Soru: “Sulhta hayır vardır.” âyeti, günümüzün küreselleşen dünyasında yaşayan Müslümanlara ne tür mesajlar vermektedir?
Cevap: Günümüzde ortaya çıkan çatışma ve kavgaların temelinde yatan ana faktör, kendine takılmışlıktır. Herkes kendine göre bir insan, aile, şehir, devlet ve dünya yapısı kurma peşinde koşuyor. Herkesin kendi yapısının, kendi modelinin arkasında koştuğu bir dünyada ise ortada buluşmak mümkün değildir. Her bir entelektüelin, her bir hareketin, her bir devletin kendine göre bir kısım fikir ve sistemler kurguladığı, bunları yegâne doğru kabul ettiği ve başkalarının da buna uymasını beklediği bir dünyada kim neye uyacaktır! Maalesef günümüzde yaşadığımız gerginliklerin, dağınıklık ve keşmekeşliğin arkasında böyle bir gerçeklik vardır.
Hoşgörü ve Müsamaha
Herkesin bağlı bulunduğu, mensup olduğu bir kısım meşrep, mezhep ve hizipler olduğu gibi; bunların her birinin de kendine göre bir kısım felsefeleri var. Her bir grup sahip olduğu felsefeye göre toplumu dizayn etmeye çalışıyor, bir dünya tasavvuru peşinde koşuyor. Kimse başkalarının da başka hissiyatlar taşıyabileceğini hesaba katmıyor. Herkes her şeyi kendi hissiyatına, kendi anlayışına göre şekillendirme ve organize etme hevesine düşüyor. Bu da insanlar arasında çok ciddi ihtilafların doğmasına, karışıklık ve dağınıklığın yaşanmasına sebep oluyor.
Zannediyorum yaşanan böyle bir problemi çözebilecek en önemli iksir; hoşgörü ve müsamaha vurgusudur. Farklı bir ifadeyle, söz konusu ihtilaf ve iftirakların halledilmesi, insanların hemen herkesle anlaşma ve uzlaşmaya açık bulunmalarına, başkalarıyla diyalog içinde olmalarına bağlıdır. Bunun için kendi kapris ve hırslarından, kendi duygu ve düşüncelerini yegâne doğru kabul etme hastalığından kurtulmalarına ihtiyaç vardır. Hiç şüphesiz bu da kişinin kendi enaniyetinden firar etmesine, “ben”i yıkmasına, nahnü (biz) aramgâhında bir miktar dinlenmesine ve ondan sonra da Hüve’ye (Allah’a) yolculuk yapmasına bağlıdır.
Enaniyetine, aidiyet mülâhazasına veya hizip sevdasına kapılan insanların sulha açık olmaları ve farklı fikirleri saygıyla karşılamaları çok zordur. Onlar, içinde bulundukları grubun çıkarlarını her şeyin üzerinde tuttukları ve tarafgirlikten kurtulamadıkları sürece, insanlığa huzur getirecek sulh stratejileri oluşturamazlar. Esasen bu tür insanların böyle bir hedeflerinin olduğunu söylemek de çok zordur. Belki de farklılıklara kapalı yaşadıklarından ötürü bu kabil şeyleri akıllarının köşesinden bile geçirmezler.
Hâlbuki günümüzün küreselleşen dünyasında insanlığın huzur içinde yaşayabilmesi için hoşgörü ve diyalogdan başka alternatif bulunmamaktadır. Hoşgörü kültürünün hâkim olması için ise gerek fertlerin gerekse toplumların kendilerini hakikatin mutlak temsilcisi gibi görmekten vazgeçmeleri; başkalarının düşünce ve yaklaşımlarının da doğru olabileceği ihtimalini her zaman göz önünde bulundurmaları gerekir. Farklı fikir ve düşünceler tamamıyla doğru olmasa bile en azından içinde bir doğruluk payının bulunabileceği unutulmamalıdır. Hazreti Pir’in, Mutezile ve Cebriye mezhepleri içinde birer dane-i hakikatin bulunduğu, fakat bu mezheplerin hakikati kendilerine münhasır gördükleri için hata ettikleri yönündeki değerlendirmeleri fevkalâde önemlidir. İşte farklı fikirlere bu gözle bakılır, onlardaki dane-i hakikatler alınırsa bir doğru üzerinde mutabakata varmak mümkün olur.
Günümüzde herkesin kendine göre bir doğrusu var. Birilerine göre doğru olan, başkaları açısından eğri görülüyor. Hatta bazen bir şeyin, sırf kendi mensup olduğu grubun dışından gelmesi eğri olarak görülmesi için yeterli oluyor. Farklı fikirlere karşı müdafaa silahı kullanıldığı ve önyargılı yaklaşıldığı için, çoğu zaman bunların doğru olup olmadıklarını tartışma adına uygun bir zemin bulmak dahi mümkün olmuyor. Bazen kendimiz bile inanmadığımız fikirleri demagojilerle savunmaya, sağlam argümanlara dayanan bir kısım fikirleri de yine demagojilerle reddetmeye çalışıyoruz. Fakat bazen söylediklerimize biz bile inanmıyoruz.
Ne var ki günümüzde farklı din ve kültürlere mensup olan insanların iç içe yaşamaya başladığı bir dünyada, bu tür tarz-ı telakkiler devam edip giderse, işin doğrusu ne ailede huzur kalır ne de toplumda. Böylesi bir durumda devletlerarası münasebetlerde ve insanlık çapındaki ilişkilerde de sağlıklı bir noktaya ulaşılamaz.
Sulh Ailede Başlar
Oysaki Kur’ân, وَالصُّلْحُ خَيْرٌ “Sulh, hayırlıdır.” (Nisâ Sûresi, 4/128) buyurmak suretiyle Müslümanları uzlaşma ve anlaşmaya, başkalarının söz ve fiillerinde de bir hakikat payı olabileceğini kabul etmeye çağırmıştır. Bilindiği üzere bu âyet-i kerime, toplumun en küçük molekülü olan aileyle ilgili nazil olmuştur. Cenâb-ı Hak, eşler arasında yaşanan geçimsizlik ve huzursuzluklar karşısında takip edilmesi gereken yolu göstermiş, hemen boşanmaya gidilmemesi, bunun yerine karşılıklı anlaşmayla, bir şekilde ailenin devam ettirilmesi gerektiğini ders vermiştir.
Şayet Kur’ân-ı Kerim, ailede yaşanan bir sarsıntı, çatlama ve kırılmanın sulh yoluyla çözüme kavuşturulmasını istiyorsa; kasaba, şehir, devlet veya cihan dairesinde yaşanan problemlere sulh ile yaklaşmak evleviyetle gerekli olacaktır. Eğer üç-beş kişiden oluşan küçük bir yapıda sulh hayırlı ise milyonların huzur ve güvenliğinin söz konusu olduğu bir dairede sulh evleviyetle hayırlı olacaktır.
Bu açıdan inananlara düşen vazife, hangi dairede olursa olsun sulhu temin etmenin, sulh vesilesiyle elde edilecek fayda ve hayırların peşinde olmaktır. Bu konuda insanların farklı dinlere, kültürlere, etnik kimliklere, dünya görüşlerine sahip olması bir engel olarak görülmemelidir. Farklı dinlere mensup olan veya hiçbir dine inanmayan insanlar arasında bile beraber yaşamanın mümkün olacağı gösterilmelidir. Farklı mezheplere, dinlere, ırklara, hiziplere mensup insanlar arasında oluşması muhtemel gerginlik ve çatışmaların önüne geçmenin, toplumda huzur ve sükûnu temin etmenin en iyi yolu budur.
Bu itibarladır ki böyle umumî bir sulhun sağlanması istikametinde projeler geliştirilmeli, makul stratejiler ortaya konulmalıdır. Zira bunun sağlanması sanıldığı kadar kolay değildir, çok ciddi ceht ve gayretlere vabestedir. Böyle mühim bir neticeye ulaşma yolunda bazen kan kusarsınız da izah sadedinde “Kızılcık şerbeti içmiştim.” demeniz iktiza edebilir. Aynı şekilde geçmişte yaşanmış bir kısım kavgaları unutmak, affetmeye ve yeri geldiğinde taviz vermeye hazır olmak gerekir. Kısaca, insanların sulh ve barış içinde birlikte yaşamalarını temin etme adına katlanılabilecek her şeye -millî onurun ayaklar altına alınmaması kaydıyla- katlanabilmek lazımdır.
Engeller Olgun İnsanlarla Aşılır
Ancak ruhta, gönülde, histe, duyguda ve düşüncede diri olan insanlardır ki toplumda birlik ruhu ve uzlaşı kültürü oluşturmaya muvaffak olacaklardır. Kalbî ve ruhî hayatları itibarıyla diri olmayanların, maddî ve toplumsal açıdan bir diriliş hâsıl etmeleri de çok zordur. Diriler insanlara dirilik aşılar. Mânevî açıdan ciddi bir doygunluğa, dolgunluğa ve itminana ulaşan insanlar açısından çok büyük problemler bile küçüktür. Bunlar, kocaman hendekleri bile küçücük çukurları atlama rahatlığında geçiverirler. Fakat benliğinden sıyrılamamış, cismaniyeti bırakamamış, heva ve hevesin yönlendiriciliğinden kurtulamamış, kısaca kalb ve ruhun hayat derecelerine yelken açamamış birinin insanlığın huzur ve saadeti adına ifade edeceği çok bir şey yoktur.
Günümüzde yaşanan kırılma ve çatlamaların, çatışma ve kavgaların önemli bir sebebi de budur. Yeterince pişmemiş, olgunlaşmamış kimseler, küçücük şeylere karşı bile alınganlık gösteriyor, rahatsız oluyorlar. Hamlıklarını atamadıklarından ötürü, arzu ettikleri bakışı göremediklerinde, bekledikleri tavırlarla karşılaşmadıklarında hemen kırılıyor, inciniyorlar. Birisi onları canlandırmak, ikaz etmek ve harekete geçirmek için iğnenin ucuyla azıcık kendilerine dokunacak olsa, bir mızrak saplanmış gibi tepki veriyorlar.
Bin tane güzel şeyle karşılaşsalar, onların içinden canlarını sıkan bir şeyi bulup çıkarıyor ve geri kalan bütün güzellikleri yokluğa mahkûm ediyorlar. Dinledikleri bir saatlik bir konuşma içerisinde şayet onları rahatsız eden bir iki kelime geçmişse, söylenilen bütün sözleri o bir iki kelimeye mahkûm ediyor ve sanki bütün konuşma bundan ibaretmiş gibi tavır alıyorlar. Bütün bunlar da algılanan her bir şeyin nefis ve benlik laboratuvarında değerlendirildiğini ve dolayısıyla da yanlış sonuçlara ulaşıldığını, bunun akıbeti olarak da yanlış mülâhazalara girildiğini gösteriyor.
Hâlbuki iman ve Kur’ân’a gönül veren, günde beş defa huzur-u Kibriya’da iki büklüm olan ehl-i imana düşen vazife, kırıcı, incitici hâl ve tavırlar karşısında bile kırılıp darılmamaktır. Hatta onlar, kötü davranışlar ortaya koyan kimseleri suçlamak ve onlar hakkında suizanna girmek yerine, Allah’a yönelip şöyle demelidirler: “Allah’ım, muhtemelen bizim salaha mazhar olamayışımızdan dolayı bunlara maruz kalıyoruz. Sen bizi de onları da ıslah eyle!” Zira bu ölçüde ince, nazik ve civanmert olmayan ve meselelere bu açıdan yaklaşamayanların, dış dünyada yaşanan problemleri çözebilmeleri mümkün değildir.
Kimseye karşı kırılmama ve gücenmeme konusunda çok kararlı olmalı. Eğer kırılma ve darılmalar bizi meşgul ederse, kırılmaya darılmaya tahammülü olmayan işler yolda kalır. Bırakın maruz kalınan bir kısım nahoş muameleler karşısında kırılmayı, eğer insanlığa hizmete kendimizi adadıysak başımızı başkalarının ayakları altına koymaya, icap ederse bu uğurda ölmeye hazır olmak lazım. Seyyid Nigari’nin ifadesiyle söyleyecek olursak;
“Canan dileyen dağdağa-i cana düşer mi?
Can isteyen endişe-i canana düşer mi?”
Zannediyorum iki büklüm olmuş insanlığın belini doğrultmasına vesile olacak düşünce budur. Bu düşünceyi taşıyan nesillerdir ki toplum çapındaki kırılma ve çatlamaları tamir edebilecek, insanlığın huzur ve barış içinde yaşamasına vesile olacaktır. Yoksa şundan alınan, buna kırılan ve kırılmalarla toplumu da kırıp geçiren insanların insanlığa vaat edeceği hiçbir şey yoktur.
Bilindiği üzere İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Uhud savaşı öncesinde bir grup sahabeyi Okçular tepesine yerleştirmiş ve her ne olursa olsun orayı terk etmemeleri gerektiği konusunda sıkı sıkı tembihlemişti. Fakat okçuların, emre itaatteki inceliği henüz kavrayamamış büyük bir kısmı, düşmanın kaçtığını görünce vazifeleri bitti zannıyla mekânlarını terk etmişlerdi. İşte bundan sonradır ki müşriklerin yeni bir manevrasıyla arkadan kuşatılan İslâm ordusu çok ciddi yara almıştı. Öyle ki Efendimiz’in bile mübarek başı yarılmış, dişi kırılmıştı. Fakat O, hiçbir şey olmamış gibi yine ashabını toplamış ve onlarla istişare yapmıştı. Hatalarını yüzlerine vurmamış; onlara karşı en ufak bir serzenişte bulunmamıştı. Bu ne iltifat esintisidir böyle!
Kim bilir onlar yaptıkları içtihat hatasından ötürü ne kadar ezilmişlerdi! Allah Resûlü, atılacak yeni adımlarla ilgili yine onların fikirlerine müracaat etmek suretiyle, hatasının farkında olan ve bunun psikolojisi altında ezilen ashabın yanan gönüllerine su serpmişti. Ruhlarda kahramanlığı tetiklemenin, meydana gelen kırık ve çatlakları tamir etmenin yolu budur.
Hudeybiye Sulhu
Söz buraya gelince zannediyorum çoklarının aklına Hudeybiye anlaşması gelecektir. Zira İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekkelilerle bu anlaşmayı yapma adına taviz üstüne taviz vermişti. Bazı maddelerin kabulü kendisine çok ağır gelmiş olsa da sırf uzlaşı sağlayabilme ve sulh atmosferi oluşturabilme adına buna katlanmıştı.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Medine’den ayrılırken ashabına Kâbe’yi ziyaret etme, umre yapma sözü vermişti. Bu sözü yerine getirme adına atın, devenin sırtında 400 küsur kilometrelik mesafeyi aşmışlar, Mekke’nin çok yakınlarına kadar gelmişlerdi. Hatta umre için ihrama girmişler ve yanlarına kurbanlarını da almışlardı. Fakat Hudeybiye’de Mekke müşrikleri karşılarına çıkmış, “Seni ne Mekke’ye sokarız ne de Kâbe’yi tavaf etmene izin veririz.” demişlerdi. Efendimiz’in gayretleriyle ve yüksek fetanetiyle müşrikler Hudeybiye sulhunu imzalamaya ikna edilmişti. Fakat onlar, anlaşma maddesi olarak umre yapmadan geriye dönme şartını dayatmışlardı. Böyle bir madde, sekiz yıldır Mekke’den ve Kâbe’den ayrılığın hasretini yaşayan sahabeye çok ağır gelmişti. Öyle ki Efendimiz’e, kendilerine verdiği sözü hatırlatmış, “Bu sene” demediği cevabını almış ama bir sonraki yıl umre yapacaklarına dair de yine O’ndan söz almışlardı. Fakat bütün bunların İnsanlığın İftihar Tablosu’nu ne kadar yaralayacağını kestirmek zor olmasa gerek.
O gün itibarıyla henüz gözü hakikate açılmamış olan Halid İbn Velid, atının üzerinde bir o tarafa bir bu tarafa gitmiş, bu tavrıyla âdeta Müslümanlara meydan okumuş ve hatta onları provoke etmeye çalışmıştı. Öte yandan, anlaşma maddesine “Allah Resûlü” ifadesinin yazılmasına, Kureyş tarafının temsilcisi Süheyl İbn Amr tarafından karşı çıkılmış, bunun yerine “Muhammed İbn Abdullah” yazılması şart koşulmuştu. Aynı Süheyl tarafından zincire vurularak hapsedilmiş olan Süheyl’in oğlu Ebu Cendel, bir yolunu bulup kurtulmuş ve ayağındaki zincirleri sürüye sürüye kan revan bir şekilde Hudeybiye’ye kadar gelmiş ve kendisini Allah Resûlü’nün kucağına atmıştı. Ne var ki anlaşma maddesi gereğince babası, oğlunun kendisine geri verilmesini talep etmiş ve Allah Resûlü sulhu bozmama adına istemeyerek de olsa bunu kabullenmek durumunda kalmıştı.
Bütün bunlar öyle kolaylıkla hazmedilebilecek şeyler değildir. Hususiyle de yüksek bir onura, izzet ve şerefe sahip olan İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) açısından. Zira yüce kametlerde öyle bir hassasiyet, öyle bir duyarlılık vardır ki bizim tahmin etmemiz mümkün değildir. Nitekim Kur’ân’ın, لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ أَلَّا يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ “Onlar iman etmiyorlar diye âdeta kendini helâk edeceksin.” (Şuarâ sûresi, 26/3) beyanı da onun bu yüksek duyarlılığının bir ifadesidir. Fakat Allah Resûlü fevkalâde bir temkinle bütün bunları sindirmeyi bilmiştir.
O, meleklerin arkasında saf tuttuğu, Cibril’in iki adım geriye çekilip arkasında temenna durduğu, Hz. Âdem’in, “O’nun hürmetine beni bağışla!” diye Allah’a dua ettiği, ümmet-i Muhammed’in her gün şefaatini talep ettiği bir Nebiyy-i Zişan’dır. O’na bakarken bu donanımıyla, bu güzide şahsiyetiyle, bu pırıl pırıl hâliyle bakmak lazım. Sonra da o gün itibarıyla şirkten kurtulamamış üç beş tane putperestin O’nun karşısına çıkıp, yaptıkları kabalıklara ve reva gördükleri küstahlıklara bakın. Efendimiz’in onur meselesi yapmadan bütün bunları nasıl sineye çektiğini anlamaya çalışın. Hiç şüphe yok ki O, kırıcı ve incitici bu tavırların hiçbirine aldırmadan problemleri çözmeye, gönülleri fethetmeye, yeni bir sulh atmosferi oluşturmaya çalışıyordu.
Bir yönüyle bu, hâdiselere bütüncül bakmak suretiyle sulh ve hoşgörünün gelecek adına vaat ettiği güzellikleri çok iyi görme ve doğru okuma demekti. İnsanlığın İftihar Tablosu, bu tavrıyla aynı zamanda Müslümanlara da belirli konular üzerinde inat etmeme, enaniyetleri adına iş yapmama, sathî ve günlük değerlendirmelerden uzak durma, uzak görüşlü olma, insanları kırıp geçirmeme, sertlik ve şiddetle gelecek adına problemler üretmeme dersi veriyordu. İç içe gailelerden ve problemler sarmalından uzak kalmanın yolu budur.
“Biz Hudeybiye’yi Fetih Sayıyoruz!”
Evet, Hudeybiye sulhu bu ağır şartlar altında imzalanmıştı. Müslümanların izzet ve şerefleri rencide olmuştu. Fakat Kur’ân-ı Kerim, bu anlaşmanın açık bir fetih olduğunu müjdelemiş ve anlaşmanın neticeleri de bunu ispatlamıştı. Nitekim daha sonra sahabe-i kiram şöyle diyecektir: “Siz Mekke fethini fetih sayarsınız. Biz ise Hudeybiye’yi fetih sayıyoruz.” Çünkü Müslümanlar bu anlaşma sonrasında Arap yarımadasında rahatça dolaşma ve kendilerini anlatma imkânı bulmuşlardı. Kinlerin, nefretlerin, düşmanlıkların durulduğu bu süre içerisinde birçokları İslâm’ı daha yakından tanımış ve Müslüman olmuştu. Halid İbn Velid ve Amr İbn Âs gibi gelecekte İslâm’ı bayraklaştıracak askerî ve siyasi dâhiler bu süreçte daireye girmişler, Kur’ân’ın ifadesiyle insanlar fevç fevç İslâm’a girmeye başlamışlardı. (Nasr sûresi, 110/2)
Bu pratikten hareketle şunu diyebiliriz: Günümüz Müslümanları da ülke içinde ve dışında böyle bir sulh atmosferi oluşturmak istiyorlarsa, büyük fedakârlıklara katlanmasını bilmelidirler. Şayet kendilerine ters gelen bir kısım nahoş durumlara katlanamaz, sürekli onur ve gururlarını ön planda tutarlarsa, sulh vasıtasıyla elde edilecek büyük hayırlardan mahrum kalırlar.
Günümüz dünyasının şartlarına bakılacak olursa insanlığın, böyle bir anlaşma ve uzlaşmaya her zamankinden daha fazla ihtiyacının olduğu görülecektir. Zira kangren olmuş pek çok problemin çözülmesi, ülkelerin parçalanmaktan kurtulması, güzergâh emniyetinin sağlanması buna bağlıdır. Bu açıdan Hudeybiye sulhundaki mantık ve muhakemenin çok iyi anlaşılmasına ve tatbik edilmesine ihtiyaç vardır.
Eğer Devlet-i Âliye, uzun asırlar boyunca farklı milletleri idare edebilmişse bunu anlaşmayla, uzlaşmayla, müsamaha ve hoşgörüyle başarmıştır. Bunlar olmaksızın bir yapının bu kadar uzun süre problemsiz götürülebilmesi mümkün değildir. Son asırlarda yaşanan problemlerin temel sebebi de bu sulh felsefe ve düşüncesinin tam yaşatılamamasıdır. İnsanlar kendi tarz-ı telakkilerine göre bir hayat yaşama hususunda serbest bırakılmadıkları için problemler çıkmıştır. Kendilerine bir kısım hususlar dayatılmaya başlayınca, onlar da kaybettikleri desteği dışarıda aramış ve neticede koca bir devlet-i âliye tarih olmuştur.