Mehdîlik İddiaları ve Sübhânallah Çizgisi

Mehdîlik İddiaları ve Sübhânallah Çizgisi

Çay Faslından Hakikat Damlaları: Mehdi Değil Şeytanın Düdükleri!..

-Her şeyi güzel yaratan Allah (celle celalühu) insanın da her işini en güzel şekilde yapmasını ister. Tevbe Sûresi’nde iki âyet-i kerime bu hususu vurgulamaktadır:

وَسَيَرَى اللَّهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ ثُمَّ تُرَدُّونَ إِلَى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

“Yapacağınız her şeyi Allah da, Rasûlü de görüp değerlendirecek, daha sonra da, gizli olsun açık olsun, her şeyi bilen Allah’ın huzuruna götürüleceksiniz.” (Tevbe sûresi, 9/94)

وَقُلِ اعْمَلُوا فَسَيَرَى اللَّهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ وَالْمُؤْمِنُونَ وَسَتُرَدُّونَ إِلَى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

“De ki: Amel edin: Yaptıklarınızı Allah da, Rasûlü de, mü’minler de görecekler. Sonra gizli ve açık her şeyi bilen Allah’ın huzuruna çıkarılacaksınız. O da yaptığınız her şeyi bir bir sizin önünüze çıkaracak, karşılığını verecektir.” (Tevbe sûresi, 9/105) (00:44)

-Cenâb-ı Hakk’ın sana verdiği her şeyi O’nu bilme, O’nu tanıma, O’na bağlanma ve başkalarını da O’na çağırma istikâmetinde kullanmalısın. Hafizanallah, O’nu tanıma ve tanıtma yerine insan kendisini nazara vermeye kalkışır ve hep nefsine paylar çıkarırsa, sapıklığa ilk adımlarını atmış sayılır. (04:20)

-Daha Peygamber Efendimiz hayattayken, Müseylemetü’l-Kezzab, Tuleyhâ, Esved’ül-Ansî ve Secâh misal peygamberlik iddiasıyla ortaya atılan pek çok yalancı türediği gibi her dönemde “Âhir zamanda gelecek zât benim!” diye meydana çıkan kimseler, şeytanî iddialarda bulunan hastalar her zaman var olmuştur. (05:15)

-Semâ-i risâletin ayları ve güneşleri sayılan başımızın tâcı bütün büyük insanların nûr ve ziyâsı, Hazreti Rûh u Seyyidi’l-Enâm’ın içinde bulunmadığı zaman itibarıyladır. Busayrî,

فَإِنَّهُ شَمْسُ فَضْلٍ هُمْ كَوَاكِبُهَا    يُظْهِرْنَ أَنْوَارَهَا لِلنَّاسِ فِي الظُّلَمِ

“O bir fazilet güneşi, diğerleri ise yıldızdır. Yıldızlar insanlara ışıklarını ancak geceleri sızdırırlar.” diyerek, O Zât’ın, güneşin üstünlüğünü hâiz olduğunu, diğerlerinin ise, O’na nispetle peykler mesâbesinde bulunduğunu ve O’nun olmadığı dönemlerde çevrelerine nûrlar saçıp etraflarını aydınlattıklarını söyler ki, yerinde bir tesbittir. (06:25)

-Râfizî düşünce, tarih boyunca sürekli Mehdî çıkarmıştır. Muvahhidîn devletini kuran insana Mehdî denmiştir. Emevî ve Abbasî tarihleri boyunca ortaya çıkan birçok siyâsî grup hep liderlerinin Mehdî olduğunu söylemişlerdir. Hatta Kuzey Afrika’da kurulan ve daha sonra Mısır’a da hâkim olan Şiî Fatımî devletinin ilk hükümdarının Mehdî olduğu inancı bu devleti kuran ve sürdüren kimseler arasında yaygın bir husustur. Karmatîler de aynı hususu istismar ederek senelerce fitne ve iftiraka sebep olmuşlardır. Hasan Sabbah bu türlü mehdi taslaklarının prototipleri arasındadır. (07:15)

-Günümüzde büyük iddialarla ortaya atılanların sayısı her zamankinden daha fazla. Adeta mehdi enflasyonu var. Genelde insanlar doğru mülahazalarla yola çıkmış olsalar da, bugünkü nesillere iyi bir ruh terbiyesi verilmediğinden, temel disiplinler kendilerine öğretilmediğinden ve bilhassa rehbersizlikten dolayı çokları yolculuk esnasında yollarını şaşırmakta ve kaybolup gitmektedirler. Demek ki, sadece sırat-ı müstakime girmiş olmak yetmemektedir; asıl önemli olan, yolda kalmadan ve istikameti şaşırmadan Cennet, Cemalullah ve Rıdvan hedefine varabilmektir. Kulluğa düşen tevazu, mahviyet ve hacâlettir. Yoksa, Allah muhafaza, bugünün Hasan Sabbah’ları arasında olma ihtimali vardır. (08:16)

-Almanya’dan mektup yazıp mehdi olduğunu ve bunu birkaç dakika içinde ispatlayabileceğini iddia eden mehdi-yi Almanî!.. (10:12)

-İmkanı varsa boyunuzu aşkın kitaplar yazın -Allah aşkına- altına imzanızı atmayın; “bir meçhul yazdı” deyin. (10:50)

-Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in risâletini ilan etmesi, O’nun vazifesi cümlesindendir. Farz-ı muhal, O, kelime-i Tevhidi söylese ama “Muhammedün Rasûlullah” demeseydi, vazifesini yapmamış olurdu. Halbuki, bir insan kutup, gavs, Mehdî olsa da, onun bu mazhariyetini ilan etme gibi bir vazifesi yoktur. Dahası, hakiki Mehdî olduğuna dair elinde kesin bir delili de yoktur; duyuş ve sezişlerinde yanılmış, asıl ile gölgeyi karıştırmış olabileceği her zaman muhtemeldir. Mehdiyet, arkasına düşülüp aranılacak, bulununca da herkese ilan edilecek bir paye değildir. (11:31)

-Hazreti Üstad, “Dine hizmet ettim diye gururlanma.

إِنَّ اللّٰه لَيُؤَيِّدُ هَذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ

“Allah bu dini bazen bir fâcir adamın eliyle de teyit eder.” (Buhari, cihâd 182; Müslim, îmân 178) sırrınca müzekka olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin.” diyor. Nimetler karşısında, “Evet ben güzelleştim, fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir, benim değildir.” şeklinde düşünmek gerektiğini ifade ediyor. Tevazu ve tekebbür adına bir ölçü ortaya koyuyor: “Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür, yani tekebbürdür.” İşte mü’minin kendi hakkındaki düşüncelerini bu esaslar belirlemelidir. (12:07)

-22 yaşında bir genç hem Hasanî hem Hüseynî olduğunu söyleyip büyük iddialarda bulununca Hocaefendi ona tevazu ve mahviyeti anlatıyor. O genç, odadan çıkarken, anlatılan onca hakikati hiç duymamışçasına “Bu mevzuda size seçme hakkı vermemişlerse ne yapacaksınız!” diyor. (14:38)

-12 Mart Muhtırası döneminde kitaplara döktürdükleri harflerin, kelimelerin cunûdullah olduğuna inanan ve Atılgan ile Muhit isimli komutanların idaresinde cin ordusunun gelişini bekleyen kimseler… (16:10)

-Şeytan, düdük haline getirilecek, öttürülecek insanları yer yer dudaklarına götürüyor, üflüyor. Şeytanın düdüğü insanlar.. dudaklarına götürüyor şeytan, onlara üflüyor; onlar da etraflarında buldukları dini bilmeyen safderunları kandırıyorlar. (19:17)

-“Kur’an Müslümanlığı” diye bir sapıklık çıktı. Usulüddin ulemâsı, “Hadisin Kur’an’a ihtiyacından daha fazla Kur’an’ın hadise ihtiyacı vardır” diyorlar. Zira, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz sadece bilinmezleri bildiren, idrak edilmezleri ruhlarımıza duyuran bir tarif edici ve bir muallim-i ekber değil, aynı zamanda dinî hükümleri tebliğ, insanî değerleri talim ve ahlâkî esasları temsil yanı itibarıyla muvazzaf bir müşerri’, bir kanun vâzıı ve hakikatler hakikatinin bir kavl-i şârihidir. (20:07)

ÖNEMLİ NOT: BAZI KİMSELER SOHBETİN TAMAMINI DİNLEMEDEN SADECE BU SON PARAGRAFTAKİ SÖZLERİ DİLLERİNE DOLAYIP MUHTEREM HOCAMIZIN “KUR’AN MÜSLÜMANLIĞI” KONUSUNDAKİ MÜLÂHAZALARINI ÇARPITIYOR, HATTA BİR İFTİRAYA DÖNÜŞTÜRÜYORLAR. SOHBETİN TAMAMINA BAKILIRSA MESELE VUZUHA KAVUŞACAKTIR. AYRICA, ŞU KIRIK TESTİ MEVZUYLA İLGİLİ TATMİN EDİCİ AÇIKLAMALAR İÇERMEKTEDİR:

KUR’AN MÜSLÜMANLIĞI MI?

Soru: Bir münasebetle, “Mesleğimizin esası Sübhânallah çizgisinde hareket etmektir” buyurmuştunuz. “Sübhanallah çizgisinde hareket” ne demektir?Ayrıca, eserlerde namazın çekirdekleri anlatılırken “celâline karşı kavlen ve fiilen Sübhânallah deyip takdis etmek; cemaline karşı, kalben, lisanen ve bedenen Elhamdülillâh deyip şükretmek; kemaline karşı, lâfzan ve amelen Allahü Ekber deyip tâzim etmektir” deniliyor. Namazın kavlen ve fiilen tesbîh u takdîs olması nasıl anlaşılmalıdır? (22:09)

-Tesbîh, Cenâb-ı Hakk’ı tenzih etmek, yani Zatını i’tikad, söz ve amel bakımından şanına lâyık olmayan her türlü kusurdan yüce tutmaktır. Diğer bir ifade ile, tesbîh, layık olmayanı reddetmek; takdîs ise, layık olanı isbattır. Dolayısıyla, tesbîhte bir çeşit takdîs, takdîste de tesbîh vardır. (22:59)

-Rasûl-u Ekrem Efendimiz buyurmuşlardır ki; “İki söz vardır ki, onlar Rahmân’a sevgili, dile hafîf, mîzanda ise pek ağırdır. Bunlar: ‘Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi’l-azîm’ cümleleridir.” Evet, kabaca “Sübhansın ya Rab! Hamd ü senâ duygusuyla dopdolu olarak Seni tesbîh ederim. Ey yüce Allah’ım, Sen noksan sıfatlardan, eksik ve kusurdan, şerik ve yardımcıdan münezzehsin, mütealsin!” manâlarına gelen bu iki cümlenin söylenmesi çok kolaydır, dile ağır gelmez; bunlar boş ve değersiz sözler değildir, bilakis Hak katında makbul ve kıymetlidir; ayrıca, mizanda da çok ağırdır. Gözünüzde çok küçük olan ve belki de çoklarının hafife aldığı bu iki cümle, eğer gönülden söylenmişse, ahirette getirilip mizanda terazinin hasenat kefesine konulunca, yığın yığın günahları havaya kaldıracak kadar ağırlaşacaktır. Çünkü bu söz Cenâb-ı Hak nezdinde çok sevimlidir. (23:15)

-Mesleğimizde esas olan tenzih üzere yürümektir. Yani kendi elimizle ortaya koyduğumuz işlerde bile -iradeyi nefyetmeden- “Cenâb-ı Hakk’ın murad-ı sübhanisi bu istikamette olmasaydı, ben bunu yapamazdım” diyerek hep bu düşünceye bağlı yaşamaktır. (23:30)

-Tahmîd kelimesi; medih ve şükür duygularıyla dolmak, “Elhamdülillâh” kelâmının mânasını ifade etmek, Cenab-ı Hakk’a hamd u senada bulunmak demektir. Bediüzzaman Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimetleri ilân etmenin ve tahdîs-i nimette bulunmanın bazen gurura ve kibre dönüşebileceğini söyler. Bazen de, tevazu kastıyla o nimetleri ketmetmenin küfrân-ı nimet olabileceğini hatırlatır. Nimetleri ilan etme ya da gizleme hususunda ifrat ve tefritten kurtularak istikamet üzere olmak için, meziyet ve kemâlâtın varlığını kabul etmek fakat asla onlara sahip çıkmamak, kendine mal etmemek ve hepsinin Mün’îm-i Hakikî’nin lütufları olduğunu ikrar etmek gerektiğini vurgular. Meseleyi daha da açmak için bir misal verir: Bir insan sana çok güzel bir elbise giydirse ve o elbise sana çok yakışsa, insanlar da, “Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin” dese; eğer sen tevazukârâne, “Hâşâ, nerede güzellik nerede ben?” desen küfrân-ı nimette bulunmuş ve o güzel elbiseyi sana giydiren mahir san’atkâra karşı hürmetsizlik yapmış olursun. Eğer müftehirâne “Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var?” desen, o vakit de, mağrurâne bir fahre girmiş olursun. İşte, hem gurur, kibir ve kendini beğenmişlikten hem de küfrân-ı nimetten kurtulmak için, “Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik elbisenindir ve dolayısıyla o elbiseyi bana giydirenindir; benim değildir” demelisin. (26:43)

-Tesbih ve hamdi beraber söylemede çok ince bir husus vardır. Hazreti Üstad bu nükteye şu sözleriyle işaret eder: “Kezalik -bilâ teşbih- Cenâb-ı Hak rahmetiyle bize karib olduğu cihetle ona hamd ediyoruz. Biz ondan uzak olduğumuz cihetle Onu tesbih ediyoruz. Binaenaleyh, rahmetiyle kurbuna bakarken hamdet. Ondan baid olduğuna bakarken tesbih et. Fakat her iki makamı karıştırma. Ve her iki nazarı birleştirme ki, hak ve istikamet mültebis olmasın. Lâkin iltibas ve mezc olmadığı takdirde, her iki makamı ve her iki nazarı hem tebdil, hem cem edebilirsin. Evet, Sübhanallahi ve bihamdihî her iki makamı cem eden bir cümledir.” (27:30)

-Günümüzde enaniyet çok ileri gittiğinden ancak Zat-ı Uluhiyete nisbet edilebilecek fiiller bile insanlar hakkında kullanılabiliyor. Mesela “halk” kelimesinin karşılığı olan yaratmak sözü bunlardan biridir. Yaratma, yaratılma, var etme, var edilme, bir şeyden daha başka bir şey meydana getirme mânâlarına gelen “halk”, Allah’ın her şeyi asıl unsurları ve sonraki inşasıyla yoktan var etmesi demektir ki, bu tarif çerçevesinde onun Allah’tan başkasına nisbeti caiz değildir. (28:08)

-Namazın özü, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh, ta’zîm ve O’na şükürdür. Evet, tesbîh, tekbîr ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedir. Ondandır ki, namazdaki bütün hareketlerde ve zikirlerde “Sübhânallah”, “Elhamdülillah” ve “Allahu Ekber” sözlerinin manaları gizlidir. Bediüzzaman hazretlerinin de ifade ettiği gibi, iftitah tekbîrinden selam vereceğimiz âna kadar biz, hemen her an söz, hal ve tavırlarımızla ya “Sübhânallah” deyip Cenâb-ı Hakk’ı takdîs eder, ya “Elhamdülillah” sözüyle hamd ü senâ hislerimizi seslendirir ya da “Allahu Ekber” diyerek O’na ta’zimde bulunuruz. Aslında ilk tekbîr, mâsivaya ait her şeyi kendine haram kılarak harem dairesine adım atma, bütün dünyevîlikleri kapının dışında bırakma ve yalnızca Sultan-ı Kâinat’a teveccühte bulunma adına bir söz vermedir. O andan itibaren, namazın bütün dakikalarına, saniyelerine ve saliselerine tesbîh, tahmîd ve tekbîr ruhunu işleme, bir manada bütün bütün namaz kesilme ve adeta namazlaşma ahdi demektir. Melekler, bu sözün gereğini yerine getirerek namazını ikâme eden bir âbidin âlem-i misâle yansıyan resmini çizseler, ihtimal ortaya namaz çıkar; o insan ancak mücessem bir namaz kesilmiş olarak resmedilebilir. (29:43)

“Celâline karşı kavlen ve fiilen Sübhânallah deyip takdis etmek” (34:35)

“Cemâline karşı kalben, lisanen ve bedenen Elhamdülillâh deyip şükretmek” (37:03)

“Kemâline karşı lâfzen ve amelen Allahu ekber deyip tâzim etmek” (38:40)