Musibetten Hakikî Tevhide Giden Yol

Musibetten Hakikî Tevhide Giden Yol
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Maruz kalınan belâ ve musibetlerin hakikî tevhide ulaşmada bir rolü var mıdır?

Cevap: Tevhid-i hakikî, sebepler dünyasında yaşayan ve zahiren onların hazırladığı şatafatla kuşatılan insanın, iradî olarak kendini çevreleyen bütün bu sebeplerden sıyrılması, sıyrılıp “Allah” demesi, O’nun mutlak kudret ve iradesini her bir hâdisede müşahede edebilmesidir. Böyle bir bakış açısını büyük ölçüde kalb ve ruh ufkunun kahramanı büyük zatlar yakalayabilmişlerdir. Onlar, kendi üzerlerine bir çarpı çekip nefyettiklerinden ve kendilerini görmediklerinden ötürü hep O’na yönelmiş, görülmesi gerekli olanı görmeye kilitlenmişlerdir. Onlar, hâdiselerin çehresinde sebepleri değil, sebepleri var eden Müsebbibü’l-Esbâb’ı görmüşlerdir.

Cebr-i Lutfî Tevhide Yöneliş

Biraz daha açacak olursak; hakikî tevhid, insanın, sebepler dairesi içinde yaşadığı ve çoğu defa bu sebeplerin etkisiyle başı dönebileceği, bakışı bulanabileceği bir durumda olduğu hâlde, hiç sarsılmadan, sapması olmayan bir ibre gibi hep Müsebbibü’l-Esbâb olan Allah’ı (celle celâluhu) göstermesi demektir. Ancak hayatın normal akışı içerisinde milim sapmayan bir ibre gibi hep O’nu gösterme ufkunu yakalama oldukça zordur. Fakat أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ “Muztar dua ettiği zaman, onun duasına icabet eden, başındaki sıkıntıyı gideren kimdir?” (Neml sûresi, 27/62) âyet-i kerimesinde de ifade buyrulduğu üzere, insanlar çoğu zaman belâ ve musibetlerle sarsıldığı, sebeplerin bi’l-külliye sukut ettiği, tutunacak bütün dalların ellerinden uçup gittiği zamanlarda zarurî olarak yüzlerini Allah’a (celle celâluhu) çevirirler. İşte kolu kanadı kırılmış ve yapacak hiçbir şeyi kalmamış muztar durumdaki insanlar, her şeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi bir Zât’ın ancak kendilerine yardım edebileceğini idrak eder ve tam bir konsantrasyonla O’na yönelirler. Evet, sebeplerin tamamen sukut ettiği yerde insanlar, vicdanlarını dinledikleri zaman, O’nun fevkalâdeden rahmet tecellilerinin kendilerini sarıp sarmaladığını ve sıkıntılara karşı kendilerini sıyanet buyurduğunu hissederler. İşte böyle bir anda insan, sebeplerin sadece bir perdeden ibaret olduğunu, perdenin arkasında ise Mutlak Kudret ve İrade’nin bulunduğunu anlar ki, bu da hakikî tevhide açılan bir pencere demektir.

Tevhit Nuru İçinde Ortaya Çıkan Ehadiyet Sırrı

Hazreti Yunus İbn Mettâ’nın (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) kıssası bu konunun anlaşılması adına güzel bir misaldir. Bildiğiniz üzere balık tarafından yutulan Hazreti Yunus (aleyhisselâm), bütün sebeplerin sukut ettiği bu noktada, لَا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Sen’den başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendime zulmedenlerden oldum.” (Enbiyâ sûresi, 21/87) niyazıyla Allah’a yönelmiş, O’nu tesbih u takdiste bulunmuştur. Bu da onun kurtuluşuna vesile olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri, Lem’alar’da bu meseleyi enfes bir şekilde tahlil etmiştir. Vâkıa bazıları ülfetten ötürü onun konuyla ilgili açıklamalarını basit görseler de tevhit hakikati ve iman esaslarına bakan yönüyle gerçekte o açıklamalar çok derindir.

Hazreti Yunus (aleyhisselâm),  Cenâb-ı Hakk’a karşı bir arzuhâlde bulunmuş, içine düştüğü durumu arz etmiştir. O, Ninova’dan ayrılmasını, bir emir gelmeksizin kavmini terk etmesini,  gemiye binip uzaklaşmasını vs. mülâhazaya almış; başına gelen felâketlerin kendi kusurlarından kaynaklandığını düşünüp derin bir muhasebe içine girmiş, sonra da O’nun kapısının tokmağına dokunmuştur. Çünkü esbabın bi’l-külliye sukut ettiği bir anda, gecenin karanlığından, denizin ürpertici hâlinden ve balığın karnından onu ancak Allah kurtarabilirdi. Onun bu tazarru ve niyazıyla birlikte nur-u tevhid içinde Hakk’ın hususî teveccühü mânâsına sırr-ı ehadiyet zuhur etmiş, bir anda bütün karanlıklar yırtılmış, sebeplerin tesiri yok olmuş ve Hazreti Yunus (aleyhisselâm) sahil-i selâmete çıkmıştır.

Hazreti Yunus (aleyhisselâm), bir peygamber olması hasebiyle böyle bir musibet anında ne yapması gerektiğiyle ilgili Cenâb-ı Hak’tan hususî bir mesaj da almış olabilir. Zaten yaşanan hâdise bir mucizedir. Çünkü normal şartlarda bir insanın, balığın karnında hayatını sürdürmesi mümkün değildir. İnsan tabiatı, oksijensiz bir ortamda yaşamaya müsait yaratılmamıştır. Fakat o, Allah’tan aldığı bir mesajla asla ümitsizliğe düşmemiş, O’na tam bir teveccühte bulunmuş ve hâlis bir tevhit şuuruyla O’na yönelip kurtuluşa ermiştir.

Belâ Enstrümanlarından Tevhit Nağmeleri

Hazreti Yunus’un (aleyhisselâm) yaşadığı gibi bizler de kimi zaman fert planında, kimi zaman da aile ve oymak çapında belâ ve musibetlerle karşı karşıya kalabiliriz. Hatta bazı durumlarda topyekûn bir millet ıztırar hâli yaşayabilir ve çaresizlikle kıvranabilir. İşte önemli olan, yaşanan bütün bu sıkıntıların ciddî bir tecessüs ve tefahhus hissiyle süzülmesi; süzülüp doğru okunması, doğru değerlendirilmesi ve musibetlerin ışığı altında gerçek tevhide ulaşan yolun aydınlatılmasıdır. Zira abes iş işlemekten münezzeh ve müberra olan Allah (celle celâluhu), böyle bir çaresizliği, önemli bazı kazanımlar elde edilmesi için yaratmış olabilir. Eğer bunun farkına varılır, yaşanan sıkıntılar rıza ile karşılanır ve maruz kalınan çaresizliğin sevkiyle Cenâb-ı Hakk’a tam teveccüh edilebilirse, dünyanın mamur hâle getirilmesi ve ahiretin kazanılması mümkün olacaktır. Burada yaşanan sıkıntıların, ahirette geriye dönüşü çok farklı olacaktır. Orada, damla deryaya, zerre de güneşe dönüşecektir.

Evet, belirli bir düşünce veya hareket içinde yer alan insanların bir kısım musibetlerle hırpalanması zahiren onlar adına şer gibi görülebilir. Fakat Allah (celle celâluhu), bu tür imtihanlarla onların yüzünü Kendisine çevirmeyi murat buyurmuş olabilir. Iztırar hâlleri, onların hakikî tevhide ulaşmaları adına bir fırsat kapısı aralayabilir. Bundan dolayıdır ki belâ ve musibetler başa geldiğinde onları, Allah’ın bir lütfu olarak görmeli ve “Gelse celâlinden cefâ, / Yahut cemâlinden vefa, / İkisi de cana safâ, / Sen’den hem o hoş, hem bu hoş.” demelidir. Evet, maruz kalınan belâ ve musibetlerin O’ndan geldiğinin farkına varılıp rıza ile mukabele edildikten sonra, gelenler ister meltem, isterse fırtına olsun, neticesi itibarıyla hep hayırdır.

Ferdî, ailevî, içtimaî sıkıntıların, bir uyanışa ve Allah’a yönelişe vesile olabilmesi için, hâdiselere bu şuurla bakılması, en azından bu şuurla bakabilecek bir canlılık ve hayat emaresinin olması gerekir. Hasta yoğun bakıma kaldırılmış olsa bile, eğer onun kalb ve beyin ölümü gerçekleşmemişse, verilecek bir elektrik şokuyla onun tekrar hayata döndürülmesi mümkün olabilir. Günümüzde de Müslümanların yaşadığı coğrafya, yoğun bakımda hâlâ hayat emaresi taşıyan bir hastaya veya büyük bir trafik kazası geçirdiği hâlde henüz kalb ve beyin ölümü gerçekleşmemiş bir kazazedeye benzemektedir. Her ne kadar bu hâliyle o, mâlûl olsa da, kalb ve beyin ölümü gerçekleşmediği için bir gün belini doğrultması mümkün görünmektedir. Bunun için de ciddî bir şok uygulamasına ihtiyaç bulunmaktadır.

Geçmişten bugüne Cenâb-ı Hak, belâ ve musibetlerin cenderesinde kendisine teveccüh eden insanları nice kere ekstra inayet ve lütuflarıyla yeni bir dirilişe mazhar kılmıştır. Bugün de O (celle celâluhu), bizim neslimizi böyle bir uyanışa namzet hâline getirebilir. Yeter ki biz, belâ ve musibetleri doğru okuyup, ıztırar ruh hâliyle, acz u fakrımızın şuurunda olarak tam bir teveccühle O’na yönelelim!..