeli ve nefsinin doğru yolda olup olmadığını kontrol etmelidir.

Hiç şüphesiz insan, kendisinin doğru bir çizgide olup olmadığını kontrol etmek için bir kısım kıstaslara ihtiyaç duyacaktır. Bunlar da başta Kur’ân ve Sünnet’in emirleri, sonra da selef-i salihînin bu iki kudsî kaynaktan yola çıkarak ortaya koydukları içtihatlar, üzerinde ittifak ettikleri icmalar veya istihsan ve maslahat gibi delillerle ortaya koydukları daha başka hükümlerdir. Onlar dini anlama ve yorumlama adına ortaya koydukları olağanüstü gayretleriyle âdeta bu konuda hiçbir karanlık nokta bırakmamışlardır.

   İstikameti Muhafaza

Bir insan, önündeki bu aydınlatıcı kaynaklara rağmen hâlâ istikameti yakalayamıyor ve bir kısım yerlerde karanlık içinde kalıyorsa o, karanlığı kendisi icat ediyor demektir. Esasında “Siz kendinize bakın!” âyeti aynı zamanda bu manayı da ifade etmektedir. Yani bizim maruz kaldığımız çeşitli sıkıntıların asıl sebebi, kendi kusurlarımızdır. Eğer kendimizi iyi bir muhasebeye tâbi tutabilirsek, bu hataların pek çoğunu görebiliriz.

  Mesela insanın kendi arzu ve isteklerini Cenâb-ı Hakk’ın emirlerinin önüne çıkarması bu kusurlardan birisidir. Yüce Allah, كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ * وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ “Gerçek şu ki, siz bu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz. Onun için ahiret (duygu ve mülâhazasını) terk edip durursunuz.” (Kıyâmet Sûresi, 75/20-21) beyan-ı sübhânîsiyle insan tabiatındaki bir boşluğa dikkat çekmiştir. Başka bir âyet-i kerimede ise insanın dünya sevgisi şu ifadelerle seslendirilmiştir: وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ “Gerçekten insan mala çok düşkündür.” (Âdiyât Sûresi, 100/8) İnsan, fıtraten dünyaya ve hazır lezzetlere düşkün olduğundan, mü’min olmasına rağmen yer yer bunları dinin emirlerinin önüne geçirebilmektedir. Hatta bazen dine hizmet ederken bile, rıza-i ilâhîyi veya meselenin uhrevî kazancını değil, kendisine gösterilen ihtiram ve saygıyı makbul görmektedir. Böyle bir kişi ise kabul görmediği, alkışlanmadığı ve hatta eziyete maruz kaldığı bir dinî hizmeti tasvip etmeyecek ve negatif bir tavra girecektir.

Hiç şüphesiz bir mü’minin, dinine hizmet ettiğini zannederek esas nefsine hizmet etmesi, gafil ve cahil çevrenin alkışlarının da etkisiyle onu şımartması ve küstahlaştırması, kendisine yönelen övgü ve takdirlere kendi malıymış ve hakkıymış gibi sahip çıkması kaybettirici hususlardır. Bundan salim kalmanın yolu ise, Cenâb-ı Hakk’ın potansiyel olarak ahsen-i takvime mazhar yarattığı insanın, fiilî olarak da bu kıvamı yakalamaya çalışması, yani gerçek insan olma yolunu takip etmesi ve istikametten ayrılmama noktasında sürekli nefsiyle yaka paça olmasıdır. İnsan bunu başarabildiği takdirde, yukarıdaki âyetin de ifade ettiği üzere dalâlete düşen insanlar katiyen ona zarar veremeyeceklerdir.

   Siz Kendinize Bakın!

Eğer biz toplumsal bir huzur istiyorsak, öncelikle kendimizi düzeltmeye ve gerçek insanî seviyeyi yakalamaya çalışmalıyız. Çünkü biz dosdoğru olacağımız âna kadar, başkalarının düzelmesini bekleyemeyiz. Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk gelen emir, اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ “Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (Alak Sûresi, 96/1) âyeti olmuştur. Aynı şekilde daha sonra nazil olan âyet-i kerimelerde de şöyle buyrulmuştur: يَاأَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ * قُمْ فَأَنْذِرْ * وَرَبَّكَ فَكَبِّرْ * وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْ * وَالرُّجْزَ فَاهْجُرْ *  وَلَا تَمْنُنْ تَسْتَكْثِرُ * وَلِرَبِّكَ فَاصْبِرْ “Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve (insanları) uyar! Rabbinin büyüklüğünü an! Elbiseni temiz tut! Pis ve murdar olan her şeyden kaçın! Verdiğini çok bularak minnet etme! Rabbinin yolunda sabret!” (Müddessir Sûresi, 74/1-7) Yani Yüce Allah, ilk olarak Nebiyy-i Ekrem’in şahsını muhatap almış ve bir yönüyle O’na “Öncelikle sen kendine bak ve işe kendinden başla!” demiştir.

Aslında o, peygamberliğinden önce de tam bir güven abidesiydi. Enbiya-i izam’ın sahip olduğu ismet, iffet, fetânet ve tebliğ ruhu gibi sıfatları kâmil manada temsil ediyordu. Nitekim O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kavmini İslâm’a davet etme için Ebû Kubeys tepesinin üzerine çıkıp, “Şu tepenin arkasından düşman geliyor desem, bana inanır mısınız?” diye sorduğunda, orada bulunanların hepsi olumlu cevap vermişti.

Dolayısıyla bir yönüyle bu gibi âyetlerin, O’nun şahsında esas ümmetine ders verdiğini söyleyebiliriz. Yani eğer biz de başkaları nazarında inandırıcı olmak istiyorsak, fevkalâde sadık ve güvenilir olmak, herkese emniyet ve güven telkin etmek ve son derece mütevazi olmak zorundayız. Zira bu konumda olmayan insanlar inandırıcı olamazlar. İffet ve ismetleri aleyhinde söz söylenen insanlar başkaları nezdinde güvenilirliklerini ve inandırıcılıklarını kaybederler.

Bu açıdan toplumda farklı patlamalar olabilir. Bir kısım zalim ve müstebitler devirmeye güçleri yettiği anda, kendilerine muhalif gördükleri insanların tepesine binerek onları ezip geçebilirler. Bazen de toplumlarını herc ü merce sevk edecek daha başka hâdiselere sebebiyet verebilirler. Fakat bütün bunlar karşısında Müslümanlara düşen, falanı filanı ta’n u teşni etmek yerine öncelikle kendileriyle meşgul olmak ve kendilerini düzeltmektir. Onlar başlarındaki zalimlerden şikâyet etmek yerine öncelikle, “Acaba Allah bu zalimleri niye bizim başımıza musallat ediyor?” diye düşünmelidirler. Çünkü onlar dosdoğru olacakları âna kadar, başkalarıyla uğraşmaları faydasızdır. Zira, كَمَا تَكُونُوا يُوَلَّى عَلَيْكُمْ “Nasıl iseniz öyle idare edilirsiniz.” (el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 6/22) hadisinin de ifade ettiği üzere, tabanda bulunan insanlar nasıl olursa, idarecileri de aynı olacaktır.

Sütün kaymağı sütten oluşacağı gibi, şapın kaymağı da yine şaptan oluşacaktır. Menkıbe olarak rivayet edildiğine göre Haccac-ı Zalim’e Hz. Ömer’in adaleti hatırlatıldığında o da yanındakilere, “Hele siz onun çevresindeki insanlar gibi olun, bakın ben de nasıl Ömer gibi oluyorum.” demiştir. Bu sözüyle Haccac, kendisinin tam da onlara uygun bir idareci olduğunu hatırlatmak istemiştir.   

   Hakiki İnsanlığa Giden Yol

Öte yandan öncelikle kendisiyle meşgul olmayan ve nefsini ıslah etmeye çalışmayan bir insanın, zamanla Allah’tan kopacağında, kalbi ile Allah arasında bir kısım hüsûf ve küsûfların yaşanacağında şüphe yoktur. Çünkü böyle birisi bazen enaniyetine takılacak, bazen biliyorum mülâhazalarına girecek, bazen de aidiyet hissiyle hareket edecektir. Dolayısıyla din ve diyanet adına iş yapıyorum zannettiği yerlerde bile meseleyi kendisine bağlı götürecektir. Eğer böyle birisi güç ve kuvveti ele geçirecek olsa, o zaman da tiranlar gibi davranacaktır. Zira enaniyet, bilgi, servet insanı kör ettiği gibi, iktidar ve hâkimiyet de onu kör eder. Hele bir de kitlelerin körü körüne onu takip etmesi, alkışlaması ve pohpohlaması gibi faktörler söz konusu ise, böyle bir kişinin zehirlenmesine ve körlük yaşamasına muhakkak gözüyle bakılabilir. Manevî körlüğe maruz kalmış böyle birisi ise çok açık ve net görülebilecek hakikatleri dahi göremeyecek, doğru ve yanlışı birbirinden ayıramayacaktır.

Bu itibarla da insan ruhî ve kalbî hayatı üzerinde hassasiyetle durmalı, Allah’la kendi arasına ne nefsinin, ne hayvanî hislerinin, ne kin ve nefretlerinin ne de daha başka mülâhazaların girmesine ve dolayısıyla tamiri imkânsız kopuklukların meydana gelmesine müsaade etmemelidir. Daha da ötesinde o, İmam Gazzâlî Hazretleri’nin İhyau ulûmi’d-din isimli eserinde üzerinde durduğu her türlü mühlikâttan (helâke götürücü unsurlardan) uzak durmalı ve yine onun münciyât (kurtuluşa vesile olan ameller) adına zikrettiği her ne varsa, sımsıkı bunlara yapışmalıdır. Çünkü mühlikât Allah’la kul arasına bir kısım perdelerin girmesine sebebiyet verdiği gibi, münciyât da bunların bertaraf edilmesine ve kalblerin yeniden ilâhî tecelliler ile buluşmasına vesiledir.

O hâlde insana düşen vazife, yılandan ve çıyandan kaçarcasına bütün bu olumsuzluklardan uzak durmasıdır. Esasen insanın, hakiki insanlığa yükselmesinin yolu da buradan geçmektedir. Ebu’l-Feth el-Büstî, أَقْـبِـلْ عَلَى النَّفْسِ وَاسْتَكْمِلْ فَضَائِلَهَا فَأَنْـتَ بِالنَّفْسِ لاَبِالْجِسْـمِ إنْـسَانُ “Ruhuna (mahiyet-i insaniyene) yönel, onun faziletlerini kemâle erdir! Zira sen cisminle değil kalbinle/ruhunla insansın.” sözüyle bu hakikate dikkat çekmiştir. Demek ki insan bunları yitirince, insanlığını da yitirmiş olacaktır.

Burada antrparantez bir hususu arz etmek istiyorum. Bir insan, bunlara dikkat etmediği takdirde tepe taklak cehenneme mi gider? Hayır, hiç kimsenin böyle bir iddiada bulunmaya hakkı yoktur. Zira bu, Allah’ın rahmetinin enginliğine terstir. Biz, amellerimizin azlığına ve küçüklüğüne rağmen Yüce Allah’ın bizi rahmeti ile yarlıgayacağını ve affedeceğini düşünür ve ciddi bir reca hissi içine gireriz. Fakat diğer taraftan Allah’a karşı son derece saygılı olmak ve O’na karşı arızasız ve kusursuz bir kulluk ortaya koymak, O’nun terk edilmemesi gereken hakkı ve bizim de terk etmememiz gereken en önemli vazife ve sorumluluğumuzdur. Bu açıdan da biz, sürekli mahiyet-i insaniyemizin kıvamına bakmalı, necata götürücü vesileleri araştırmalı ve helâk sebeplerinden de uzak durmalıyız.

Eğer biz, kendi durumumuzu kontrol etmez ve durduğumuz yer ile durmamız gerekli olan yeri bilemezsek, bu defa başkalarının tavır ve davranışlarına göre yer ve yön değiştirmeye başlarız. Haset ve rekabet duygularına yenik düşmüş iman ehli bazı kimseler bizim aleyhinize hareket edebilirler. Bazıları da inkâr ve ilhatlarının bir gereği olarak bize cephe alabilirler. Her iki kesim de bizim hakkımızda bir kısım komplolar tertip edebilir. Bunların hile ve entrikalarının farkında olmamız ve bunları savma adına makul ve alternatif stratejiler geliştirmemiz bir yana; eğer biz sürekli onlarla meşgul olur, onların yaşadığı paranoyaya iştirak eder ve hele atacağımız adımları ihtimal ve vehimlere göre atarsak, yukarıda zikredilen “Siz kendinize bakın!” âyetine muhalif davranmış oluruz. Neticede onların zararından kurtulamayacağımız gibi, kendimizi düzeltmeye ve yapmamız gerekli olan asıl işleri yapmaya da fırsat bulamayız.

   Asıl Vazifemiz

Peki, nedir bizim asıl işimiz? Biz, elimizden geliyorsa bütün insanlığa ebedî kurtuluşun yollarını göstermeli, onları Cennet’e yönlendirmeli ve hiç kimsenin Cehennem’e gitmemesi adına cehd ve gayret göstermeliyiz. Yüce Allah, ezelî ilmiyle kimin hangi ameli yapacağını bildiğinden, bazıları için Cehennem’i takdir etmiş olabilir. Hiç kimsenin bunun önüne geçmesi mümkün de olmayabilir. Fakat bu, bizi alâkadar etmez. Bize düşen, son ferdine kadar bütün insanlığın Cehennem’den kurtulması noktasında azimli ve kararlı olmaktır.

Esasen böyle bir gayeye kilitli yaşamak, başkalarının ebedî saadetlerini kaybetmemesi adına ölüp ölüp dirilmek, insanların ebedî helâk ve hüsrana maruz kalacağı korkusuyla canı gırtlağında yaşamak peygamberlik yolunun bir gereğidir. Nitekim Yüce Allah, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetinin hidayeti mevzuundaki durumunu, لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ أَلَّا يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ “Onlar iman etmiyorlar diye âdeta kendini helâk edeceksin.” (Şuarâ Sûresi, 26/3) sözleriyle anlatmıştır. Antrparantez ifade edeyim ki, âyetteki bu ilahî ikaz, Allah ile o en sevgili kulu arasındaki bir meseledir. Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderen Zat, O’nun hüzün ve ızdırabını dengeleme adına bunları söyleyebilir. Fakat bizim O’nun hakkında böyle bir söz söylememiz ve bu tür düşüncelere girmemiz doğru değildir.

Benim burada asıl üzerinde durmak istediğim nokta şudur: Bu âyetler, bir taraftan insanlığın iman etmesi mevzuunda Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tadil ederken, diğer yandan da onu takdir etmiş ve yüceltmiştir. Çünkü burada işarî olarak şöyle bir mana da gizlidir: “Sen öyle yüce bir kâmetsin ki, âdete kendin için yaşamıyor; başkalarının kurtuluşu adına neredeyse kendini helâk edeceksin.”

İşte bu, yaşatma duygusudur. Günümüzde de peygamber yolunun takipçilerinin en önemli vazifesi budur. Varsın başkaları onlar hakkında kendi paranoyalarına göre değişik plânlar tertip etsinler. Kendileri, makam hırsı, çıkar arzusu ve iktidar beklentisine bağlı yaşadıklarından, başkalarını da bu yolun yolcusu görsünler. Buna dayanarak da hasım gördüklerini yok etme adına elli türlü alternatif plân oluştursunlar. Bütün bunlar, onları bağlamamalı ve kendi yolundan alıkoymamalıdır. Onlar, Allah’ı ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nu insanlığa sevdirmeye kilitlenmeli ve bütün stratejilerini bu istikamette oluşturmalıdırlar. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: حَبِّبُوا اللهَ إِلٰى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللهُ “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 8/90, 91) Bu hadis de göstermektedir ki, Allah tarafından sevilmenin yolu, O’nu kullarına sevdirmekten geçmektedir. Çünkü onları deli gibi sevme, ebedî dirilişin de temel unsuru ve vesilesidir.

Ne yazık ki Müslümanlar bu konuda kendilerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getiremediklerinden ötürü, insanlığa belli bir dönemde fetret yaşattılar. Cismanî zevklerinden ve yaşama sevdalarından sıyrılarak kendi değerlerini muhtaç sinelere duyurma istikametinde tıpkı sahabe-i kiram ve havariler gibi dünyanın dört bir yanına açılamadılar. Açılıp İnsanlığın Medar-ı İftiharı’nı kendi büyüklüğü ve kendi ihtişamıyla insanlığa tanıtamadılar. Tavır ve davranışlarıyla mükemmel bir temsil sergileyerek gönüllere giremediler. O Sonsuz Nur’un bütün dünyaları aydınlatacak bir ışık kaynağı olduğunu gösteremediler. En azından O’nun hakkındaki olumsuz düşünceleri izale ederek, “Bu, çok büyük bir insan.” dedirtemediler. Neticede insanlığa günümüzde de hâlâ etkisini devam ettiren böyle bir fetret dönemi yaşattılar. Elbette bunda, inanmayanların gafletlerinin, duyarsızlıklarının ve ön yargılarının da tesiri vardı. Fakat önemli olan, Müslümanların yapmaları gerekli olan işi yapıp yapmadıklarıdır.

Sahabe efendilerimiz, neredeyse dünyanın üçte birine açılmışlar ve çok kısa bir zamanda kopkoyu karanlıklar içinde yüzen bir dünyayı aydınlatmışlardı. Gittikleri yerlerde gönüllere taht kurmuşlar ve insanlarda kendi değerlerine karşı ciddi bir alâka uyarmışlardı. Bunu da bilgiçlik taslayarak, güç ve kuvvetleriyle değil; imanları, samimiyetleri ve sağlam temsilleriyle başarmışlardı. Eğer biz bugün yarım yamalak da olsa dinin güzelliklerini yaşayabiliyorsak, o ani’l-merkez gücün tesiri sayesinde yaşıyoruz. Çünkü onların meydana getirdikleri ani’l-merkez güç, günümüze kadar ulaşmıştır.

Bu itibarla şunu bir kere daha ifade etmek istiyorum: Gerek size yakın duran ve sizinle birlikte başını secdeye koyan ve Allah karşısında iki büklüm olan insanlar, gerekse öteden beri aleyhinizde bulunan insanlar sizin hakkınızda ne düşünürse düşünsünler, paranoyalarına bağlı ne türlü plânlar yaparsa yapsınlar, size düşen vazife, insanlığa evvela Allah’ı ve Peygamber’i sevdirmek, ondan sonra da Allah ve Peygamber’den ötürü insanların birbirini sevmesini sağlamak ve bütün dünyada bir barış ortamının oluşmasına katkı sunmaktır.

   Sevgi ve Hüsnüzanda Denge

Adanmışlar, kendi vazifelerini tastamam yerine getirmenin yanında, başkalarıyla kuracakları münasebetlerde de son derece dengeli olmaya çalışmalıdırlar. Mesela birisine karşı sevgi gösterilecek, delice bir alaka ortaya konulacaksa bu, Allah ve Resûlüllah olmalıdır. Onlardan sonra Raşit Halifeler, ardından da sahabe efendilerimiz gelmelidir. Maalesef biz, kendimize ait pek çok değeri kaybettiğimiz gibi, Allah ve Resûlüllah sevgisinde de yaya kaldık. Eskide olduğu gibi camilerde Hz. Ruhu Seyyidi’l-En’am’ın adı anıldığında bayılıp düşen insan gördünüz mü hiç! Bizim Allah sevgimizi çaldılar; Peygamber sevgimizi çaldılar ve bütün sevgi kabiliyetlerimizi dünyaya ve kendi nefsimize bağladılar. Dolayısıyla biz de muhabbet mahrumu insanlar hâline geldik.

Sevilmesi gerekli olan şeyleri, sevilmesi gerekli olduğu ölçüde derinlemesine sevemedik. Bazen de bu sevgiyi suiistimal ettik. Farkında olmadan yanlışlar yaptık. Mesela birilerinin bazı iyiliklerini göz önüne alarak, onlara karşı ciddi bir sevgi gösterisinde bulunduk. Bu da gayretullaha dokundu. Neticede Allah, aklımızı başımıza almamız adına bizi şefkat tokatlarına maruz bıraktı. ‘Gayrimeşru muhabbetimizin cezası olarak merhametsizce tokatlar’ yedik. Bununla bir yandan da O, sevdiklerimizin, zannettiğimizin aksine bu ölçüde teveccüh ve takdire layık olmadıklarını bize gösterdi. Demek ki insanlara gösterilecek sevgi ve alâkada haksızlık etmeme ve dengeyi koruma çok önemli bir faktördür.

Başkalarıyla kurulacak münasebetlerde dengeli olunacak diğer bir yer de, onlar hakkındaki kanaat ve zanlarımızdır. Hz. Pir’in ifadesiyle bir mü’min, hüsn-ü zan mümkün oldukça, su-i zanna girmemelidir. Başkaları hakkındaki vehimlerine ve ihtimallere dayanarak plân ve projeler oluşturmamalıdır. Herkesin kötülük yapacağı hesabına bağlı işler yapmamalıdır. Çünkü bütün bunlar su-i zandır. Su-i zan ise öyle büyük bir günahtır ki tek başına insanı tepetaklak götürebilir. Fakat bunun yanında eğer siz, birisinden birkaç defa çelme yemişseniz, kündeye getirilmişseniz, size el-ense atılmışsa, işte orada da hüsn-ü zannın yanında âdem-i itimat prensibini işletmeniz gerekir. Eğer siz sırtınızı döndüğünüzde birileri sizi arkadan hançerliyorlarsa, bir daha onlara arkanızı dönemezsiniz.

Sözün özü, bizim asıl vazifemiz kendimizle ve kendi mefkûremizi gerçekleştirmekle meşgul olmaktır. Böyle yüce bir hedefin gerçekleştirilebilmesi için adanmışların dağınıklıktan sıyrılmaları gerekir.  Onlar himmetlerini, gayretlerini ve fikirlerini dağıtacak her türlü faktörden uzak durmalıdırlar. El-âlemin gerek medya yoluyla, gerekse daha başka platformları kullanarak ortaya attıkları yalan yanlış şeylerle meşgul olmamalıdırlar. Yer yer bu türlü şeyler onların uykusunu kaçırsa ve onlarda mukaddes hafakanlar meydana getirse de onlara asla yapmaları gerekli olan farzlar üstü farz vazifelerini unutturmamalıdır. Gönül erleri, bütün ruh güçleriyle ve bütün zihin fakülteleriyle kendi meselelerine konsantre olmalı ve hep o yolda yürümeye devam etmelidirler. Hz. Pir’in dediği gibi, iki elimiz var; dört elimiz olsaydı yine bu istikamette kullanmamız icap ederdi.


*Not: Bu yazı ilk defa neşredilmektedir. İnşallah, bundan sonra bu bölümde her hafta yeni bir Kırık Testi okuyabileceksiniz.

Bamteli: İNSANLIK KALESİNİN TAMİRİ

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “İhtiyarlık gelip çatmadan evvel gençliğini, hastalıktan evvel sıhhatini, fakir düşmeden evvel varlıklı olmanı, meşguliyetten evvel boş zamanını ve ölüm gelmeden evvel hayatını ganimet bil!..”

Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. تَمُوتُونَ كَمَا تَعِيشُونَ، وَتُحْشَرُونَ كَمَا تَمُوتُونَ buyuruyor Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm: “Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz, öyle haşr u neşr olur, öyle dirilir, öyle bir ba’s u ba’de’l-mevt yaşarsınız!” Onun için hayat, hep istikâmet içinde götürülmeli ki, âkıbet de istikamet içinde olsun.

Yine şöyle buyuruyor, Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem): اغْتَنِمْ خَمْسًا قَبْلَ خَمْسٍ: شَبَابَكَ قَبْلَ هرَمِكَ، وَصِحَّتَكَ قَبْلَ سَقَمِكَ، وَغِنَاءَكَ قَبْلَ فَقْرِكَ، وَفَرَاغَكَ قَبْلَ شُغْلِكَ، وَحَيَاتَكَ قَبْلَ مَوْتِكَ “Beş şey gelmeden evvel şu beş şeyi ganimet bilip değerlendir: İhtiyarlık gelip çatmadan evvel gençliğin, hastalıktan evvel sıhhatin, fakir düşmeden evvel varlıklı olmanın, meşguliyetten evvel boş zamanın ve ölüm gelmeden evvel hayatın kıymetini bil, bunların hakkını ver!”

Evet, yaşlanmadan evvel yapacağın şeyleri yap; zor yapacak duruma düşmeden, dûçâr olmadan evvel gençliğini ibadet u tâat ile taçlandır. Zihninin bütün nöronları çalıştığı dönemde, imandan marifete, marifetten muhabbete, ondan iz’ana, aşk u şevke, iştiyâk-i likâullaha, çalıştır beynindeki bütün nöronları, bütün sistemleri; bilinmesi gerekli olan şeyi, en iyi şekilde bilmeye bak!.. Gençlikte olur, bunlar. Yaşlandığında insan, zihninde durgunluk olur; gördüğünüz gibi bazılarında Alzheimer’ler de olur, en iyi bildiği şeyleri bile unutur, hıfzettiği şeyleri bile unutur. Gençlikte esasen…

Ve gençlikte ibadet yapılır; insan, bir günde yüz rekât namaz kılabilir. Bence onu öyle değerlendirmek lazımdır. Ayın belli günlerinde oruç tutma… Gençlikte yapılabilir, yaşlandığında zorlanır insan. Gücü yetiyorsa, “savm-ı Davud” tutar; bir gün yer, bir gün tutar. Orucun fezâili ile alakalı bir yazı vardı, Çağlayan mecmuasının son sayısında; orucun çok önemli olduğu, insanın maddî anatomisi üzerinde şu tesiri, kalb üzerinde şu tesiri, beyin üzerinde şu tesiri, göz üzerinde şu tesiri, iris üzerinde şu tesiri, şu tesiri, şu tesiri yaptığı anlatılıyordu. Dolayısıyla Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutmalı; buna gücün yetmiyorsa, Kamerî ayın 13, 14, 15. günlerinde tutmalı, Allah Rasûlü’nün tavsiyesi (sallallâhu aleyhi ve sellem). Gücün yetiyorsa, “savm-ı Dâvud” tutmalı, bir gün yiyip bir gün tutmalı, Rasûl-i Ekrem’in ashâbına tavsiye buyurduğu üzere.

Fakat bazıları kendilerini öyle “ubûdiyet” çağlayanına salmışlar ki, bunları da az gördüklerinden dolayı, “Her gün, yâ Rasûlallah!” diyorlar, “Az oldu, her gün!” Namaz kılıyorlar, sabahtan akşama kadar, akşamdan sabaha kadar. “Bir parça kendinize de zaman ayırın!” deyince, hâşâ Rasûlullah’a itiraz değil ama adeta “Niye bizi bırakmıyorsun, böyle bütün hayatımızı ibâdet u tâate verelim!” diyorlar. Sahabî telakkisi…

Evet, insanın, yapacağı şeyleri gücü, kuvveti yettiği dönemde yapması lazım!.. Ölmeden evvel, hayatı bir ganimet bilmesi lazım!.. Sıhhati, hastalanmadan evvel, ganimet bilmesi lazım!.. Ganimet, bilmesi lazım, değerlendirmesi lazım, müzâaf değerlendirmesi lazım. Sonra bazı şeyleri yapamaz hale gelir ve hafizanallah, يَا لَيْتَنِي، يَا لَيْتَنِي، يَا لَيْتَنِي، يَا لَيْتَنِي، يَا لَيْتَنِي der durur. Niceleri böyle “Yâ leyte!” çekiyorlar. “Keşke!” demek, “Keşke!..” “Keşke!” dememek için hayatı “Keşke!” demeyecek şekilde yaşamak lazım. Onun her ânını, her santimini, her saniyesini, her sâlisesini, Rabbimizin rızası istikâmetinde değerlendirmeye bakmamız lazım. Dünyevî işler de o istikâmette çok rahatlıkla hâsıl olur. Kendini tamamen o işe kaptıran insanlar, muvakkaten bazı şeyler yapsalar bile, yaptıkları şeyler bir gün tamamen negatif duruma dönüşür, gelir onların başına dolanır, gâile olarak, bela olarak, musibet olarak. Fakat Allah yolunda yürüyen insanlar, hiç ummadıkları şekilde, çok sürpriz fereçler ile, mahreçler ile yüz yüze gelirler.

   “Kim takva dairesinde bulunup Allah’a gönülden saygı duyar ve O’na karşı gelmekten sakınırsa, Allah, zorluklar karşısında ona bir çıkış kapısı açar.”

Nitekim Kur’an şöyle diyor: وَمَنْ يَتَّقِ اللهَ يَجْعَلْ لَهُ مَخْرَجًا “Kim Allah’a gönülden saygı duyar ve O’na karşı gelmekten sakınırsa, Allah, zorluklar karşısında ona bir çıkış kapısı açar.” (Talak, 65/2) Takva dairesi içinde olan.. Allah’tan korkan, mehârimden içtinap eden (haramlardan sakınan).. Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği şeyleri kemâl-i hassasiyetle yerine getiren.. “takvâ” kelimesi “vikâye” kökünden geldiği için, Cenâb-ı Hakk’ın himayesine/vikâyesine sığınan.. sürekli kalbi ile dili ile Cenâb-ı Hakk’a müteveccih yaşayan.. oturup kalkıp hep O’nu anan/yâd eden insan, hiç beklenmedik şekilde, Cenâb-ı Hakk’ın çok sürpriz eltâf-ı Sübhâniyesi ile karşı karşıya kalır. Elin-âlemin kaybettiği yerlerde, o kaybediyor gibi göründüğü alanlarda, hep kazanma kuşakları içinde kendini bulur. El-âlem, “Kazanıyorum!” diye kazanma kuşağında kayıplar yaşarken, o, “Kaybediyorum!” dediği yerde, iç içe kazanımlar yaşar, Allah’ın izni-inayetiyle…

Antrparantez: Hâlihazırdaki mağduriyet ve mazlûmiyetler de kim bilir ne türlü sürpriz şeylere gebedir; bilemeyiz onu, kestiremeyiz. Şu mağduriyet, şu mazlumiyet, şu mahrumiyet, şu ma’zûliyet, şu muhraciyet… Bu “muhraciyet” tabirini de kullanmıyorduk ama evet ilave edin/edelim; yani, bulunduğu vazifeden ihraç edilen insanlar.. hiçleştirilen insanlar.. itibarsızlaştırılan insanlar.. aç-susuz bırakılan insanlar.. “Ölsünler!” denen insanlar.. hatta “Ölsün!” tabiri kibarca oldu; biraz, sizin hatırınıza söyledim; onların dilleri ile ifade edecek olursak “Gebersinler bizi kabul etmeyenler, bize biat etmeyenler!”

Evet, birinciler kazanıyorlar; onlara böyle bakanlar da “Kazandım!” dedikleri o yolda, kazanıyor gibi göründükleri o yolda, hiç farkına varamadıkları şekilde haybet ve hüsrana yürüyorlar. إِنَّهُمْ يَكِيدُونَ كَيْدًا*وَأَكِيدُ كَيْدًا “Onlar, planlar yapmak, tuzaklar kurmakla meşguller; Ben de hilelerine mukabele ederim, (hilelerini boşa çıkarırım).” (Târık, 86/15-16) Onlar, komplo üzerine komplo, komplo üzerine komplo kuruyor ama Allah buyuruyor ki: “Ben, komplolarına mukabelede bulunurum!” وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُ اللهُ وَاللهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ “Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzaklarına mukabelede bulunuyordu. Allah tuzak kuranlara mukabele edenlerin en hayırlısıdır.” (Enfâl, 6/30) Onlar, hile/ayak oyunu peşinde koşuyorlar; başkalarını karalamak, halkın nazarında itibarlarını sarsmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Allah da “Ben, o mekre mukabelede bulunurum!” buyuruyor. Allah’ın mukabelesine kimse karşı koyamaz. Cenâb-ı Hak, öyle tepetaklak getirir ki, insan, hiç farkına varamaz, gider orada; meşîet-i İlâhiye, İrâde-i İlâhiye ile bir kündeye, bir el-enseye gider, yüzüstü kapaklanır yere.

Geriye dönelim: Çokları “Keşke, keşke, keşke…” diyecekler. يَا لَيْتَنِي كُنْتُ تُرَابًا “Ah ne olurdu, keşke toprak olaydım!” (Nebe, 78/40) “Keşke, toprak olsaydım, bu haltları karıştırmasaydım! Bu melanetleri, bu mesâvîyi irtikâp etmeseydim!..” diyecekler. Allah, o melanetleri, o mesâvîyi irtikâp eden insanları -Murâd-ı Sübhânîsi o istikamette ise, onların da azıcık o istikamette dilekleri var ise- tam hidayete mazhar eylesin! Onlar, dilemiyorlar ise, şart-ı âdî planında iradelerini o istikamette kullanmıyorlar ise, meşîet-i İlâhiye de o istikamette tecelli etmiyorsa şayet, biz de onları Allah’a havale ediyoruz; Allah, istihkaklarını versin!

“Âbistan-ı sefa vü kederdir leyâl hep / Gün doğmadan meşime-i şebden neler doğar.” (Geceler hep sefa ve kedere gebedir / Gün doğmadan gecenin/yarının rahminden neler doğar.) Geceler, bir yönüyle, değişik şeylere gebe bir âbistandır. Âb, su demektir; o sonundaki “istan” ise gülistan ve baharistân kelimelerinde olduğu üzere “bulunduğu yer” manasına gelir. Âbistan; sulak, çimlenme yeri gibi, ağaçların fidelerinin boy atıp geliştiği yer gibi, bağ gibi, bahçe gibi bir şeyi ifade eder. Gülistandır, baharistandır, bostandır geceler. Gün doğmadan meşime-i şebden (gecenin rahminden) neler doğar; belli olmaz.

Bize düşen şey, Cenâb-ı Hakk’a teveccühtür. “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol!..” Doğru yolda yürümek… Cenâb-ı Hakk’a hep müteveccih yürümek… Cenâb-ı Hak, böyle yapanları yüz üstü bırakmaz, sahipsiz bırakmaz. Siz de emin olun!.. Allah’ın inayetinden emin olun!.. Sizi sahipsiz bırakmayacağından emin olun!.. Bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün… Elverir ki, istikâmet korunabilsin! İstikâmet, Cenab-ı Hakk’ın inayetine, geriye çevrilmeyen, reddedilmeyen en önemli bir çağrıdır! O çağrıyı kullanın!..

   İman hizmeti yalnız cüz’î bir tahribatı ve küçük bir haneyi değil, bilakis küllî bir tahribatı ve İslamiyet’i de içine alan çok büyük bir kaleyi, “İnsanlık Kalesi”ni tamir ediyor.

Üstad hazretleri, Hizmet’in yalnız cüz’î bir tahribatı ve küçük bir haneyi değil, bilakis küllî bir tahribatı ve İslamiyet’i içine alan çok büyük bir kaleyi tamir ettiğini söylüyor. Evet, “İslamiyet’i de içine alan…” diyelim; yani, esas insanlık için de bir tamirin söz konusu olduğunu işaretliyor. Tamire çalışılan bu kaleye, “insaniyet kalesi” denebilir mi? Evet, denir, evleviyetle denir.

Esasen, bugün yeryüzünde yaşanan mahrumiyetin arkasında, insanların imrenebileceği bir sistemin adem-i mevcudiyeti yatmaktadır. Ütopyalar ile resmedilmeye çalışılan, öyle bir insanî sistem.. insanlığın hak ve hukukunun gözetildiği bir dünya.. hümanizmin semâvîleştiği bir dünya.. kadın haklarının semâvîleştiği bir dünya.. insanlığın rahatlıkla içine koşup da “Ben, burada esas huzura ereceğim!” diyeceği bir dünya,.. imrenilen bir dünya. Bugün insanlığın problemi, böyle bir dünyanın adem-i mevcudiyetidir, yokluğudur. Onun fıkdânı (yokluğu, yitirilmiş olması) yaşanıyor yeryüzünde.

Dolayısıyla insanlar, birbirlerini boğazlıyorlar. Değişik boğazlama planları yapıyorlar: “Acaba neresinden başlasak kesmeye; boğazından mı, kollarından mı budasak, ayaklarından mı budasak, yoksa gözlerini mi oysak, kulaklarına mı kurşun döksek?!.” filan… Böyle şeytanî planlar… Hani “İdamı getirsek, böyle elli bin insan assak!.. Bir dönemde on beş bin kişi asılınca, insanlar korkularından hizaya gelmişlerdi. Şimdi de elli bin insanı berdâr edersek, zannediyorum kavminin Firavun’a biat ettiği gibi, bunlar da çağın firavunlarına biat ederler, çağın Amnofis’lerine, Ramses’lerine biat ederler!” mülahazaları var ya!.. Sürekli böyle şeytanî mülahazalar…

Şimdi İslam dünyasının çehresine bakan -“İslam dünyası” diyorum, umumî manada, onun çehresine bakan- veya bir mercek koyan ya da bir dürbün ile onu temaşaya koyulan, bunları görüyor, bunları okuyor ve meseleyi bu resim içinde mütalaa ediyorsa, niye imrensin ki, niye gelsin ki oraya?!. Bu açıdan da esasen İslam dünyasının problemi, başta “iman problemi”dir. Onun için Çağın Sözcüsü, bütün himmetini iman hakikatlerini insanların içine yerleştirmeye matuf kullanmış, o mevzuda hep tahkimatta bulunmuştur. Bir meseleyi belki on yerde, farklı üsluplarla anlatıyor. Bu üsluba da Kur’an-ı Kerim, kendine ait ifadeyle “tasrîf” diyor. Farklı versiyonlar ile anlatma… Allah’a imanı bir yerde bir üslup ile anlatıyor, başka bir yerde başka bir üslup ile anlatıyor, başka bir yerde daha başka bir üslup ile anlatıyor. Kabiliyetler, istidatlar, ilim ufukları, anlayışlar, meslekler, mizaçlar, meşrepler farklı olduğundan; insanlar farklı dillerden anladıklarından… Kimisi Hicaz’ı anlıyor, kimisi Uşşâk’ı anlıyor, kimisi Saba’yı anlıyor, kimisi Hüzzam’ı anlıyor, kimisi Segâh’ı anlıyor. Dolayısıyla bu değişik makamlarla meseleleri sunmak gerekiyor ki buna da “tasrîf” deniyor.

Değişik yerlerde, farklı versiyonlar ile meseleleri sunmada “Amanın herkes istifade etsin!” mülahazası ve gayreti vardır. “Herkes şu hakikatleri anlasın!” آمَنْتُ بِاللهِ وَمَلاَئِكَتِهِ، وَكُتُبِهِ، وَرُسُلِهِ، وَالْيَوْمِ اْلآخِرِ، وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللهِ تَعَالَى، وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ، أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ “Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah Teâlâ’dan olduğuna iman ettim. Yine iman ettim ki, öldükten sonra yeniden dirilmek haktır, gerçektir. Şehadet ederim ki Allah’tan başka mabud-u bilhak yoktur ve yine şehadet ederim ki, Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) O’nun kulu ve rasûlüdür.’ hakikatini anlasın!” Erkân-ı imaniye… Ama Üstad daha çok “Tevhid, Nübüvvet, Haşir ve Adalet” olmak üzere dört esas üzerinde duruyor; “Kur’an’ın dört maksadı” da dediği o dört esasta, bütün dinler ittifak etmişler. Hazreti Gazzâlî, birini diğerine ircâ etmek suretiyle “üç tane” diyor; esasen bu esaslar üzerinde tahşidatta bulunuyor.

Evet, insanlığın en önemli kaybı, iman kaybıdır; imanlarını yitirmiş insanlar. Allah’a inanmaları gerektiği ölçüde inanmamışlar; Peygamberimize inanmaları gerektiği şekilde inanmamışlar. Allah’a en sevdiklerinden daha fazla, aşk derecesinde muhabbet duyamamışlar. Bir Hazreti Ömer edasıyla, “Seni nefsim dâhil her şeyden daha fazla seviyorum yâ Rasûlallah!” diyecek kadar Allah Rasûlü sevgisi ile, o sevginin heyecanı ile oturup kalkmamışlar. Bu duyguyu, bu düşünceyi içtenleştirme; asıl mesele bu imiş. Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i tâbân, Ziyâ-i himmet, Çağın Sözcüsü, himmetini bu noktaya teksif ediyor; “iman meselesi” diyor. Bu kale tamir edildiği zaman, dolayısıyla bu, insaniyet kalesi adına da bir tamir olacak.

   Dünya örnek bir topluma muhtaçtır; yüz kişiden ibaret bile olsa, imrenilen ve taklide değer görülen bir toplum hemen dikkat çekecek ve başka yerlerde de onun emsali teessüs edecektir.

İslam neyi âmirdir? “Ahlâk-ı âliye-i İslamiye” dediğiniz zaman, ne kastederiz? Ahlak kitaplarına bakın!.. O gerçekleştirildiği zaman bu defa insanların yerinde meleklerin yürüdüğünü göreceksiniz. Camide mihraba geçen imam hakkında, “Yahu bu Cebrail mi, Mikail mi, İsrafil mi?” diyeceksiniz. Toplum, o hale gelecek ki!.. Mesela, “yalan” dendiği zaman, “O ne ki acaba?” denecek. Sözlüklerden bile silinip gitmiş yalan; yalan, kendini yalan çağlayanına salmış, bir daha geriye dönmemiş! İftira… İftira silinecek sözlüklerden, “Yahu o iftira denen şey nedir?” diyecekler. İtibarsızlaştırma, insanlar hakkında olumsuz düşünme… Bütün bu “mesâvi-i ahlak”, Hazreti Gazzâlî ifadesi ile “Mühlikât” (insanı helak olmaya sürükleyen kötü/menfî tavır, davranış ve sıfatlar), bütün bütün zihinlerden silinip gidecek ve insanlar, onları hatırlamak için soracaklar başkalarına: Yahu bu neydi acaba? Gazab neydi, kin neydi, nefret neydi, hased denen şey neydi, o mel’un neydi? Hani günümüzde bolca yaşanan o kıskançlık, o hased, o çekememezlik… “Sen yapıyorsun, ben yapamıyorum; dolayısıyla seni yok etmem lazım benim!” Bu mel’anet şeyler, bolca yaşanıyor bugün, enflasyonu var. Bunların sözlüklere mahkûm olduğu öyle bir dünya…

İman blokajı üzerine oturttuğunuz zaman.. o meselenin statiğini İslamî kıstaslara göre yaptığınız zaman.. yıkılmayacak, sarsılmayacak şekilde bina ettiğiniz zaman -ki Hazret, bütün himmetini o istikâmete teksif etmiş- ütopyalarla ulaşılamayan o dünyayı tesis etmiş olacaksınız. Halk ifadesiyle diyeyim, böyle çok uzakta muttali olan insanların ağızlarının suyu akacak. Çok tekrar ettim bunu: Campanella’nın “Güneş Devleti”nde olduğunun ötesinde bir dünya. O, Güneş Devleti’ni yazıyor, ütopyadan bahsediyor orada. Sonra o, Osmanlıların o parlak döneminde, hatta parlak dönemi de değil, biraz güneşin guruba meylettiği dönemde… Güneş guruba meyletmiş, hava az serinlemeye başlamış, ikindi sonrası dönem. O dönemi sorgulayabiliriz; o kıvam, yavaş yavaş renk atmaya başlamış, matlaşmaya başlamış. O dönemde bile, Osmanlı Devleti’ne muttali olunca, “Ben, beyhude bu Güneş Devleti’ni yazmışım!” diyor. Düşünün!.. Evet, bir cümle ile Şecere-i Numâniye’yi özetliyor gibi, Muhyiddin İbn Arabi hazretlerinin Osmanlılar ile alakalı yazdığı kitap, Şecere-i Numâniye, onu hatırlatıyor.

İmrenilen böyle bir yapı ortaya koyduğunuz zaman, zannediyorum hakikaten bütün insanlık için bir ümit kaynağı olacaktır. Çok şey alacaklardır sizden. İnsanlık adına, insanî değerleri temsil ettiğinizden dolayı, mesela “insana saygı”, mesela “hukuk”, mesela “adalet” gibi pek çok fazileti sizden almak suretiyle insanlar kendi dünyalarında da üfül üfül huzurun estiği bir dünya oluşturacaklardır. Kendi dünyalarında da… Bu açıdan da siz, sadece kendi dünyanız hesabına o âbideyi ikame etmiyorsunuz. İkame ettiğiniz âbide sizin dünyanıza münhasır olmuyor; aynı zamanda bütün dünya adına bir şey ifade ediyor. Öyle bir âbide dikiyorsunuz ki, dünyanın neresinden bakılırsa bakılsın, görülüyor; neresinden hangi zaviyeden bakılırsa bakılsın, imreniliyor ona; “Yahu ne âbide imiş bu böyle?!.” Şimdi bugün insanlığın mahrum olduğu esasen böyle bir yapıdır. Bu yapının teessüsü lazımdır. Tabiî “teessüs” kelimesini özellikle kullanıyorum. Bu, “tekellüf”ten geldiğinden dolayı, göbek çatlatasıya bu mevzuda gayret sarf etmeye bağlı; şakak zonklatasıya bu mevzuda gayrete bağlı.

   İnanan sarsılsa da bütün bütün devrilmez; her şeye rağmen esas olan, ümidi yitirmemek, hep bir recâ hissi ve aksiyon gayreti ile dolu olmaktır.

Değişik fırtınalar, her zaman olmuştur. Enbiyâ-ı ızâm, o fırtınalara maruz kalmıştır. O tsunamilere maruz kalmışlar fakat yılmamışlar. Yine Hazreti Pîr’in ifadesiyle, yeryüzünde bir tek ümmeti olan yahut hiç ümmeti bulunmayan peygamberler bulunmuş. Bir başkasının o ifadede bulunduğunu hatırlamıyorum ama o türlü şeylerin var olduğunu hatırlıyorum: Evet, enbiyâ-ı ızâm arasında öyle peygamber olmuş ki, bir-iki tane ümmeti olmuş. Mesela, seyyidinâ Hazreti Mesih’i düşünecek olursanız, o (aleyhisselam) ruhunun ufkuna yürüdüğü veya A’lâ-i İlliyyîn’e yükseldiği, “vücûd-i necm-i nûrânî”siyle Huzur-i Kibriyâ’ya (celle celâluhu) yükseldiği zaman, arkada bıraktığı on bir tane insan var. Ee canım, Hazreti İsa, “ruhullah”!.. Hazreti Zekeriya, ne kadar insan bırakmıştı arkada? Hazreti Yahya, o Mersin civarında, o havalide böyle dolaşıp durmuştu, ne kadar insan bırakmıştı -şehit edildiği zaman- arkada? Evet! Öyle peygamberler gelmiş ki, birkaç tane ümmetleri olmuş; öyleleri de var ki, hiç ümmeti olmamış ama bir iz bırakmış. Öyle tatlı bir hatıra bırakmış ki arkadan gelen insanlar, o hatıraya büyülenmişler; dolasıyla onu takip etmişler.

Bu açıdan günümüzün insanı da esasen “Şu olsun, bu olsun!” deyip beklemekten ziyade, doğru yolda yürümeli, iyi bir iz bırakmalı; “takip edilir bir insan imajı” uyarmalı, “Bunların arkasından gidilir!” imajı uyarmalı. Nasıl Sahabe-i Kiram efendilerimiz o imajı bırakmışlar, dolayısıyla biz, imrenerek onlardan bahsediyoruz; hangisini yâd etsek, bir yönüyle, belki tepeden tırnağa heyecan ile ürperiyoruz.

Diğer taraftan, seneler boyunca ortaya konan fedakârlık ve gayretlerle yapılan şeylerin tahribe uğraması, yıkılması, mutlaka içinizde bir ukdeye sebebiyet verebilir; hafif, tekme yemiş gibi bir sarsılabilirsiniz. Fakat her zaman âcizâne arz ettiğim gibi, mü’min sarsılsa bile asla devrilmez, ilelebet kapaklanmaz; sendeler fakat kalkar doğrulur, yine yolunda yürür, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bir mü’min -tek başına bile kalsa- Allah’ın izni ve inayetiyle, hiçbir zaman pes etmez.

Meydan okuduğu gibi birinin (Hazreti Bediüzzaman’ın): “Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz, bana ilişmeyiniz! İlişseniz, intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz! Ben rahmet-i İlâhiyeden ümid ederim ki: Mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak! Cesaretiniz varsa ilişiniz! Yapacağınız varsa, göreceğiniz de var! Ben bütün tehdidatınıza karşı, bütün kuvvetimle bu âyeti okuyorum: اَلَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اِيمَانًا وَ قَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ (Onlar öyle kimselerdir ki halk kendilerine, ‘Düşmanlarınız olan insanlar size karşı ordu hazırladılar, aman onlardan kendinizi koruyun!’ dediklerinde, bu tehdit onların imanlarını artırmış ve ‘Hasbunallahu ve ni’me’l-vekîl – Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ demişlerdir.) (Âl-i Imrân, 3/173)” Tek başına bütün âleme/cihana meydan okurcasına… Bence her mü’min, bu espriye bağlı, böyle davranmalı, böyle düşünmeli ve bu tavrı ortaya koymalı.

Fakat “Tekme yedim, sarsılmadım!” filan… Öyle de değil. Onu da ifade ederken, “Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı Harplerde bir câni gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men’ edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men’ etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” diyor. Bu da tekme yemiş, sarsılmış bir insanın ifadeleri.

Her şeye rağmen esas olan ümidi yitirmemek ve hep bir recâ hissi ile dolu olmaktır. Madem Allah bizimle beraberdir; dolasıyla o beraberliği devam ettirme mevzuunda hassasiyetimizi derinleştirmemiz lazım!..

   Musibetleri kâra çevirmenin yolu, bir debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi nefsi yerden yere vurmak, istiğfar edip gönülden Hakk’a yönelmek ve öze dönüp O’na verilen söze sâdık kalmaktır.

Olumsuz hadiselere bakarken, öncelikle “Acaba biz, Cenâb-ı Hakk’ın bize lütfettiği o imkanları rantabl değerlendirdik mi?” zaviyesinden bakmalıyız. Mesela Cenâb-ı Hak dese ki: “Yüz yetmiş ülke tamam ama -dünyada o kadar ülke yok- niye üç yüz elli ülkeye gitmediniz?” O kadar ülke yok ama hani Dil ve Kültür Olimpiyatlarında gösteriliyordu; Merih’ten mi, Utarit’ten mi, Zühal’den mi, bilmem nereden gelen -temsilî- insanlar vardı. Onlar da o olimpiyatlardaki gösterilerinde filan kendi hislerini ifade ediyorlardı. “Allah’ım! Yeryüzünde bu mesele bitti, o okulları her yerde açtık; şimdi, göklerde okul açacak, üniversite açacak yer var mı acaba?!. Bize göstersen, bir merdiven lütfetsen de gitsek o şeyleri oralarda da yapsak?!” Şimdi beklenen şey bu ise Mele-i A’lânın sakinlerince; biz acaba Cenâb-ı Hakk’ın bize lütfettiği o imkanları rantabl değerlendirdik mi? Dolayısıyla bu, Cenâb-ı Hak tarafından bir ikaz, bir tenbih, bir kulak çekme, bir enseden hafif bir tokat yemedir; “Aklınızı başınıza alın!” manasına.

O dünyanın dört bir yanına açılan ilk arkadaşların civanmertliğini, hasbîliğini, îsâr ruhlarını ifade ederken hep vurguluyorum: Hiçbir beklentiye takılmadan gittiler. Zira belli beklentilere takılarak yapılan işler, hiçbir zaman kalıcı olmamıştır! Yapacağı işleri bir menfaate bağlı götüren insanlar, sonunda hezimetle karşı karşıya kalmışlardır. Dolayısıyla ilklerin o hasbîliklerinin ve beklentisizliklerinin bir neticesi olarak hiçbirinin bir yerde bir dikili taşı olmadı. Hak dostunun dediği gibi “Dû cihandan el yudum / Hânümânım kalmadı!” deyip gittiler. Ama acaba bu yeterli miydi? Orada daha fazla bir îsâr ruhu sergilenebilir miydi? Mesela gidilen yerlerde o insanlara “Bir derdiniz var mı, bir sıkıntınız var mı? O derdinizi, o sıkıntınızı biz görelim!” falan denebilir miydi? Mesela ben biliyorum ki, mutlaka sekiz-on saat mesai yapıyorlardı; acaba o mesâîyi biz on altı saat yapsaydık, olmaz mıydı? Elimizdeki bu fırsatları rantabl değerlendirme adına on sekiz saat olmaz mıydı? Ee yeter canım, altı saat de evde çoluk çocuğumuz ile meşgul oluruz, uyuruz. Ama on sekiz olmasa bile, on altı saat olsun canım!.. Dört beş saat tabii uyku uyuyoruz, diğer vakitlerde çocuklar ile meşgul oluyoruz, yemek yiyoruz falan… Acaba zamanımızın çoğunu o işe vermedik de ondan dolayı mı oldu bu musibetler?!. Bir, meseleye böyle bizler açısından bakmamız lazım..

Yapılan hizmetler böyle ulvi bir yolda ise, Hazreti Ebu Bekir gibi, Ömer gibi, Osman gibi, Ali gibi davranmak lazım. O koca halife, Mescid-i Nebevî’de, kumlar üzerinde yatıyordu. Hazreti Osman efendimiz… Kendisi, Beni Ümeyye’den çok zengin bir insandı. Çok zengindi fakat halife olduğu zaman, Mescid-i Nebevî’de kumdan yastık, kumdan döşek, orada yatıyordu; gelen “Yâ Emire’l-Mü’minîn!” diyor, orada halini arz ediyordu. Mukayese yapın; Saddam’lar ile, Kazzâfî’ler ile, Hitler’ler ile ve daha bilmem kimler ile mukayese yapın. Onlar öyle idi, bahsettiklerim de böyle. Onlar, dünya adına asla beklentiye girmediler, dünya adına kendileri için bir şey yapmayı, hiç mi hiç düşünmediler. Dolasıyla Cenâb-ı Hak da onları muvaffak kıldı.

Şimdi, bu olup biten şeylere, bizim açımızdan bakmamızda yarar var. Yoksa suçu dışarıda aradığımız sürece, ömür boyu farkına varmadan hep suç işlemiş oluruz. Kendimizi bir debbağın deriyi yerden yere vurması gibi -Cuma günü arz etmiştim- vurmaz isek şayet, başkalarını, debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi vurmaya başlarız. Öyle yapıyorlar ya hani bazıları! Açıkgözler!.. Suçlarını, cürümlerini, mesâvîlerini başkalarına atfetmek suretiyle onları yerden yere vuruyorlar. Yerden yere vurulması gereken şeyi yerden yere vurmazsanız, hiç farkına varmadan, yerden yere vurulursunuz!..

Evet, kendimizi yerden yere vuralım: Acaba daha neler yapılabilirdi? Acaba yapmadık mı bunu? Bunun için, أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ، أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ “Günahlarımdan tevbe ve nedamet edip Allah’tan binlerce, milyonlarca defa bağışlamasını diliyorum!” diyelim. “Allah’ım! Yeniden bize o imkanları lütfeyle ve bizi -aynı zamanda- onları rantabl değerlendirmeye muvaffak kıl!” diyelim. Samimi olarak, içimizi Cenâb-ı Hakk’a dökelim. Mutlaka bu isteklere, bu taleplere, bu suallere Cenâb-ı Hak cevab-ı savab (doğru cevap, istenilen şekilde karşılık) verecektir, inanıyoruz. ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ “İsteyin, dua edin, icâbet edeyim!” (Gâfir, 40/60) buyuruyor. Hâşâ ve kellâ, Allah’ta hulfu’l-vaad olur mu? Vaad ediyor. وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ “Sözünüzü yerine getirin, Ben de mukabelede bulunayım, aynı şekilde mukabelede bulunayım!” (Bakara, 2/40) diyor.

   Şeytanın avenesi tarafından hedefe konmak da doğru yolda bulunuyor olmanın bir emaresidir; enbiyâdan evliyâya bütün Hak yolcuları onların çelmelerine maruz kalmışlardır fakat ona rağmen hiç durmadan yol almışlardır.

Diğer bir husus; şimdiye kadar olumlu/pozitif şeyler karşısında, şeytan, kendi avenesini her zaman harekete geçirmiş; “Hazır ol, rahat, hücum!..” falan demiştir. Her dönemde öyle olmuş. Ee kime olmamış ki? Hazreti Nuh’a olmuş, Hazreti İbrahim gibi kalbi hep şefkat ile çarpıp duran bir insana olmuş, Hazreti Hûd’a olmuş, Hazreti Sâlih’e olmuş, Hazreti Lût’a olmuş, Hazreti Musa’ya olmuş, Hazreti İsâ’ya olmuş; bütün enbiyâ-ı ızâma (alâ seyyidinâ ve aleyhimüssalâtü vesselam) olmuş. İbrahim Hakkı hazretlerinin ifadeleriyle diyeyim:

“Biri Âdem, biri İdrîs ü Nûh ü Hûd ile Sàlih,

Hem İbrâhim ü İshàk ile İsmâil zebîhullah.

Dahi Yakub ile Yûsuf, Şuayb ü Lût ile Yahya;

Zekeriyyâ ile Hârûn, ah-i Mûsâ kelîmullah.

Ve Dâvud u Süleymân ve dahi İlyâs u Eyyûb’dur,

Birisi Elyesa’dır, dahi İsâ’dır o rûhullah.

Birisinin ismi Zülkifl ve biri Yûnus nebîdir hem,

Hitâmı ol habîb-i Hak Muhammed’dir Rasûlullah.

Uzeyr ü, Lokmân u Zül-karneyn’de ihtilâf olmuş,

Ki, bazı enbiyâdır der ve bazı der veliyyullah.

Cemî-i enbiyânın evvelidir Hazret-i Âdem;

Kamudan efdal u âhir Muhammed’dir Habîbullah.”

Hangisinin başına gelmemiş ki bunlar?! Bunların başına gelmekle beraber, onlardan sonra, onların gölgesi/zılli altında, izafi olarak -bir yönüyle- onların konumlarına ait şeyleri temsil eden büyük insanların başlarına da gelmiş. İbn Beşîş, tek başına hayatını mağarada geçirmiş. Şâh-ı Geylânî hazretlerinin çekmediği şey kalmamış. İmam Rabbânî hazretleri, zindanlara düşmüş. Mevlânâ Halid, değişik şeylere maruz kalmış. İşte son, en canlı misali, Hazreti Pîr-i Mugân, “Yirmi sekiz sene çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı!” falan diyor. Asliyet planında, esas, Allah ile münasebeti temsil eden insanlar, akla hayale gelmedik şeylere maruz kaldıkları gibi, aynı zamanda zılliyet planında, izafî manada onların yolunda yürüyen insanlar da aynı şeylere maruz kalmışlar.

Ha, bir yönüyle burada antrparantez arz edeyim: Eğer şeytanın avenesi tarafından böyle bu türlü şeylere maruz kalıyorsanız, doğru yolda yürüdüğünüze inanabilirsiniz! O zaman tercihinizi yapın!.. Doğru yolda, Allah’a doğru yürümek mi, Hazreti Rasûl-i Zîşân’ın ayaklarının altına başınızı koymaya doğru yürümek mi; yoksa dünyada birilerine yalakalık yapıp bazı şeyler elde etmek mi?!. Özür dilerim, “yalakalık” tabirini kullandım. Argoca mı bu? Neyse canım, bu kadarını da affedersiniz herhalde!.. Şimdi, eğer enbiyâ-ı ızâma karşı çıkan kimseler, günümüzde de size karşı çıkıyor, size işkence ediyor, size eziyet ediyor, sizi öldürüyor, nehirlerde boğulmanıza sebebiyet veriyorsa -hep yapmışlar, aynı şeyleri yapmışlar- böylelerinin yolunda yürümek mi; yoksa bazı şeyleri çekmeye rağmen, peygamberlerin yolunda olmak mı?!.

Evet, bunu, doğru bir yolda yürümenizin emaresi saymalısınız. Öyle; bunda hiç şüphe yok, bir riyâzî katiyet içinde inanmalısınız ki, Allah’ın izni ve inayeti ile, bütün çağlar boyu, zâlimler, Allah yolunda yürüyenlere karşı çıktıklarına ve onları adım adım izlediklerine, takip ettiklerine, haramî kovalıyor gibi arkalarından koştuklarına göre, demek ki günümüzde de şeytanın avenesi, Allah yolunda yürüyenlere takılacak, onlara işkence edecek, onları aynı zamanda itibarsızlaştırmaya ve yollarından alıkoymaya çalışacaklar.

Ama size düşen şey -özür dilerim, yine bir tane uygun olmayan kelime kullanacağım- onları çatlatasıya yürüdüğünüz doğru yolda yürümektir. Yürümelisiniz hiç durmadan!.. Siz yürüdükçe, onlar da çatlayacaklar; belki bir gün hakikaten hasetten çatlayacaklar. Hasan Basri hazretleri buyuruyor ki: “Ben, hased edenden daha ziyade mazluma benzeyen bir zâlim görmedim!” Hased eden, mazluma benzeyen bir zâlim!.. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde, إيَّاكُمْ وَالْحَسَدَ فَإِنَّ الْحَسَدَ يَأْكُلُ الْحَسَنَاتِ كَمَا تَأْكُلُ النَّارُ الْحَطَبَ “Haset etmekten sakının! Zira ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi haset de iyilikleri yer bitirir.” buyuruyor. Hazreti Pîr de, “Hased evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.” diyor. Evet, “Hased edenden daha ziyade mazluma benzeyen bir zâlim görmedim!” diyor Hak dostu. Dolayısıyla o hasetten, o çekememezlikten, o hazımsızlıktan dolayı belki çatlayacaklar.

Fakat burada yine antrparantez arz edeyim: Ben kimsenin çatlamasını da istemiyorum; ne diye çatlasın?! Allah, ahsen-i takvîme mazhar olarak yaratmış; dönsün, kendi üzerine bir mercek koysun, kendini doğru okusun; “Allah, beni, Kendisine bir ayna olarak yarattı!” desin. “Bir âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kâim / Mir’ât-ı Muhammed’den, Allah görünür, dâim.” Bu, Aziz Mahmud hazretlerine ait; “Bir âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kâim / Mir’ât-ı Muhammed’den, Allah görünür, dâim.” Allah (celle celâluhu) onların da birer ayna olduğunu kendilerine göstersin! Ve dolayısıyla konumlarına göre, keyfiyetlerine göre, kendileri olma istikametinde bir adım atsınlar, ahsen-i takvîme mazhariyetin hakkını versinler; Allah’a kul olsunlar ve Cennet yoluna girsinler. Bıraksınlar siyasîce -bağışlayın, uygunsuz bir kelime- dırdır etmeyi!.. Vesselam.

Bamteli: İMTİHAN VE KUR’ÂN’IN NABZI

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Kuddûs isminin bir cilvesi de musibetler ve imtihanlardır; Allah, onlar vesilesiyle müminleri arındırır.

Şahsî hayatımız itibarıyla, bu sıkıntılar ve dertler, daha iyi günlere ermek/erişmek, belki “vuslat” mülahazasına girmek, “aşk u iştiyak” sevdasına tutulmak için tımar gibi bir şey. Çünkü bize ait mesâvî (kötü haller, fenalıklar), me’âsî (günahlar, isyanlar), hatîât (hatalar, yanlışlar) ve seyyiât (kötülükler, çirkinlikler), bizim ruh dünyamızda, manevî anatomimizde kalb ve vicdanı sarmış dikenler/çalılar gibi şeylerdir; Cehennemdeki zakkum gibi şeylerdir. Onlar, her zaman bize özlerindeki o zehri içirerek, bizi kalbî hayatımız, ruhî hayatımız itibarıyla felç etmek isterler. Musibetler ise, bir yönüyle ıztırar hali ve aynı zamanda ızdırap keyfiyetiyle O’na (celle celâluhu) teveccühü temin eder. Buna, o büyük zat “cebr-i lütfî” diyor, lütuf sayılan bir zorlama. Bir tokat vuruyor ama Cehennem’den yüzümüzü çeviriyor, Cennet’e döndürüyor.

Dolayısıyla bir terbiye ve tımar görüyor şahıslar. Ferdî hayatında gördüğü bu terbiye ve tımar ile iyi kötüden ayrılıyor; وَلِيُمَحِّصَ اللهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَيَمْحَقَ الْكَافِرِينَ “(O günleri insanlar arasında döndürüp durmamız,) Allah’ın (fert fert içlerindeki yanlış duygu, düşünce ve nifak tortularını arıtarak, toplum planında ise içlerindeki münafıkları ortaya çıkararak) mü’minleri tertemiz yapması ve kâfirleri derece derece imha etmesi içindir de.” (Âl-i Imrân, 3/141) beyanında ifade edildiği gibi. Allah, iyiyi-kötüden, kâfiri-mü’minden tefrik etmek için; altını, tortudan/posadan ayırıp özünü işe yarar hale getirmek için imtihanlara maruz bırakıyor. Nasıl ki, altın potalarda/ateşlerin üzerinde eritiliyor!.. Öyle buyuruyor zaten Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm, إِنَّ اللهَ لَيُجَرِّبُ أَحَدَكُمْ بِالْبَلاءِ كَمَا يُجَرِّبُ أَحَدُكُمْ ذَهَبَهُ بِالنَّارِ “Bir sarrafın altını potada eritip saflaştırması gibi, Allah da sizi belalarla imtihan edip bir kıvama getirir.” Allah; herhangi birinizi tecrübe eder, potalardan geçirir, presler ile sıkıştırır; tâ kendiniz olabilmeniz için lazım gelen her şeyi yapar. Kendiniz olabilmeniz için… İnsanın kendi olması, “ahsen-i takvîm”in hususiyetlerine göre bir keyfiyet kazanması demektir. Madem insanı -meleklerin de ötesinde- ahsen-i takvîme mazhar ederek bir “mir’ât-ı muallâ-ı mücellâ” yapmış Zâtına (celle celâluhu), insan da o mahiyete göre bir keyfiyet kazanmalıdır.

“Âyine-i idrakini pâk eyle sivâdan / Sultan mı gelir hâne-i nâ-pâka, hicap et!” dendiği gibi, âyine-i idrak pâk edilirse sivâdan, o zaman kasrına nüzul eyler Sultan. O aynada, O (celle celâluhu) görünür sürekli. Bu açıdan da insanın bela, musibet ve farklı imtihanlarla ayıklanması, değişik şeylerden arınması ve tımar görmesi, onun Cenâb-ı Hakk’a yönelmesi ve bir yönüyle O’nu (celle celâluhu) müşahedeye koyulması adına çok önemlidir. Yine o Pîr’in ifadesiyle, insanın hayvaniyetten çıkması, cismâniyeti bırakması, kalb ve ruhun derece-i hayatını hecelemesi veya ona yönelmesi ya da ona yükselmesi adına çok önemli bir ameliye-i cebriyedir. Askeri savaşa hazırlamak için, nasıl talim ettirirler; “Yat! Kalk! Ayakta dur! Hazır ol vaziyete geç! Rahat! Silahını eline al! Hedefini belirle!..” derler. Bir şeye hazırlarlar, böylece. O (celle celâluhu) da insanı hazırlamak için âdetâ bir eğitimden -“tâlim u terbiye” idi eskiden, şimdi “eğitim-öğretim” diyorlar- geçirir.

   “Bir bağ ki görmezse terbiye, tımar / Çalı çırpı sarar, hâristan olur.”

Ailevî hayatımız itibarıyla da aynı şeyler söz konusudur; içtimâî hayatımız/toplum hayatımız adına da aynı şeyler söz konusudur. Aile de bazı fertleri itibarıyla, kirlenebilir; evlat (kız-erkek), anne ve babaya ters düşebilir; onları, kendi hususiyetleriyle sindiremeyebilir. Veya onlar, bir yol bulur, Allah’a doğru yürürler de o güzergâh-ı İlahî’de anne-baba, onlara ayak uyduramadığından dolayı, onlara karşı rahatsızlık duyabilir. Çağımızda, bu, çok görüle gelen şeylerdendir. Bir dönemde belli duygu ve düşüncelerin tesirinde preslenen, daha doğrusu duygularını ve düşüncelerini yitiren ve ahsen-i takvîme kapalı hale gelen nesillerin çocukları, bir yerde bir ışık görünce, o ışığa doğru koşmaya başladılar. Işığa yaklaştıkça, hızlarını artırdılar. Bu, bir yönüyle, yoldan çıkmış, şirazeden çıkmış anne-babayı rahatsız eder bir hal aldı. Bundan dolayı engellemeye koyuldular. Bunun gibi, günümüzde yaşanan şeylerdir. Bazen, yukarıdan aşağıya bir engelleme olur; bazen de aşağıdan yukarıya doğru bir engelleme olabilir. Dolayısıyla o cebr-i lütfîler ile, “cebrî ameliyeler” ile Allah (celle celâluhu) doğru yola yönlendirmek suretiyle, âdetâ tımardan geçiriyor gibi -yani dikenleri, çalıları, zakkumları temizlemek suretiyle güllere yol açmak ve bülbüllerin şakımasına meydan oluşturmak gibi- bir zemin oluşturuyor demektir.

“Bir bağ ki görmezse terbiye, tımar / Çalı çırpı sarar, hâristan olur.” Ahsen-i takvîme mazhariyet disiplinlerini koruduğu zaman bostan iken, gülistan iken, baharistân iken, bir cennet bahçesi iken, şayet böyle terbiye-tımar görmezse, hiç farkına varmadan çalı-çırpının işgaline, dikenlerin işgaline uğrar. Bu defa o bostan, o baharistân, “dikenistan” demek dil açısından doğru değil, hâristan olur; yani diken tarlası haline gelir. Orada ne gül biter, ne bülbül öter; belki saksağanlar bile onu gördükleri zaman kaçarlar; herkesi kaçıran bir şey haline getir. Şu anda İslam dünyasındaki keyfiyet gibi bir şey olur.

Maalesef bugün, sergilenen ferdî, ailevî ve içtimâî tablo karşısında, başkaları Müslümanlığa bakınca, Müslümanlığı IŞİD’de okuyorlar, Boko-Haram’da okuyorlar, el-Kâide’de okuyorlar. Eli kanlı, gözü kanlı, düşünceleri kanlı, yürüdüğü yol kanlı, kanlı katiller… Kanlı katiller dünyası… Ve onlara silah yardımı yapanlar… Onlara arka çıkanlar, dolayısıyla aynı günahı paylaşan ve aynı diken tarlasına diken tohumu atan insanlar demektir. Onların gelişmelerine, yetişmelerine ve öyle muzır hale gelmelerine destek olanlar, aynı vebali ve aynı mesâvîyi paylaşıyorlar; dolasıyla da aynı günahın cezasını beraber çekecekler. Biri taylasanlı (sarıklı); öbürü de zangoç. İkisi de kendini Cehennem’de bulacak, birbirlerine hayretle bakacaklar. “Haydi, biz ‘Allah!’ demiyor, inkâr ediyorduk. İlhad, inkâr, küfür, Materyalizm veya Natüralizm diyorduk; kendimizi o çağlayana salıyor, bir daha da iman sahiline çıkmaya fırsat bulamıyorduk; size ne oldu?!. Başınızdaki taylasanlarla, parmaklarınızı kaldırıp Allah işaretinde bulunmanızla, size ne oldu ki bizimle beraber bu gayyaya yuvarlandınız?!.”

Evet, İslamiyet’i kötü gösterme, onu olumsuz yaşamak kadar büyük bir vebaldir. Onu, şakîlerin, eşkıyanın, kırk haramîlerin sistemi haline getirme.. hukuku ayaklarının altına alma.. adaleti ayaklarının altına alma.. sistemin cumhurî olmasını ayaklarının altına alma… Lafta Müslümanlık ile, “idarî Müslümanlık” demek suretiyle bir kısım saf-derûn kimseleri arkalarından sürüklemekle kendilerinin hak yolda yürüdüklerini zanneden, gaflette zirve yapmış insanlar!.. Bir; basirette, hakikaten marifette, aşk u iştiyakta zirve yapan insanlar vardır; İnsan-ı Kâmil’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gölgesinde insan-ı kâmillerdir onlar. Bir de bunlar var; şekavette zirve yapan insanlar.

İşte bunların tefriki gibi maksatlarla, Allah (celle celâluhu) böyle imtihanlardan geçirir. Bu açıdan, mebde itibarıyla bir bela/musibet belki bize iksirdir; fakat bir yönüyle de onun kadrini bilmeyenler için zehirdir; onu içirir. Onu bilenler için o, immün sistemini güçlendiren bir hal alır. Öyle güçlenir ki, artık veba, taun, verem, cüzzam mikropları bünyeye girdikleri andan itibaren, arkaya sinyaller göndermeye çalışırlar: “Amanın bu bünyeye girmeyin! Burada kimseye hayat hakkı tanınmıyor!” derler. Öyle pâk, arı, duru hale gelir; ilâhîlik tamamen; tamamen Ulûhiyet’e kilitlenir, tamamen Rubûbiyet’e kilitlenir. Öyle insanlar, halleri ve tavırları ile Tevhîd-i Ubûdiyet’i temsil ederler; duyguları, düşünceleri ve kalblerinin çarpmasıyla Tevhîd-i Ulûhiyet’i dillendirirler.

   Ciddî bir tetkike tâbi tutulduğunda görülecektir ki Kur’ân-ı Kerim, temelde, hep tevhîd yörüngesi üzerinde yürümektedir ve tevhîd adeta onun nabzını teşkil etmektedir.

Başından sonuna kadar Kur’ân-ı Kerim’in her tarafında tevhîd mazmununun bir nabız gibi attığı görülür. Tâ Kur’an-ı Kerim’in başından itibaren diyebilirsiniz: “Elif-Lam-Mim”. O remiz bile bir şey ifade ediyor, belki hem Tevhîd-i Ulûhiyet’i, hem de Tevhîd-i Rubûbiyet’i. Antrparantez ifade edeyim. Bu meseleyi sistematik olarak önce İbn-i Teymiyye söylemiş; sistematik hale getirip ifade etmiş. Sırf bu sistematik ifadenin ona ait olması itibarıyla bir doğruya karşı çıkmak, en büyük yanlıştır.

Evet, الم*ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ “Elif, lâm, mim. İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Rehberdir müttakîlere!..” (Bakara, 2/1-2) O Kitap; O’nda katiyen şüphe yoktur!.. İşte size Tevhîd-i Ubûdiyet adına, kulluk yapma adına bir rehber, bir reçete. ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Müttakîlere hidayettir!.. Aynı şeyi görebilirsiniz. Başta “Bismillah”ı işin içine alacak olursanız, “er-Rahman” ve “er-Rahîm”, Tevhîd-i Ulûhiyet’i ifade eden isimlerdir. Her şey kendi lisanıyla “Bismillah ve billah ve minallah, ve ilallah!” demektedir. “Bismillah, her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız.” Birinci Söz’e böyle başlayan insan da o Tevhîd-i Ulûhiyet’e öyle işarette bulunuyor.

Kur’an-ı Kerim’in neresine bakarsanız bakınız, Allah’ın Ulûhiyet’ini birleme adına bir şeyler ifade ettiğini görürsünüz. Ve neresine bakarsanız bakınız, sizin münhasıran O’na (celle celâluhu) kulluk yapmanızı dillendiren bir Tevhîd-i Ubûdiyet ile karşı karşıya kalırsınız. Bu meseleyi açık-net ifade etmeleri itibarıyla ise, İhlâs Sûre-i celilesi, Cenâb-ı Hakk’ın lâzım-ı Zâtiyesi olan sıfât-ı kemal ile tavsifi ve Zâtına münâfî noksan sıfatlardan da tenzihi ifade etmesi açısından Tevhîd-i Ulûhiyet’i takrir eder. Kâfirûn Sûresi ise, ibadet ve perestişin ancak ve ancak şerîk ve nazîri bulunmayan Allah’a mahsus olmasını ifade etmesi açısından Tevhîd-i Ubûdiyet’i takrir eylemektedir. بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ * قُلْ يَا أَيُّهَا الْكَافِرُونَ * لاَ أَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَ * وَلاَ أَنْتُمْ عَابِدُونَ مَا أَعْبُدُ * وَلاَ أَنَا عَابِدٌ مَا عَبَدْتُمْ * وَلاَ أَنْتُمْ عَابِدُونَ مَا أَعْبُدُ * لَكُمْ دِينُكُمْ وَلِيَ دِينِ “De ki: Ey kâfirler! Ben, sizin taptıklarınıza ibadet etmem ve asla edecek de değilim. Siz de zaten Benim ibadet ettiğime ibadet edenler değilsiniz, edecek de değilsiniz. Evet, ben sizin taptıklarınıza ibadet eden değilim, edecek de değilim. Siz de Benim ibadet ettiğime ibadet edenler değilsiniz, edecek de değilsiniz. (Getireceği bütün sonuçlarla) sizin dininiz size ve (getireceği bütün sonuçlarla) benim dinim de bana.” (Kâfirûn, 109/1-6) Böyle bir Tevhîd-i Ubûdiyet’i nazara veriyor. İşte böyle saf, duru, tek kapı O’nun (celle celâluhu) kapısı. Şayet o kapının tokmağına dokunmazsanız, o kapıya yönelmezseniz, o eşiğe baş koymazsanız, binlerce eşiğe baş koyma mecburiyetinde kalırsınız; o kadar çok şirke girersiniz ki!.. Türlü türlü şirklerden sıyrılmanın yolu, Tevhîd-i Ubûdiyet’tir.

Allah’ı birlemek; “Sen! Sen!” demek. إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “(Allah’ım!) Ancak Sana ibadet eder, ancak Sen’den yardım bekler ve dileniriz.” (Fatiha, 1/5) Bize öyle deme imkanını veren, lütfunda bulunan Allah’a binlerce hamd olsun!.. Bize diyor ki, “Bana ‘Sen!’ diyebilirsiniz; ‘Sen!’ diyebilirsiniz!” إِيَّاكَ “Ancak Sana…” نَعْبُدُ “Kulluk yaparız.” Ama ben yaptığım bu ferdî kulluğu öyle küçük görüyorum ki?!. Onun için hemen mütekellim me’al-gayr’a sığınıyorum; نَعْبُدُ diyorum: “Sana kulluk yaparız!” Yanımda, sağımda-solumda duran saflardaki insanları da düşünerek diyorum: Bak yâ Rab! Bunlar da bana bu mevzuda iştirak ediyorlar! Halkaları genişletiyorum; bütün küre-i arzda o esnada Ka’be-i Muazzama’ya yönelmiş ve diğer mü’minlerle bir yönüyle maddeten, bir yönüyle mânen omuz omuza vermiş kimseleri de katıyorum. Ayrıca, göklerin değişik tabakalarında aynı yöne yönelmiş Cebrail’i ile, Mikail’i ile, İsrafil’i ile, Hamele-i Arş’ı ile, Mukarrabîn’i ile, Mühimmîn’i ile el-pençe divan durmuş, Sana karşı Tevhîd-i Ubûdiyetlerini ifade edenler var. İşte benim bu âcizâne, mücrimâne, müsîâne, günahkarâne إِيَّاكَ dediğim şeyi, ben de onların içinde diyorum. Onlar diyorlar ya, o koronun içinde benim şu günahkâr sesime de teveccüh buyur!” deme manasında. Hazreti Pîr başka bir zaviyeden, aynen buna işaret ediyor.

Ama bu öyle zor bir mesele ki!.. Allah’a hakikaten Tevhîd’de bulunarak kulluk yapmak.. ibadette bulunmak.. ubûdiyette bulunmak.. bir kademe üstü, bir basamak üstü, ubûdette bulunmak; tamamen O’na (celle celâluhu) kulluk yaparken, kendinden bile sıyrılarak bütün kulluklardan sıyrılmak… Öyle bir kullukta bulunmak.. namaz kılarken “namazlaşmak”, namazın dışında her şeyi kafandan silip atmak.. oruç tutarken, orucun dışında her şeyi kafandan silip atmak.. zekat verirken, her şeyi kafandan silip atmak; “O (celle celâluhu) verdi; verdiğini, verilmesi gerekli olan kimselere veriyorum!” demek… Zaten, Cenab-ı Hak, وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ şeklindeki beyanlarıyla, “Benim rızık olarak verdiğim şeyden infak ediyorlar! Benim verdiğimi veriyorlar!” demek suretiyle, kendinizden bir şey vermediğinizi, rızkın O’ndan geldiğini ifade buyuruyor.

Her zaman yaptığın şeyde -bir yönüyle- o yaptığın şey ile bütünleşme; esasen, onu tabiatının bir derinliği haline getirme. İşte ona “ibadet”, ibadetin üstünde “ubûdiyet”, ubûdiyetin üstünde “ubûdet” demiş, erbâb-ı Tasavvuf; tabir-i diğerle “Kalb ve ruh erbâbı”, “ubûdet” demişler.

   “Sen tecellî eylemezsin perdede ben var iken / Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana…”

“Yalnızca Sana kulluk yapıyoruz.” Fakat bu öyle zor bir mesele ki!.. Biz kim, Sana kulluk yapmak kim?!. Gerçi Sen, müsaade ettin; hatta Kendine “Sen” bile dedirttin! “Siz, demeyin; Sen, deyin!” dercesine إِيَّاكَ gibi ifadeler talim eyledin. Adeta, “Kendinizi Bana, Benim yakın olduğum gibi yakın hissederek, Bana yakınımda hitap ediyor gibi, Beni kendi içinizde hissediyor gibi, إِيَّاكَ ‘Ancak Sana!..’ deyin!” buyurdun. Fakat bu çok zor; insanın bunu bütün benliğiyle, tepeden-tırnağa bütün hissiyatıyla, bütün şuuruyla dillendirmesi çok zor; bir yönüyle “ubûdiyet” adına babayiğitlik… Bunlara “ubûdiyet babayiğitleri” veya “ubûdet babayiğitleri” denir; babayiğitler bunlar. Allah karşısında durulması gerektiği ölçüde/ölçekte kemerbeste-i ubûdiyet içinde el-pençe divan duran insanlar. Onun için, ben bunu Senin istediğin ve dediğin gibi yapamıyorum.

İnsan bu mülahazalarla dolunca, sonraki ayeti de bir başka duyar: “Yine Bana ‘Sen’ diyerek şunu isteyin arkadan: وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ” Duyar ve “Bunu bihakkın yerine getirme mevzuunda da işte benim dâhil olduğum halkalardan tâ Cebrail’lerin bile içinde bulunduğu o halkalara kadar, hepsi ile beraber yardımı da yalnız, yalnız ve yalnız Sen’den istiyoruz!” demek suretiyle… Şimdi “Tevhîd-i Ubûdiyet” ifade ediyor mu etmiyor mu bu?!. Ve bir diğer taraftan da bakın aynı kelimeler içinde, aynı zamanda sadece “Sen!” var!..

“Sen tecellî eylemezsin perdede ben var iken / Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana…” (Gavsî) Ben, “Ben, ben!” diyorken, Sen, o perdede tecelli etmezsin; kalb aynasında tecelli etmezsin, ruh ve sır ufkunda tecelli etmezsin Sen. “Sen tecellî eylemezsin perdede ben var iken / Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana…” Ben, beni yok kabul ettiğim zaman Sen tecelli buyurursun. Bütün benliğimle “Ben, yokum!” deyip üzerime bir çarpı işareti çizdim; çünkü sonsuz, Sensin. Nisbî bile olsa, başka sonsuzlar olamaz. Sonsuz, Sen olduğuna göre, bana düşen şey, sıfırdır zero, zero… Bu sıfır, Sen’den soluna bir rakam istiyor. Sen, Ganiyy-i ale’l-ıtlak, Muğniyy-i Mutlak’sın; istersen 1 koyarsın sola, istersen 2 koyarsın, istersen peşi peşine iki rakam koyarsın; birden bire meseleyi 110 yaparsın; üç rakam koyarsın, 1110 yaparsın. Çünkü Sen, Ganiyy-i ale’l-ıtlak, Muğniyy-i Mutlak’sın.

Kur’an-ı Kerim baştan sona kadar, “Elif, Lâm, Mîm”den tâ قُلْ يَا أَيُّهَا الْكَافِرُونَ ve قُلْ هُوَ اللهُ أَحَدٌ hakikatine kadar o Tevhîd-i Ubûdiyet’i, o Tevhîd-i Ulûhiyet’i bize ders veriyor. Ama bu dersler, çok defa değişik şeylere bağlanarak ifade ediliyor. Bir yerde Cenâb-ı Hakk’ın Rahmâniyet ve Rahîmiyet’ine; bir yerde Mâlikü’l-Mülk olmasına, bir yerde “Din gününün sahibi” olarak sizi hesaba çekecek, teraziden geçirecek, tartacak, sevap ve günah itibarıyla muameleye tâbi tutacak olmasına bağlı değişik yönleriyle, farklı farklı şekilde ele alınıyor.

   Kalb, terakki yolunda alâka ve iltifat bekliyor; gözümüzün içine bakarak, adeta “Benim kapımın ziline ne zaman dokunacaksınız?” diyor!..

Cenâb-ı Hak, hakiki “Tevhîd” ufkuna bizi i’lâ buyursun!.. Tevhîd-i Ulûhiyet ve Tevhîd-i Ubûdiyet’le taçlandırsın! Hep O’nu birleyelim ve o Bir’e kullukta sabit-kadem olalım!.. Başımız, O’nun kapısının eşiğinde olsun!.. Elimiz, kapısının tokmağında olsun!.. Namaz ile, oruç ile, zekat ile…

Öyle olmazsa, şöyle buyuruyor, Söz Sultanı Hazreti Sâhib-kırân, Sultan-ı Zî-şan, aleyhissalâtü vesselam: وَرُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلَّا السَّهَرُ والتعب “Nice ayakta duranlar, ‘Namaz kılıyorum!’ diye belki sabahlara kadar ayakta duranlar vardır ki, yanlarına yorgunlukları ve uykusuzlukları kâr kalmıştır!” رُبَّ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلاَّ الْجُوعُ وَالْعَطَشُ “Nice oruç tutanlar da vardır ki, yanlarına kâr kalan, sadece susuzlukları ve açlıklarıdır!”

Dolasıyla o işin ruhu, meseleyi O’nun (celle celâluhu) ile irtibatlandırmaktır. Evet, o işin ruhu, meseleyi O’nun ile irtibatlandırmaktır… O’nun ile irtibatlandırmadığınız zaman, yaptığınız ibadet ü taat, ölüdür. Ve bu ölülük, sizin cismaniyet âleminize, maddî anatominize de -bir yönüyle- akseder. إِنَّ الْمُنَافِقِينَ يُخَادِعُونَ اللهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْ وَإِذَا قَامُوا إِلَى الصَّلاَةِ قَامُوا كُسَالَى يُرَاءُونَ النَّاسَ وَلاَ يَذْكُرُونَ اللهَ إِلاَّ قَلِيلاً “Münâfıklar Allah’ı aldatmaya çalışırlar, Allah da onların hilelerini ve oyunlarını bozar. Onlar namaza kalkarken üşene üşene kalkarlar, müminlere gösteriş yaparlar. Yoksa aslında Allah’ı pek az hatırlarlar.” (Nisâ, 4/142) dendiği gibi, Allah muhafaza, namaza kalktığınız zaman, esneme.. abdest alırken, ayrı bir zahmet hissi duyma.. uykudan uyanırken, elli defa gerinme… Bu, sizin o manevî anatominizdeki arızaların, maddî anatominize de aksetmesindendir. Ve Kirâmen Kâtibîn hazretleri meseleyi yazarken böyle yazarlar: “Esnedi, gerindi, dalgınlığa düştü, kendini saldı!..”

Ama antrparantez arz edeyim: O (celle celâluhu) Erhamü’r-Râhimîn, Rabbu’l-âlemîn’dir. إِنَّ رَحْمَتِي سَبَقَتْ غَضَبِي “Şüphesiz rahmetim, gazabıma sebkat etmiş, onu geçmiştir.” hadîs-i kudsîsiyle veya Kur’an’da, وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ “Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır.” beyanıyla ifade edildiği üzere, Allah’ın rahmeti vâsi’dir, çok engindir. O (celle celâluhu), böylelerini de affedip “Haydi sen de geç yaramaz çocuk!” diyebilir. O’nun (celle celâluhu) rahmetine tahdit koymaya kalkmayalım. Falanın-filanın bu mevzudaki eksik, kusurlu, düşe-kalka kulluğunu, o kişinin yüzüne kirli paçavra gibi vurmayalım! O kadarcık, o kadarcıkla bile onu ye’se atmayalım! Yapacaksak şayet, öylelerinin içinde, meselenin birkaç adım ötesinde daha derinine açılma duygusunu uyaralım. Kalbi tembih edelim!.. Kalb, bizim gözümüzün içine bakarak, adeta “Benim kapımın ziline ne zaman dokunacaksınız? Ne zaman ‘Daha yukarılara bak! Sır, de; Hafî, de; Ahfâ, de; Hû, de, O’na müteveccih ol!’ diyeceksiniz?!.” demektedir. Gözümüzün içine bakmaktadır, bir yönüyle.

Bu açıdan da iyi yapanlar, yaptıkları şeyler ile fahirlenmemeli; bir taraftan da diğerlerinin düşe-kalka kullukta tavırlarını gördükleri zaman, yağlı paçavra gibi onların suratlarına çarpmamalıdırlar. حُسْنُ الظَّنِّ مِنْ حُسْنِ الْعِبَادَةِ Hadis-i şerif, “İnsanlar hakkında hüsn-ü zanda bulunmak, ibadetlerin en güzelidir!” Güzel bir ibadet ortaya koymak, sergilemek istiyorsanız, elden geldiğince çok küçük şeylerinden dolayı bile insanlar hakkında hüsnüzan etmeye bakın. Diğer taraftan, بِحَسْبِ امْرِئٍ مِنَ الشَّرِّ أَنْ يَحْقِرَ أَخَاهُ الْمُسْلِمَ “Bir insana, mü’min kardeşini hakir görmesi, günah olarak yeter!” ikazını unutmayın!.. Mü’min kardeşini hakir görmesi, insana günah olarak yeter!..

   “Ben kim, Kur’ân’ı doğru anlamak nerede ama yemin ederim bazen namazın içinde okurken O’nun beyanındaki güzellik karşısında külahımı atasım geliyor!..”

Hazreti Üstad, eserlerinde Kur’an’ın önemli bir hususiyetine şöyle dikkat çekmektedir: “Kelâmların hüsnünü artıran ve güzelliğini fazlaca parlatan belâgatın esaslarından biri de şudur ki: Bir havuzu doldurmak için etrafından süzülen sular gibi, beliğ kelâmlarda da zikredilen kelimelerin, kayıtların, heyetlerin tamamen o kelâmın takip ettiği esas maksada nâzır olmakla onun takviyesine hizmet etmeleri, belâgat mezhebinde lâzımdır. Birinci Misal: وَ لَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ olan âyet-i kerime nazar-ı dikkate alınırsa görülür ki: Bu kelâmdaki maksat ve esas, pek az bir azap ile fazla korkutmaktır. Ve bu kelâmda olan mezkûr kelimeler ve kayıtlar, tamamen o maksadı takviye için çalışıyorlar.” “Bir İcaz Hecelemesi”nde Kıtmîr, başta Hazreti Pîr’in de misal olarak gösterdiği mezkûr ayet-i kerimeyi söyledikten sonra, o blokaja dayandırılarak bütün Kur’an ayetlerinin serdedilebileceğini belirtmiştim. بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ * الم * ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ayetlerinden tâ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ beyanına kadar farklı örneklerle bunu göstermek mümkündür.

Kur’an-ı Kerim’de seçilen kelimeler, esasen -bir yönüyle- “iç musiki” açısından mazmunu seslendirme itibarıyla o kadar uyum içindedir ki, zevk-i selim sahipleri bunu anlarlar. Biraz edebiyattan anlayan, biraz nazımdan anlayan, biraz musikiden anlayan insanlar, bunu çok iyi anlarlar. Hatta burada şimdiye kadar denmemiş bir şeyi arz etmek istiyorum: Belki o kıraat-ı Aşere-i meşhûre de -bir yönüyle- bu değişik meselelerin hakikaten kendi özlerine uygun, mazmuna-mantuka uygun seslendirilmesi adına bir kısım argümanlardır. Çünkü çok farklı farklı anlayışta, dilde, aksanda insanlar vardı. Meseleleri çok farklı farklı ifade ediyorlardı. O farklı farklı ifadede aynı mazmunun o sese, o soluğa göre ifade edilmesi çok önemlidir. Ama bizim gibi, milletimiz gibi ümmî insanlar bunu gerektiği gibi kavrayamayabilirler. Bizim milletimiz diplomalı bile olsa, ümmî; çünkü esasen o dili temel incelikleri ile bilmiyor.

Bir de o dilin bilinmesi yetmez; Tâbiîn bile Sahabe gibi anlamıyordu o dili. Tebe-i Tâbiîn de Tâbiîn gibi anlamıyordu. Onun için Câbirî, çok haklı olarak diyor ki: “Bir dönemde Arap dilinin aslını araştırmak üzere şurada-burada çadır kurmuş kimseler, eski Araplara müracaat etme yerine, keşke Sahabe-i Kiram efendilerimize müracaat etselerdi!” Dilin -bir yönüyle- büyüleyici esprisini o zaman yakalamış olacaklardı. Allah, öyle bir dil ile, Sarfî, Nahvî, Me’ânî, Beyânî, Mantıkî, öyle bir dil ile murad-ı Sübhânîsini ifade ediyor ki, benim gibi bir çobandan meseleyi çok yüksekçe idrak eden/anlayan insana kadar herkes ona bakınca, “Yahu bana hitap ediyor gibi!..” diyor. Filozof, “Bana hitap ediyor gibi!” diyor; ben de bakınca öyle diyorum. Hakikaten ben kim, onu doğru anlamak kim ama yemin ederim bazen namazın içinde okurken külahımı atasım geliyor; “Allah’ım! Bu ne büyüleyici ifadedir! Bu nasıl elimi kolumu bağladı benim. Denemez bir şey diyorsun burada; bunu ancak Sen dersin!” Kaldı ki ben kim, ona ait o incelikleri bütünüyle anlamak kim?!. Fakat öyle bir şey ki, bencileyin çobanlar bile ona baktıkları zaman, onun kendine has ulviyetini, kendi ufukları açısından, kendi gez-göz-arpacıkları açısından, sanki kendilerine inmiş gibi anlayabiliyorlar. Ama yukarılarda, yukarıların yukarısında, yukarıların yukarısında ve artık yukarısı olmayan bir noktada, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm da “Bana inmiş!” diyor, Ebu Bekir “Bana inmiş gibi!” diyor, Hazreti Ömer “Bana inmiş gibi!” diyor, sallallâhu aleyhi ve sellem ve radıyallahu anhüma.

Evet, baştan aşağıya Kur’an Tevhîd’i anlatıyor. İster o Tevhîd-i Ulûhiyet’i, ister o Tevhîd-i Rubûbiyet’i ve isterse de o Tevhîd-i Ubûdiyet’i, “dâll bi’l-ibâre” ile, “dâll bi’l-işâre” ile, “dâll bi’l-iktiza” ile ve mazmunda münasebet geldikçe, “Burada bu mesele şöyle ifade edilmeli! Müstetbe’âtü’t-terâkibe uygunluk içinde şöyle denmeli!” dercesine nazara veriyor. Bunlar ıstılahî şeyler… Sözün bir akış şekli vardır; o akış şekline göre, “Burada Tevhîd-i Ubûdiyet şöyle ifade edilir; Tevhîd-i Ulûhiyet de şöyle ifade edilir!” şeklinde sürekli o iki temel unsur ortaya konuyor. Çünkü çok önemli bir mesele…

   Neticede böyle bir nimete nail olmak varsa, ki var, bütün çekilenlere değmez mi?!.

Zira Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de, وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ “İns ve cinni, Bana kulluk yapsınlar diye yarattım!” (Zâriyât, 51/56) buyuruyor. Ubûdiyet, bakın!.. İbn Abbas hazretleri, bu ayete mana verirken, وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ yani لِيَعْرِفُونِ diyor; anladığı manaya göre “Beni bilsinler diye!” Bildiğiniz zaman, azametine uygun, O’na, مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ “Ey bütün mahlûkat tarafından bilinen Rabbimiz, Seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık!” der misiniz, demez misiniz?!. مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ “Ey ibadete layık yegâne Ma’bud, Sana hakkıyla ibadet edemedik!..” der misiniz, demez misiniz?!. مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يَا مَحْمُودُ “Ey her dilde meşkûr olan, bütün hamd ü senalara yegane layık bulunan Rabbimiz, Sana gereğince şükredemedik, hamd ü senada bulunamadık!..” der misiniz, demez misiniz?!.

Cenâb-ı Hak, وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ ayetinden sonra مَا أُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا أُرِيدُ أَنْ يُطْعِمُونِ “Ben onlardan nafaka istemiyorum; Beni yedirip beslemelerini de istemiyorum.” (Zâriyât, 51/56) buyuruyor: “Ne zannediyorlar; Ben, onlardan bir şey mi istiyorum, rızık mı istiyorum! Bana bir şey versin, yedirsinler mi istiyorum!.. Bana kulluk yapsınlar. Ahsen-i takvîme mazhar olarak yarattım; kulluğu yerine getirdikleri zaman, mahiyetlerine göre bir davranış sergilemiş ve yaratılış gayesine uygun yaşamış olacaklar. Fânî dünyaya bedel, ebed için yaratılmış ve Ebedî Zat’tan başka biri ile tatmin olmayan kullarıma, bir de ebediyet yurdu hazırladım. Bir de ebedî Zât’ın cemalini görme istidat ve kabiliyeti verdim. Dünyada onlar, kendi içlerinde o iştiyakı uyardıklarında, Ben, onları yalancı çıkarmayacağım. Onlar, o iştiyak ile hayatlarını geçirmişler ise şayet, ‘Evet kulum! Sen hep iştiyak ile oturdun-kalktın; ‘Göreyim, göreyim, göreyim!’ dedin. İşte şimdi gör!..’ diyeceğim.”

Bütün kâinata serpiştirilmiş, farklı farklı yerlerde, farklı farklı tecelli dalga boylarıyla tecelli eden o güzelliklerin bütününü, bir yönüyle mehtabı seyrediyor gibi, seyretmede insanlar bayılırlar. Çok tekerrür eden Bed’ü’l-Emâlî’nin sözüyle ifade edelim: يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ “Bî kem u keyf, mü’minler, O’nu (celle celâluhu) görürler.” فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ “O’nu görünce de Cennet’in bütün nimetlerini unuturlar.” Huriler arkadan bağıradursunlar.. ırmaklar çağlayadursunlar.. bülbüller ötedursunlar.. meyveler şakır şakır aşağıya döküledursun veya -Kur’ân’ın ifadesiyle- burunlarının dibine yaklaşadursunlar… Unuturlar bunları, kendilerinden geçer ve bayılırlar.

Allah, sizi-bizi o ufka ulaştırsın!.. Çekilen şeylerin çekilmelerine mukabil, katlanma gücünü Allah ihsan eder de katlanırsak, Allah’ın izni ve inayetiyle, yürüdüğümüz yolu doğru bilerek sabit-kadem olursak, kaybedilen şeyler, bunlar!.. Diyelim ki, -mesela- Kıtmîr’in hiçbir zaman dünyada bir dikili taşı olmadı. Yani, bir tane kara sarayım, bir tane ak sarayım, bir tane mavi sarayım, bir tane pembe sarayım olsaydı!.. Fakat bunlar ebediyette Cenâb-ı Hakk’ın teveccühleri ve teveccühlerinin değişik şekilde temessülleri karşısında ne yazardı ki?!. Ee size soruyorum, bir şey yazar mı?!. Âhh ak saraya, kara saraya, pembe saraya, turuncu saraya kafasını kaptırmış, başı dönmüş, bakışı bulanmış, zavallılar!.. Zavallılar!.. Allah, gözlerini açsın, kalblerini irfan ufkuna tevcih buyursun; ebediyet âlemine layık olma yollarını göstersin ve onları da “şehrâh-ı Muhammedî”ye hidayet eylesin!.. Vesselam.

520. Nağme: Kadere Rıza ve Yürekten Dua

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi şunları söyledi:

“Erişir menzil-i maksuda âheste giden / Tîz reftâr olanın pâyine dâmen dolaşır.”

Onu kestirmeye de gücümüz yetmez..

Bazen, olmasını arzu ettiğimiz şey, hevâ ve hevesimize göre, hemen birkaç dakika, birkaç saat, birkaç gün, birkaç hafta, birkaç ay içinde olsun isteriz. Oysa ki, bir sözde ifade edildiği gibi, bir çekirdekten meydana geldi cihan.. bunun için çağlar ve çağlar, jeolojik dönemler deniyor.. milyonlarca sene geçtikten sonra, yaratıldı insan. İşte, âdet-i İlâhîdeki muamma.. işte âdet-i Hannân u Mennân, Rahîm u Rahman.

Fakat, biz farkına varmadan, bazı şeylerin hemen çarçabuk olmasını istiyoruz. İnsan tabiatında vardır bu. Malum; zannediyorum mesele detaylı olarak Buhari-i şerif’te anlatılıyor: Habbâb bin Erett.. Habbâb’lar iki tane, ikisi de Ashab-ı Bedir’den.. Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) o gün çekilen şeylerden az dert yanıyor; “arz-ı hâl”de bulunuyor demek daha uygun. Onların inceliklerine saygının ifadesi olarak bu tabiri kullanmayı seçtim, “arz-ı hâl”de bulunuyor, “şikayet” değil, “dert yanma” değil.

Şârin de dediği gibi, “Ben usanmam gözümün nuru cefâdan, amma / Ne de olmasa, cefadan usanır, candır bu!” Her gün bir yönüyle presleniyorlarsa, her gün başlarına balyozlar inip kalkıyorsa, her gün onlarda inkisar meydana getirebilecek bir ciğersûz, yüreği yakan hadise yaşanıyorsa, öyle bir arz-ı hâlde bulunmak, gayet normaldir. Habbâb bin Erett de olsa, Yâsir de olsa, Sümeyye de olsa, Ammâr da olsa, Bilal da olsa. Nihayet gidecekler, sözü-sazı hem yerdekilere hem de göktekilere geçen Zat’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) arz-ı halde bulunacaklar. Parmağıyla işaret ettiği zaman Kamer’i şâk eden bir insan, elini kaldırdığı zaman, elleri boşa inmeyecekti, ona inanıyorlardı.

Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona şu olur, bu olur deme yerine, buyurdu ki: “Sizden evvel insanlar, alınırdı, kıtır kıtır doğranırlardı. Etleri kemiklerinden ayrılırdı, testere ile veya bıçkı ile… Fakat onlar, dinlerinden dönmezlerdi!” O da dersini alıyor.

Demek ki, bu yol böyle olmayı gerektiriyor. Bu yolun, bu yolda yürümenin bir kısım kendine göre, ona da handikap denecekse, handikapları var. Bu açıdan bir taraftan beklemeyi bilmek lazım, âhesterevlik demeyeyim de “tîz reftâr” olmamak lazım.

Hemen olsun; birkaç gün içinde, birkaç hafta içinde, zâlimler bulacaklarını Allah’tan bulsunlar, gaddârlar bulacaklarını Allah’tan bulsunlar… Binlerce, binlerce, binlerce insana çok küçük emarelerle böyle, zulüm yapanlar, haksızlıkta bulunanlar, dünyevî bütün haklardan mahrum edenler; onlar adına, umum halk adına, hakkı, adaleti ayaklar altına alıp çiğneyenler, bir yönüyle tavır ve davranışlarıyla Allah bilmezlik sergileyenler, peygamber bilmezlik sergileyenler; Kur’an’ı, Sünnet’i zaten bilmiyorlar, kulak dolması taklidî iman açısından bile onları dahi bilmezlik sergileyen insanlar, bir kısım zulümde, itisafta, irtikâpta, ihtilasta, gaspta, tagallüpte, tahakkümde, temellükte, milletin malını gasp etmede, gidip onun tepesine konmada bulununca, hemen Allah’tan bulsunlar diye beklenir.

Oysa ki, O (celle celâlühu) Rabbü’l-âlemîn’dir. O’nun, bir taraftan, Kahhâr, Cebbâr ism-i şerifi olduğu gibi; bir taraftan da Rahman, Rahim, Raûf, Şefîk isimleri vardır. Bu açıdan bütün esmâ-i ilâhîyesinin sıfat-ı sübhaniyesinin (gerek sözünü kullanırsak, bunlar O’nu bağlıyor manasına gelebilir.. burada diyecek bir tabir de bulamadığımdan dolayı, sadece aczimi ifade edip geçeyim.. ama Cenâb-ı Hakk, o “sıfat-ı sübhaniye”sinin, onun daha ötesinde “şe’n-i Rububiyet”inin, onun daha ötesinde -İmam-ı Rabbânî o tabiri kullanıyor- “itibârât-ı Rabbâniyesi”nin, bir yönüyle gerekleri veya) muktezîyâtı ne ise, onları yerine getiriyor, bizim hevâ ve hevsimize göre, hatta ısrarlı isteklerimize göre de değil. Meselenin bir yanı bu.

Bize kalsa, hemen isteriz ki, bugün yarın her mesele olsun-bitsin; zâlim cezâsını bulsun. Ama Allah (celle celâlühu).. Hazreti Ebu Bekir’e sürekli “مَا أَحْلَمَكَ يَا رَبَّنَا \ Mâ ahlemeke yâ Rabbenâ!” detirten Allah.. size “مَا أَشْفَقَكَ يَا رَبَّنَا \ Mâ eşfekekâ yâ Rabbenâ” dedirtecek Allah.. “مَا أَرْحَمَكَ يَا رَبَّنَا \ Mâ erhamekâ yâ Rebbenâ” dedirtecek Allah (celle celâlühu)… O, biz değil, O her şeyle bizden başka.. O bize ait ârıza sayılabilecek o nekâisten münezzeh, müberrâ. Meselenin bu yanını çok iyi kavramak lazım zannediyorum..

Tîz reftâr olmamak lazım, pâye dâmen dolaşır, ayağa etek dolaşır, tepe taklak gidersiniz. Bunu umumî manada alın; yapacağınız şeylerde de. Bazı projeler vardır ki, bunlar, yarım asır ister, bir çeyrek asır ister. Kaldı ki sizin projeniz de çok pahalı, çok emek isteyen bir proje. Nedir? Kalblerde Cenâb-ı Hakk’a imanın, aşkın ve heyecanın lâzım-ı gayr-ı mufârık halinde yerleşmesi.. tabiata mal olması, imanın içtenleştirilmesi, imanın iz’ân haline gelmesi.. Din-i Mübîn-i islam’ın bütün insanlıkça sevdirilmesi; kabul etmeseler bile, en azından “Bu din de diğer dinler arasında bir dindir!” dedirtilmesi.. Museviliğe, İsevîliğe, Budizme, Brahmanizme, Şintoizme saygı duyulduğu kadar, en azından, “Bu din de saygı duyulacak bir dindir!” dedirtilip bu ölçüde kabul ettirilmesi… Bunlar bir yönüyle de dünyada sulh-ı umuminin teessüsü adına atılan adımlardır. Yolunuz, bu.. Yönteminiz, bu.. Kullanmanız gerekli olan argümanlar da ona göre olması lazım.

Öyle büyük bir proje ki, bütün dünyayı alakadar ediyor; bütün dünyanın ayağına gideceksiniz.. gerekirse, o güzelliklerinizi onların önüne değişik sergilerde, meşherlerde sereceksiniz, teşhir edeceksiniz.. kalbinizin derinliklerine kadar her şeyinize vâkıf olacaklar. endişe duyulmayan insanlar haline geleceksiniz.. güven duyacaklar, sözünüzle sazınızla, çaldığınız ney ile değil, davulunuzla dönbeleğinizle değil; halinizle, temsilinizle güven sergileyeceksiniz.. meşherler, sizin güven resimlerinizle -bir yönüyle- süslenecek.. hangi meşhere uğrarlarsa uğrasınlar, orada size ait temsilleri görecekler: Hep böyle boyunları önlerinde, Allah karşısında iki büklüm, kemerbeste-i ubudiyet içinde, kulluk mülahazasıyla tir tir titreyen insanlar.. insanlığa karşı derin saygı duyan insanlar.. kimseye kötülük düşünmeyen insanlar..

Antrparantez, bakmayın bir kısım densizler, kendileriyle uğraşıldığını zannediyorlar.. Ne 25 Aralık, ne bilmem hangi tarih, Temmuz’un kaçıydı filan… Bunlar, kendi ettikleriydi, kendilerine göre planlar çevirdiler; hazmedemedikleri, sindiremedikleri, bir türlü kabul edemedikleri insanları yok etmek için, böyle bir neticeye ulaşma, şu neticeye ulaşma adına, onları birer argüman olarak değerlendirdiler. İnsafları o kadardı, iz’anları o kadardı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor; إِذَا لَمْ تَسْتَحِ فَاصْنَعْ مَا شِئْتَ “Hayâsız olduktan sonra istediğini yap!” Haya hissinizi yitirmişseniz, yani kendinizi edepsizliğin akıntısına salmışsanız, bir kere de o akıntıdan artık geriye dönme imkanı kalmamışsa, yalan da söyleyebilirsiniz, iftira da edebilirsiniz, tezvirde de bulunabilirsiniz, uydurma itirafçılar da oluşturabilirsiniz, önlerine kağıtlar, kalemler de koyabilirsiniz, “Bunlar hakkında şunu şunu şunu söyleyin, bu iftiraları atın, sizi içeriye almayalım!” da diyebilirsiniz…

Her sistemi aleyhte işlettirme.. derdest edip götüren SS’leri o mevzuda vazifelendirme, onlara bir şeyler vadetme.. birilerini protesto ettirme adına ceplerine 100’er dolar koyma.. mitingler yapmak, birilerine sövdürmek, küfretmek için, onlara yığın yığın paralar verme… Bunlar, millete kan kusturularak şu anda yapılıyor. Maalesef yapılıyor. İnsanın bir yönüyle ahsen-i takvim’e mazhariyetine rağmen yapılıyor. Masum insanlara yapılıyor. Haçlılar, kadınları derdest etmemişlerdi. Bir yönüyle, çoluk çocuğu derdest etmemişlerdi. “Sen de onlara karşı sempati duyuyormuşsun galiba!” diyerek derdest etmemişlerdi. Frederik Barbaroslar, Richard’lar, Philip’ler bu ölçüde zulüm yapmamışlardı. Korkunç bir zulüm yapılıyor. Amma çok defa bu, insanlığın kaderi olduğundan dolayı, size de “El-hayru fî mâ’htârehullah” veya “fî mâ kaddarahullah” (Hayır, Allah’ın seçip takdir ettiğindedir.) demek düşüyor.

“Zuhur eden neyse, hükm-ü kader / Hakk’a tefviz-i umûr et, ne elem çek, ne keder!” “Men âmene bi’l-kader, emine mine’l-keder” (Kadere iman eden, kederden, öyle bulanık düşüncelerden emin olur.) Keder kelimesi o demektir, her üç harfe (harekeye) açık olduğundan dolayı, bulanık bir kelimedir: “Kedere-Kedire-Kedure” Her şeye açıktır. “Men âmene bi’l-kader, emine mine’l-keder” Evet, kudûretten, öyle bulanıklıktan, öyle karışıklıktan sıyrılmanın yolu, kadere iman etmektir. Levh-i mahfuz-u hakikatte ne yazılıysa, Allah neyi kaza buyuruyorsa, o mutlaka yerine gelir. Onu bir yönüyle belki yine ilm-i ilahî’deki hakikate uygun olarak, geriye çevirmenin yolu, Cenâb-ı Hakk’ın “atâ”sıdır, ekstradan lütfudur,

Bu atâ’nın en mühim vesilelerinden biri duadır. İnsanlık değişik bela ve mesâibe maruz kaldığından onları savmak için sebepler üstü dua. Evet dua, Cenâb-ı Hakk’a sebepler üstü teveccühün unvanıdır.

Sebepleri silme atma değil; oturur konuşursunuz: “Şimdi bu gaileden nasıl sıyrılırız? Seyyidina Hazret-i Yusuf gibi dibine düştüğümüz bu kuyudan çıkmanın bir yolu bir yöntemi var mı? Veya Yunus b. Metta gibi, balığın kalbinden mi, midesinden mi, ağzından mı, sıyrılmanın bir yolu var mı? Veya Üstad hazretlerinin sabır kahramanı dediği Hazret-i Eyyûb aleyhisselam gibi acaba tepeden tırnağa bu yara bereden sıyrılmanın bir yolu var mı?” dersiniz. Sebeplere riayet edersiniz, elinizden geldiği kadar. Sebeplere o kadar değer verirsiniz; çünkü izzet ve azamete perde olmuşlardır. Değişik vesilelerle ifade edildiği gibi, onları O yarattığından dolayı, O vaz’ ettiğinden dolayı, onlara belli ölçüde kıymet-i harbiyelerini bilerek saygılı olmak, Allah’a saygının ifadesidir. Fakat asıl mesele, Müsebbibü’l-Esbâb’a yönelmektir, Cenab-ı Hakk’a teveccüh etmektir.

Şimdi siz bana gelse deseniz ki, “Ben günde bir saat dua ediyorum.” Ben âcizâne onu takdirle karşılarım, derim ki “Çok iyi ama sen o meseleyi biraz daha artırsan, daha iyi olur!”. Kendini Yusuf aleyhisselam gibi kuyunun dibinde düşün! Ve sâdece bir yönüyle dua hablü’l-metiniyle, dua kovasıyla dışarıya çıkacağını hesaba kat, ne kadar dua edersin? Sürekli vird-i zebânın olmalı o senin. Biraz sonra gelip deseniz ki, “Ben her gün üç saat dua ediyorum; gezerken de!” Hatta değişik vesilelerle ifade ettiğim için, yine öyle ifade etmek istiyorum; mesela istibra ânında, o esnada bile dudaklar hep aynı şeye kıpırdanmalı.. Yani deseniz ki, “Ben günde on saat dua ediyorum, hiç durmadan; oturduğum yerde bile, ciddî bir meselenin müzakeresi söz konusu değilse şayet, dua ediyorum!” Bazen sürekli bir şeyi tekrar edip durabilirsiniz. Bazen de daha önce dediğiniz şeylere atıfta bulunarak, onları tekrar edip durabilirsiniz. Mesela, bir dönemde her şeyi istemişsiniz Cenâb-ı Hakk’tan:

اَللَّهُمَّ تَوَجُّهَكَ، نَفَحَاتِكَ، أُنْسَكَ، قُرْبَكَ، مَحَبَّتَكَ، مَعِيَّتَكَ، عِنَايَتَكَ، رِعَايَتَكَ، كِلاَءَتَكَ، حِفْظَكَ، حِرْزَكَ، حِصْنَكَ الْحَصِينَ، النُّصْرَةَ عَلَى أَعْدَائِنَا وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ * اَللَّهُمَّ اْلإِيمَانَ الْكَامِلَ، وَاْلإِسْلاَمَ اْلأَتَمَّ، وَاْلإِخْلاَصَ اْلأَتَمَّ، وَاْلإِحْسَانَ اْلأَتَمَّ، وَالصَّلاَةَ التَّامَّةَ، وَاْلاِسْتِقَامَةَ التَّامَّةَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ *

Kafiye bu..

اَللَّهُمَّ اْلإِيمَانَ، والإسلام، والإحسان، والقرآن * ربنا زدنا علمًا وإيمانًا ويقينًا وتوكّلا وتسليما وإخلاصًا، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ *

Kafiye bu..

Bir dönemde, bunları söylemişsiniz. Bu defa, bunlara atıfta bulunarak: اَللَّهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ كُلَّ مَا سَأَلْنَاكَ إِلَى اْلآنَ  “Allah’ım bu güne kadar Sen’den istediğim her şeyi, istiyorum.” Bunu derken, her gün el-Kulub’d-Daria okuyor musunuz, okumuyor musunuz? Namazda ellerinizi kaldırıp dua ediyor musunuz, etmiyor musunuz? Izdırar halinde, bazen içinizi O’na döküyor musunuz, dökmüyor musunuz? Mine’l-evvel ila’l-âhir o âna kadar deyip ettiğiniz ne kadar şey varsa, hepsine göndermede bulunarak, hepsinde Cenâb-ı Hakk’a olan, Cenâb-ı Hakk’tan olan taleplerinizi ifade etme adına, اَللَّهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ كُلَّ مَا انْتَظَرْنَا مِنْ لَدُنْكَ  Nezd-i Uluhiyetinden, fazlından, kereminden, ihsanından, Zâtından, Zâtının re’fetinden, rahmetinden, rahmâniyetinden, rahimiyetinden; Uluhiyetinin rahmetinden, rahimiyetinden, atûfiyetinden, raûfiyetinden; Rububiyetinin rahmaniyetinden, rahimiyetinden, atûfiyetinden, raûfiyetinden; Sıfat-ı sübhaniyenden, Esmâ-i Hüsna’ndan… Bunları şefaatçı yaparak, neyi istemişsem, ne beklemişsem; اَللَّهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ كُلَّ مَا انْتَظَرْنَا مِنْ لَدُنْكَ إِلَى اْلآنَ Şu âna kadar hayır adına ne dedim, ne ettimse, hepsini bir kere daha istiyorum.

Bir, doğrudan doğruya ta’dâd ederek istek ve arzularınızı ortaya koyarsınız; bir de o güne kadar “mine’l-evvel ila’l-âhir”. Hayatınızın hangi saniyesinde, bir eşref saate veya Hazret-i Pîr’in dediği gibi “bir ân-ı seyyale”ye rastladığını bilemezsiniz. Bir ân-ı seyyale içinde, gerçekten Rabbimizden bir şey istemişsiniz. Şimdi, bir göndermede, bir atıfta bulunurken, yeni bir girdi yaparken, onların hepsini birden kastetmiş oluyorsunuz. Ve hepsiyle Cenâb-ı Hakk’a dua etmiş oluyorsunuz.

Onun için, umum ve şümullü, âmm ve şâmil dualardan bir tanesi şudur:

اَللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ مِنْ خَيْرِ مَا سَأَلَكَ بِهِ عَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

“Allahım sevgili kulun ve peygamberin Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerinde, sıkıntı ânında, genişlik ânında, ailevî durumları itibariyle, falan dünyevî hususları itibariyle, hayır yörüngeli ne istemişse, hepsini Sen’den istiyorum”.

وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا اسْتَعَاذَ مِنْهُ عَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

“Allahım sevgili kulun ve peygamberin Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) her neyden Sana sığınmış, istiâzede bulunmuşsa, ondan da Sana sığınıyorum.”

Câmi, şâmil, âmm bir dua…

Bu me’surattan olan bir dua. Esasen Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle yapmış ve bunu bize talim buyuruyor.

Bu açıdan, sıkıntıların, ızdırapların, ızdırarların başına Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ile, tazarru ile, niyaz ile vurmak lazım..

Ha, bütün bütün böyle keyfinizi kaçıracak şeylere dalmak, Freud’un ifadesiyle anguazlar yaşamak, sizi kahredecek duygu ve düşüncelere balıklamasına dalmak… Bu da olmamalı. Fakat, ben, ızdırabı da esasen çok yüksek dualar gibi dua kabul ediyorum. Izdırap ve ızdırar hali.. Yani, balyozlar başınızdan aşağıya inerken, doğru, bir yönüyle sabreder, sabrın sevabını kazanırsınız.. fakat bir yönüyle de, ümmet-i Muhammed’in gelip başına musallat olan o bela ve musibetler karşısında, vicdanınız varsa, hissiyat-ı insaniyesiniz varsa, mahlukata karşı şefkatiniz varsa –ki, altı tane düsturdan bir tanesidir şefkat-. düşüneceksiniz. Bir yönüyle, düşünme sayesinde gerçekten şefkat etmek îcâb ediyor. Hani yürürken, diyorsunuz, “Aman dikkatli olun, burada karınca var!”. Yani bir yerde karıncaya basmamaya dikkat ederken, bir haşereye basmamaya dikkat ederken, beri tarafta, ayaklar altında ezilen, inim inim inleyen insanlar varsa, mü’minler eziyet altında inliyorlarsa, ızdırap çekiyorlarsa, مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların dertlerini paylaşmayan, onlardan değildir!”

Efendimiz’in bu beyanında ciddî bir tehdit var. Sen ayrı düşünüyorsun, demek ki ayrısın sen.. Senin, onlarla alakan yok. Evlâdın gibi, iyâlin gibi, eşin gibi, annen gibi, baban gibi, aile efradı arasında gerçek irtibat çerçevesinde. İrtibatını koruyabilen insanlar, aileleri içinde bir yangın varsa, içinde evladı, eşi, çocuğu tutuşmuş yanıyorsa şayet, -Hazret-i Pîr ifadesiyle- onu kurtarmaya koşarken, başka mülahazalardan bütünüyle sıyrılıp gitmeli, sadece o ızdırap ile kıvranmalı.. o ızdırarla Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmeli. Bugün İslam dünyası böyle cayır cayır yanıyor, her yerde yangınlar var. Bir yönüyle işin başında bazıları da sözde yangını söndürüyor gibi, ama işin üzerine benzinle gidiyorlar. Yangın azgınlaştıkça, onlar daha da azdırmaya çalışıyorlar. Bu manzara karşısında, değil keyiflenmek, anguazla kıvranmak da olacak iş değil.

“Zevke dalmak şöyle dursun, vaktimiz yok mateme / Davranın, zira rezil olduk bütün bir âleme!” diyor M. Akif. Değil gülmek, eğer ağlayacaksanız, o hadiseye ağlayacaksınız. Bence onu bile israf etmemek lazım. Oturup kalkıp bu derdin ızdırabını duyacaksınız. Bu dert içinize düştüğü zaman, hemen yorganı atacak, yataktan fırlayacak, kalkacak ve abdestli abdestsiz, başınızı yere koyacak, orada bir miktar inleme faslı yaşayacaksınız. “Allah’ım! Bahtına düştüm, azametine ve uluhiyetine sığınıyorum, Zât-ı Akdes’ine sığınıyorum!” diyecek, Cenab-ı Hakk’ı, O’na ait evsâf-ı âliyesi, evsâf-ı celilesiyle yâd edecek ve bunları da kapıların aralanması için bir vesile yapacaksınız. وَابْتَغُوا إِلَيْهِ الْوَسِيلَةَ emrince vesileler ittihaz edeceksiniz ve ondan sonra içinizi O’na dökeceksiniz; hep yalvaracaksınız, hep yalvaracaksınız, hep yalvaracaksınız.

Belki bunları söylerken, “Bu adam bizim hakkımızda suizan mı ediyor; dua etmiyoruz kanaatini mi taşıyor!” diyebilirsiniz. Biraz kendi müşahadelerimin tesirindeyim, beni bağışlayın. Oturduğumuz zaman bir yerde, niye dudaklarımız bununla kımıldamasın? Neden dilimiz ağzımızda bu türlü şeylerle dönüp durmasın? Neden Rabbimizle baş başa kaldığımız zaman, seccâdemiz bununla ıslanmasın?

Bilemezsiniz, “ân-ı seyyâle”nin nerede pusuya yatmış olup da sizi beklediğini bilemezsiniz.. O “ân-ı münevver”in nerede pusuya yatmış sizi beklediğini bilemezsiniz. Bütün zamanın, bir yönüyle saniyelerini, sâliselerini, âşirelerini değerlendireceksiniz ki onu yakalayasınız. Size deseler ki “Tesbihi elinize alacaksınız, bunu yüz bin defa çevireceksiniz, bu dânelerin bir tanesinde rast gelecek o ân-ı seyyâle.. ve o zaman dediğiniz her şey olacak; birden bire bakacaksınız ki, gökten bir tane asansör indi ve siz ona bindiğiniz zaman hemen misali veya hakikî cennete ulaşacaksınız.” Şayet bunu diyen zata gerçekten inanıyorsanız, hakikaten alıp bu tesbihi bir milyon kere çevirmeyi düşünmez misiniz?

Vakitli, vakitsiz, gece-gündüz, bir dakika fevt etmeden Cenâb-ı Hakk’a teveccüh, öyle bir şeydir. Eşref saati yakalamayı düşüyorsanız, bence onun peşinde olmak lazım.. Gizlemiş Allah bazı şeyleri. O eşref saat de, o münevver dakika da zamanın parçacıkları içinde gizlenmiş. Her ferdin onun peşinde olması lazım..

Bir ikincisi; şanslı yanınız itibariyle size bir şey diyeyim: Herkes arama mevzuunda ciddi davranır, bu mevzunun peşinde olursa şayet, maksat mutlaka hâsıl olur. Hani, Üstad hazretlerinin bir tabiri var: “İştirak-i a’mâl-i uhreviyye” Birinize, mesela Ümit hocaya rastlamayabilir de Safa hocaya rastlayabilir.. bilmem belki bu arada lütfeder, Kıtmir’e de rastlayabilir. Şimdi, bir yönüyle bu açıdan da umumun hakkı var gibi bir şey, umumun istifadesi söz konusu olan bir şey.

Cenâb-ı Hakk’a öyle yürekten teveccüh etmeli ki ölmeli âdeta, “Canımı al Allah’ım, ne olur, ümmet-i Muhammed’i içinde bulunduğu bu sıkıntıdan, bu ızdıraptan, bu kalaktan, bu ezilmeden, pestil gibi ezilmeden halas eyle!” mülahazasıyla!..

İştirak-ı âmâl-i uhreviye cihetiyle, madem iştirak etmişsiniz, evrad u ezkarınızı bölüştürmüşsünüz, yaptığınız duada bütün kardeşlerinizi anıyorsunuz; kimse dışta kalmıyor bu mevzuda. Ellerini açıp Cevşen’in başında veya duasını okurken, hep böyle diyor arkadaşınız:

اللهم إني أسألك لي ولإخواني وأخواتي وأصدقائي وصدائقي وأحبابي وأحبّائي، في كل أنحاء العالم وفي كل نواحي الحياة، لا سيما المغدورين، المظلومين، المحكومين، المعزولين، المضطرّين؛ وكذا جميع المؤمين المغدورين، المظلومين، المضطرّين  

“Allahım hem kendim hem de dünyanın her yanındaki ve hayatın her birimindeki kadın erkek kardeşlerim, kadın erkek arkadaşlarım, sevgili dost ve ahbabım, özellikle onlardan gadre ve zulme uğrayan, mahkûm edilen, azledilip sürgüne yollanan, ızdırar üçünde bulunanlar ve aynı şekilde bütün mağdur, mazlum ve muztarr Müslümanlar için Senden diliyor ve dileniyorum”

Kimse bu işin dışında kalıyor mu? Herkesi duanızın içine alacak şekilde dua ediyorsunuz. Şimdi, düşünün; siz burada, otuz tane insan, kırk tane insan, elli tane insan dua ediyorsunuz; iştirak-ı âmal-i uhreviye cihetiyle, birinizin duası eşref saate rastlarsa, birinizinki o mübarek ân-ı seyyâleye, münevver ân-ı seyyâleye rastlarsa, bir yönüyle, hepinizin duası arş-ı rahmette kabule karin olur. Ve Cenâb-ı Hakk da ümmet-i Muhammed’in içinde bulunduğu o gaileleri, def u ref’ eyler. Allah def u ref’ eylesin. (Amin…)

Allah Teâla, قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ “Duanız olmazsa, ne yazarsınız ki, ne ifade edersiniz ki?!” buyuruyor, Furkan sure-i celilesinin 77. ayetinde.Yine, فَادْعُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ “Dinini bütün yanlarıyla içten kabul ederek ve yalnız O’nun rızasını düşünerek Allah’a kulluk ve duada bulunun.” (Mü’min, 40/14) diyor.

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) اَلدُّعَاءُ مُخُّ الْعِبَادَةِ “Dua, ibadetin adetâ omuriliğidir.” buyuruyor.

Vakıa, namaz da bir duadır; onun tesbihatı da duadır; el kaldırıp dua etme de duadır, secde mahalli, duadır; rükû mahalli, duadır; ayakta durma, duadır. İmamın arkasında dururken, okurken onu dinleme bir esastır. Bununla beraber sessiz dururken, mülahazalarınızı niye Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazla süslemek istemiyorsunuz? İmam, sessiz okuyorsa, siz de arkasında el pençe divan duruyorsanız, öyle bir el pençe divan durma, kemerbeste-i ubudiyetle kulluğunuzu Allah’a arz etme ânında neden mülahazalarınızı Cenâb-ı Hakk’a teveccühle süslemiyorsunuz?!.

Vesselam…

Musibetten Hakikî Tevhide Giden Yol

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Maruz kalınan belâ ve musibetlerin hakikî tevhide ulaşmada bir rolü var mıdır?

Cevap: Tevhid-i hakikî, sebepler dünyasında yaşayan ve zahiren onların hazırladığı şatafatla kuşatılan insanın, iradî olarak kendini çevreleyen bütün bu sebeplerden sıyrılması, sıyrılıp “Allah” demesi, O’nun mutlak kudret ve iradesini her bir hâdisede müşahede edebilmesidir. Böyle bir bakış açısını büyük ölçüde kalb ve ruh ufkunun kahramanı büyük zatlar yakalayabilmişlerdir. Onlar, kendi üzerlerine bir çarpı çekip nefyettiklerinden ve kendilerini görmediklerinden ötürü hep O’na yönelmiş, görülmesi gerekli olanı görmeye kilitlenmişlerdir. Onlar, hâdiselerin çehresinde sebepleri değil, sebepleri var eden Müsebbibü’l-Esbâb’ı görmüşlerdir.

Cebr-i Lutfî Tevhide Yöneliş

Biraz daha açacak olursak; hakikî tevhid, insanın, sebepler dairesi içinde yaşadığı ve çoğu defa bu sebeplerin etkisiyle başı dönebileceği, bakışı bulanabileceği bir durumda olduğu hâlde, hiç sarsılmadan, sapması olmayan bir ibre gibi hep Müsebbibü’l-Esbâb olan Allah’ı (celle celâluhu) göstermesi demektir. Ancak hayatın normal akışı içerisinde milim sapmayan bir ibre gibi hep O’nu gösterme ufkunu yakalama oldukça zordur. Fakat أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ “Muztar dua ettiği zaman, onun duasına icabet eden, başındaki sıkıntıyı gideren kimdir?” (Neml sûresi, 27/62) âyet-i kerimesinde de ifade buyrulduğu üzere, insanlar çoğu zaman belâ ve musibetlerle sarsıldığı, sebeplerin bi’l-külliye sukut ettiği, tutunacak bütün dalların ellerinden uçup gittiği zamanlarda zarurî olarak yüzlerini Allah’a (celle celâluhu) çevirirler. İşte kolu kanadı kırılmış ve yapacak hiçbir şeyi kalmamış muztar durumdaki insanlar, her şeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi bir Zât’ın ancak kendilerine yardım edebileceğini idrak eder ve tam bir konsantrasyonla O’na yönelirler. Evet, sebeplerin tamamen sukut ettiği yerde insanlar, vicdanlarını dinledikleri zaman, O’nun fevkalâdeden rahmet tecellilerinin kendilerini sarıp sarmaladığını ve sıkıntılara karşı kendilerini sıyanet buyurduğunu hissederler. İşte böyle bir anda insan, sebeplerin sadece bir perdeden ibaret olduğunu, perdenin arkasında ise Mutlak Kudret ve İrade’nin bulunduğunu anlar ki, bu da hakikî tevhide açılan bir pencere demektir.

Tevhit Nuru İçinde Ortaya Çıkan Ehadiyet Sırrı

Hazreti Yunus İbn Mettâ’nın (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) kıssası bu konunun anlaşılması adına güzel bir misaldir. Bildiğiniz üzere balık tarafından yutulan Hazreti Yunus (aleyhisselâm), bütün sebeplerin sukut ettiği bu noktada, لَا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Sen’den başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendime zulmedenlerden oldum.” (Enbiyâ sûresi, 21/87) niyazıyla Allah’a yönelmiş, O’nu tesbih u takdiste bulunmuştur. Bu da onun kurtuluşuna vesile olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri, Lem’alar’da bu meseleyi enfes bir şekilde tahlil etmiştir. Vâkıa bazıları ülfetten ötürü onun konuyla ilgili açıklamalarını basit görseler de tevhit hakikati ve iman esaslarına bakan yönüyle gerçekte o açıklamalar çok derindir.

Hazreti Yunus (aleyhisselâm),  Cenâb-ı Hakk’a karşı bir arzuhâlde bulunmuş, içine düştüğü durumu arz etmiştir. O, Ninova’dan ayrılmasını, bir emir gelmeksizin kavmini terk etmesini,  gemiye binip uzaklaşmasını vs. mülâhazaya almış; başına gelen felâketlerin kendi kusurlarından kaynaklandığını düşünüp derin bir muhasebe içine girmiş, sonra da O’nun kapısının tokmağına dokunmuştur. Çünkü esbabın bi’l-külliye sukut ettiği bir anda, gecenin karanlığından, denizin ürpertici hâlinden ve balığın karnından onu ancak Allah kurtarabilirdi. Onun bu tazarru ve niyazıyla birlikte nur-u tevhid içinde Hakk’ın hususî teveccühü mânâsına sırr-ı ehadiyet zuhur etmiş, bir anda bütün karanlıklar yırtılmış, sebeplerin tesiri yok olmuş ve Hazreti Yunus (aleyhisselâm) sahil-i selâmete çıkmıştır.

Hazreti Yunus (aleyhisselâm), bir peygamber olması hasebiyle böyle bir musibet anında ne yapması gerektiğiyle ilgili Cenâb-ı Hak’tan hususî bir mesaj da almış olabilir. Zaten yaşanan hâdise bir mucizedir. Çünkü normal şartlarda bir insanın, balığın karnında hayatını sürdürmesi mümkün değildir. İnsan tabiatı, oksijensiz bir ortamda yaşamaya müsait yaratılmamıştır. Fakat o, Allah’tan aldığı bir mesajla asla ümitsizliğe düşmemiş, O’na tam bir teveccühte bulunmuş ve hâlis bir tevhit şuuruyla O’na yönelip kurtuluşa ermiştir.

Belâ Enstrümanlarından Tevhit Nağmeleri

Hazreti Yunus’un (aleyhisselâm) yaşadığı gibi bizler de kimi zaman fert planında, kimi zaman da aile ve oymak çapında belâ ve musibetlerle karşı karşıya kalabiliriz. Hatta bazı durumlarda topyekûn bir millet ıztırar hâli yaşayabilir ve çaresizlikle kıvranabilir. İşte önemli olan, yaşanan bütün bu sıkıntıların ciddî bir tecessüs ve tefahhus hissiyle süzülmesi; süzülüp doğru okunması, doğru değerlendirilmesi ve musibetlerin ışığı altında gerçek tevhide ulaşan yolun aydınlatılmasıdır. Zira abes iş işlemekten münezzeh ve müberra olan Allah (celle celâluhu), böyle bir çaresizliği, önemli bazı kazanımlar elde edilmesi için yaratmış olabilir. Eğer bunun farkına varılır, yaşanan sıkıntılar rıza ile karşılanır ve maruz kalınan çaresizliğin sevkiyle Cenâb-ı Hakk’a tam teveccüh edilebilirse, dünyanın mamur hâle getirilmesi ve ahiretin kazanılması mümkün olacaktır. Burada yaşanan sıkıntıların, ahirette geriye dönüşü çok farklı olacaktır. Orada, damla deryaya, zerre de güneşe dönüşecektir.

Evet, belirli bir düşünce veya hareket içinde yer alan insanların bir kısım musibetlerle hırpalanması zahiren onlar adına şer gibi görülebilir. Fakat Allah (celle celâluhu), bu tür imtihanlarla onların yüzünü Kendisine çevirmeyi murat buyurmuş olabilir. Iztırar hâlleri, onların hakikî tevhide ulaşmaları adına bir fırsat kapısı aralayabilir. Bundan dolayıdır ki belâ ve musibetler başa geldiğinde onları, Allah’ın bir lütfu olarak görmeli ve “Gelse celâlinden cefâ, / Yahut cemâlinden vefa, / İkisi de cana safâ, / Sen’den hem o hoş, hem bu hoş.” demelidir. Evet, maruz kalınan belâ ve musibetlerin O’ndan geldiğinin farkına varılıp rıza ile mukabele edildikten sonra, gelenler ister meltem, isterse fırtına olsun, neticesi itibarıyla hep hayırdır.

Ferdî, ailevî, içtimaî sıkıntıların, bir uyanışa ve Allah’a yönelişe vesile olabilmesi için, hâdiselere bu şuurla bakılması, en azından bu şuurla bakabilecek bir canlılık ve hayat emaresinin olması gerekir. Hasta yoğun bakıma kaldırılmış olsa bile, eğer onun kalb ve beyin ölümü gerçekleşmemişse, verilecek bir elektrik şokuyla onun tekrar hayata döndürülmesi mümkün olabilir. Günümüzde de Müslümanların yaşadığı coğrafya, yoğun bakımda hâlâ hayat emaresi taşıyan bir hastaya veya büyük bir trafik kazası geçirdiği hâlde henüz kalb ve beyin ölümü gerçekleşmemiş bir kazazedeye benzemektedir. Her ne kadar bu hâliyle o, mâlûl olsa da, kalb ve beyin ölümü gerçekleşmediği için bir gün belini doğrultması mümkün görünmektedir. Bunun için de ciddî bir şok uygulamasına ihtiyaç bulunmaktadır.

Geçmişten bugüne Cenâb-ı Hak, belâ ve musibetlerin cenderesinde kendisine teveccüh eden insanları nice kere ekstra inayet ve lütuflarıyla yeni bir dirilişe mazhar kılmıştır. Bugün de O (celle celâluhu), bizim neslimizi böyle bir uyanışa namzet hâline getirebilir. Yeter ki biz, belâ ve musibetleri doğru okuyup, ıztırar ruh hâliyle, acz u fakrımızın şuurunda olarak tam bir teveccühle O’na yönelelim!..

Sabır Çeşitleri Arasındaki Münasebet

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Eserlerde ibâdete, günahlara ve musibete karşı üç tür sabırdan bahsediliyor. Bu sabır çeşitleri arasında nasıl bir münasebet vardır?

Cevap: İnsanları, kalb ve ruh ufkuna yönlendiren geçmiş asırlardaki büyük zatlar gibi Hazreti Pir de, eserlerinde bu üç sabır çeşidi üzerinde durmuştur. Bu sabır türlerinin arasında ciddi bir münasebetin olduğunu söyleyebiliriz. Şimdi isterseniz ana hatlarıyla aralarındaki bu münasebeti görmeye çalışalım:

İbadette İstikamet, İnsanı Günaha Düşmekten Korur

İnsanın ibadetlerini arızasız ve kusursuz bir şekilde yerine getirmesi ve özellikle bu konuda devamlılık peşinde olması ciddi bir sabrı gerektirir. Çünkü insanın bir işi hiç aksatmadan başlangıcından sonucuna kadar götürmesi çok zordur. Ancak insan, bu sabrı sayesinde Allah’ın sevgisine mazhar olabilecektir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

أَحَبُّ الْأَعْمَالِ إِلَى اللهِ تَعَالَى أَدْوَمُهَا وَإِنْ قَلَّ

“Amellerin Allah’a en sevimlisi, az da olsa devamlı olanıdır.” (Buhârî, rikâk 18; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 216-218) Nafileler bir yana, insanın, Allah’ın takdir buyurduğu farz ibadetleri kesintisiz olarak yerine getirmesi bile, tam bir kulluk ortaya koyması açısından çok kıymetlidir. Bu itibarla Üstad Hazretleri’nin “makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor” ifadesiyle nazara verdiği ibadete karşı sabır ile insan nezd-i Ulûhiyet’te apayrı bir kıymet kazanır.

Eğer siz, farz olduğu andan itibaren, hatta alıştırma faslını da düşünecek olursak yedi-sekiz yaşından itibaren vefat edeceğiniz ana kadar hayatınızın her faslında namazınızı, orucunuzu, zekâtınızı ve diğer ibadetlerinizi hiç aksatmadan yerine getirebilmişseniz, rıza-i ilahiye nail olma adına çok ciddi bir kulluk ortaya koymuşsunuz demektir. İşte bir insan, bu ölçüde ibadet ü taate kilitlenmişse, onun kıldığı namazlar, tuttuğu oruçlar, verdiği zekâtlar vs. bir yönüyle masiyete karşı bir kalkan vazifesi görecek ve onu büyük günahların ağına düşmekten koruyacaktır.

Mesela, günümüzde bazı geceler bahane edilerek zararlı meşrubatın çokça kullanıldığını, hatta bu yüzden bazılarının komaya girdiğini ve neticede bu insanların dünya ve ahiret hayatlarını karartacak şekilde kötü duygu ve tutkuların esiri olduğunu görüyoruz. Şimdi hiçbir zaman ibadetini aksatmayan bir insanın böyle bir gecede, yine camiye gideceğini ve ibadet ü taatini yerine getireceğini düşünecek olursak, onun camiden çıktıktan sonra -çevresindeki insanların teşvik ve baskısı olsa da- dinin açıkça yasakladığı böyle büyük bir günahı irtikâp etmesi pek düşünülemez. Çünkü kıldığı namaz, okuduğu evrad u ezkar Allah’ın lütuf ve inayetiyle onun için bir sütre ve bariyer vazifesi görecek ve hayat güzergâhında onun herhangi bir trafik problemi yaşamadan sağ salim yoluna devam etmesini temin edecektir. Ayrı bir husus olarak şunu da söyleyebiliriz: Sürekli akan suyun mermerleri aşındırması ve eritmesi gibi, böyle bir insanın da ibadet ü taatte sebatı nefsinin günaha meyillerini eritecektir.

İbadet, Düşüncede İstikameti Sağlar

Bir insanın, ibadetlerini hassasiyetle yerine getirmesi, aynı zamanda, belâ ve musibetler karşısında takınması gereken tavır konusunda da ona yardımcı olacaktır. Zira ibadet ü taat, insana her zaman Cenab-ı Hakk’ın rızasını, kaza ve kaderini hatırlatır. Dolayısıyla böyle bir mü’min mübtelâ olduğu sıkıntılar karşısında müstakim düşünür ve Allah’ın izniyle isyana düşmez, kaderi tenkit etmez. Bilakis Allah’la irtibatı kavi olduğundan dolayı, “Bütün bunlar, benim kemerbeste-i ubudiyet içinde karşısında el pençe divan durduğum Zât tarafından geliyor.” şeklinde düşünerek kadere rıza gösterir. Başkalarının sarsıldığı hatta devrildiği zamanlarda bile o sürekli, “Hoştur bana Senden gelen / Ya hil’atu yahut kefen / Ya taze gül yahut diken / Lütfun da hoş, kahrın da hoş.” diyerek sürekli rıza ufkunda yaşar.

Evet, ibadet, ubudiyet ve ubudetle Mabud-u Bi’l-Hak ve Maksud-u Bi’l-İstihkâk’a yönelip O’na karşı tam bir kulluk ortaya koymanın hem bir sera gibi insanı koruyucu yönü vardır hem de insanı bela ve musibetler karşısında düşüncede istikamete çeker. İşte bütün bunları nazar-ı itibara alacak olursak, sabır çeşitleri arasında ciddi bir münasebetin olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz.

Öte yandan bu sabır çeşitleri arasında zorluk ve kolaylık açısından da bir sıralamanın bulunduğu söylenebilir. Zira bir insanın ömür boyu arızasız ve kusursuz bir kulluk tavrı ortaya koyabilmesi çok zordur. İşte bu zorluğu aşabilen bir insanın diğer sabır çeşitlerini aşması daha kolay olur. Çünkü kandan irinden deryaları geçmiş bir insanın önüne bir ırmak çıktığında, o, Allah’ın izni ve inayetiyle orayı daha kolay bir şekilde aşıp karşı tarafa geçebilir. Dolayısıyla burada öne alınan sabır çeşitleri bir yönüyle sonrakileri kolaylaştırmakta ve desteklemektedir.

Soru: Bu üç sabır türüne ilave edilebilecek daha başka sabır çeşitleri var mıdır?

Cevap: Hazreti Bediüzzaman’ın ifade ettiği bu sabır çeşitlerine yenilerini eklemek mümkündür. Mesela belirli bir vakte bağlı bulunan hususlar karşısında zamanın çıldırtıcılığına karşı dişini sıkıp sabretmek çok önemlidir. Meselâ siz herkesin inanmasını, sevgi dalgalarının bütün insanların içinde yayılmasını, her yerde sulh ve huzurun hüküm sürmesini, herkesin birbiriyle sarmaş dolaş olmasını, bütün ırkî mülahazaların ayakaltına alınmasını vs. düşünebilir ve bu istikamette soluk soluğa gayret gösterebilirsiniz. Fakat bilinmelidir ki, bütün bu güzelliklerin yaşanması adına yeni bir neslin yetiştirilmesi ve meselenin dipten ele alınması gerekir. Hiç şüphesiz bunun gerçekleşmesi de en az çeyrek, hatta bazen belki yarım asır ister. Bu da aceleci ruhların sabr u sebat gösterebileceği bir iş değildir. Zira şairin dediği gibi bu konuda acele edenin pâyine dâmen (ayağına etek) dolaşır, temkinli bir şekilde aheste yürüyen ise menzile ulaşır.

Ayrıca idareye talip olup dinamik gücü ele geçirenler çoğu zaman birden bire hemen toplumun rengini, şeklini, desenini ve şivesini değiştirebileceğini düşünür ve bu anlayışa göre toplumu dizayn etmeye kalkışır. Hâlbuki meseleyi dipten ele almaz, insanların hür iradelerine saygı duymaz ve güzel bir ortamın oluşması adına gerekli olan sabrı göstermeyip acele ederseniz, hiç farkına varmadan zaman ve hadiseleri kendi aleyhinize çevirmiş olursunuz. Başardığınızı zannettiğiniz bir kısım işlerde bile kurduğunuz temelsiz bina bir anda başınıza yıkılıverir. Çünkü acelecilik ve tepeden inmecilik insanî ve içtimaî tekâmül sürecine terstir. Bu itibarla kendi toplumuna ve hatta bütün insanlığa barış ve sevgi iklimi getirmeye çalışan karasevdalılar şuna hazır olmalı; belki siz bu konuda göbek çatlatıp ölesiye gayret ettiğiniz halde görmek istediğiniz bir kısım güzellikleri hiçbir zaman göremeyeceksiniz. Onları görmek arkadan gelen nesillere nasip olacak. Esasen “vazifemizi yapıp şe’n-i rububiyetin gereğine karışmama” prensibi hayat boyu bağlı kalmamız gereken temel bir disiplin olmalıdır.

Bir diğer sabır çeşidi de, mubah çerçevede görünse de dünyanın cazibedar güzelliklerine karşı sabırdır. Evet, dünya göz kamaştırıcı şualarıyla gözümüzün içine yöneldiği zaman, ona karşı kararlı ve dimdik durabilme de çetin sabırlardan bir tanesidir. Hazreti Pîr’in de bahsettiği üzere birisi, “sanki yedim” diyerek bir camiyi yememiştir. Yani canının çektiği bir kısım yiyecek ve içecekler karşısında dişini sıkıp sabretmiş, “sanki yedim” diyerek onlara vereceği parayı bir yerde biriktirmiş ve neticede biriken bu paralarla çok güzel bir cami yaptırmıştır.

Bu sabırlardan daha öte bir sabır da mukarrabînin, Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ kemâline ve Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a kavuşma adına iştiyakla yanıp kavrulmalarına karşı, ruhlarının ufkuna yürüyecekleri ana kadar dünyada kalmaya sabretmeleridir. Bu ufkun önemli temsilcilerinden Mevlâna, “Sine hâhem şerha şerha ez firak; tâbe-gûyem şerh-i derd-i iştiyak!” (Parça parça olmuş bir sine isterim ki, bu iftirak derdini ona anlatayım.) der. Yani bir insanın dertli olması lazımdır ki, dertten anlasın. Dertten anlamayanlara derdinizi anlatamazsınız. Esasen Hazreti Mevlâna, bir insan olarak yitirilmiş bir cennetin çocuğu olduğu ve Allah’tan gelmiş ve buraya atılmış bir zavallı konumunda bulunduğunu söylüyor ve sürekli iştiyak ateşiyle yanıp tutuşuyor. O, vefat edeceği ana kadar şeb-i arus diyor. Fakat o, “vuslat ne zaman” diyerek yanıp kavrulsa, burnunun kemikleri sızlasa da, hiçbir zaman, “Allah’ım bir an evvel canımı al ki, Sana kavuşayım” şeklinde bir hissiyatı seslendirmiyor, iradesinin hakkını verip vuslat iştiyakına karşı sabrediyor.

Çünkü bizi buraya gönderen O’dur. Emir edebin hatta aşkın da üstündedir. Aşk, insanı çıldırtsa da, O, “gel” demeden, gelme talebinde bulunma, O’na karşı saygısızlıktır. Bizi burada asker yapan O olduğuna göre, terhis tezkeremizi dolduracak da O’dur. O halde bize düşen, O’nun bu tezkereyi dolduracağı ana kadar dişimizi sıkıp burada kalmaya katlanmaktır. İşte bu da aşk u iştiyak karşısında sabırdır. Ne var ki, böyle bir sabır gerçekten inanmış, inanmanın ötesinde marifette derinleşmiş; derinleşip marifetten muhabbete, muhabbetten aşk u iştiyaka kanat açmış çok büyük zatların işi olduğundan bizim boyumuzu aşkındır.

 

Musibetler ve İmtihan

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

عَنْ أَبِي أُمَامَةَ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ قَالَ : قَالَ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

إِنَّ اللهَ لَيُجَرِّبُ أَحَدَكُمْ بِالْبَلَاءِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِهِ كَمَا يُجَرِّبُ أَحَدُكُمْ ذَهَبَهُ بِالنَّارِ

* * *

Sahabe-i kirâmdan Hz. Ebu Ümâme (radıyallâhu anh), Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi vesellem)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Sizden birisinin kendi altınını ateşte eriterek temizleyip saflaştırdığı gibi, kullarını en iyi bilip tanıyan Allahu Teâlâ da sizi musibetlerle imtihan eder.”

(Hâkim, Müstedrek; Taberânî, el-Mu’cemul-Kebir; Beyhakî, Şuabül-İman)

 

Kısaca Hadis-i Şerifin İfade Ettikleri

Altının ateşte eritilmek suretiyle içindeki yabancı maddelerin ayıklanıp saf hale getirilmesi gibi, kullar da nice bela ve musibetlerle imtihan edilirler ki nefsin günahları ve dünyanın pisliklerinden arınıp temizlensinler. Allah dostlarının ifade ettiği üzere, kullar bazen ibadet ve salih amelle ulaşamadıkları noktalara ve yüce manevi makamlara, başlarına gelen musibetlere sabredip her hallerinde Allahü Teâlâ’nın takdirine razı olmalarıyla ulaşırlar.

Özellikle ilk gelip ansızın çattığı anda musibetlere sabır ve kadere rıza Allah katında en yüce hasletlerdendir. Fakat Allah dostlarının ifade ettiği üzere bu yüce makama ulaşıvermek öyle kolay değildir. Bu mesele, önceden nefsin ciddi şekilde terbiye edilmesi, kalbin de tasfiye ve tahliyesine yani günahlardan temizlenip Allah’ın razı olduğu şeylerle süslenmesine bağlıdır.

 

İmtihanın İki Türlüsü

Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayette ifade edildiği üzere, imtihan unsuru olan şeyler sadece bela ve musibetler değildir. İnsanın çoluk-çocuğu, evi-arabası, mal ve makamı gibi dünyalık olarak sahip olduğu şeyler de onun için en büyük imtihan unsurlarındandır. Allah dostlarının dediği gibi, “İnsanın Allah adına kullanıp değerlendirmediği, onun Allah’a yakınlığını artırmayan nimetler, hakikatte nimet görünümlü bela ve musibetlerdir.”

 

Belalarla Gelen Yakınlık

Musibetlerin günahları döküp insanı Allah’a yaklaştırması hususunda Efendimiz’den gelen pek çok hadis-i şerif mevcuttur. Bunlardan bir tanesi şöyledir: “Allah, mü’min kulunu hastalığa müptela eder ki, üzerindeki günahları döksün.” (Taberânî, el-Mu’cemul-Kebir; Hâkim, Müstedrek).

Ağacın yapraklarının şiddetli rüzgarlarla dökülmesi gibi, musibetlere sabreden ve Allah’ın takdirine razı olan mü’minlerin günahları da dökülür gider ve o kul Allah’a yakınlık yoluna girmiş olur. Burada dikkatimizin çekildiği husus ise şudur: Allah’tan bela ve musibet istenmez, hep O’nun afv ve afiyeti, mağfiret ve merhameti talep edilir ve kul olmanın icabı, zorluklara karşı gerekli tedbirler alınır. Eğer musibet gelirse ona da sabredilip ilahi takdire razı olunur.

 

Netice

Şeytanın en büyük tuzaklarından birisi, bela ve musibetlere maruz kalmış mü’minlere “Senin işin bitti, sen makbul bir kul değilsin, kovuldun.” tarzı vesvese verip onu başına gelenlerden şikayet etmeye, böylece kaybetmeye zorlamasıdır. Halbuki yukarıda geçtiği üzere belalara sabır ve ilahi takdire rıza bir mü’minin en yüce hasletlerindendir. Nitekim Allah dostları, başlarına bir musibet geldiğinde “Elhamdülillah, Rabbim beni hala seviyor ki, bana muamelede bulundu, günahlarıma keffaret olsun diye bana bela gönderdi.” demiş ve bize de nasıl hareket edilmesi gerektiğini öğretmişlerdir.

رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا أَنْتَ مَوْلاَنَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ

وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ أَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمينَ وَعَلٰى اٰلِه وَأَصْحَابِهِ الطَّيِّبينَ الطَّاهِرينَ