Soru: “Allah Teâlâ buyuruyor ki: Her kim Benim velîlerimden birine düşmanlık yaparsa, şüphesiz Ben ona ilân-ı harp ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili hiçbir ibadet ile Benim kurbiyetime mazhar olamaz. Bir de kulum nafileler ile Bana yaklaşır ha yaklaşır ve nihayet öyle bir hâle gelir ki artık Ben onu severim.” Bu ifadelerle başlayan kudsî hadis-i şerifte, Allah’ın veli kullarına düşmanlık etmek ile Cenâb-ı Hakk’a kurbiyet meselesinin peşi peşine değerlendirilmesini nasıl anlamalıyız? Allah’ın harp ilan etmesi ne demektir? Veli kullara düşmanlık yapmanın keyfiyeti konusunda neler söylenebilir?
-“Veliyyullah” veya “evliyâullah” dendiğinde, bundan “âdâullah”ın karşılığı kabul edilen bütün mü’minler anlaşılsa da -ki aslında, Kur’ân ve Sünnette evliyâullah sözcüğüyle anlatılan da budur- tasavvufta veli tabirine yüklenen daha başka mânâlar da vardır. Sofilere göre veli, riyazet veya daha değişik mücahede yollarıyla, beden ve cismaniyetini aşıp, kalb ve ruhun hayat mertebesine, dolayısıyla da Hak yakınlığına ulaşan, derken şahsı adına fenâ bulup yeni bir mânâ ile bekâya eren Allah’ın hususî iltifat, ihsan ve teveccühlerine mazhar hak eri demektir. (02.07)
-Bir kudsî hadis-i şerifte, Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Her kim Benim velîlerimden bir velîye düşmanlık ederse, şüphesiz Ben ona îlân-ı harp ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili hiçbir şey ile Benim kurbiyetime mazhar olamaz. Bir de kulum nafileler ile Bana yaklaşır ha yaklaşır ve nihayet öyle bir hâle gelir ki artık Ben onu severim. Onu sevince de, onun işiten kulağı, gören gözü, tutup yakalayan eli ve yürümesine vasıta olan ayağı olurum (Hâsılı; onun işitmesi, görmesi, tutması, yürümesi doğrudan doğruya meşîet-i hâssa dairesinde cereyan etmeye başlar). Böylesi bir kul Benden bir şey isterse istediğini muhakkak ona veririm. Bana sığınırsa onu hıfz ve sıyânetim altına alırım.” (06.44)
-Cenâb-ı Hak, “Bil ki Allah’ın veli kulları için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değillerdir.” (Yûnus, 10/62) buyurmaktadır. Dolayısıyla, bir yerden bir toslama geldiği, önümüzün kesildiği, yürüdüğümüz yolların harap edildiği ve köprülerin yıkıldığı zaman ilk yapmamız gereken şey, başkalarının hesaplarıyla meşgul olmak değil, kendi hesaplarımız üzerinde derin derin düşünmektir. Bize düşen vazife; her zaman imanımızın sağlamlığını kontrol etmemiz, çizgimizin doğru olup olmadığını gözden geçirmemiz ve Allah’ın veli kulları arasında bulunup bulunmadığımıza bakmamızdır. (09.41)
-Zulüm bir haddini aşmışlık ve haksızlıktır; böyle bir günahı irtikâp eden zâlimin hasmı da Allah’tır. O çok merhametli olduğu kadar “ihkâk-ı hak” eden bir Âdil-i Mutlak’tır. Rahmetiyle ve hilmiyle zalime mehil üstüne mehil verir ama mazlumu, mağduru da sonuna kadar çiğnetmez. Bugün olmasa da yarın kendini bilmezlere haddini bildirir ve her şeye kâdir olduğunu gösterir. (13.46)
-Her saldırı karşısında hemen el kaldırıp, düşmanlık yapan kimselere bedduada bulunmak doğru değildir. Tel’ine ve bedduaya “amin” dememek bizim için bir esastır. Düşmanlıktan dûr olmayanları Allah’a havale etmek ise başka bir meseledir. (16.10)
-Cenâb-ı Hakk’ın cezalandırma keyfiyeti farklı farklıdır. O, kimisine şefkat tokadı atar, bazılarını da nikmet, kahır, gazap ya da ibade (kökten kazıma) cezalarıyla tecziye eder. (20.27)
-İnsan, Mevlâ-yı Müteâl’e farz ibadetlerle yaklaşır; nafilelerle ise, farzların eksikliklerini gidermiş olur. (22.29)
-Urve b. Zübeyr’in ayağının kesilişi ve onun, ayağına hitaben söylediği söz… (25.01)
-“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan, hidayeti tabiatınız haline getirdikten sonra dalâlete düşmüş kimseler size zarar veremez.” (Mâide , 5/105) ayeti, derin manalarının yanı sıra, her olumsuz hadisede önce kendimizi sorgulamamız gerektiği dersini de veriyor. (26.25)
-Hazreti Ebu Bekir’in münacatı ve gözyaşları… (30.26)