Bamteli: İMTİHAN VE KUR’ÂN’IN NABZI

Bamteli: İMTİHAN VE KUR’ÂN’IN NABZI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Kuddûs isminin bir cilvesi de musibetler ve imtihanlardır; Allah, onlar vesilesiyle müminleri arındırır.

Şahsî hayatımız itibarıyla, bu sıkıntılar ve dertler, daha iyi günlere ermek/erişmek, belki “vuslat” mülahazasına girmek, “aşk u iştiyak” sevdasına tutulmak için tımar gibi bir şey. Çünkü bize ait mesâvî (kötü haller, fenalıklar), me’âsî (günahlar, isyanlar), hatîât (hatalar, yanlışlar) ve seyyiât (kötülükler, çirkinlikler), bizim ruh dünyamızda, manevî anatomimizde kalb ve vicdanı sarmış dikenler/çalılar gibi şeylerdir; Cehennemdeki zakkum gibi şeylerdir. Onlar, her zaman bize özlerindeki o zehri içirerek, bizi kalbî hayatımız, ruhî hayatımız itibarıyla felç etmek isterler. Musibetler ise, bir yönüyle ıztırar hali ve aynı zamanda ızdırap keyfiyetiyle O’na (celle celâluhu) teveccühü temin eder. Buna, o büyük zat “cebr-i lütfî” diyor, lütuf sayılan bir zorlama. Bir tokat vuruyor ama Cehennem’den yüzümüzü çeviriyor, Cennet’e döndürüyor.

Dolayısıyla bir terbiye ve tımar görüyor şahıslar. Ferdî hayatında gördüğü bu terbiye ve tımar ile iyi kötüden ayrılıyor; وَلِيُمَحِّصَ اللهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَيَمْحَقَ الْكَافِرِينَ “(O günleri insanlar arasında döndürüp durmamız,) Allah’ın (fert fert içlerindeki yanlış duygu, düşünce ve nifak tortularını arıtarak, toplum planında ise içlerindeki münafıkları ortaya çıkararak) mü’minleri tertemiz yapması ve kâfirleri derece derece imha etmesi içindir de.” (Âl-i Imrân, 3/141) beyanında ifade edildiği gibi. Allah, iyiyi-kötüden, kâfiri-mü’minden tefrik etmek için; altını, tortudan/posadan ayırıp özünü işe yarar hale getirmek için imtihanlara maruz bırakıyor. Nasıl ki, altın potalarda/ateşlerin üzerinde eritiliyor!.. Öyle buyuruyor zaten Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm, إِنَّ اللهَ لَيُجَرِّبُ أَحَدَكُمْ بِالْبَلاءِ كَمَا يُجَرِّبُ أَحَدُكُمْ ذَهَبَهُ بِالنَّارِ “Bir sarrafın altını potada eritip saflaştırması gibi, Allah da sizi belalarla imtihan edip bir kıvama getirir.” Allah; herhangi birinizi tecrübe eder, potalardan geçirir, presler ile sıkıştırır; tâ kendiniz olabilmeniz için lazım gelen her şeyi yapar. Kendiniz olabilmeniz için… İnsanın kendi olması, “ahsen-i takvîm”in hususiyetlerine göre bir keyfiyet kazanması demektir. Madem insanı -meleklerin de ötesinde- ahsen-i takvîme mazhar ederek bir “mir’ât-ı muallâ-ı mücellâ” yapmış Zâtına (celle celâluhu), insan da o mahiyete göre bir keyfiyet kazanmalıdır.

“Âyine-i idrakini pâk eyle sivâdan / Sultan mı gelir hâne-i nâ-pâka, hicap et!” dendiği gibi, âyine-i idrak pâk edilirse sivâdan, o zaman kasrına nüzul eyler Sultan. O aynada, O (celle celâluhu) görünür sürekli. Bu açıdan da insanın bela, musibet ve farklı imtihanlarla ayıklanması, değişik şeylerden arınması ve tımar görmesi, onun Cenâb-ı Hakk’a yönelmesi ve bir yönüyle O’nu (celle celâluhu) müşahedeye koyulması adına çok önemlidir. Yine o Pîr’in ifadesiyle, insanın hayvaniyetten çıkması, cismâniyeti bırakması, kalb ve ruhun derece-i hayatını hecelemesi veya ona yönelmesi ya da ona yükselmesi adına çok önemli bir ameliye-i cebriyedir. Askeri savaşa hazırlamak için, nasıl talim ettirirler; “Yat! Kalk! Ayakta dur! Hazır ol vaziyete geç! Rahat! Silahını eline al! Hedefini belirle!..” derler. Bir şeye hazırlarlar, böylece. O (celle celâluhu) da insanı hazırlamak için âdetâ bir eğitimden -“tâlim u terbiye” idi eskiden, şimdi “eğitim-öğretim” diyorlar- geçirir.

   “Bir bağ ki görmezse terbiye, tımar / Çalı çırpı sarar, hâristan olur.”

Ailevî hayatımız itibarıyla da aynı şeyler söz konusudur; içtimâî hayatımız/toplum hayatımız adına da aynı şeyler söz konusudur. Aile de bazı fertleri itibarıyla, kirlenebilir; evlat (kız-erkek), anne ve babaya ters düşebilir; onları, kendi hususiyetleriyle sindiremeyebilir. Veya onlar, bir yol bulur, Allah’a doğru yürürler de o güzergâh-ı İlahî’de anne-baba, onlara ayak uyduramadığından dolayı, onlara karşı rahatsızlık duyabilir. Çağımızda, bu, çok görüle gelen şeylerdendir. Bir dönemde belli duygu ve düşüncelerin tesirinde preslenen, daha doğrusu duygularını ve düşüncelerini yitiren ve ahsen-i takvîme kapalı hale gelen nesillerin çocukları, bir yerde bir ışık görünce, o ışığa doğru koşmaya başladılar. Işığa yaklaştıkça, hızlarını artırdılar. Bu, bir yönüyle, yoldan çıkmış, şirazeden çıkmış anne-babayı rahatsız eder bir hal aldı. Bundan dolayı engellemeye koyuldular. Bunun gibi, günümüzde yaşanan şeylerdir. Bazen, yukarıdan aşağıya bir engelleme olur; bazen de aşağıdan yukarıya doğru bir engelleme olabilir. Dolayısıyla o cebr-i lütfîler ile, “cebrî ameliyeler” ile Allah (celle celâluhu) doğru yola yönlendirmek suretiyle, âdetâ tımardan geçiriyor gibi -yani dikenleri, çalıları, zakkumları temizlemek suretiyle güllere yol açmak ve bülbüllerin şakımasına meydan oluşturmak gibi- bir zemin oluşturuyor demektir.

“Bir bağ ki görmezse terbiye, tımar / Çalı çırpı sarar, hâristan olur.” Ahsen-i takvîme mazhariyet disiplinlerini koruduğu zaman bostan iken, gülistan iken, baharistân iken, bir cennet bahçesi iken, şayet böyle terbiye-tımar görmezse, hiç farkına varmadan çalı-çırpının işgaline, dikenlerin işgaline uğrar. Bu defa o bostan, o baharistân, “dikenistan” demek dil açısından doğru değil, hâristan olur; yani diken tarlası haline gelir. Orada ne gül biter, ne bülbül öter; belki saksağanlar bile onu gördükleri zaman kaçarlar; herkesi kaçıran bir şey haline getir. Şu anda İslam dünyasındaki keyfiyet gibi bir şey olur.

Maalesef bugün, sergilenen ferdî, ailevî ve içtimâî tablo karşısında, başkaları Müslümanlığa bakınca, Müslümanlığı IŞİD’de okuyorlar, Boko-Haram’da okuyorlar, el-Kâide’de okuyorlar. Eli kanlı, gözü kanlı, düşünceleri kanlı, yürüdüğü yol kanlı, kanlı katiller… Kanlı katiller dünyası… Ve onlara silah yardımı yapanlar… Onlara arka çıkanlar, dolayısıyla aynı günahı paylaşan ve aynı diken tarlasına diken tohumu atan insanlar demektir. Onların gelişmelerine, yetişmelerine ve öyle muzır hale gelmelerine destek olanlar, aynı vebali ve aynı mesâvîyi paylaşıyorlar; dolasıyla da aynı günahın cezasını beraber çekecekler. Biri taylasanlı (sarıklı); öbürü de zangoç. İkisi de kendini Cehennem’de bulacak, birbirlerine hayretle bakacaklar. “Haydi, biz ‘Allah!’ demiyor, inkâr ediyorduk. İlhad, inkâr, küfür, Materyalizm veya Natüralizm diyorduk; kendimizi o çağlayana salıyor, bir daha da iman sahiline çıkmaya fırsat bulamıyorduk; size ne oldu?!. Başınızdaki taylasanlarla, parmaklarınızı kaldırıp Allah işaretinde bulunmanızla, size ne oldu ki bizimle beraber bu gayyaya yuvarlandınız?!.”

Evet, İslamiyet’i kötü gösterme, onu olumsuz yaşamak kadar büyük bir vebaldir. Onu, şakîlerin, eşkıyanın, kırk haramîlerin sistemi haline getirme.. hukuku ayaklarının altına alma.. adaleti ayaklarının altına alma.. sistemin cumhurî olmasını ayaklarının altına alma… Lafta Müslümanlık ile, “idarî Müslümanlık” demek suretiyle bir kısım saf-derûn kimseleri arkalarından sürüklemekle kendilerinin hak yolda yürüdüklerini zanneden, gaflette zirve yapmış insanlar!.. Bir; basirette, hakikaten marifette, aşk u iştiyakta zirve yapan insanlar vardır; İnsan-ı Kâmil’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gölgesinde insan-ı kâmillerdir onlar. Bir de bunlar var; şekavette zirve yapan insanlar.

İşte bunların tefriki gibi maksatlarla, Allah (celle celâluhu) böyle imtihanlardan geçirir. Bu açıdan, mebde itibarıyla bir bela/musibet belki bize iksirdir; fakat bir yönüyle de onun kadrini bilmeyenler için zehirdir; onu içirir. Onu bilenler için o, immün sistemini güçlendiren bir hal alır. Öyle güçlenir ki, artık veba, taun, verem, cüzzam mikropları bünyeye girdikleri andan itibaren, arkaya sinyaller göndermeye çalışırlar: “Amanın bu bünyeye girmeyin! Burada kimseye hayat hakkı tanınmıyor!” derler. Öyle pâk, arı, duru hale gelir; ilâhîlik tamamen; tamamen Ulûhiyet’e kilitlenir, tamamen Rubûbiyet’e kilitlenir. Öyle insanlar, halleri ve tavırları ile Tevhîd-i Ubûdiyet’i temsil ederler; duyguları, düşünceleri ve kalblerinin çarpmasıyla Tevhîd-i Ulûhiyet’i dillendirirler.

   Ciddî bir tetkike tâbi tutulduğunda görülecektir ki Kur’ân-ı Kerim, temelde, hep tevhîd yörüngesi üzerinde yürümektedir ve tevhîd adeta onun nabzını teşkil etmektedir.

Başından sonuna kadar Kur’ân-ı Kerim’in her tarafında tevhîd mazmununun bir nabız gibi attığı görülür. Tâ Kur’an-ı Kerim’in başından itibaren diyebilirsiniz: “Elif-Lam-Mim”. O remiz bile bir şey ifade ediyor, belki hem Tevhîd-i Ulûhiyet’i, hem de Tevhîd-i Rubûbiyet’i. Antrparantez ifade edeyim. Bu meseleyi sistematik olarak önce İbn-i Teymiyye söylemiş; sistematik hale getirip ifade etmiş. Sırf bu sistematik ifadenin ona ait olması itibarıyla bir doğruya karşı çıkmak, en büyük yanlıştır.

Evet, الم*ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ “Elif, lâm, mim. İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Rehberdir müttakîlere!..” (Bakara, 2/1-2) O Kitap; O’nda katiyen şüphe yoktur!.. İşte size Tevhîd-i Ubûdiyet adına, kulluk yapma adına bir rehber, bir reçete. ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Müttakîlere hidayettir!.. Aynı şeyi görebilirsiniz. Başta “Bismillah”ı işin içine alacak olursanız, “er-Rahman” ve “er-Rahîm”, Tevhîd-i Ulûhiyet’i ifade eden isimlerdir. Her şey kendi lisanıyla “Bismillah ve billah ve minallah, ve ilallah!” demektedir. “Bismillah, her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız.” Birinci Söz’e böyle başlayan insan da o Tevhîd-i Ulûhiyet’e öyle işarette bulunuyor.

Kur’an-ı Kerim’in neresine bakarsanız bakınız, Allah’ın Ulûhiyet’ini birleme adına bir şeyler ifade ettiğini görürsünüz. Ve neresine bakarsanız bakınız, sizin münhasıran O’na (celle celâluhu) kulluk yapmanızı dillendiren bir Tevhîd-i Ubûdiyet ile karşı karşıya kalırsınız. Bu meseleyi açık-net ifade etmeleri itibarıyla ise, İhlâs Sûre-i celilesi, Cenâb-ı Hakk’ın lâzım-ı Zâtiyesi olan sıfât-ı kemal ile tavsifi ve Zâtına münâfî noksan sıfatlardan da tenzihi ifade etmesi açısından Tevhîd-i Ulûhiyet’i takrir eder. Kâfirûn Sûresi ise, ibadet ve perestişin ancak ve ancak şerîk ve nazîri bulunmayan Allah’a mahsus olmasını ifade etmesi açısından Tevhîd-i Ubûdiyet’i takrir eylemektedir. بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ * قُلْ يَا أَيُّهَا الْكَافِرُونَ * لاَ أَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَ * وَلاَ أَنْتُمْ عَابِدُونَ مَا أَعْبُدُ * وَلاَ أَنَا عَابِدٌ مَا عَبَدْتُمْ * وَلاَ أَنْتُمْ عَابِدُونَ مَا أَعْبُدُ * لَكُمْ دِينُكُمْ وَلِيَ دِينِ “De ki: Ey kâfirler! Ben, sizin taptıklarınıza ibadet etmem ve asla edecek de değilim. Siz de zaten Benim ibadet ettiğime ibadet edenler değilsiniz, edecek de değilsiniz. Evet, ben sizin taptıklarınıza ibadet eden değilim, edecek de değilim. Siz de Benim ibadet ettiğime ibadet edenler değilsiniz, edecek de değilsiniz. (Getireceği bütün sonuçlarla) sizin dininiz size ve (getireceği bütün sonuçlarla) benim dinim de bana.” (Kâfirûn, 109/1-6) Böyle bir Tevhîd-i Ubûdiyet’i nazara veriyor. İşte böyle saf, duru, tek kapı O’nun (celle celâluhu) kapısı. Şayet o kapının tokmağına dokunmazsanız, o kapıya yönelmezseniz, o eşiğe baş koymazsanız, binlerce eşiğe baş koyma mecburiyetinde kalırsınız; o kadar çok şirke girersiniz ki!.. Türlü türlü şirklerden sıyrılmanın yolu, Tevhîd-i Ubûdiyet’tir.

Allah’ı birlemek; “Sen! Sen!” demek. إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “(Allah’ım!) Ancak Sana ibadet eder, ancak Sen’den yardım bekler ve dileniriz.” (Fatiha, 1/5) Bize öyle deme imkanını veren, lütfunda bulunan Allah’a binlerce hamd olsun!.. Bize diyor ki, “Bana ‘Sen!’ diyebilirsiniz; ‘Sen!’ diyebilirsiniz!” إِيَّاكَ “Ancak Sana…” نَعْبُدُ “Kulluk yaparız.” Ama ben yaptığım bu ferdî kulluğu öyle küçük görüyorum ki?!. Onun için hemen mütekellim me’al-gayr’a sığınıyorum; نَعْبُدُ diyorum: “Sana kulluk yaparız!” Yanımda, sağımda-solumda duran saflardaki insanları da düşünerek diyorum: Bak yâ Rab! Bunlar da bana bu mevzuda iştirak ediyorlar! Halkaları genişletiyorum; bütün küre-i arzda o esnada Ka’be-i Muazzama’ya yönelmiş ve diğer mü’minlerle bir yönüyle maddeten, bir yönüyle mânen omuz omuza vermiş kimseleri de katıyorum. Ayrıca, göklerin değişik tabakalarında aynı yöne yönelmiş Cebrail’i ile, Mikail’i ile, İsrafil’i ile, Hamele-i Arş’ı ile, Mukarrabîn’i ile, Mühimmîn’i ile el-pençe divan durmuş, Sana karşı Tevhîd-i Ubûdiyetlerini ifade edenler var. İşte benim bu âcizâne, mücrimâne, müsîâne, günahkarâne إِيَّاكَ dediğim şeyi, ben de onların içinde diyorum. Onlar diyorlar ya, o koronun içinde benim şu günahkâr sesime de teveccüh buyur!” deme manasında. Hazreti Pîr başka bir zaviyeden, aynen buna işaret ediyor.

Ama bu öyle zor bir mesele ki!.. Allah’a hakikaten Tevhîd’de bulunarak kulluk yapmak.. ibadette bulunmak.. ubûdiyette bulunmak.. bir kademe üstü, bir basamak üstü, ubûdette bulunmak; tamamen O’na (celle celâluhu) kulluk yaparken, kendinden bile sıyrılarak bütün kulluklardan sıyrılmak… Öyle bir kullukta bulunmak.. namaz kılarken “namazlaşmak”, namazın dışında her şeyi kafandan silip atmak.. oruç tutarken, orucun dışında her şeyi kafandan silip atmak.. zekat verirken, her şeyi kafandan silip atmak; “O (celle celâluhu) verdi; verdiğini, verilmesi gerekli olan kimselere veriyorum!” demek… Zaten, Cenab-ı Hak, وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ şeklindeki beyanlarıyla, “Benim rızık olarak verdiğim şeyden infak ediyorlar! Benim verdiğimi veriyorlar!” demek suretiyle, kendinizden bir şey vermediğinizi, rızkın O’ndan geldiğini ifade buyuruyor.

Her zaman yaptığın şeyde -bir yönüyle- o yaptığın şey ile bütünleşme; esasen, onu tabiatının bir derinliği haline getirme. İşte ona “ibadet”, ibadetin üstünde “ubûdiyet”, ubûdiyetin üstünde “ubûdet” demiş, erbâb-ı Tasavvuf; tabir-i diğerle “Kalb ve ruh erbâbı”, “ubûdet” demişler.

   “Sen tecellî eylemezsin perdede ben var iken / Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana…”

“Yalnızca Sana kulluk yapıyoruz.” Fakat bu öyle zor bir mesele ki!.. Biz kim, Sana kulluk yapmak kim?!. Gerçi Sen, müsaade ettin; hatta Kendine “Sen” bile dedirttin! “Siz, demeyin; Sen, deyin!” dercesine إِيَّاكَ gibi ifadeler talim eyledin. Adeta, “Kendinizi Bana, Benim yakın olduğum gibi yakın hissederek, Bana yakınımda hitap ediyor gibi, Beni kendi içinizde hissediyor gibi, إِيَّاكَ ‘Ancak Sana!..’ deyin!” buyurdun. Fakat bu çok zor; insanın bunu bütün benliğiyle, tepeden-tırnağa bütün hissiyatıyla, bütün şuuruyla dillendirmesi çok zor; bir yönüyle “ubûdiyet” adına babayiğitlik… Bunlara “ubûdiyet babayiğitleri” veya “ubûdet babayiğitleri” denir; babayiğitler bunlar. Allah karşısında durulması gerektiği ölçüde/ölçekte kemerbeste-i ubûdiyet içinde el-pençe divan duran insanlar. Onun için, ben bunu Senin istediğin ve dediğin gibi yapamıyorum.

İnsan bu mülahazalarla dolunca, sonraki ayeti de bir başka duyar: “Yine Bana ‘Sen’ diyerek şunu isteyin arkadan: وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ” Duyar ve “Bunu bihakkın yerine getirme mevzuunda da işte benim dâhil olduğum halkalardan tâ Cebrail’lerin bile içinde bulunduğu o halkalara kadar, hepsi ile beraber yardımı da yalnız, yalnız ve yalnız Sen’den istiyoruz!” demek suretiyle… Şimdi “Tevhîd-i Ubûdiyet” ifade ediyor mu etmiyor mu bu?!. Ve bir diğer taraftan da bakın aynı kelimeler içinde, aynı zamanda sadece “Sen!” var!..

“Sen tecellî eylemezsin perdede ben var iken / Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana…” (Gavsî) Ben, “Ben, ben!” diyorken, Sen, o perdede tecelli etmezsin; kalb aynasında tecelli etmezsin, ruh ve sır ufkunda tecelli etmezsin Sen. “Sen tecellî eylemezsin perdede ben var iken / Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana…” Ben, beni yok kabul ettiğim zaman Sen tecelli buyurursun. Bütün benliğimle “Ben, yokum!” deyip üzerime bir çarpı işareti çizdim; çünkü sonsuz, Sensin. Nisbî bile olsa, başka sonsuzlar olamaz. Sonsuz, Sen olduğuna göre, bana düşen şey, sıfırdır zero, zero… Bu sıfır, Sen’den soluna bir rakam istiyor. Sen, Ganiyy-i ale’l-ıtlak, Muğniyy-i Mutlak’sın; istersen 1 koyarsın sola, istersen 2 koyarsın, istersen peşi peşine iki rakam koyarsın; birden bire meseleyi 110 yaparsın; üç rakam koyarsın, 1110 yaparsın. Çünkü Sen, Ganiyy-i ale’l-ıtlak, Muğniyy-i Mutlak’sın.

Kur’an-ı Kerim baştan sona kadar, “Elif, Lâm, Mîm”den tâ قُلْ يَا أَيُّهَا الْكَافِرُونَ ve قُلْ هُوَ اللهُ أَحَدٌ hakikatine kadar o Tevhîd-i Ubûdiyet’i, o Tevhîd-i Ulûhiyet’i bize ders veriyor. Ama bu dersler, çok defa değişik şeylere bağlanarak ifade ediliyor. Bir yerde Cenâb-ı Hakk’ın Rahmâniyet ve Rahîmiyet’ine; bir yerde Mâlikü’l-Mülk olmasına, bir yerde “Din gününün sahibi” olarak sizi hesaba çekecek, teraziden geçirecek, tartacak, sevap ve günah itibarıyla muameleye tâbi tutacak olmasına bağlı değişik yönleriyle, farklı farklı şekilde ele alınıyor.

   Kalb, terakki yolunda alâka ve iltifat bekliyor; gözümüzün içine bakarak, adeta “Benim kapımın ziline ne zaman dokunacaksınız?” diyor!..

Cenâb-ı Hak, hakiki “Tevhîd” ufkuna bizi i’lâ buyursun!.. Tevhîd-i Ulûhiyet ve Tevhîd-i Ubûdiyet’le taçlandırsın! Hep O’nu birleyelim ve o Bir’e kullukta sabit-kadem olalım!.. Başımız, O’nun kapısının eşiğinde olsun!.. Elimiz, kapısının tokmağında olsun!.. Namaz ile, oruç ile, zekat ile…

Öyle olmazsa, şöyle buyuruyor, Söz Sultanı Hazreti Sâhib-kırân, Sultan-ı Zî-şan, aleyhissalâtü vesselam: وَرُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلَّا السَّهَرُ والتعب “Nice ayakta duranlar, ‘Namaz kılıyorum!’ diye belki sabahlara kadar ayakta duranlar vardır ki, yanlarına yorgunlukları ve uykusuzlukları kâr kalmıştır!” رُبَّ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلاَّ الْجُوعُ وَالْعَطَشُ “Nice oruç tutanlar da vardır ki, yanlarına kâr kalan, sadece susuzlukları ve açlıklarıdır!”

Dolasıyla o işin ruhu, meseleyi O’nun (celle celâluhu) ile irtibatlandırmaktır. Evet, o işin ruhu, meseleyi O’nun ile irtibatlandırmaktır… O’nun ile irtibatlandırmadığınız zaman, yaptığınız ibadet ü taat, ölüdür. Ve bu ölülük, sizin cismaniyet âleminize, maddî anatominize de -bir yönüyle- akseder. إِنَّ الْمُنَافِقِينَ يُخَادِعُونَ اللهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْ وَإِذَا قَامُوا إِلَى الصَّلاَةِ قَامُوا كُسَالَى يُرَاءُونَ النَّاسَ وَلاَ يَذْكُرُونَ اللهَ إِلاَّ قَلِيلاً “Münâfıklar Allah’ı aldatmaya çalışırlar, Allah da onların hilelerini ve oyunlarını bozar. Onlar namaza kalkarken üşene üşene kalkarlar, müminlere gösteriş yaparlar. Yoksa aslında Allah’ı pek az hatırlarlar.” (Nisâ, 4/142) dendiği gibi, Allah muhafaza, namaza kalktığınız zaman, esneme.. abdest alırken, ayrı bir zahmet hissi duyma.. uykudan uyanırken, elli defa gerinme… Bu, sizin o manevî anatominizdeki arızaların, maddî anatominize de aksetmesindendir. Ve Kirâmen Kâtibîn hazretleri meseleyi yazarken böyle yazarlar: “Esnedi, gerindi, dalgınlığa düştü, kendini saldı!..”

Ama antrparantez arz edeyim: O (celle celâluhu) Erhamü’r-Râhimîn, Rabbu’l-âlemîn’dir. إِنَّ رَحْمَتِي سَبَقَتْ غَضَبِي “Şüphesiz rahmetim, gazabıma sebkat etmiş, onu geçmiştir.” hadîs-i kudsîsiyle veya Kur’an’da, وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ “Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır.” beyanıyla ifade edildiği üzere, Allah’ın rahmeti vâsi’dir, çok engindir. O (celle celâluhu), böylelerini de affedip “Haydi sen de geç yaramaz çocuk!” diyebilir. O’nun (celle celâluhu) rahmetine tahdit koymaya kalkmayalım. Falanın-filanın bu mevzudaki eksik, kusurlu, düşe-kalka kulluğunu, o kişinin yüzüne kirli paçavra gibi vurmayalım! O kadarcık, o kadarcıkla bile onu ye’se atmayalım! Yapacaksak şayet, öylelerinin içinde, meselenin birkaç adım ötesinde daha derinine açılma duygusunu uyaralım. Kalbi tembih edelim!.. Kalb, bizim gözümüzün içine bakarak, adeta “Benim kapımın ziline ne zaman dokunacaksınız? Ne zaman ‘Daha yukarılara bak! Sır, de; Hafî, de; Ahfâ, de; Hû, de, O’na müteveccih ol!’ diyeceksiniz?!.” demektedir. Gözümüzün içine bakmaktadır, bir yönüyle.

Bu açıdan da iyi yapanlar, yaptıkları şeyler ile fahirlenmemeli; bir taraftan da diğerlerinin düşe-kalka kullukta tavırlarını gördükleri zaman, yağlı paçavra gibi onların suratlarına çarpmamalıdırlar. حُسْنُ الظَّنِّ مِنْ حُسْنِ الْعِبَادَةِ Hadis-i şerif, “İnsanlar hakkında hüsn-ü zanda bulunmak, ibadetlerin en güzelidir!” Güzel bir ibadet ortaya koymak, sergilemek istiyorsanız, elden geldiğince çok küçük şeylerinden dolayı bile insanlar hakkında hüsnüzan etmeye bakın. Diğer taraftan, بِحَسْبِ امْرِئٍ مِنَ الشَّرِّ أَنْ يَحْقِرَ أَخَاهُ الْمُسْلِمَ “Bir insana, mü’min kardeşini hakir görmesi, günah olarak yeter!” ikazını unutmayın!.. Mü’min kardeşini hakir görmesi, insana günah olarak yeter!..

   “Ben kim, Kur’ân’ı doğru anlamak nerede ama yemin ederim bazen namazın içinde okurken O’nun beyanındaki güzellik karşısında külahımı atasım geliyor!..”

Hazreti Üstad, eserlerinde Kur’an’ın önemli bir hususiyetine şöyle dikkat çekmektedir: “Kelâmların hüsnünü artıran ve güzelliğini fazlaca parlatan belâgatın esaslarından biri de şudur ki: Bir havuzu doldurmak için etrafından süzülen sular gibi, beliğ kelâmlarda da zikredilen kelimelerin, kayıtların, heyetlerin tamamen o kelâmın takip ettiği esas maksada nâzır olmakla onun takviyesine hizmet etmeleri, belâgat mezhebinde lâzımdır. Birinci Misal: وَ لَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ olan âyet-i kerime nazar-ı dikkate alınırsa görülür ki: Bu kelâmdaki maksat ve esas, pek az bir azap ile fazla korkutmaktır. Ve bu kelâmda olan mezkûr kelimeler ve kayıtlar, tamamen o maksadı takviye için çalışıyorlar.” “Bir İcaz Hecelemesi”nde Kıtmîr, başta Hazreti Pîr’in de misal olarak gösterdiği mezkûr ayet-i kerimeyi söyledikten sonra, o blokaja dayandırılarak bütün Kur’an ayetlerinin serdedilebileceğini belirtmiştim. بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ * الم * ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ayetlerinden tâ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ beyanına kadar farklı örneklerle bunu göstermek mümkündür.

Kur’an-ı Kerim’de seçilen kelimeler, esasen -bir yönüyle- “iç musiki” açısından mazmunu seslendirme itibarıyla o kadar uyum içindedir ki, zevk-i selim sahipleri bunu anlarlar. Biraz edebiyattan anlayan, biraz nazımdan anlayan, biraz musikiden anlayan insanlar, bunu çok iyi anlarlar. Hatta burada şimdiye kadar denmemiş bir şeyi arz etmek istiyorum: Belki o kıraat-ı Aşere-i meşhûre de -bir yönüyle- bu değişik meselelerin hakikaten kendi özlerine uygun, mazmuna-mantuka uygun seslendirilmesi adına bir kısım argümanlardır. Çünkü çok farklı farklı anlayışta, dilde, aksanda insanlar vardı. Meseleleri çok farklı farklı ifade ediyorlardı. O farklı farklı ifadede aynı mazmunun o sese, o soluğa göre ifade edilmesi çok önemlidir. Ama bizim gibi, milletimiz gibi ümmî insanlar bunu gerektiği gibi kavrayamayabilirler. Bizim milletimiz diplomalı bile olsa, ümmî; çünkü esasen o dili temel incelikleri ile bilmiyor.

Bir de o dilin bilinmesi yetmez; Tâbiîn bile Sahabe gibi anlamıyordu o dili. Tebe-i Tâbiîn de Tâbiîn gibi anlamıyordu. Onun için Câbirî, çok haklı olarak diyor ki: “Bir dönemde Arap dilinin aslını araştırmak üzere şurada-burada çadır kurmuş kimseler, eski Araplara müracaat etme yerine, keşke Sahabe-i Kiram efendilerimize müracaat etselerdi!” Dilin -bir yönüyle- büyüleyici esprisini o zaman yakalamış olacaklardı. Allah, öyle bir dil ile, Sarfî, Nahvî, Me’ânî, Beyânî, Mantıkî, öyle bir dil ile murad-ı Sübhânîsini ifade ediyor ki, benim gibi bir çobandan meseleyi çok yüksekçe idrak eden/anlayan insana kadar herkes ona bakınca, “Yahu bana hitap ediyor gibi!..” diyor. Filozof, “Bana hitap ediyor gibi!” diyor; ben de bakınca öyle diyorum. Hakikaten ben kim, onu doğru anlamak kim ama yemin ederim bazen namazın içinde okurken külahımı atasım geliyor; “Allah’ım! Bu ne büyüleyici ifadedir! Bu nasıl elimi kolumu bağladı benim. Denemez bir şey diyorsun burada; bunu ancak Sen dersin!” Kaldı ki ben kim, ona ait o incelikleri bütünüyle anlamak kim?!. Fakat öyle bir şey ki, bencileyin çobanlar bile ona baktıkları zaman, onun kendine has ulviyetini, kendi ufukları açısından, kendi gez-göz-arpacıkları açısından, sanki kendilerine inmiş gibi anlayabiliyorlar. Ama yukarılarda, yukarıların yukarısında, yukarıların yukarısında ve artık yukarısı olmayan bir noktada, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm da “Bana inmiş!” diyor, Ebu Bekir “Bana inmiş gibi!” diyor, Hazreti Ömer “Bana inmiş gibi!” diyor, sallallâhu aleyhi ve sellem ve radıyallahu anhüma.

Evet, baştan aşağıya Kur’an Tevhîd’i anlatıyor. İster o Tevhîd-i Ulûhiyet’i, ister o Tevhîd-i Rubûbiyet’i ve isterse de o Tevhîd-i Ubûdiyet’i, “dâll bi’l-ibâre” ile, “dâll bi’l-işâre” ile, “dâll bi’l-iktiza” ile ve mazmunda münasebet geldikçe, “Burada bu mesele şöyle ifade edilmeli! Müstetbe’âtü’t-terâkibe uygunluk içinde şöyle denmeli!” dercesine nazara veriyor. Bunlar ıstılahî şeyler… Sözün bir akış şekli vardır; o akış şekline göre, “Burada Tevhîd-i Ubûdiyet şöyle ifade edilir; Tevhîd-i Ulûhiyet de şöyle ifade edilir!” şeklinde sürekli o iki temel unsur ortaya konuyor. Çünkü çok önemli bir mesele…

   Neticede böyle bir nimete nail olmak varsa, ki var, bütün çekilenlere değmez mi?!.

Zira Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de, وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ “İns ve cinni, Bana kulluk yapsınlar diye yarattım!” (Zâriyât, 51/56) buyuruyor. Ubûdiyet, bakın!.. İbn Abbas hazretleri, bu ayete mana verirken, وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ yani لِيَعْرِفُونِ diyor; anladığı manaya göre “Beni bilsinler diye!” Bildiğiniz zaman, azametine uygun, O’na, مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ “Ey bütün mahlûkat tarafından bilinen Rabbimiz, Seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık!” der misiniz, demez misiniz?!. مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ “Ey ibadete layık yegâne Ma’bud, Sana hakkıyla ibadet edemedik!..” der misiniz, demez misiniz?!. مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يَا مَحْمُودُ “Ey her dilde meşkûr olan, bütün hamd ü senalara yegane layık bulunan Rabbimiz, Sana gereğince şükredemedik, hamd ü senada bulunamadık!..” der misiniz, demez misiniz?!.

Cenâb-ı Hak, وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ ayetinden sonra مَا أُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا أُرِيدُ أَنْ يُطْعِمُونِ “Ben onlardan nafaka istemiyorum; Beni yedirip beslemelerini de istemiyorum.” (Zâriyât, 51/56) buyuruyor: “Ne zannediyorlar; Ben, onlardan bir şey mi istiyorum, rızık mı istiyorum! Bana bir şey versin, yedirsinler mi istiyorum!.. Bana kulluk yapsınlar. Ahsen-i takvîme mazhar olarak yarattım; kulluğu yerine getirdikleri zaman, mahiyetlerine göre bir davranış sergilemiş ve yaratılış gayesine uygun yaşamış olacaklar. Fânî dünyaya bedel, ebed için yaratılmış ve Ebedî Zat’tan başka biri ile tatmin olmayan kullarıma, bir de ebediyet yurdu hazırladım. Bir de ebedî Zât’ın cemalini görme istidat ve kabiliyeti verdim. Dünyada onlar, kendi içlerinde o iştiyakı uyardıklarında, Ben, onları yalancı çıkarmayacağım. Onlar, o iştiyak ile hayatlarını geçirmişler ise şayet, ‘Evet kulum! Sen hep iştiyak ile oturdun-kalktın; ‘Göreyim, göreyim, göreyim!’ dedin. İşte şimdi gör!..’ diyeceğim.”

Bütün kâinata serpiştirilmiş, farklı farklı yerlerde, farklı farklı tecelli dalga boylarıyla tecelli eden o güzelliklerin bütününü, bir yönüyle mehtabı seyrediyor gibi, seyretmede insanlar bayılırlar. Çok tekerrür eden Bed’ü’l-Emâlî’nin sözüyle ifade edelim: يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ “Bî kem u keyf, mü’minler, O’nu (celle celâluhu) görürler.” فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ “O’nu görünce de Cennet’in bütün nimetlerini unuturlar.” Huriler arkadan bağıradursunlar.. ırmaklar çağlayadursunlar.. bülbüller ötedursunlar.. meyveler şakır şakır aşağıya döküledursun veya -Kur’ân’ın ifadesiyle- burunlarının dibine yaklaşadursunlar… Unuturlar bunları, kendilerinden geçer ve bayılırlar.

Allah, sizi-bizi o ufka ulaştırsın!.. Çekilen şeylerin çekilmelerine mukabil, katlanma gücünü Allah ihsan eder de katlanırsak, Allah’ın izni ve inayetiyle, yürüdüğümüz yolu doğru bilerek sabit-kadem olursak, kaybedilen şeyler, bunlar!.. Diyelim ki, -mesela- Kıtmîr’in hiçbir zaman dünyada bir dikili taşı olmadı. Yani, bir tane kara sarayım, bir tane ak sarayım, bir tane mavi sarayım, bir tane pembe sarayım olsaydı!.. Fakat bunlar ebediyette Cenâb-ı Hakk’ın teveccühleri ve teveccühlerinin değişik şekilde temessülleri karşısında ne yazardı ki?!. Ee size soruyorum, bir şey yazar mı?!. Âhh ak saraya, kara saraya, pembe saraya, turuncu saraya kafasını kaptırmış, başı dönmüş, bakışı bulanmış, zavallılar!.. Zavallılar!.. Allah, gözlerini açsın, kalblerini irfan ufkuna tevcih buyursun; ebediyet âlemine layık olma yollarını göstersin ve onları da “şehrâh-ı Muhammedî”ye hidayet eylesin!.. Vesselam.