520. Nağme: Kadere Rıza ve Yürekten Dua

520. Nağme: Kadere Rıza ve Yürekten Dua

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi şunları söyledi:

“Erişir menzil-i maksuda âheste giden / Tîz reftâr olanın pâyine dâmen dolaşır.”

Onu kestirmeye de gücümüz yetmez..

Bazen, olmasını arzu ettiğimiz şey, hevâ ve hevesimize göre, hemen birkaç dakika, birkaç saat, birkaç gün, birkaç hafta, birkaç ay içinde olsun isteriz. Oysa ki, bir sözde ifade edildiği gibi, bir çekirdekten meydana geldi cihan.. bunun için çağlar ve çağlar, jeolojik dönemler deniyor.. milyonlarca sene geçtikten sonra, yaratıldı insan. İşte, âdet-i İlâhîdeki muamma.. işte âdet-i Hannân u Mennân, Rahîm u Rahman.

Fakat, biz farkına varmadan, bazı şeylerin hemen çarçabuk olmasını istiyoruz. İnsan tabiatında vardır bu. Malum; zannediyorum mesele detaylı olarak Buhari-i şerif’te anlatılıyor: Habbâb bin Erett.. Habbâb’lar iki tane, ikisi de Ashab-ı Bedir’den.. Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) o gün çekilen şeylerden az dert yanıyor; “arz-ı hâl”de bulunuyor demek daha uygun. Onların inceliklerine saygının ifadesi olarak bu tabiri kullanmayı seçtim, “arz-ı hâl”de bulunuyor, “şikayet” değil, “dert yanma” değil.

Şârin de dediği gibi, “Ben usanmam gözümün nuru cefâdan, amma / Ne de olmasa, cefadan usanır, candır bu!” Her gün bir yönüyle presleniyorlarsa, her gün başlarına balyozlar inip kalkıyorsa, her gün onlarda inkisar meydana getirebilecek bir ciğersûz, yüreği yakan hadise yaşanıyorsa, öyle bir arz-ı hâlde bulunmak, gayet normaldir. Habbâb bin Erett de olsa, Yâsir de olsa, Sümeyye de olsa, Ammâr da olsa, Bilal da olsa. Nihayet gidecekler, sözü-sazı hem yerdekilere hem de göktekilere geçen Zat’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) arz-ı halde bulunacaklar. Parmağıyla işaret ettiği zaman Kamer’i şâk eden bir insan, elini kaldırdığı zaman, elleri boşa inmeyecekti, ona inanıyorlardı.

Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona şu olur, bu olur deme yerine, buyurdu ki: “Sizden evvel insanlar, alınırdı, kıtır kıtır doğranırlardı. Etleri kemiklerinden ayrılırdı, testere ile veya bıçkı ile… Fakat onlar, dinlerinden dönmezlerdi!” O da dersini alıyor.

Demek ki, bu yol böyle olmayı gerektiriyor. Bu yolun, bu yolda yürümenin bir kısım kendine göre, ona da handikap denecekse, handikapları var. Bu açıdan bir taraftan beklemeyi bilmek lazım, âhesterevlik demeyeyim de “tîz reftâr” olmamak lazım.

Hemen olsun; birkaç gün içinde, birkaç hafta içinde, zâlimler bulacaklarını Allah’tan bulsunlar, gaddârlar bulacaklarını Allah’tan bulsunlar… Binlerce, binlerce, binlerce insana çok küçük emarelerle böyle, zulüm yapanlar, haksızlıkta bulunanlar, dünyevî bütün haklardan mahrum edenler; onlar adına, umum halk adına, hakkı, adaleti ayaklar altına alıp çiğneyenler, bir yönüyle tavır ve davranışlarıyla Allah bilmezlik sergileyenler, peygamber bilmezlik sergileyenler; Kur’an’ı, Sünnet’i zaten bilmiyorlar, kulak dolması taklidî iman açısından bile onları dahi bilmezlik sergileyen insanlar, bir kısım zulümde, itisafta, irtikâpta, ihtilasta, gaspta, tagallüpte, tahakkümde, temellükte, milletin malını gasp etmede, gidip onun tepesine konmada bulununca, hemen Allah’tan bulsunlar diye beklenir.

Oysa ki, O (celle celâlühu) Rabbü’l-âlemîn’dir. O’nun, bir taraftan, Kahhâr, Cebbâr ism-i şerifi olduğu gibi; bir taraftan da Rahman, Rahim, Raûf, Şefîk isimleri vardır. Bu açıdan bütün esmâ-i ilâhîyesinin sıfat-ı sübhaniyesinin (gerek sözünü kullanırsak, bunlar O’nu bağlıyor manasına gelebilir.. burada diyecek bir tabir de bulamadığımdan dolayı, sadece aczimi ifade edip geçeyim.. ama Cenâb-ı Hakk, o “sıfat-ı sübhaniye”sinin, onun daha ötesinde “şe’n-i Rububiyet”inin, onun daha ötesinde -İmam-ı Rabbânî o tabiri kullanıyor- “itibârât-ı Rabbâniyesi”nin, bir yönüyle gerekleri veya) muktezîyâtı ne ise, onları yerine getiriyor, bizim hevâ ve hevsimize göre, hatta ısrarlı isteklerimize göre de değil. Meselenin bir yanı bu.

Bize kalsa, hemen isteriz ki, bugün yarın her mesele olsun-bitsin; zâlim cezâsını bulsun. Ama Allah (celle celâlühu).. Hazreti Ebu Bekir’e sürekli “مَا أَحْلَمَكَ يَا رَبَّنَا \ Mâ ahlemeke yâ Rabbenâ!” detirten Allah.. size “مَا أَشْفَقَكَ يَا رَبَّنَا \ Mâ eşfekekâ yâ Rabbenâ” dedirtecek Allah.. “مَا أَرْحَمَكَ يَا رَبَّنَا \ Mâ erhamekâ yâ Rebbenâ” dedirtecek Allah (celle celâlühu)… O, biz değil, O her şeyle bizden başka.. O bize ait ârıza sayılabilecek o nekâisten münezzeh, müberrâ. Meselenin bu yanını çok iyi kavramak lazım zannediyorum..

Tîz reftâr olmamak lazım, pâye dâmen dolaşır, ayağa etek dolaşır, tepe taklak gidersiniz. Bunu umumî manada alın; yapacağınız şeylerde de. Bazı projeler vardır ki, bunlar, yarım asır ister, bir çeyrek asır ister. Kaldı ki sizin projeniz de çok pahalı, çok emek isteyen bir proje. Nedir? Kalblerde Cenâb-ı Hakk’a imanın, aşkın ve heyecanın lâzım-ı gayr-ı mufârık halinde yerleşmesi.. tabiata mal olması, imanın içtenleştirilmesi, imanın iz’ân haline gelmesi.. Din-i Mübîn-i islam’ın bütün insanlıkça sevdirilmesi; kabul etmeseler bile, en azından “Bu din de diğer dinler arasında bir dindir!” dedirtilmesi.. Museviliğe, İsevîliğe, Budizme, Brahmanizme, Şintoizme saygı duyulduğu kadar, en azından, “Bu din de saygı duyulacak bir dindir!” dedirtilip bu ölçüde kabul ettirilmesi… Bunlar bir yönüyle de dünyada sulh-ı umuminin teessüsü adına atılan adımlardır. Yolunuz, bu.. Yönteminiz, bu.. Kullanmanız gerekli olan argümanlar da ona göre olması lazım.

Öyle büyük bir proje ki, bütün dünyayı alakadar ediyor; bütün dünyanın ayağına gideceksiniz.. gerekirse, o güzelliklerinizi onların önüne değişik sergilerde, meşherlerde sereceksiniz, teşhir edeceksiniz.. kalbinizin derinliklerine kadar her şeyinize vâkıf olacaklar. endişe duyulmayan insanlar haline geleceksiniz.. güven duyacaklar, sözünüzle sazınızla, çaldığınız ney ile değil, davulunuzla dönbeleğinizle değil; halinizle, temsilinizle güven sergileyeceksiniz.. meşherler, sizin güven resimlerinizle -bir yönüyle- süslenecek.. hangi meşhere uğrarlarsa uğrasınlar, orada size ait temsilleri görecekler: Hep böyle boyunları önlerinde, Allah karşısında iki büklüm, kemerbeste-i ubudiyet içinde, kulluk mülahazasıyla tir tir titreyen insanlar.. insanlığa karşı derin saygı duyan insanlar.. kimseye kötülük düşünmeyen insanlar..

Antrparantez, bakmayın bir kısım densizler, kendileriyle uğraşıldığını zannediyorlar.. Ne 25 Aralık, ne bilmem hangi tarih, Temmuz’un kaçıydı filan… Bunlar, kendi ettikleriydi, kendilerine göre planlar çevirdiler; hazmedemedikleri, sindiremedikleri, bir türlü kabul edemedikleri insanları yok etmek için, böyle bir neticeye ulaşma, şu neticeye ulaşma adına, onları birer argüman olarak değerlendirdiler. İnsafları o kadardı, iz’anları o kadardı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor; إِذَا لَمْ تَسْتَحِ فَاصْنَعْ مَا شِئْتَ “Hayâsız olduktan sonra istediğini yap!” Haya hissinizi yitirmişseniz, yani kendinizi edepsizliğin akıntısına salmışsanız, bir kere de o akıntıdan artık geriye dönme imkanı kalmamışsa, yalan da söyleyebilirsiniz, iftira da edebilirsiniz, tezvirde de bulunabilirsiniz, uydurma itirafçılar da oluşturabilirsiniz, önlerine kağıtlar, kalemler de koyabilirsiniz, “Bunlar hakkında şunu şunu şunu söyleyin, bu iftiraları atın, sizi içeriye almayalım!” da diyebilirsiniz…

Her sistemi aleyhte işlettirme.. derdest edip götüren SS’leri o mevzuda vazifelendirme, onlara bir şeyler vadetme.. birilerini protesto ettirme adına ceplerine 100’er dolar koyma.. mitingler yapmak, birilerine sövdürmek, küfretmek için, onlara yığın yığın paralar verme… Bunlar, millete kan kusturularak şu anda yapılıyor. Maalesef yapılıyor. İnsanın bir yönüyle ahsen-i takvim’e mazhariyetine rağmen yapılıyor. Masum insanlara yapılıyor. Haçlılar, kadınları derdest etmemişlerdi. Bir yönüyle, çoluk çocuğu derdest etmemişlerdi. “Sen de onlara karşı sempati duyuyormuşsun galiba!” diyerek derdest etmemişlerdi. Frederik Barbaroslar, Richard’lar, Philip’ler bu ölçüde zulüm yapmamışlardı. Korkunç bir zulüm yapılıyor. Amma çok defa bu, insanlığın kaderi olduğundan dolayı, size de “El-hayru fî mâ’htârehullah” veya “fî mâ kaddarahullah” (Hayır, Allah’ın seçip takdir ettiğindedir.) demek düşüyor.

“Zuhur eden neyse, hükm-ü kader / Hakk’a tefviz-i umûr et, ne elem çek, ne keder!” “Men âmene bi’l-kader, emine mine’l-keder” (Kadere iman eden, kederden, öyle bulanık düşüncelerden emin olur.) Keder kelimesi o demektir, her üç harfe (harekeye) açık olduğundan dolayı, bulanık bir kelimedir: “Kedere-Kedire-Kedure” Her şeye açıktır. “Men âmene bi’l-kader, emine mine’l-keder” Evet, kudûretten, öyle bulanıklıktan, öyle karışıklıktan sıyrılmanın yolu, kadere iman etmektir. Levh-i mahfuz-u hakikatte ne yazılıysa, Allah neyi kaza buyuruyorsa, o mutlaka yerine gelir. Onu bir yönüyle belki yine ilm-i ilahî’deki hakikate uygun olarak, geriye çevirmenin yolu, Cenâb-ı Hakk’ın “atâ”sıdır, ekstradan lütfudur,

Bu atâ’nın en mühim vesilelerinden biri duadır. İnsanlık değişik bela ve mesâibe maruz kaldığından onları savmak için sebepler üstü dua. Evet dua, Cenâb-ı Hakk’a sebepler üstü teveccühün unvanıdır.

Sebepleri silme atma değil; oturur konuşursunuz: “Şimdi bu gaileden nasıl sıyrılırız? Seyyidina Hazret-i Yusuf gibi dibine düştüğümüz bu kuyudan çıkmanın bir yolu bir yöntemi var mı? Veya Yunus b. Metta gibi, balığın kalbinden mi, midesinden mi, ağzından mı, sıyrılmanın bir yolu var mı? Veya Üstad hazretlerinin sabır kahramanı dediği Hazret-i Eyyûb aleyhisselam gibi acaba tepeden tırnağa bu yara bereden sıyrılmanın bir yolu var mı?” dersiniz. Sebeplere riayet edersiniz, elinizden geldiği kadar. Sebeplere o kadar değer verirsiniz; çünkü izzet ve azamete perde olmuşlardır. Değişik vesilelerle ifade edildiği gibi, onları O yarattığından dolayı, O vaz’ ettiğinden dolayı, onlara belli ölçüde kıymet-i harbiyelerini bilerek saygılı olmak, Allah’a saygının ifadesidir. Fakat asıl mesele, Müsebbibü’l-Esbâb’a yönelmektir, Cenab-ı Hakk’a teveccüh etmektir.

Şimdi siz bana gelse deseniz ki, “Ben günde bir saat dua ediyorum.” Ben âcizâne onu takdirle karşılarım, derim ki “Çok iyi ama sen o meseleyi biraz daha artırsan, daha iyi olur!”. Kendini Yusuf aleyhisselam gibi kuyunun dibinde düşün! Ve sâdece bir yönüyle dua hablü’l-metiniyle, dua kovasıyla dışarıya çıkacağını hesaba kat, ne kadar dua edersin? Sürekli vird-i zebânın olmalı o senin. Biraz sonra gelip deseniz ki, “Ben her gün üç saat dua ediyorum; gezerken de!” Hatta değişik vesilelerle ifade ettiğim için, yine öyle ifade etmek istiyorum; mesela istibra ânında, o esnada bile dudaklar hep aynı şeye kıpırdanmalı.. Yani deseniz ki, “Ben günde on saat dua ediyorum, hiç durmadan; oturduğum yerde bile, ciddî bir meselenin müzakeresi söz konusu değilse şayet, dua ediyorum!” Bazen sürekli bir şeyi tekrar edip durabilirsiniz. Bazen de daha önce dediğiniz şeylere atıfta bulunarak, onları tekrar edip durabilirsiniz. Mesela, bir dönemde her şeyi istemişsiniz Cenâb-ı Hakk’tan:

اَللَّهُمَّ تَوَجُّهَكَ، نَفَحَاتِكَ، أُنْسَكَ، قُرْبَكَ، مَحَبَّتَكَ، مَعِيَّتَكَ، عِنَايَتَكَ، رِعَايَتَكَ، كِلاَءَتَكَ، حِفْظَكَ، حِرْزَكَ، حِصْنَكَ الْحَصِينَ، النُّصْرَةَ عَلَى أَعْدَائِنَا وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ * اَللَّهُمَّ اْلإِيمَانَ الْكَامِلَ، وَاْلإِسْلاَمَ اْلأَتَمَّ، وَاْلإِخْلاَصَ اْلأَتَمَّ، وَاْلإِحْسَانَ اْلأَتَمَّ، وَالصَّلاَةَ التَّامَّةَ، وَاْلاِسْتِقَامَةَ التَّامَّةَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ *

Kafiye bu..

اَللَّهُمَّ اْلإِيمَانَ، والإسلام، والإحسان، والقرآن * ربنا زدنا علمًا وإيمانًا ويقينًا وتوكّلا وتسليما وإخلاصًا، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ *

Kafiye bu..

Bir dönemde, bunları söylemişsiniz. Bu defa, bunlara atıfta bulunarak: اَللَّهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ كُلَّ مَا سَأَلْنَاكَ إِلَى اْلآنَ  “Allah’ım bu güne kadar Sen’den istediğim her şeyi, istiyorum.” Bunu derken, her gün el-Kulub’d-Daria okuyor musunuz, okumuyor musunuz? Namazda ellerinizi kaldırıp dua ediyor musunuz, etmiyor musunuz? Izdırar halinde, bazen içinizi O’na döküyor musunuz, dökmüyor musunuz? Mine’l-evvel ila’l-âhir o âna kadar deyip ettiğiniz ne kadar şey varsa, hepsine göndermede bulunarak, hepsinde Cenâb-ı Hakk’a olan, Cenâb-ı Hakk’tan olan taleplerinizi ifade etme adına, اَللَّهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ كُلَّ مَا انْتَظَرْنَا مِنْ لَدُنْكَ  Nezd-i Uluhiyetinden, fazlından, kereminden, ihsanından, Zâtından, Zâtının re’fetinden, rahmetinden, rahmâniyetinden, rahimiyetinden; Uluhiyetinin rahmetinden, rahimiyetinden, atûfiyetinden, raûfiyetinden; Rububiyetinin rahmaniyetinden, rahimiyetinden, atûfiyetinden, raûfiyetinden; Sıfat-ı sübhaniyenden, Esmâ-i Hüsna’ndan… Bunları şefaatçı yaparak, neyi istemişsem, ne beklemişsem; اَللَّهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ كُلَّ مَا انْتَظَرْنَا مِنْ لَدُنْكَ إِلَى اْلآنَ Şu âna kadar hayır adına ne dedim, ne ettimse, hepsini bir kere daha istiyorum.

Bir, doğrudan doğruya ta’dâd ederek istek ve arzularınızı ortaya koyarsınız; bir de o güne kadar “mine’l-evvel ila’l-âhir”. Hayatınızın hangi saniyesinde, bir eşref saate veya Hazret-i Pîr’in dediği gibi “bir ân-ı seyyale”ye rastladığını bilemezsiniz. Bir ân-ı seyyale içinde, gerçekten Rabbimizden bir şey istemişsiniz. Şimdi, bir göndermede, bir atıfta bulunurken, yeni bir girdi yaparken, onların hepsini birden kastetmiş oluyorsunuz. Ve hepsiyle Cenâb-ı Hakk’a dua etmiş oluyorsunuz.

Onun için, umum ve şümullü, âmm ve şâmil dualardan bir tanesi şudur:

اَللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ مِنْ خَيْرِ مَا سَأَلَكَ بِهِ عَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

“Allahım sevgili kulun ve peygamberin Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerinde, sıkıntı ânında, genişlik ânında, ailevî durumları itibariyle, falan dünyevî hususları itibariyle, hayır yörüngeli ne istemişse, hepsini Sen’den istiyorum”.

وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا اسْتَعَاذَ مِنْهُ عَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

“Allahım sevgili kulun ve peygamberin Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) her neyden Sana sığınmış, istiâzede bulunmuşsa, ondan da Sana sığınıyorum.”

Câmi, şâmil, âmm bir dua…

Bu me’surattan olan bir dua. Esasen Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle yapmış ve bunu bize talim buyuruyor.

Bu açıdan, sıkıntıların, ızdırapların, ızdırarların başına Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ile, tazarru ile, niyaz ile vurmak lazım..

Ha, bütün bütün böyle keyfinizi kaçıracak şeylere dalmak, Freud’un ifadesiyle anguazlar yaşamak, sizi kahredecek duygu ve düşüncelere balıklamasına dalmak… Bu da olmamalı. Fakat, ben, ızdırabı da esasen çok yüksek dualar gibi dua kabul ediyorum. Izdırap ve ızdırar hali.. Yani, balyozlar başınızdan aşağıya inerken, doğru, bir yönüyle sabreder, sabrın sevabını kazanırsınız.. fakat bir yönüyle de, ümmet-i Muhammed’in gelip başına musallat olan o bela ve musibetler karşısında, vicdanınız varsa, hissiyat-ı insaniyesiniz varsa, mahlukata karşı şefkatiniz varsa –ki, altı tane düsturdan bir tanesidir şefkat-. düşüneceksiniz. Bir yönüyle, düşünme sayesinde gerçekten şefkat etmek îcâb ediyor. Hani yürürken, diyorsunuz, “Aman dikkatli olun, burada karınca var!”. Yani bir yerde karıncaya basmamaya dikkat ederken, bir haşereye basmamaya dikkat ederken, beri tarafta, ayaklar altında ezilen, inim inim inleyen insanlar varsa, mü’minler eziyet altında inliyorlarsa, ızdırap çekiyorlarsa, مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların dertlerini paylaşmayan, onlardan değildir!”

Efendimiz’in bu beyanında ciddî bir tehdit var. Sen ayrı düşünüyorsun, demek ki ayrısın sen.. Senin, onlarla alakan yok. Evlâdın gibi, iyâlin gibi, eşin gibi, annen gibi, baban gibi, aile efradı arasında gerçek irtibat çerçevesinde. İrtibatını koruyabilen insanlar, aileleri içinde bir yangın varsa, içinde evladı, eşi, çocuğu tutuşmuş yanıyorsa şayet, -Hazret-i Pîr ifadesiyle- onu kurtarmaya koşarken, başka mülahazalardan bütünüyle sıyrılıp gitmeli, sadece o ızdırap ile kıvranmalı.. o ızdırarla Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmeli. Bugün İslam dünyası böyle cayır cayır yanıyor, her yerde yangınlar var. Bir yönüyle işin başında bazıları da sözde yangını söndürüyor gibi, ama işin üzerine benzinle gidiyorlar. Yangın azgınlaştıkça, onlar daha da azdırmaya çalışıyorlar. Bu manzara karşısında, değil keyiflenmek, anguazla kıvranmak da olacak iş değil.

“Zevke dalmak şöyle dursun, vaktimiz yok mateme / Davranın, zira rezil olduk bütün bir âleme!” diyor M. Akif. Değil gülmek, eğer ağlayacaksanız, o hadiseye ağlayacaksınız. Bence onu bile israf etmemek lazım. Oturup kalkıp bu derdin ızdırabını duyacaksınız. Bu dert içinize düştüğü zaman, hemen yorganı atacak, yataktan fırlayacak, kalkacak ve abdestli abdestsiz, başınızı yere koyacak, orada bir miktar inleme faslı yaşayacaksınız. “Allah’ım! Bahtına düştüm, azametine ve uluhiyetine sığınıyorum, Zât-ı Akdes’ine sığınıyorum!” diyecek, Cenab-ı Hakk’ı, O’na ait evsâf-ı âliyesi, evsâf-ı celilesiyle yâd edecek ve bunları da kapıların aralanması için bir vesile yapacaksınız. وَابْتَغُوا إِلَيْهِ الْوَسِيلَةَ emrince vesileler ittihaz edeceksiniz ve ondan sonra içinizi O’na dökeceksiniz; hep yalvaracaksınız, hep yalvaracaksınız, hep yalvaracaksınız.

Belki bunları söylerken, “Bu adam bizim hakkımızda suizan mı ediyor; dua etmiyoruz kanaatini mi taşıyor!” diyebilirsiniz. Biraz kendi müşahadelerimin tesirindeyim, beni bağışlayın. Oturduğumuz zaman bir yerde, niye dudaklarımız bununla kımıldamasın? Neden dilimiz ağzımızda bu türlü şeylerle dönüp durmasın? Neden Rabbimizle baş başa kaldığımız zaman, seccâdemiz bununla ıslanmasın?

Bilemezsiniz, “ân-ı seyyâle”nin nerede pusuya yatmış olup da sizi beklediğini bilemezsiniz.. O “ân-ı münevver”in nerede pusuya yatmış sizi beklediğini bilemezsiniz. Bütün zamanın, bir yönüyle saniyelerini, sâliselerini, âşirelerini değerlendireceksiniz ki onu yakalayasınız. Size deseler ki “Tesbihi elinize alacaksınız, bunu yüz bin defa çevireceksiniz, bu dânelerin bir tanesinde rast gelecek o ân-ı seyyâle.. ve o zaman dediğiniz her şey olacak; birden bire bakacaksınız ki, gökten bir tane asansör indi ve siz ona bindiğiniz zaman hemen misali veya hakikî cennete ulaşacaksınız.” Şayet bunu diyen zata gerçekten inanıyorsanız, hakikaten alıp bu tesbihi bir milyon kere çevirmeyi düşünmez misiniz?

Vakitli, vakitsiz, gece-gündüz, bir dakika fevt etmeden Cenâb-ı Hakk’a teveccüh, öyle bir şeydir. Eşref saati yakalamayı düşüyorsanız, bence onun peşinde olmak lazım.. Gizlemiş Allah bazı şeyleri. O eşref saat de, o münevver dakika da zamanın parçacıkları içinde gizlenmiş. Her ferdin onun peşinde olması lazım..

Bir ikincisi; şanslı yanınız itibariyle size bir şey diyeyim: Herkes arama mevzuunda ciddi davranır, bu mevzunun peşinde olursa şayet, maksat mutlaka hâsıl olur. Hani, Üstad hazretlerinin bir tabiri var: “İştirak-i a’mâl-i uhreviyye” Birinize, mesela Ümit hocaya rastlamayabilir de Safa hocaya rastlayabilir.. bilmem belki bu arada lütfeder, Kıtmir’e de rastlayabilir. Şimdi, bir yönüyle bu açıdan da umumun hakkı var gibi bir şey, umumun istifadesi söz konusu olan bir şey.

Cenâb-ı Hakk’a öyle yürekten teveccüh etmeli ki ölmeli âdeta, “Canımı al Allah’ım, ne olur, ümmet-i Muhammed’i içinde bulunduğu bu sıkıntıdan, bu ızdıraptan, bu kalaktan, bu ezilmeden, pestil gibi ezilmeden halas eyle!” mülahazasıyla!..

İştirak-ı âmâl-i uhreviye cihetiyle, madem iştirak etmişsiniz, evrad u ezkarınızı bölüştürmüşsünüz, yaptığınız duada bütün kardeşlerinizi anıyorsunuz; kimse dışta kalmıyor bu mevzuda. Ellerini açıp Cevşen’in başında veya duasını okurken, hep böyle diyor arkadaşınız:

اللهم إني أسألك لي ولإخواني وأخواتي وأصدقائي وصدائقي وأحبابي وأحبّائي، في كل أنحاء العالم وفي كل نواحي الحياة، لا سيما المغدورين، المظلومين، المحكومين، المعزولين، المضطرّين؛ وكذا جميع المؤمين المغدورين، المظلومين، المضطرّين  

“Allahım hem kendim hem de dünyanın her yanındaki ve hayatın her birimindeki kadın erkek kardeşlerim, kadın erkek arkadaşlarım, sevgili dost ve ahbabım, özellikle onlardan gadre ve zulme uğrayan, mahkûm edilen, azledilip sürgüne yollanan, ızdırar üçünde bulunanlar ve aynı şekilde bütün mağdur, mazlum ve muztarr Müslümanlar için Senden diliyor ve dileniyorum”

Kimse bu işin dışında kalıyor mu? Herkesi duanızın içine alacak şekilde dua ediyorsunuz. Şimdi, düşünün; siz burada, otuz tane insan, kırk tane insan, elli tane insan dua ediyorsunuz; iştirak-ı âmal-i uhreviye cihetiyle, birinizin duası eşref saate rastlarsa, birinizinki o mübarek ân-ı seyyâleye, münevver ân-ı seyyâleye rastlarsa, bir yönüyle, hepinizin duası arş-ı rahmette kabule karin olur. Ve Cenâb-ı Hakk da ümmet-i Muhammed’in içinde bulunduğu o gaileleri, def u ref’ eyler. Allah def u ref’ eylesin. (Amin…)

Allah Teâla, قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ “Duanız olmazsa, ne yazarsınız ki, ne ifade edersiniz ki?!” buyuruyor, Furkan sure-i celilesinin 77. ayetinde.Yine, فَادْعُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ “Dinini bütün yanlarıyla içten kabul ederek ve yalnız O’nun rızasını düşünerek Allah’a kulluk ve duada bulunun.” (Mü’min, 40/14) diyor.

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) اَلدُّعَاءُ مُخُّ الْعِبَادَةِ “Dua, ibadetin adetâ omuriliğidir.” buyuruyor.

Vakıa, namaz da bir duadır; onun tesbihatı da duadır; el kaldırıp dua etme de duadır, secde mahalli, duadır; rükû mahalli, duadır; ayakta durma, duadır. İmamın arkasında dururken, okurken onu dinleme bir esastır. Bununla beraber sessiz dururken, mülahazalarınızı niye Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazla süslemek istemiyorsunuz? İmam, sessiz okuyorsa, siz de arkasında el pençe divan duruyorsanız, öyle bir el pençe divan durma, kemerbeste-i ubudiyetle kulluğunuzu Allah’a arz etme ânında neden mülahazalarınızı Cenâb-ı Hakk’a teveccühle süslemiyorsunuz?!.

Vesselam…