Soru: 1) Hazreti Lût’un “rükn-ü şedîd” talebi ve ondan sonraki peygamberlerin güçlü aileler arasından gönderilmesi hususundaki hikmetler açısından düşünülecek olursa, ekseriyet itibarıyla diplomasi bilgi ve tecrübesinden daha çok ihlas ve samimiyet dinamikleriyle hicret eden adanmış ruhlar için hizmetin şahs-ı manevîsi gittikleri yerlerdeki muhataplara karşı bir rükn-ü şedîd sayılır mı? Mefkûre muhâcirleri için sığınılacak en sağlam kale mesabesindeki dayanak noktaları nelerdir?
-Hazreti Lût (aleyhisselam), sapıklığın, ahlâksızlığın, edepsizliğin yaygın olduğu Sedum halkına peygamber olarak gönderilmişti. Sedum halkı, daha önceki milletlerde görülmeyen bir ahlâksızlık suçunda çok ileri gitmişti. Nitekim, Sedum halkının ahlâksızlık ve edepsizliğini ifade eden ayette şöyle buyurulmuştur: “Lût’u da halkına resul olarak gönderdik. Onlara dedi ki: “Nedir bu haliniz? Siz dünyada sizden önce hiç kimsenin yapmadığı pek iğrenç bir şey yapıyorsunuz!..” (Ankebût, 29/28) Diğer ayetlerde, bunların yaptığı kötülüklerin cezasız kalmadığı vurgulanarak, gökten gelen acı bir azab ile yerle bir edildikleri belirtilmiştir. Hakikaten, Hazreti Lût kavmi hakkındaki ceza, ürpertici ve ibret verici mahiyettedir. Hazreti Lût’un vazifeli olduğu Sodom ve Gomore, Lût Gölü çevresindedir. Bu birkaç belde, bir gecede yerle bir edilmiştir. (01:14)
-Melekler Hazreti Lût’a gelirler. Hepsi de göz kamaştıracak kadar güzel birer delikanlı şeklindedir. Hazreti Lût onların gelişinden ve kavminin yine ahlâksız davranışlar sergileyeceğinden ciddî şekilde endişe duyar ve içi daralır. Kur’ân-ı Kerim, bu hâdiseyi şöyle anlatır: O elçilerimiz Lût’a gelince o fena halde sıkıldı, onlar yüzünden göğsü daraldı ve “Gerçekten bu gün pek çetin bir gün!” dedi. Esasen kötü işler yapagelen halkı, kötü niyetle koşa koşa Lût’a geldiler. Lût, “Ey halkım!” dedi, “işte kızlarım! Onlar sizin için nikâh akdi ile, daha temiz, şaibeden daha uzaktır. Öyle ise Allah’tan korkun, emirlerini çiğnemekten sakının da bari misafirlerimin yanında beni rüsvay etmeyin. Yok mu içinizde aklı başında bir adam?” Şöyle dediler: “Sen de pek iyi bilirsin ki senin kızlarında hakkımız ve onlarla hiçbir alakamız yoktur, onlarda gözümüz yoktur, ama sen bizim ne istediğimizi pekâla biliyorsun!” İşte o zaman Lût aleyhisselam, “Keşke” dedi, “size karşı yetecek bir gücüm olsaydı veya pek sağlam bir kaleye dayansaydım!” (Hûd, 11/77-80) (04:10)
-Hazreti Lût’un (aleyhisselam)
لَوْ أَنَّ لِي بِكُمْ قُوَّةً أَوْ آوِي إِلَى رُكْنٍ شَدِيدٍ
“Âhh keşke size yetecek bir kuvvetim olsaydı veya sırtımı bir rükn-ü şedîde dayayabilseydim.” (Hûd, 11/80) sözünde zikrettiği “rükn”; direk, esas, kuvvet; bir şeyin en fazla sağlam olan tarafı veya köşesi ya da temeli; nüfuzlu, kuvvetli ve ehemmiyetli kimse demektir. Lût aleyhisselam’ın”rükn-ü şedîd” ifadesi; sağlam bir kale, sarsılmaz bir güç, yenilmez bir kuvvet ve devrilmez bir dayanak manalarına gelmektedir. (05:29)-Rivayet olunduğuna göre, Hazreti Lût’tan ve onun bu sözünden sonra Al¬lah Teâlâ gönderdiği bütün peygamberleri kendisine yardımcı ola¬bilecek bir kavmin içinden çıkarmıştır. (05:55)
-Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Hazreti Lût kıssasından pek çok ibretler çıkarılabilir. O ibretlerden biri de, Peygamber mesleği olan irşad, tebliğ ve temsil vazifesini yapacak insanların i’lâ-yı kelimetullah yolunda, Hatemu’l-Enbiya Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem)’in gölgesinde yürürken sırtlarını bir rükn-ü şedîde dayamaları gerektiğidir. Gerçi adanmış ruhlar için en büyük güç ve kuvvet kaynağı Cenâb-ı Hakk’ın inâyetidir. Ne var ki, esbab dairesinde yaşadığımız için sebepleri de gözetmemiz gerekmektedir. Bu açıdan, bazen tek başına ya da bir iki kişi olarak çok uzak diyarlara ve yabancısı oldukları toplumlar arasına giden mefkure muhacirleri de bir rükn-ü şedîde ihtiyaç duyabilirler. (09:30)
-Eğitim ve diyalog faaliyetleri sayesinde sulh adacıkları oluşturmak için dünyanın dört bir yanına açılan fedakâr ruhlar, şunları rükn-ü şedîd olarak görebilirler: Kendilerinden önce hicret eden insanlar.. senelerdir onların nabızlarını tutup artık güvendiklerini ortaya koyan yerli halk.. her yana dal budak salmış ve dünya hadisesi haline gelmiş olan hizmetlerin şahs-ı manevisi.. gittikleri her yerde müesseseleri ziyaret edip takdirlerini dile getiren, faaliyetlere iştirak eden devlet büyükleri/yetkilileri.. ve meseleye sahip çıktığını Türkçe Olimpiyatları vesilesiyle ortaya koyan bütün bir millet. Evet, en büyük dayanağımız Cenâb-ı Hakk’ın havl ve kuvvetidir; bu sayılanlar da Allah’ın havl ve kuvvetinin sebepler planındaki perdeleridir. (14:57)
Soru: 2) Farklı ülkelerden Türkiye’ye gelen misafirler hizmet erlerini ve hâlis faaliyetlerini değerlendirirken ağız birliği etmişçesine özellikle kendini sıfırlama, adanmışlık, civanmertlik ve vicdan enginliği olmak üzere aynı mevzulara vurguda bulunuyorlar. Birbirini tanımayan bu ufuklu insanların benzer hususları görüp dile getirmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Mazhar olunan takdir ve tebrikler hakkında neler düşünüyorsunuz? (18:54)
-İslam’ın güzelliklerini bütünüyle temsil edebildiğimizi söyleyemeyiz. Fakat, insanlar bu işin gölgesine bile vuruluyorlar. Ya bir de şem’asını (ışığını, nurunu) görseler!.. (19:30)
-İster Batıdan isterse de İslam dünyasından Türkiye’ye misafir olan hemen herkes, şayet önyargılı değilse ve basiretle bakabiliyorsa, adanmış ruhların güzergâhındaki farklılığı okuyabiliyor. (20:41)
-İsmindeki kerametin de bereketiyle Hira mecmuası, İslam coğrafyası için anahtar vazifesi gördü. (20:55)
-Yapılan hizmetlerden dolayı takdir ve tebriklerini ifade eden insanların kadirşinaslığı bendeki duyguları tetikleyebilir. Fakat, samimi bir hissimi ifade edeyim; umum arkadaşların sa’yine terettüp eden bir hizmetin (kendimi de aralarında düşünebileceğim) belli şahıslara mal edilmesi karşısında fevkalâde rahatsızlık duyuyorum. Meselelere bakarken ve takdirleri dinlerken irademin hakimiyetinde bakıyor ve dinliyorum; “Değildir bu bana layık, bu bende / Bana bu lütf ile ihsan nedendir.” (M. Lütfi) diyor ve bunların istidrac olmasından endişe duyuyorum. (23:37)
-Hâlis kullara düşen tavır, “Marifet iltifata tâbi değildir, iltifat marifete tâbidir” mülahazasıyla hareket etmek ve beklentisiz olmaktır. (24:54)
-Kur’an’a gönül vermiş bahtiyar bir ruh, Hazreti Mus’ab gibi bütün takdir, tebcil ve beklentileri kafasından sıyırıp atmalı; hakk-ı temettu (kâr, fayda, menfaat hissesi) peşinde koşmamalı, meseleyi ganimete bağlamamalı, insanların takdir ve teveccühlerini bir dinamo yerine koymamalı ve katiyen hiçbir beklentiye girmemelidir. (27:13)
-Beklentisiz olmak en büyük zenginliktir. (29:03)