Soru:1) Bir tevcihe göre, Hazreti Yusuf’un “Nefsimi tebrie etmem” deyişi ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in “Beni nefsimle baş başa bırakma” duası nazar-ı itibara alınırsa, peygamberler de nefislerinden korkmuşlar mıdır?
-Kur’an-ı Kerim, Hazreti Yusuf’un kıssası münasebetiyle nefse itimat edilemeyeceğini açıkça dile getirir ve Zeliha’nın şöyle dediğini nakleder:
وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّيَ إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“Doğrusu, ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü Rabbimin merhamet edip korudukları hariç, nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevkeder. Şüphesiz Rabbim Gafur’dur, Rahim’dir (affı ve merhameti boldur)” (Yusuf, 12/53)
Müfessirler arasında, bu ifadenin, Hazreti Yusuf’a ait olduğu kanaati daha yaygındır. Fakat, bu sözü, nefsini tezkiye etmemeye matuf olarak Hazreti Yusuf’un söylediğini farz etmek uygun düşse bile, peygamberlerin doğuştan nefs-i mutmainne sahibi oldukları, Yusuf Nebi (aleyhisselam) için de nefs-i emmâreden bahsedilemeyeceği, onda ancak muhataplarının hallerini bilme cihetiyle nefsin bir nüvesi bulunduğu unutulmamalı; Hazreti Yusuf’un bu sözü temsil açısından söylediği kabul edilmelidir. (00:46)
-Meşru dairedeki zevk ve lezzetler keyfe kâfidir; siz meşru dairede kazanmazsanız, nefs-i emmâre sizi gayr-i meşru dairede kazanç aramaya iter. Siz meşru dairede cismanî arzularınızı tatmin etmezseniz, nefs-i emmare sizi gayr-i meşru yollara sevkedebilir. Diğer peygamberler gibi, Hazreti Yusuf da bunları kendi nefsinde belli ölçülerde hissediyordu ki arkasındakilere rehberlik yapabilsin. (05:47)
-Hazreti Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Tezkiyesiz nefs-i emmâresi bulunmak şartıyla, kendi nefsini beğenen ve seven adam başkasını sevmez. Eğer zâhirî sevse de samimî sevemez; belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Ve kusurunu nefsine almaz, belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler.” Evet, insan nefs-i emmâresini yerden yere vurmazsa, nefsi onu yerden yere vurur. (07:57)
-Nur Müellifi, “Sen, ey riyakâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim’ diye gururlanma. ‘Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir adamla da te’yid ve takviye eder.’ hadisi sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racul-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini ve ubudiyetini, geçen nimetlerin şükrü, vazife-i fıtrat, farize-i hilkat ve netice-i san’at bil, ucub ve riyadan kurtul.” demiştir. Demek ki, nefis tezkiyesine nâil olamamış bir insan, dine ve diyanete hizmet ediyor olsa bile, gurur, ucb ve riyaya düşmemek için çok temkinli hareket etmeli ve kendisinin de bir racul-ü fâcir olabileceğini düşünüp titremelidir. Hizmetlerinden dolayı asla şımarmamalı, gurura kapılmamalı ve kendisini emniyette saymamalıdır; aksine, Allah yolundaki mücahedesini tabii bir vazife, bir kulluk borcu ve o zamana kadar lutfedilen nimetlerin şükrü kabul etmelidir. Şahsı itibarıyla fısk u fücura açık olduğunu hep hatırda tutmalı, nefsi ile baş başa kaldığında her haltı karıştırabileceğine inanmalı; dolayısıyla her zaman Allah’a sığınmalı ve eksiklerine, kusurlarına, hatalarına ve günahlarına rağmen hâlâ imana hizmet dairesinde bulunuyor olmasını büyük bir arınma fırsatı olarak görmelidir. (09:50)
-Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, şu dua ile kendi aklımıza, mantığımıza, gücümüze, kuvvetimize, irade ve ihtiyarımıza güvenmememiz gerektiğini ve Cenâb-ı Allah’ın himayesini talep etmemizin lüzumunu ne de güzel ifade eder:
يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ، بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ، أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلاَ تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ
“Ey her şeyi var eden hayat sahibi Hayy ve ey her şeyin varlık ve bekâsını kudret elinde tutan Kayyum! Rahmetinin vüs’atine itimad ederek Sen’den merhamet dileniyorum; bütün ahvâlimi ıslah eyle, her türlü tavır ve hareketimi kulluk şuuruyla beze ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun, beni nefsimle başbaşa bırakma, sürekli kötülükleri emreden nefsimin acımasızlığına terketme!” Bazı rivayetlerde “وَلاَ أَقَلَّ مِنْ ذٰلِكَ” ilavesi de vardır; yani, “Göz açıp kapayıncaya kadar..” kaydıyla yetinilmemiş, “Hayır! O kadar değil, ondan daha az bir zaman da olsa beni nefsimle başbaşa bırakma!” denilmiştir. Siz isterseniz, mülâhazalarınızla bu duayı daha da derinleştirebilir, “Allah’ım, beni ibadetlerimle, hayır ve hasenâtımla da başbaşa bırakma; beni menhiyâttan ictinabımla da başbaşa bırakma.. iyiliklerime güvenme duygusunu söküp at gönlümden, içimi sadece Sana itimat hissiyle doldur. Sen özel sıyanetinle koru beni; hususi himayene al, vekilim ol benim!” diyebilirsiniz. Ayrıca, bu duayı bütün arkadaşlarınızı, dostlarınızı ve topyekün Müslümanları mülahazaya alarak da yapabilirsiniz. (11:50)
Soru: 2) Kur’an-ı Kerim’in Hazreti Yusuf’a Mısır’da itibar ve iktidar verildiğini anlattıktan hemen sonra ahiretteki ücret ve mükâfata vurguda bulunması hangi mesajları ihtiva etmektedir? (17:44)
-Kur’an-ı Kerim, Hazreti Yusuf’a Mısır’da “müknet” verildiğini ve onun bir muvazene unsuru kılındığını şöyle anlatır:
وَكَذَلِكَ مَكَّنِّا لِيُوسُفَ فِي الأَرْضِ يَتَبَوَّأُ مِنْهَا حَيْثُ يَشَاءُ نُصِيبُ بِرَحْمَتِنَا مَن نَّشَاء وَلاَ نُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ
“Böylece Biz Yusuf’a Mısır’da itibar ve iktidar verdik. Dilediği yerde konaklayabilir, orayı dilediği şekilde yönetirdi. Biz lütfumuzu dilediğimiz kimselere eriştirir ve güzel hareket eden muhsinlerin ücretlerini asla zayi etmeyiz.” (Yusuf, 12/56) (17:58)
-Hazreti Yusuf onca badireyi atlatıp dünyevî imkanlar açısından zirveye çıktığı bir anda, Cenâb-ı Hak onun nazarlarını bütünüyle ahiret yamaçlarına çevirmiş ve şöyle buyurmuştur:
وَلَأَجْرُ الآخِرَةِ خَيْرٌ لِّلَّذِينَ آمَنُواْ وَكَانُواْ يَتَّقُونَ
“Âhiretteki ücret ve ödül, iman edip haramlardan sakınanlar için elbette daha hayırlıdır.” (Yusuf, 12/57) Aslında, iffet âbidesi Yusuf aleyhisselam bu mevzuda da sâdıktır; Allah Teâlâ’nın bu ikazı onun şahsında bize yöneliktir, “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” kabilindendir. (23:45)
-İbret verici hadiselerin en güzel şekilde nakledilişi ve kıssaların en güzeli manasına gelen “Ahsenü’l-kasas” tabiriyle anılan Yusuf suresi, Kur’ân’ın en tafsilatlı kıssası olarak Hazreti Yusuf’un (aleyhisselam) hayatından ibret-âmiz tablolar ihtiva eder. Surenin sonuna doğru, kıssanın âhirinde Hazreti Yusuf’un şu duası zikredilir:
رَبِّ قَدْ آتَيْتَنِي مِنَ الْمُلْكِ وَعَلَّمْتَنِي مِن تَأْوِيلِ الأَحَادِيثِ فَاطِرَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ أَنتَ وَلِيِّي فِي الدُّنُيَا وَالآخِرَةِ تَوَفَّنِي مُسْلِماً وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ
“Ya Rabbî! Sen bana iktidar ve hakimiyet verdin. Kutsal metinleri ve rüyaları yorumlama ilmini öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada da, âhirette de mevlam, yardımcım Sensin. Sana tam itaat içinde bir kul olarak canımı al ve beni hayırlı, dürüst insanlar arasına dahil eyle!” (Yusuf, 12/101) Bu ayet, onca sıkıntı ve meşakkatten sonra Mısır’ın azizi olan, anne-babasına kavuşan ve kardeşleriyle buluşup barışan Hazreti Yusuf’un, en mesut ve bahtiyar olduğu bir anda gözlerini âhiretin yamaçlarına dikmesini ve ölümü istemesini nazara vermektedir. Kuyuya atılırken, değersiz bir meta gibi satılırken, köle misal çalıştırılırken, ismetini muhafaza uğruna iftiraya uğrarken, ancak bir cânîye reva görülebilecek şekilde zindana tıkılırken ve mazlumiyetinin yanı sıra sıla hasretiyle de kavrulurken… onca musibet karşısında ölümü arzu etmeyen ve bu haliyle yalnızca risalet vazifesinden dolayı yaşadığını ortaya koyan Hazreti Yusuf (aleyhisselam), tam dünyevî imkanlara, ailesine, huzura, saadete ve feraha kavuştuğu bir dönemde Cenâb-ı Hak’tan vefatını dilemiştir. Demek ki, kabrin arkasında o dünyevî saadetten daha cazibedâr bir saadet vardır ve Hazreti Yusuf gibi hakikatbîn bir zat, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı görünen mevti istemiştir, tâ öteki saadete mazhar olsun. Kur’an-ı Hakîm, Yusuf kıssasının hâtimesinde Yüce Peygamber’in bu talebine dikkat çekerek şu irşadda bulunmuştur: Kabrin arkası için çalışınız; hakikî saadet ve lezzet ondadır. (27:17)
-Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ruhunun ufkuna yürümeden önceki son gecesinde Hazreti Ebû Bekir’i imam tayin buyurmuştu. Hazreti Ebû Bekir’in böyle bir göreve tayin edilmesi önemli bir mazhariyet olduğu gibi, cemaatin o imamın imamlığını kabul etmesi de ayrı bir mazhariyettir. Evet, sahabe-i kiram engin havsalasıyla bu durumu kabullenmiş ve iktida edilmesi gereken o zata iktida etmişti. Bu esnada Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) mübarek sütresini sıyırıp, cemaatin o mübarek mukteda bihin arkasında huzur içinde ubudiyetlerini ifa ettiklerini görmüş, vazifesini yapmış olmanın süruruyla tebessüm buyurmuş ve perdeyi indirmişti. O perde aynı zamanda dünyaya karşı da inmişti; fakat Kâinatın İftihar Tablosu ruhunun ufkuna yürürken mesrurdu. Çünkü iman davasını omuzlayacak o güzide topluluk, birlik ve beraberlik ruhu içerisinde Allah huzurunda el pençe divan durmuştu. Zaten İki Cihan Serveri’nin hayatının gayesi de buydu. Bundan dolayıdır ki, mübarek sütresini huzur ve itminan içerisinde indiriyordu. Evet, İki Cihan Serveri, dünyada bulunuyor olma gayesini, vazifesine bağlamıştı. Vazifesi biter bitmez de bu ten cenderesinden kurtulup bir an önce Hakiki Dost’a kavuşma arzusundaydı. Aynı ulvî yaklaşım, aynı duygu ve düşünce Hazreti Yusuf gibi diğer peygamberlerin ve salih kulların da şiarıydı. (29:15)
-Gerçek dava adamı ve hakiki kul, dünya çapında başarılara muvaffak olsa da şöyle düşünür: “Benim yerimde bir başkası bulunsaydı, bu işin çehresi daha farklı olurdu; demek ki ben bu işin çehresini biraz kararttım.” Diğer taraftan da şu mülahaza ile dolu bulunur: “Allah’ım, benim sa’y ü gayretime terettüp edecek neticeler varsa, onları bana gösterme; nefs-i emmâremin onlara bakıp gurura kapılmasına fırsat verme!” (34:00)