-Allah’la münasebet açısından kopukluğun bir lahzasına bile razı olmamak ve
sürekli şu duada nazara verilen mülahazalarla Cenab-ı Hakk’a sığınmak lazımdır:
يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ، بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ، أَصْلِحْ لِي
“Ey
شَأْنِي كُلَّهُ
وَلاَ تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ
her şeyi var eden hayat sahibi Hayy ve ey her şeyin varlık ve bekâsını kudret
elinde tutan Kayyûm, rahmetinin vüs’atine itimad ederek Sen’den merhamet
dileniyorum; bütün ahvâlimi ıslah eyle, her türlü tavır ve hareketimi kulluk
şuuruyla beze ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun, beni nefsimle başbaşa
bırakma, sürekli kötülükleri emreden nefsimin acımasızlığına terketme!”
(00:40)
-Gaflete mâni olan ve -varsa- onu dağıtan en önemli vesilelerden
biri de; laubâlîliğe kapalı kalmak ve her beraberliği bir müzakere meclisine
dönüştürmek suretiyle okunması faydalı eserleri okumak ve muhâvereleri sohbet-i
Cânân etrafında örgülemektir. Sürekli köpürüp duran bir marifete ulaşma, fikir
ve duygu alış-verişiyle irfan ocağını iyice kızıştırma, böylece Allah aşkını ve
O’na iştiyakı yüreklerde hep canlı tutma hususlarında birbirimize karşı sorumlu
olduğumuz unutulmamalıdır. (05:13)
-Vazifelerini ücrete bağlayan
insanların uzun zaman başarılı oldukları hiç görülmemiştir. “Şunun için hizmet
ediyorum ama şu da gelse iyi olur” diyenler, falso yatırımı yapmış olurlar.
(06:46)
Soru: İslâm’da âlim/ulemâ geleneğinin dinî temelleri var
mıdır? Âlimlerin tarih boyunca Müslüman toplumlarda gördükleri fonksiyonlar
neler olmuştur? Günümüzde insanlar nezdindeki güven kredilerini onları hayırlı
işlere sevk ve teşvik etmede kullanan kanaat önderleri bu geleneğin devamı
olarak görülebilir mi? (09:34)
-Bilgi, bilim ve bilmek mânâlarına gelen ilim, Cenâb-ı Hakk’ın sübûtî
sıfatlarındandır. Diğer sıfât-ı sübhâniye gibi Allah’ın ilim sıfatı da, melek,
ins, cin ve ruhanîlerin ilmine benzemez. O’nun ilmi her şeyi muhîttir ve hiçbir
şey bu daire-i muhîta haricinde değildir.. ve aynı zamanda bu sıfat-ı kudsiye
için azalma-çoğalma, gelişme-kemale erme ve öğrenerek elde edilme söz konusu
değildir. Âlim, Alîm ve Allâm isimleri, esmâ-yı hüsnâdandır.
(10:00)
-İzafî planda her şeyi en iyi ve isabetli şekilde bilenler,
Cenâb-ı Hakk’ın ilmi ile münasebeti bulunan insanlardır; enbiyâ ve mürselin,
onlar arasında da öncelikle Ulü’l-Azm peygamberler gerçek âlimlerdir ki, bunlar
Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılmaktadır: “Hatırla, bir vakit peygamberlerden söz
almıştık. Sen’den, Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan…
Onlardan sapasağlam bir söz aldık.” (Ahzâb sûresi, 33/7) Ayet-i kerimedeki
“Sen’den” tabiriyle kastedilen Efendiler Efendisi Hazreti Muhammed’dir
(sallallâhu aleyhi ve sellem). Diğer Ulü’l-Azm peygamberler ise Hazreti Nuh,
Hazreti İbrahim, Hazreti Musa ve bir de Hazreti İsa’dır (salavâtullahi ve
selâmuhu alâ nebiyyinâ ve aleyhim). (11:42)
-Peygamberlerin ilmine vâris
olanlar, asfiya, ebrâr ve mukarrabîndir. Kur’an ilimde kök salmış insanları
–mealen– şöyle anlatır: “Bu muazzam kitabı sana indiren O’dur. Onun âyetlerinin
bir kısmı muhkem olup bunlar Kitabın esasıdır. Âyetlerin bir kısmı ise
müteşabihtir. Kalblerinde eğrilik olanlar sırf fitne çıkarmak, insanları
saptırmak ve kendi arzularına göre yorumlamak için müteşabih kısmına tutunup
onlarla uğraşır dururlar. Halbuki onların hakikatini, gerçek yorumunu Allah’tan
başkası bilemez. İlimde ileri gidenler (râsihûn), “Biz ona olduğu gibi inandık.
Hepsi de Rabbimizin katından gelmiştir.” derler.” (Âl-i İmrân, 3/7)
(15:27)
-Sahabe Efendilerimiz ulemâ silsilesinin ön saflarında
zikredilmesi gereken insanlardır. Ezcümle, Hazreti Ebu Bekir kendi derinliğini
bilemeyecek kadar mahviyet ve hacâlet insanı olmanın yanı sıra ilimde de rüsûh
bulmuş bir insandı. (17:15)
-Hazreti Ali efendimizin vilayet adına “ilm-i
ledünn”e dair bambaşka bir derinliği vardı. Diğer halifeler ve sahabiler de
derecelerine göre ilimden nasiplenmişlerdi. Ne var ki, o dönem bir nevi isimsiz
müsemma dönemiydi; âlim vardı ama bu vasıfla anılan ya yoktu ya da çok azdı. Ebu
Hüreyre ve Hazreti Âişe gibi ilimde kök salmış insanlar bile ilim sahibi
olduklarını hiç iddia etmezlerdi, fakat Ashab-ı Kiram arasında pek çok âlim
mevcuttu. (20:17)
-İlk Müslümanlar ilim ufku, hakikat tutkusu ve
araştırma aşkıyla varlık ve eşyayı didik didik etmiş, çağlar boyu birer kaynak
olarak herkesin başvuracağı çok önemli tespitlerde bulunmuş, uğradıkları her
yeri kendi engin zevklerine göre yeniden şekillendirmiş ve tıpkı Cennetlerin
koridorları hâline getirmişlerdi. Bunların insanlığa armağan ettikleri eserler
çağları aşacak nitelikte ve Batı Rönesansı’na öncülük yapacak mahiyettedir.
Çoklarının dediği gibi; Batı Rönesansı’nın arkasında Endülüs’teki İslam
medeniyeti vardır. Fakat, maalesef, hicri beşinci asırdan günümüze doğru
gelinirken o aşk u iştiyak yavaş yavaş söndü. O beyin fırtınaları tamamen dindi,
her şey tersine döndü.. ve bu millette öldüren bir yorgunluk yaşanmaya başladı.
(23:02)
-Cenab-ı Hak, ulemâyı tebcil etmiş ve buyurmuştur ki;إِنَّمَا
“Allah’tan, kulları arasında ancak
يَخْشَى اللهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ
âlimler hakkıyla korkar.” (Fâtır, 35/28) Evet Allah’a (celle celâluhu) karşı
ancak âlimler saygılı olur; çünkü ulûhiyet dairesine karşı hürmet hissi, bilip
tanımaya bağlıdır. Allah’ı (celle celâluhu) bilmeyenlerin ve daire-i ulûhiyetin
esrarına vâkıf olmayanların saygı ve haşyetten nasipsiz oldukları açıktır.
(24:45)
-Bir altın dönemden sonra ne olmuşsa olmuş ve sanki beşinci
asırdan itibaren ilmî faaliyetlerde ciddi bir durgunluk dönemine girilmiştir.
Medrese bir taraftan kapılarını fünun-u müspeteye kapatırken diğer taraftan kalb
ve ruh ufkuna karşı tavır almaya başlamıştır. Netice itibarıyla tekye ve medrese
birbirinden kopmuş; fünun-u müspete, ulum-u diniye ve kalbî-ruhî hayat
birbirinden uzaklaşıp her biri bir yana savrulmuştur. İlim adına son dönemdeki
çırpınışlarımız zaviyesinden -meseleyi bir espriye bağlayarak ifade edecek
olursak- sistemli düşünce, hakikat aşkı ve araştırma iştiyakından talak-ı selase
ile boşandıktan sonra, bunları tekrar elde edebilmek için zevc-i aher
gerekecekti. Biz bunları boşadıktan sonra yabancı düşüncelerle zifaf
olduğumuzdan bu şart da yerine gelmiş oldu. Dolayısıyla, artık ilim, bilim ve
kalb için zifaf mevsimi gelmiş demektir. (26:26)
-Müslüman toplumlarda
âlimler hep yol gösterici olmuş; tarafsız tavır ve davranışlarıyla herkesin
güvenini sağlayarak hem halka hem de idarecilere rehberlik yapmışlardır. Bu
cümleden olarak, Osman Gazi’nin Şeyh Edebali’ye, İkinci Murad’ın Hacı Bayram
Veli’ye, Fatih Sultan Mehmed’in Molla Hüsrev ve Akşemseddin’e, Yavuz Sultan
Selim’in Zenbilli Ali Cemali Efendi’ye ve Kanuni’nin Ebussuud Efendi’ye olan
hürmet ve itimadı hemen akla gelen misallerden birkaçıdır.
(31:35)
-Günümüzde de hem Diyanet camiasında hem de diğer insanlar
arasında kanaat önderleri vardır. Boş değildir ama kocaman bir boşluğu bertaraf
etmeye gücü yetecek kadar bir kanaat önderi topluluğu olduğu da söylenemez.
Hazreti Yusuf’un düştüğü kuyudan daha derin bir kuyuya düşmüşüz ve çok ciddi bir
boşluk içinde bocalayıp duruyoruz. Oradan sıyrılabilmemiz için çok ciddi bir
firâset ve kiyâsete ihtiyaç var. (36:46)
-Gerçek kanaat önderi, halkın
büyük görüp teveccüh etmesini fırsat bilip büyüklük tahtına oturarak onu
kullanan insan değil, onların duygu ve düşüncelerini besleyecek, onları hayra
yönlendirecek ve yanlış iş yapmalarını engelleyecek insanlardır.
(37:30)
-“Benim gökte iki, yerde de iki vezirim var. Gökteki vezirlerim
Cebrail ve Mikâil; yerdeki vezirlerim de Ebû Bekir ve Ömer’dir.” buyuran
İnsanlığın İftihar Tablosu, bu iki yârânının kıymetini ifade etmekle beraber hiç
kimsenin kendi kendine yetmeyeceğine de imada bulunmuş; -meâlen- “Allah bir
sultana/idareciye merhamet buyurmuşsa, ona iki vezir lutfeder; birisi onu
kötülüklerden alıkoyar, diğeri de hep iyiliklere sevk eder.” buyurmuştur. Bugün
de bir yandan kendisine yetmediğine inanan ve istişareye açık olan idarecilere;
diğer taraftan da meseleleri siyasi mülahazalara feda etmeden doğruların
tercümanı olacak kanaat önderlerine ihtiyacımız var.
(38:33)
-Milletimizin geçmişte yaptığı iyilik ve güzellikler gelecekte
yapacağı iyilik ve güzelliklerin yanıltmayan en güçlü referanslarıdır. Allah’ın
izni ve inayetiyle, bu millet bir kere daha kendisini bulacak ve insanlığa
şimdiye kadar duymadığı bambaşka besteler dinletecektir.
(41:20)