Sâlih Daire Nimeti, Şükür ve Sebât

Sâlih Daire Nimeti, Şükür ve Sebât

Soru: Şurada burada dolaşırken bir şekilde kendimizi imana hizmet dairesinde bulmamız bir ilk mevhibe sayılırsa, onu sonraki lütuflara vesile kılabilmek için bu nimete karşı kalbî ve fiilî olarak nasıl mukabelede bulunmalıyız? Rahatlık, konfor ve lüks ortamlar vaad edilip gençlerin, özellikle de üniversite öğrencilerinin farklı tercihlere sürüklendiği günümüzde sâlih bir dairede bulunma nimetini gönüllere duyurabilmek için neler yapmalıyız?

-İ’lâ-yı kelimetullaha adanmışlık Cenâb-ı Hakk’ın çok büyük bir nimetidir. Bazı ender kimseler -sebepler planında- iradelerinin hakkını vererek bu nimete mazhar olsalar da, o çoğumuz için bir ilk mevhibedir, bir vesileyle gelip bizi bulmuş olan ilahî lüft u ihsandır. (01:18)

-Allah’ın en küçük nimetlerini (ki O’nun hiçbir nimeti küçük olmaz) bile büyük görmek ve onun karşısında şükranla iki büklüm olmak iktiza eder. Cenâb-ı Hak, “Eğer şükrederseniz Ben de nimetimi artırırım; şayet nankörlük yaparsanız, biliniz ki azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7) mealindeki fermanıyla, şükredenleri mükâfatlandıracağı vaadinde, küfrân-ı nimete düşenleri de cezalandıracağı tehdidinde bulunmuştur. (03:37)

-Muhterem Kırkıncı Hocaefendi’yle aynı hocadan ders okuyorduk. Kırkıncı Hoca o günlerde de çok gayretli bir insandı, pek çok kimsenin elinden tutup derse götürmüştü. Fakat, o ilk dönemdeki onca insan arasından sadece ben ve Hatem Hoca gibi bir iki kişi devam etmiş ve dairede kalmıştık. Oysa, Hazreti Üstad’ın etrafında ilk safı teşkil eden insanlar, onu ve gaye-i hayal bildiği hakikatleri çok güzel temsil ediyorlardı. O insanlardan biri Hazreti Pîr’in, “Şark’ı bir dolaş gel” demesi üzerine Erzurum’a da uğrayan Muzaffer Arslan’dı. Onu gördüğüm âna kadar hem babamın anlatmalarından hem de okuduğum kitaplardan dolayı içimde ciddi bir sahabe sevgisi oluşmuştu ama Ashab-ı Kiram’ın yaşadıkları hayatın artık bir ütopya gibi olduğuna dair düşünceler içerisindeydim. Merhum Muzaffer Arslan’ı görünce, onun sahabe hayatı yaşaması, sadeliği ve samimiyeti bana çok tesir etmişti ve “Meğer ütopya değilmiş, işte aradığım insanları buldum” demiştim. Merhum’un soba borusu gibi olmuş pantolonunun iki dizi de yamalıydı. Ceketi de işte ona göreydi. Fakat bu sadelik bana apayrı duygular ilham etmişti. Ayrıca ibadette derinlik vardı; namaz kılışları, dua edişleri bana bambaşka görünmüştü. İşte, o benim için bir ilk mevhibeydi. (05:17)

-Bağış, ihsan, hak vergisi ve ekstra ilâhî lütuflar mânâsına gelen “mevhibe”, yoldakilere Cenâb-ı Hakk’ın özel bir teveccühü, bir iltifatı, bir atiyyesi ve bazı ahvâlde hususi bir tenvir ve irşadıdır. Bir insanın Manhattan gibi bir yerde âvâre dolaşırken yolunun bir şekilde Hasan Şazelî hazretlerinin tekkesine uğraması ve bir anda kendisini orada buluvermesi gibi ihsanlar da birer mevhibedir. Aslında kendimizi imana hizmet dairesinde bulmamızın, şu misalde anlatılan tevafuktan eksik yanı yoktur; Allah’ın hususi lütf u ihsanı ve bir mevhibesidir. Bize düşen; her şeyden önce bu nimetin farkında olmak, kadrini bilmek, sonra şükürle mukabele etmek, çok ciddi bir kıvam sergilemek ve hiçbir beklentiye girmeden gönlümüzü ona tevcih etmektir. (09:25)

-İmam Bûsîrî, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in ortaya koyduğu derin kulluğu anlatırken der ki:

ظَلَمْتُ سُنَّةَ مَنْ اَحْياَ الظَّلاَمَ اِلٰي

اَنْ اِشْتَكَتْ قَدَمَاهُ الضُرَّ مِنْ وَرَمِ

“Ben, ayakları şişinceye kadar geceleri ibadetle ihya eden O Zât’ın sünnetine, onu terk etmek suretiyle zulmettim.” (12:20)

İnsanlığın İftihar Tablosu, öyle derin bir kulluk ortaya koymuştu ki, dahası olmaz. Onun, sabahlara kadar ibadet ettiğini gören Hazreti Âişe Validemiz, “Senin hiç günahın yok ki!” manasına “Biz sana aşikâr bir fetih ve zafer ihsan ettik. Bu da Allah’ın, senin geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlaması, sana yaptığı ihsan ve in’amı tamamlaması, seni dosdoğru yola hidâyet etmesi ve sana şanlı şerefli bir zafer vermesi içindir.” (Fetih, 48/1-3) ayetlerini okuyunca, Allah Rasûlü, “Beni onca nimetlerle serfiraz kılan Rabbime çok kulluk yapan, çok şükreden bir kul olmayayım mı?” şeklinde cevap veriyor ve yine kendine yakışan bir tavır sergiliyordu. (14:00)

İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) daha altı, yedi yaşlarındayken üzerini değiştireceği zaman amcası Ebu Talib’e, “Amca üzerimi değiştireceğim, lütfen sırtını dön.” diyecek ölçüde bir hayâ ve iffet abidesiydi. Günah O’nun rüyasına bile girememişti. (14:38)

-Cenâb-ı Hakk’ın üzerimize yağmur gibi yağdırdığı nimetlerin farkına varmalı; bu cümleden olarak, bütün eksik ve kusurlarımıza rağmen dünyanın dört bir yanında müşahede ettiğimiz hüsn-ü kabulleri de ilahi ihsan bilmeli ve bu lütuflara karşı -Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in yaptığı gibi- şükürle mukabelede bulunmalıyız. (16:43)

-İyilik ve güzelliklerde sâbit kadem olmak inandırıcılığın esasıdır. Bir öyle bir böyle davranan insanlar inandırıcı olamazlar. Mü’minin nabzını tutan insanlar, birkaç sene nabız yoklaması yapsalar da hiç aritmiye şahit olmamalılar. (17:47)

-İstikâmet çok önemlidir. Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) “Hûd suresi ve benzerleri iflâhımı kesip beni yaşlandırdı.” sözü ile

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd sûresi, 11/112) âyetine işâret buyuruyorlardı. Sözlük açısından “doğruluk” demek olan istikamet; ıstılah itibarıyla, itikatta, amelde, muâmelâtta ve yeme-içme gibi bütün davranışlarda ifrat ve tefritten sakınıp takva dairesine girerek nebîler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerin yolunda yürümeye îtinâ gösterme şeklinde yorumlanmıştır. Şu kadar ki, istikâmetin de dereceleri vardır ve Allah Rasûlü “İstikâmet üzere ol!” emrini kendi kulluk ufkuna göre çok derin anlamış ve hayatını o çizgide sürdürmüştür. (19:!9)

-Dünyaya ait câzibedâr güzellikler, inananlara zikzak çizdirmemeli!.. İhtişam, rahat etme duygusu ve tenperverlik gibi sâiklerle zikzak çizen insanlar düz yollarda bile takılıp kalmış ve asla hedefe varamamışlardır. Hizmet dairesinde bulunan insanlar için de en tehlikeli hususlardan biri dünyanın câzibedâr güzelliklerine kapılmaktır. Onun için, dünyevî nimetlere karşı içte köpürüp duran arzuları, iradenin hakkını vermek suretiyle baskı altına almak çok büyük bir ibadet sayılır. (23:13)

-Ehl-i dünya, türlü türlü beşerî zaafları değerlendirerek insanları haktan uzaklaştırmaya ve kendi saflarına katmaya çalışırlar. Mesela, burslar verir, geniş imkanlar sağlar ve rahat bir hayat teklif ederler. İstikametini bulamamış karakterler -hafizanallah- onlara meyledebilir ve hiç farkına varmadan dünyalarını da karartırlar ukbâlarını da. Onun için mü’min mutlaka sabit kadem olmalı!.. (25:30)

-Kalb, düşünce, tasavvur ve ruh sıhhati için bir kale gibidir. İnsanın maddî, mânevî duyguları bu kaleye sığınır ve korunmuş olur. Bu açıdan insan için bu kadar önemli olan kalbin de karantinaya ve gözetilmeye ihtiyacı vardır. Zira o, yaralanınca tedavisi çok güç ve ölünce de hayata döndürülmesi çok zor bir lâtîfedir. Kur’ân bize,

رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا

“Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma…” (Âl-i İmran, 3/8) duâsını öğütlemekle bu çok önemli korunma ve karantinayı hatırlatmaktadır. Tarih boyunca nice büyük görünümlü insan, şeytanın attığı ağa takılmış ve ona av olmuşlardır. Aynı akıbete uğramamak için Allah’a sığınmak ve dünyanın geçici güzelliklerine kanmamak lazımdır. (27:21)

-Bazı cem’iyyât-ı sırriyyenin yanı sıra garaz taşıyan, hasetle oturup kalkan veya hiss-i rekabetle hareket eden kimseler, dünyanın değişik yerlerinde ruhunuzun ilhamlarını sinelerine boşaltmak suretiyle kendi atmosferinize celbettiğiniz insanları sizden koparmak için onlara cazip şeyler gösterip başlarını döndürebilir ve bakışlarını bulandırabilirler. Sahip çıkmak lazım insanlara, iki elle sımsıkı sarılmak lazım. Çünkü, onların ağına düşünce hiç farkına varmadan ehl-i dünya olurlar. Kendilerini dünyevî cereyana ve onun akıntısına kaptıranları (Şair arkadaşımın “İsyan deryasına yelken açmışım / Kenara çıkmaya koymuyor beni!..” dediği gibi) kurtarmak çok zordur. (29:27)

-Evrensel insanî değerlerle mücehhez kılma ve dünya ahiret saadetine taşıma düşüncesiyle el uzattığınız kimselere, diğerleri kadar olmasa bile elinizden geldiği ölçüde imkanlar tanımalı; dinin yüceliğini, mefkure insanı olmanın kıymetini, yüksek bir gayeye bağlı bulunmanın değerini göstermeli ve marifetlerini besleyerek onları ihsan seviyesine yükseltmeye çalışmalısınız ki şu bu virüs karşısında hemen hasta olmasın ve geriye dönemeyecek şekilde bir akıntıya kapılmasınlar. Samimiyet, vefa ve sadâkatin dünyada hiçbir şeye değiştirilemeyeceğini onlara anlatmalı; sizi test etmelerine fırsat vermeli, böylece kendinizi gerçek niyetinizle tanıtıp dünyevî bir beklentiniz olmadığını ve esrarengiz işler peşinde bulunmadığınızı göstermelisiniz. (34:02)

-Ben hayatım boyunca döşek nedir bilmedim. Talebeliğim boyunca da, daha sonra arandığım dönemde de halının üzerinde yatıp kalktım; hala bir döşeğim olmadığını söyleyebilirim. Fakat, herkesten bunu beklemek doğru değildir. İnsanlara şöyle böyle yaşayacakları kadar imkan sunmak icap eder. Aynı zamanda, muhataplar avucun içindeki çizgiler gibi doğru okunup tanınmalı ve durumlarına göre bazen hususi muameleye tabi tutulmalıdırlar ki kaymasınlar ve bütün bütün kayba uğramasınlar. (36:16)

-Bediüzzaman Hazretleri, “Hücumât-ı Sitte” adıyla Yirmi Dokuzuncu Mektub’un altıncı kısmında, “İns ve cin şeytanlarının altı desisesini inşâallah akim bırakır ve hücum yollarının altısını da seddeder.” diyerek imtihanların en tehlikeli olanlarını “hubb-u cah, korku, tama, ırkçılık, enaniyet ve tenperverlik” olarak tespit etmiştir. Görüleceği üzere, Hazreti Pir, kısaca tembellik ve rahata düşkünlük demek olan tenperverliği de şeytanın en büyük altı tuzağından biri olarak zikretmiştir. Böyle bir tuzağa karşı hem kendimizi hem de dostlarımızı korumaya çalışmamız lazımdır. (37:40)

-İnsanları küçük kusurlarından ve bir inhiraflarından dolayı itmemeli, hemen atmamalıyız. Mü’minin, mü’mine karşı yaklaşım tarzının nasıl olması gerektiğiyle alâkalı Asr-ı Saadet’te yaşanan şu canlı misal bizim için ölçü olmalıdır: Bedir’de bulunduğu da rivayet edilen bir sahabi, içki yasak edilmiş olmasına rağmen koruk gibi meyve ve usarelerden içmeye devam ediyordu. Pek çok defa sarhoş olarak mescide gelmiş ve cezalandırılmıştı; bir keresinde de Huzur-u Risaletpenâhî’ye getirilerek te’dib edilmişti. Yine böyle bir durumdan dolayı o, Efendimiz’in huzurundaydı. Orada bulunanlardan birisi, “Allah cezanı versin. Sen ne kötü adamsın. Bu kaçıncı oldu, böyle huzura geliyorsun!” türünden sözler sarf etmişti. Bunu duyan Allah Rasûlü, “Kardeşinize karşı şeytana yardımcı olmayın. Allah’a yemin ederim o, Allah ve Rasûlü’nü sever.” buyurdu. (38:23)