Bamteli Yeni – Zamanın Tefsiri ve Yolumuzun Usûlü

Bamteli Yeni – Zamanın Tefsiri ve Yolumuzun Usûlü

Soru: Muhterem Efendim, Sofilik belli meşrepler ve illa tarikat mesleğinde yürüyenler için mi mevzu bahistir? Bunun haricinde de sofi hayatı yaşamak mümkün müdür?

Cevap: Tarikat ve o tasavvuf kurallarına ait bir kısım ekollerin oluşması, daha ziyade 2. 3. asra mahsus şeyler. Vakıa, bu sofilerden diyelim nakşiler, sahabeden birine bağlı olduklarını söylemişler, Kadirîler birine bağlı olmuştuklarını söylemişler. Alvar imamının o silsile-i zehebde orada söylediği şey de, Efendimiz’e tabalar, manzum.

“Habibullah Muhammed Mustafa’dır,

Aliyyullah Veliyyü’l-Mürteza’dır.

Veliler Serveri Sıddık-ı Ekber,

Anı tafdil eder Zât-ı Peygamber.

Ömer’dir Şems-i Nûr-u Adalet,

Bu ümmet-i beşeriyeye delalet.

O Zü’n-Nûreyn olan Hakk-yâr-ı Osman,

Güneş gibi yüzünde Nûr-u Rahman.”

 

..Ve sonra Kasım İbn Muhammed’e gelir. Hazreti Ebû Bekir’in, Hazreti Osman Efendimiz’in şehadetinde de kısmen parmağı olan, sonra vazgeçen, nedamet eden Muhammed ismindeki oğlu… Onun oğlu Kasım… Hazreti Ebû Bekir’den Muhammed, Muhammed’den Kasım… O harika bir insan. “O Kasım İbn Muhammed pek güzeldir, inayet ü keremi lem-yezeldir.” Ta kendine kadar silsileyi getirir Hülâsatü’l-Hakâik’ında.

 

Şimdi böyle… Bunlara ulaştırmışlar da esasen sufîlik; o derin kalbî ve ruhî hayat, devr-i risaletpenâhide doruk noktada yaşanmış. O insanların hepsi velidir, bilâistisna. “خَيْرُ القُرُونِ قَرْنِي أَنَا الَّذِي فِيهِ، ثُمَّ الَّذِي يَلُونَهُمْ” buyuruyor. Bu iki asırda şüphe yoktur: Bir, içinde bulunduğu; Hazreti Rûhu Seyyidü’l-Enâm’ın içinde bulunduğu asır. İki, onu takip eden asır.

Bu dönemde yaşayan insanların hepsi evliyadır. Seyyidina Hazreti Ali döneminde; Hâricîler, Nasîbîler ve meseleyi ırkçılık mülâhazalarına bağlayan bir kısım Emevîler… Belki onlar o mevzuda kayıplara uğramışlar, bazı şeyleri kaybetmiş olabilirler. Fakat genelde meseleye öyle bakmak lazım.

Fakat o zaman mesele isimsiz müsemmadır. Yani öyle büyük insanlar vardır ki, huzuruna gittiği zaman huzurun insibağıyla birdenbire bulunduğun arzdan evc-i kemalata çıkabilirsin. Yani Hazreti Ebubekir Efendimizle bir kere diz dize gelmek yeter. Hazreti Ömer Efendimizle diz dize gelmek, Şah-ı Merdan, Haydar-ı Kerrar, Damadı Nebevi, Seyyidina Hazreti Ali ile bir kere diz dize gelmek yeter. Uçururlar sizi. Sema-i kemalata uçururlar sizi. Fakat o zaman bunlar isimsiz müsemma böyle. Tarikat-ı Aliyye, Tarikat-ı Ebubekriye, Tarikat-ı Ömeriye, Tarikat-ı Osmaniye, Tarikat-ı Kasımiye yok yani o dönemde. Fakat bu disiplinler daha sonra onların ortaya koydukları yaşama tarzları, üslupları, Allah’la münasebetleri, Allah’ın onlara olan muamelesi, ibadet-ü taattaki hassasiyetleri, tefekkür ufukları, tedebbür keyfiyetleri ve enginlikleri ile ele alınarak bu defa işte bir şahıs tarafından bir yönüyle o “الطُّرُقُ إِلَى اللهِ بِعَدَدِ أَنْفَاسِ الخَلَائِقِ”. Biraz meşrebinin belirlemesine, zevk ufkunun belirlemesine, idrak ufkunun belirlemesine, içtihat kabiliyetinin belirlemesine göre bir yol, bir yöntem belirliyor burada. Fakat asıl mesele o menhelü’l-azbi’l-mevrud, o suyu hiçbir zaman, suyu değil, kevseri, kevseri hiçbir zaman bulanmayan kaynak onlar, onlardan alıyor. Fakat biraz meşrebinin, biraz mezakının, biraz kabiliyetinin, biraz istidadının rengini, şivesini, kimyasını işin içine katıyor, bir şey oluyor yani. Diyelim ki Ethemi oluyor, Füzeyliyye oluyor o. Onlar döneminde yok yani, o büyük zatlar uçan insanlar ama fakat uçtuklarının farkında bile değil, o da ayrı bir mesele.

Evet, bir zamanlar İslam’ın o kalbi ve ruhi hayat meselesi böyle isimsiz müsemma olarak yaşıyor. Daha sonra belli şahıslar o meseleyi sistematik hâle getiriyorlar, arz ettiğim hususlar çerçevesinde. Evet, şuna bağlı olarak, şuna bağlı olarak, şuna bağlı olarak öyle bir sistem kuruyorlar. Yani Hz. Pir’in, bu arada Nakşilerden ayrılış hususunun ifadesi sadedinde diyor ki, Nakşilerin dört esası var, malum esasen on tane esas var da orada, fakat önemli şey insanın şahsına ait. “Der tarik-i Nakşibendî lazım âmed çâr terk / Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk” diyor. Hz. Pir kendi zamanı itibarıyla, enaniyetin belli ölçüde kendisini kabul ettirmesi ve dayatması karşısında onun çok zor olduğunu görüyor. Ne demek o yani? Dünyayı terk edeceksin, ukbâ mülazasından da sıyrılacaksın, böyle cennet diyeceğine “c” aklına geldiğinde Cenab-ı Hak diyeceksin, hemen yol değiştireceksin. Ukbâyı da terk edeceksin, kendini de terk edeceksin, “Bak ben dünyaya meyletmedim, terk ettim, âhireti de terk ettim, hiç düşünmüyorum bunları, sonra kendimi de terk ettim, bu da, bu ne büyük şey, yani şu mazhariyete bak” filan aklına gelebilir. Şimdi önemli bir şey daha diyor, “terk-i terk” diyor orada. Bu terkleri bile unutacaksın, sana diyecekler ki, “Yahu sen hiç şimdiye kadar cennet mülazasında bulunmadın.” “Hatırlamıyorum.” diyeceksin, bu kadar. “Hiç böyle dünyayla alakalı bir şey söylemedin sen.” “Hatırlamıyorum ben.” diyeceksin. “Yahu birader başına basıyorlar, omzuna biniyorlar, senin dinine hizmet ederken yapmadık şeyi bırakmıyorlar.” “Ha, öyle mi oldu, öyle bir şey mi oldu yani benim için?” Evet, bu kadar, seni terk ediyorsun. Fakat enaniyetin çok ileriye gittiği, çok ciddi dayatmaların olduğu bir dönemde meseleler buna bağlanacak olursa çok boncuklama olur. Böyle durup dururken doğru yolda yürüyenler bile, “Yahu yürünmez bu yol yani, ‘Usr’ bu.” Şimdi Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vaz ettiği bir disipline bağlı olarak: يَسِّرُوا وَلَا تُعَسِّرُوا وَبَشِّرُوا وَلَا تُنَفِّرُوا. Evet, kolaylaştırın zorlaştırmayın, müjdeleyin, tenfir ettirmeyin.

Meseleyi hep böyle cehenneme, azab-ı ilâhîye, Allah’ın kahretmesine bağlamayın. Biraz da teveccühât-ı Sübhâniyye’ye, Rahmâniyyet-i Sübhâniyye’ye bağlayın, meseleleri öyle çocuğa anlatıyor gibi. Onun için diyor ki, kendisi de burada kendisinin de bir yolu var, tarikat diyorlar, o da yine tarik sözüyle anlatıyor. “Der tarik-i aczmendî lazım âmed çâr çiz / Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz”. Dört tane şeye sarılmak lazımdır.

Acz-i Mutlak: Diyeceksin ki, ben mutlak acizim, ama burada bakın böyle bir “şunu terk etme, bunu terk etme” yoktur. Öyleyse eltaf ı ilâhî, Cenâb-ı Hakk’ın değişik tecellî dalga boyunda gelip bana ulaşan şeylerdir.

 

Fakr-ı Mutlak: Hiçbir şeyim yok, sermayem yok ama bu bir şey de bir nâzımda ifade edildiği gibi, Allah’ın izni ve inâyetiyle, insanlığı içine alabilecek bir örümcek gibi yuvalar örmeye Cenab-ı Hak muvaffak kılıyor, yani. Ne ile muvaffak kılıyor? Sermayeyi o veriyor. Bizi orada o mevzuda çalıştırıyor, istihdam buyuruyor.

Şevk-i Mutlak: Madem yani aczimize rağmen bu kadar eltaf-ı sübhâniyede bulunuyor, fakrımıza rağmen bu kadar gınasıyla bizleri teyit buyuruyor. Sizin duada hep dediğiniz gibi “havlen ve kuvveten min ledünke.” Sizi ledünn-i sübhânîsinden havl ve kuvvetle teyit buyuruyor. Dolayısıyla bakıyorsunuz hep önünüze bir kuvvet akıyor, bakıyorsunuz önünüze bir imkân akıyor ve bunlarla bir şeyler yapıyorsunuz. Şimdi o zaman ne yaparsınız? Siz hiç ye’se düşmezsiniz. Şevki öyle anlamak lazım; yoksa hoplamak, zıplamak, neşelenmek, böyle hâşâ ve kellâ terbiyesizliğe girmek demek değildir. Ne diye ye’se düşeceğim ki? Ben burada böyle azıcık kıpırdıyorum; Allah Celle Celâluhu bir imkân vermiş, örümcek gibi ağımı örüyorum yani. Neresinden çıkıyor o teller onun? Onu taşıyoruz. Sonra orada avlarını derdest etme imkânı oluyor. Burada. Niye yani ben burada ye’se düşecek? Neden burada efendim böyle mâteme gark olacağım?

Şükrü Mutlak: Madem bu böyle oluyor hep, yani bu şevki veren de bana o. Öyleyse bana sürekli ona karşı bir şükür fabrikası tabirinde kullanılıyor. Şükür fabrikası olmak düşer bana. Fakat bunları anlamak için esasen bir yönüyle tefekkür, bir yönüyle de şefkat gerekir. Mahlukat öyle bakmalı ve ayatı tekviniyeyi doğru okumalı. Doğru okunursa insan kendini de doğru okur. O hadiseleri de doğru okur, aczini de doğru okur, fakrını da doğru okur. Doğru okur. Dolayısıyla bunları olumlu olarak değerlendirir.

Şimdi bu da belli bir dönem itibariyle yine bir mizacın formüle ettiği bir şeydir. Bakarsınız, ondan sonra böyle büyük insan gelir mi gelmez mi? Allah’ın rahmeti geniş. Bakarsınız, o asliyet planında veya Efendimiz’e nispeten zılliyet planında ise, zıllın zılli planında başkaları da çıkabilir. Kırk sene sonra, elli sene sonra, yüz sene sonra bakarsınız biri çıkar. Âlem-i İslam çapında bir ses ve soluk olur. Ama o da kendi zamanının çocuğu olur. İbnü’z-Zaman, İbn-ül Vakt olur. O da örgüsünü bir yönüyle o insibağını veya sıbğını, sıbğatullahi orada, sıbğatallah ve men ahsenu minallahi sıbğah. O sıbğatını kendi dönemindeki ilimlerin durumuna, imkânların durumuna, telekomünikasyon imkânlarının durumuna göre ayarlar; yani dün bunlar hep yoktu. Televizyonlar… Şimdi dijital, mijital diyorlar. Anladığım yok benim. Adam diyor, burada dış diye dokunuyorum. Öbür tarafta Afrika’da adam seyrediyor, görüyor, ediyor yani. Telefonlarla ulaşılıyor. Şimdi bu imkânlar size çok farklı şekilde hizmet etme imkânı sunuyor aynı zamanda. Bu açıdan da, hani gelecekte nasıl olacak? Belkıs’ın tahtı gibi bakacaksınız; yani Güney Afrika’da bizim Kervancı’nın yaptığı külliye birdenbire İstanbul’un ufkunda bir şey yapacak, tebellür edecek filan. Animasyonlarla mı yapacaklar, neyle yapacaklar, bilemem.

Şimdi Allah Celle Celaluhu bu imkânları bahşedince size de o imkânlar çerçevesinde hizmet etmek düşer. Onun için usul de esasen ta Efendimiz’e, ondan sonra bu büyüklere tâbi olmanın yanı başında, detaya ait meselelerde zamanın tefsirini yanınıza alma mecburiyetindesiniz. Hazreti Pir diyor ki, en büyük müfessir zamandır ve zamanın tefsirini hiçbir şey nesh edemez. Hükmünü kor ortaya. Her zamanın kendine göre bir tefsiri vardır. Bu açıdan bundan sonra da o meseleyi ameli planda, temsili planda, Allah’ın lütfettiği mükemmel, masum, temiz, kendini düşünmeyen bir yönüyle acz ü fakr, şevk ü şükür kahramanları çıkacak. Onlar da evet, dini mübin İslam’a hizmet edecekler.

Belki belli meşrepler, öyle tarikat mesleğinde yürüyenler için mi mevzu bahistir? Bunun haricinde de sufi hayat hiç mümkün müdür? Sufi hayatı herkes yaşayabilir. Mustafa Sabri Bey o iki kelimeyi مَوْقِفُ العَقْلِ وَالعِلْمِ وَالعَالَمِ مِن رَبِّ العَالَمِينَ وَعِبَادِهِ المُرْسَلِينَ kitabında farklı kullanıyor. Sufi, o meseleyi ameli planda yaşayandır diyor. Onda böyle farklı şeyler gördüm. Mutasavvıf, o meselenin felsefesiyle nazari yanlarıyla meşgul olan insan demektir. Bu inceliği bilemeden, belki bazı sufiler, tasavvuf yazarları onu, onun yerinde, onun yerinde kullanabilirler. Fakat o zat muhakkik, bu mevzuda araştırıcı bir insan. Mutasavvıf daha ziyade, o meselenin nazari yanıyla, felsefi yanıyla meşgul olan insan gibi; öbürü yaşayan insan gibi görüyor. Benzer bir mülahazayı da o Mahmut Akkad’da gördüm ben. Yok, estağfurullah, Mahmut Akkad’da değil, Ahmet Emin’de. O, Fecr-ül İslam, Duha-l İslam, Zuhr-ül İslam kitaplarını yazan. Yani İslam’ın değişik asırları itibariyle, burada İbn-i Fart’la Muhyiddin İbn-i Arabi arasında bir mukayese yaparak diyor ki: Muhyiddin İbn-i Arabi meselenin… “bak siz onu tam amelisiyle diyorsunuz, biz de amelisiyle diyoruz.” Türkiye’de de onun hakkında kitaplar yazılmış. Malum, Fusus-ul Hikem üzerinde şerhler yazılmış. Diyor ki, o meselenin nazarisiyle meşguldü. O meselenin felsefesini yaptı. Esas onu yaşayan İbn-i Fart’tı, Hallacı Mansur’du. Sanki onu yaşarken esasen o derinliği duyup bir yönüyle orada berdar olma da var. Berdar olma, asılma demek. Kolu kanadı verme de var, yani o meselede. Ciddiysen, o mesele de öyle. Onun da öyle bir yaklaşımı var. Bunlar münakaşası yapılabilecek şeyler; her iki mülahaza da. Fakat öyle bir yaklaşım da var. Onun için o ruhi hayatı, kalbi hayatı, yaşama, nazari olarak o mevzuyla alakalı sistemler kurma, o meselenin sistematiğini ortaya koyma… Bunlar birbirinden farklı şeylerdir. Taibtü cidden.

 

عَافَانَا اللهُ وَإِيَّاكُمْ.

رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنْفُسَنَا، وَإِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ.

رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا، وَلَا تُعَذِّبْنَا بِذُنُوبِنَا، وَاعْفُ عَنَّا، وَاغْفِرْ لَنَا، وَارْحَمْنَا، أَنْتَ مَوْلَانَا، فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ.

رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا، وَإِسْرَافَنَا فِي أَمْرِنَا، وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا، وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ.

آمِينَ.

وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ.

Not: M. Fethullah Gülen Hocaefendinin 16 Ekim 2011 tarihinde yapmış olduğu ilk kez yayınlanan sohbeti.