“Arz et cemâlin, göreyim, ey mâh-i tâbân Mustafa,
Ref’ et nikâb-ı rûyini, şems-i dırahşan Mustafa!” diyor Muhyî.
O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı gönülde iştiyak var ise, insan, rüyada/rüyalarda olsun, O’nu görme iştiyakı ile yanar tutuşur, “Arz et cemâlin göreyim, ey mâh-i tâbân Mustafa!” der. Gönülde öyle bir arzu yok ise, dilde de öyle bir nağme olmaz; çünkü dil, çok defa kalbin tercümanıdır. Bazen şeytanın dürtüleri ile onun dediklerine de tercüman olur; fakat dilin dil olması, “dil”e (gönle) dil (lisan) olmasına bağlıdır. Farsça “dil”, gönül demektir. İmanî heyecanın bir mızrap gibi oraya inmesi sonucu, diline-dudağına sıçrayan manalar ve mazmunları ifade etme esasen…
Allah’ı ve Rasûlü’nü sevip başkalarına da sevdirme cehdiyle yaşamak, İslam’a yürekten bağlı mü’minlerin en önemli hususiyetlerindendir.
Evet, gönülde var ise öyle bir iştiyak, insan, her zaman onu diler; “Ah! Keşke bir rüyamda bari görsem!” der. Bazen ızdırar halleri, zaruret halleri, mazlumiyet, mağduriyet halleri bir davetiye olur; tenezzülen onların ufkuna (te-nez-zü-len on-la-rın uf-ku-na) tecelli etmeleri her zaman söz konusu olabilir.
Şu anda da çeşit çeşit mazlûmiyetleri, işin müzâafını da değil mük’abını, mağduriyetin mük’abını yaşayan insanlar, O’nu görüyorlar. Hatta bazen “Yakazaten gördüm!” diyenler de var, açıktan açığa; İnsanlığın İftihar Tablosu, vücûd-i necm-i nûrânîsi ile -Miraç’ta Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıktığı o vücûd-i necm-i nûrânîsi ile- temessül ediyor. Siyer’de nasıl görülüyor ise, öyle temessül ediyor; Hazreti Ali’nin Şemâil’de anlattığı şekilde temessül ediyor. -Zaten o mevzuda, Muhyiddin İbn Arabî ile İmam Rabbânî’nin mütalaaları farklı biraz.- Bu, onları (mağduriyet ve mazlumiyet yaşayanları) moralize etme adına, kuvve-i maneviyelerini takviye etme adına, inkisar yaşamamaları adına… Bazı mahrumiyetler ve mağduriyetler yaşıyorlar ama Efendimiz’in “Canım, o kadar mağduriyet ve mahrumiyete mukabil, Benim sizin ile beraber olmam, size yetmiyor mu?!.” buyurması gibi bir şey…
Ve O’nun en sâdık yârânı/yol arkadaşları ki, “Ashabım, yıldızlar gibidir.” diyor; onlara “Yıldızlarım!” diyor. Bazen onlar da temessül ediyorlar, kılıkları ile, kıyafetleri ile, Şemâil’deki şekillerine uygun. Mesela, Hazreti Ömer efendimiz, o cesîm mahiyeti ile, geniş omuzları ile, omuzlarına kadar sarkan saçları ile, başında göz kamaştıran sarığı ile temessül ediyor; “Endişe etmeyin!” diyor, “Az kaldı!” diyor. Bunlar, bir kısım zaleme’ye (zâlimlere), fesaka’ya (fâsıklara) karşı onları moralize etme adına, kuvve-i maneviyelerini takviye etme adına çok önemli bir şey.
Fakat o türlü duruma maruz kalmayan insanlara gelince, onlarda da o istek olmalı; her zaman onu vird-i zebân etmeliler, onu dile dolamalılar, onu istemeliler. Hazreti Rûh u Seyyidi’l-enâm, bildiğiniz gibi, حَبِّبُوا اللَّهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ buyuruyor. حَبِّبُوا اللَّهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ “Allah’ı, kullarına sevdirin ki, Allah da sizi sevsin!” diyor. Sizin Allah’ı, kullarına sevdirme mevzuunda yaptığınız şeyler, şart-ı âdî planında bir “damla”; Cenâb-ı Hakk’ın sizi sevmesine gelince, o, “damla” değil, “derya”. Öyle bir damlayı ortaya koyunca, bir deryaya sahip oluyorsunuz; böyle bir kazanım bu.
O açıdan da sizin mesleğiniz -esasen- bu idi ve siz onu yapıyordunuz. Bu yolda, şahlanmış bir küheylan gibi, kalbiniz durasıya dünyanın dört bir yanına koşuyor ve “Nâm-ı celîl-i İlâhî, her yerde şehbal açsın!” diyordunuz. O’nu (celle celâluhu) sevdirmeye çalışıyordunuz tavırlarınız ile, davranışınız ile, hâliniz ile, temsiliniz ile, iktiza ederse bazen beyanınız ile. Beyan, hâlin ve temsilin yanında iki adım geriye çekilir, “Arkadaş! Söz, sizde!” der; çünkü onlar, daha inandırıcıdır. Söz, bazen yalan olabilir, siyasetçilerin sözleri gibi.
O’nu sevdirme, yolunuz/yönteminiz olduğundan dolayı, belli bir ölçüde Cenâb-ı Hak da hakkınızda bir “vüdd” vaz etti; yani kalblere, size karşı bir sevgi, bir alaka vaz etti. إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمَنُ وُدًّا “Rahmân, iman edip imanları istikametinde sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik işler yapanlar için (gök ve yer ehlinin gönüllerinde) bir sevgi var edecektir (de onlar her tarafta kabul göreceklerdir.)” (Meryem, 19/96) “Vüdd”, muhabbetin de ötesinde kalblerde duyulan derin bir alaka, bir kabul hissi, bir bağır ve sine açma işidir.
Allah’ı sevdirme, Peygamberi sevdirme, -zayıf hadise göre- üzerine güneşin doğup-battığı her şeyden daha hayırlıdır; sıhhatli hadise göre ise, “yığın yığın kırmızı koyunlar/develer tasadduk etmekten daha hayırlıdır.” O gün Arap’ın değer atfettiği “develer” olduğundan “…kızıl develerden daha hayırlıdır.” diyebilirsiniz; bugünün değer hükümlerine göre, “yüz tane zırhlı araç”. Böyle göz kamaştırıcı; bir adamın hidayetine vesile olmak, o kadar malı tasadduk etmek gibi.
Allah’ı sevdirme, Peygamber’i sevdirme, mü’minin en önemli işidir. Öbürünü söylemiyor Efendimiz; ben, hatırlamıyorum, belki de söylemiştir: حَبِّبُوا اللهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللهُ diyor; öbürü de şu. -“Öbürü” de ne deme?- Diğer esas şu: حَبِّبُوا الرَّسُولَ، يُحْبِبْكُمُ الرَّسُولُ “Rasûl-i Ekrem’i sevdirin ki, O da sizi sevsin!..” حَبِّبُوا الرَّسُولَ إِلَى أُمَّتِهِ، إِلَى اْلإِنْسَانِيَّةِ، يُحْبِبْكُمُ الرَّسُولُ “Allah Rasûlü’nü ümmetine, insanlığa sevdirin ki, Allah Rasûlü de sizi sevsin!” Cennet’e girmekten daha hayırlıdır bu; çünkü her şeyi O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) sayesinde, O’nun bülbüllerin ötüşünün ötesindeki o insanı bayıltan beyanı sayesinde öğrendik. Ne gördük ise, o sayede gördük; ne bildik ise, o sayede bildik. Bildiklerimiz, gördüklerimiz de O’nun ortaya koyduğu şeyin öşr-i mi’şârı olmaz; yani, öşrün de öşrü olmaz. Bu tabiri Üstad kullanıyor; “mi’şâr” da esasen “onda bir” demek; ikisini ele alırsanız, onda birin onda biri (yüzde bir) yapar. Bizim gördüklerimiz o kadar da yapar mı, yapmaz mı, bilemeyeceğim.
Not: 15 Ekim 2018 tarihli Bamteli’den hazırlanmıştır.