Kelimetullah

Kelimetullah

Soru: Kur’an-ı Kerim’de Hazreti İsa için “kelime” tabiri kullanılıyor. Bazı ayetlerde de kelimetullahın en yüce olduğu, tükenmeyeceği ve değiştirilemeyeceği ifade ediliyor. Hadis-i şerifte ise, ancak kelimetullah için mücahede edenin Hak yolunda bulunduğu bildiriliyor. Ayrıca kelimetullahın i’lası için dua ediyor ve istiâzelerimizde yine kelimetullahı bir zırh, bir sığınak olarak anıyoruz. Bu ayet, hadis ve dualar zaviyesinden “kelimetullah” ne demektir ve yakarışlarımızda hangi mülahazaları tedâî ettirmelidir?

-Aslı Arapça olan “kelime” sözlük itibarıyla, mânası olan en küçük söz veya cümlenin yapısını teşkil eden unsurlardan birisidir. Kelime; isim, fiil ve harf olmak üzere Arapça dilbilgisinde üç kısma ayrılmıştır. Soruya mevzu teşkil eden “kelimetullah” terkibindeki “kelime”; söz, ayet, hüküm, emir ve tevhidi ikrar gibi farklı manalara gelmektedir. (01:25)

-Kur’an’da üç yerde (Âl-i İmrân, 3/39, 45; Nisâ, 4/171) Hazreti İsâ’nın “Allah’tan bir kelime” olduğu ifade edilmiştir. Allah’ın kelam sıfatından gelen vahiyler dışındaki bütün varlıklar ve onlardan oluşan kâinat kitabı da cismanî kelimelerden meydana gelen bir mücessem kitaptır. Bu kitabın bütün cümleleri ve kelimeleri birer mahluktur, sonradan yaratılmıştır. Ayet-i kerimelerde, Hazreti İsâ’nın mucizevî bir şekilde babasız yaratıldığı ve “kün-feyekun” fabrikasında imal edildiği vurgulanmaktadır; yani Allah “ol” demiş, o da “oluvermiştir”. Hem bu mucizevî yaratılış tek başına kitaplar dolusu manalar ihtiva ettiğinden hem de emir komutası, kelam cinsinden olduğundan Hazreti İsa’ya “Allah’ın kelimesi” unvanı verilmiştir. (02:22)

-Bir keresinde, Cenâb-ı Hakk’ın kudreti ile umûr-u hasisenin mubaşereti mevzuu sorulmuştu. “İzzet ve azamet ister ki, esbap/sebepler perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celal ister ki, esbap, elini çeksin tesir-i hakikiden.” sözünün şerhi sadedinde bazı hususları anlatıyordum. Bir aralık, “Bakmayı yaratan da, duymayı yaratan da, konuşmayı yaratan da Allah’tır” derken bir hayvanın terslemesini zikrettim, “Bu fiili de Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve iradesi haricinde düşünemeyiz; fakat, Allah, kuyruğu ve saireyi icraatına perde yapmış.” dedim. Bu misali daha önce de birkaç kez kullanmıştım. Halbuki, Cenâb-ı Hakk’ın zatı, sıfatları ve esması için misallerin en kudsîsi seçilmelidir. Ulvî misaller varken, böyle yüce hakikatlerin çirkin örneklerle anlatılması uygun değildir. Esasen saygı ve edep de bunu gerektirir. Ben bu misalle, konuyu anlatırken birdenbire “danaburnu” denen bir böcek belirdi. Sonra bir anda bir pençesini üst dudağıma, bir pençesini de alt dudağıma geçirdi ve ağzımı sımsıkı tuttu. Başımdan aşağıya adeta kaynar su dökülüyor gibi oldu. Bir refleksle onu kavrayıp attım ve başlamış olduğum o misali anlatmaya devam ettim. Çok uzaklara attığımı sandığım danaburnu nereden belirdiyse belirdi ve geldi. İkinci defa, bir alt dudağıma bir de üst dudağıma pençelerini geçiriverdi. İşte o zaman kat’iyyen anladım ve inandım ki, Zât-ı Ulûhiyeti anlatırken seçeceğimiz misaller bile çok mübarek, çok nuranî ve çok nezih olmalı. Madem Cenâb-ı Hakk kendi zâtının takdisi ve tenzihi için, aklın zahiri nazarında esbabı perde yapmış, hep temizi gösteriyor; o zaman bizim de o temizliğe riayet etmemiz lazım. (05:25)

-Kur’ân, kâinata, eşya ve insan hakikatına fevkalâde çarpıcı bir uslûpla farklı bir bakış ortaya koymuştur ki, bu bakışla o, topyekün varlığı ve varlık içinde insanı bir bütün olarak ele alır ve tek bir noktayı bile ihmal etmeden her şeyi yerli yerine oturtur. Parçaların bütünle münasebetlerini, bütünün kendi cüzleri karşısındaki yerini en ince özellikleriyle sergiler.. ve bu koskoca ‘kitap’ ve muhteşem meşherle alâkalı insanın içinden geçen en küçük sorulara dahi değişik cevaplar verir. Kur’an sayesinde bütün varlık bir kitap ve her mahluk bir kelime olarak okunur. Nitekim, bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: “Rabbimin kelimelerini yazmak için eğer okyanuslar mürekkep olsaydı, hattâ onlara bir misli daha takviye gönderilseydi, denizler tükenirdi de, Rabbimin kelimeleri yine bitmezdi.” (Kehf, 18/109) Evet, Cenâb-ı Hakk’ın kelam sıfatının tecellî ettiği kelimeleri olduğu gibi, kudret sıfatının da tecellî ettiği cisimli kelimeleri vardır. Özellikle hayat sâhibi varlıkların her biri harika yaratılışları ve mahiyetlerinde görülen ilahi sanatlar açısından birer rabbânî kelimedir. Allah Teâlâ’nın mâlûmâtı ise sonsuzdur. Sonlular ne kadar çok olursa olsun sonsuza elbette yetmez ve yetişemez. Bir de Cenâb-ı Hakk’ın nâmütenâhî isimleri ve o isimlerin nâmütenâhi mecâlisi (tecelli alanları) vardır ki, o isimlerin ve onların tecelli alanlarına ait kelimelerin de nâmütenâhî olduğu söylenebilir. İşte, gözle görülen görülemeyen bütün âlemler ve varlıklar da düşünülünce, bütün bunları, denizler mürekkeb, ağaçlar kalem olsa yazmakla bitiremezler. (10:15)

-Allah’ın kelimeleri için tebdilin söz konusu olmaması ve onları değiştirecek kimsenin bulunmaması, ne dünyâda ne de âhirette Allah’ın hükmünün aksine bir hüküm verebilmenin veya O’nun hükmünü aksine çevirebilmenin imkansızlığını ifade etmektedir. Evet, Mevlâ-yı Müteâl, ne vaad buyurmuşsa o mutlaka gerçekleşecektir. Ayrıca, kelimetullahın “Allah’ın kitâbı” manasına da gelmesi açısından meseleye yaklaşılacak olursa, onu kimse tahrif edemeyecek ve değiştiremeyecek demektir. (12:14)

-Levh; yassı, düz, üzerine yazı yazılabilecek bir cisim demektir. “Levh-i Mahfuz”; Allah tarafından üzerine maddî-mânevî, canlı-cansız her şeyin kayıt ve tesbit edildiği mânevî bir levha veya bütün bu hususlara bakan ilm-i ilâhînin bir unvanı kabul edilegelmiştir. Onun için herhangi bir tebeddül, tagayyür söz konusu olmadığından ötürü ona “Levh-i Mahfuz” denmiştir. Ulema, Levh-i Mahfuz’un yanında,

يَمْحُوا اللهُ مَايَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ

“Allah dilediğini mahv u isbat eder ve ana kitap (Ümmü’l-Kitap) O’nun nezdindedir.” (Ra’d, 13/39) âyetinin delâletiyle, bir de “Levh-i Mahv u İsbat”tan bahsederler. Evet, Allah, gerek tekvînî emirlerde, gerek teşriî disiplinlerde, “hikmet-i bâliğa”sı gereğince dilediği şeyleri siler, değiştirir, farklı kalıplara ifrağ eder; hem sistemler arasında hem de arz üzerinde bir kısım tebdil ve tağyirlerde bulunur; içtimaî coğrafyada değişiklikler yapar; bazı milletleri yerle bir eder, onların yerlerine başkalarını getirir; istediğini aziz, istediğini zelil kılar; istediğini güldürür, istediğini ağlatır ve o kuvvet-i kâhiresiyle bütün kâinatları, umum yeryüzünü cemâlî ve celâlî tecellîleriyle Levh-i Mahv u İsbat’ın mecâlîsi olarak müşahitlerin müşahedesine arz eder. O, tekvînî emirlerdeki bu tür tasarrufu gibi, teşriî ahkâm-ı sübhâniyesinde de, dünkü bazı hükümleri kaldırır (nesh), onların yerine yenilerini ikame buyurur; mevsimi gelince de, “Ben bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Size olan nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak da İslâm’dan hoşnut oldum.” (Mâide sûresi, 5/3) beyan-ı sübhânîsiyle dinini tamamiyete erdirir. (13:35)

-Hazreti Üstad mevzuyu şu şekilde şerh ve tasnif etmektedir: Kaza, Levh-i Mahfuz’da, yani Ana Kitap’ta Allah’ın (celle celâluhu) takdir buyurduğu hükümlerin, mevsimi gelince kulun da iradesiyle eda ve icra edilmesi, yani takdirin infazıdır. Atâ, ‘verme’ kökünden Arapça bir kelime olup, Cenâb-ı Hakk’ın vergisi, ihsanı, lütuf ve bahşişi demektir. Levh-i Mahfuz’dan ayrı olarak, Allah’ın (celle celâluhu) bir de Levh-i Mahv ve İsbat’ı vardır. ‘Levh-i Mahfuz’, daha önce sözünü ettiğimiz gibi “İmam-ı Mübin” veya “Ümmü’l-Kitab” olup, kendinde değişme ve silinme olmaz. “Kitab-ı Mübîn” de denilen “Levh-i Mahv ve İsbat” ise, Allah’ın (celle celâluhu) atâ kanunuyla takdiratından bazısını değiştirip infaz buyurmadığı kitabının adıdır. Atâ kanunu kazayı bozar. Meselâ, hakkındaki takdirin infaz edilebileceği, yani kaza buyrulabileceği herhangi bir kul, kendine has bir latîfeyi kullanarak Allah’la (celle celâluhu) münasebete geçer, kurbiyet kazanır.. veya dua ve sadaka gibi Cenâb-ı Hakk’ın hoşuna gidecek bir amelde bulunup O’na yaklaşır ve kazandığı bu kurbiyetten dolayı Allah (celle celâluhu) kendisine hususî bir atâ-yı şahanede bulunur ve hakkındaki bir kazayı infaz etmeyip lehinde değiştirir. (13:52)

-Günümüzde zevke düşkünlük, rahat yaşama arzusu ve lüks tutkusu sebebiyle yoldan dönmüş hizmet mürtedleri, amel mürtedleri ya da akide mürtedleri her zaman çıkabilir. Ne irtidat vak’aları ne de bu kabîl dinden dönüşler veya daha başka saiklerle meydana gelen tarihî tekerrürler devr-i daimi, geçmiştekilere münhasır kalmayacak; bir bir tarih sahnesinde yerlerini alanlar, ettikleriyle bir bir silinip gidecek; geriye hep O ve O’nun tutup kaldırdığı dostları kalacaktır. Şu ayet bu hakikati ifade etmektedir:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاءُ وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ

“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilin ki), Allah öyle bir kavim getirecek ki, O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı başları yerde, kâfirlere karşı ise onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah, atâsı, ihsanı çok bol olandır ve her şeyi en iyi şekilde bilendir.” (Mâide sûresi, 5/54) (15:50)

-Lügat manası, Allah’ın kelimesini yüceltmek demek olan “i’lâ-yı kelimetullah”, ıstılahta Allah’ın adını veya İslâm dininin tevhid akîdesini şanına uygun bir biçimde yüceltip yayma manasına gelir. Bu terim “cihat” kelimesiyle de ifade edilmektedir. Peygamber Efendimiz, gerçek manada Allah uğrunda cihat edenin kim olduğu sorusuna cevap verirken şöyle buyurmuştur: “Sadece Allah’ın adı yüce olsun diye (i’lâ-yı kelimetullah için) cihat eden kişi Allah yolundadır.” Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mevzuda yürekleri hoplatacak, kalbleri titretecek bir ikazda bulunarak buyuruyor ki; “Kıyamet günü aleyhinde karar verilecek ilk insan şehit (olarak bilinen) kişidir. Bu insan Allah Teâlâ’nın huzuruna getirilir ve kendisine verilebilecek nimetler gösterilir. O da onları tanır. Allah (celle celâluhu) ona, ‘Bu nimetler için ne yaptın?’ diye sorar. O insan da, ‘Senin yolunda şehit oluncaya kadar savaştım.’ der. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak: ‘Yalan söylüyorsun! Sen, ne cesur, ne kahraman insan!’ desinler diye savaştın. Dünyada senin için bunu söylediler, sen de mükâfatını aldın!’ buyurur. Sonra emredilir, o şahıs yüz üstü süründürülerek Cehennem’e atılır.” (Müslim, İmâre, 152) Aynı hadisin devamında Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “desinler” diye ilim öğrenen-öğreten, “desinler” diye cömertlik izharında bulunan kişiler için de aynı muamelenin söz konusu olacağını haber verir. (20:41)

-Allah’ın adının gönüllere nakşedilmesi, İslâm dininin şanına uygun bir biçimde yüceltilip yayılması mânâsına gelen “i’lâ-yı kelimetullah”, bir mü’minin en önemli vazifesi ve Cenâb-ı Hakk’ın da en çok sevdiği ameldir. Allah’a îman ve O’nun nâm-ı celîlîni i’lâ etme gayreti müminlik şiarıdır. Aslında, Allah’ın adı zatında yücedir, o her zaman âlîdir. Fakat, “O’nun adını yüceltme” ifadesini kendi idrakimiz itibariyle, kendi ufkumuzu aydınlatma açısından kullanıyoruz.. i’lâ-yı kelimetullah derken, kararmaya yüz tutmuş kalblerin kir ve lekelerinden arındırılarak asıl sahibine hazır hâle getirilmesini, gönül tahtının Mâlikü’l-Mülk’e, Melikü’l-Mülûk’e arz edilmesini ve Yaratıcı ile kullar arasındaki engellerin kaldırılmasını kastediyoruz. Bu açıdan, i’lâ-yı kelimetullah, Allah’a imana çağrıdır; Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), sâir erkân-ı imaniyeyi ve İslamiyeti kabule davettir. İ’lâ-yı kelimetullah, Allah’ın yüce adının her yerde duyulması, bir bayrak gibi dalgalanması ve ruh-u revân-ı Muhammedî’nin en karanlık köşelerde bile şehbal açması için çok ciddi cehd ü gayret ortaya koymaktır. İ’lâ-yı kelimetullah, zâtında yüksek ve pek yüce olan “Lâilâhe illallah Muhammedün Rasûlullah” hakikatini yükseltme; onu dünyanın dört bir yanında gökkuşağı gibi görülür ve herkes tarafından duyulur hale getirme demektir. (24:47)

-Allah’ın hoşnutluğunu kazanmanın en önemli vesilesi i’lâ-yı kelimetullah yolunda bulunmaktır. Bu itibarla şu duayı sürekli tekrar ediyoruz:

اَللّٰهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللّٰهِ وَكَلِمَةَ الْحَقِّ فيِ كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَاشْرَحْ صُدُورَنَا وَصُدُورَ عِبَادِكَ فيِ كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ إِلىَ اْلإِيمَانِ وَاْلإِسْلاَمِ وَاْلإِحْسَانِ وَالْقُرْآنِ وَإِلَى خِدْمَةِ اْلإِيمَانِ، وَاسْتَخْدِمْنَا فِي هَذَا الشَّأْنِ وَضَعْ لَنَا الْوُدَّ بَيْنَ عِبَادِكَ فِي السَّمَاءِ وَاْلأَرْضِ وَاجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ الْمُتَّقِينَ الْوَرِعِينَ الزَّاهِدِينَ الْمُقَرَّبيِنَ الرَّاضِينَ الْمَرْضِيِّينَ الْمُحِبِّينَ الْمَحْبُوبِينَ الْخَاشِعِينَ الْمُتَوَاضِعِينَ الْمُتَخَلِّقِينَ بِأَخْلاَقِ الْقُرْآنِ. آمِينَ. أَلْفُ أَلْفِ آمِينَ. وَصَلِّ وِسِلِّمْ وَبَارِكْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ

Allahım! Kelimetullahı ve kelimetülhakkı dünyanın her yerinde bir kez daha i’lâ buyur. Bizim ve dünyanın her köşesindeki bütün kullarının kalblerini imana, İslam’a, Kur’ân’a ve iman hizmetine aç ve bizi bu vazifede istihdam buyur. Gökte ve yerdeki kulların arasında bizim için sevgi ve hüsnükabul vaz’et. Bizi muhlis, muhlas, müttaki, vera’ sahibi, zâhid, kurbiyete mazhar, Rabbinden hoşnut ve Rabbi kendisinden hoşnut, Seni seven ve nezdinde sevilen, huşû sahibi, mütevazi, Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmış kullarından eyle. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, âline ve bütün ashabına da salât ü selâm eyle! Âmîn! Sonsuz defa âmîn! (26:17)

-Peygamber Efendimiz’in talim buyurduğu ve sabah akşam dualarında yer alan şu cümlelerle Cenâb-ı Hakk’a sığınmak çok önemlidir:

أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللهِ التَّامَّاتِ مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ وَذَرَأَ وَبَرَأَ

“Cenab-ı Hakk’ın yoktan var edip hayat verdiği, büyütüp her yana neşrettiği ve yaratıp varlık lütfettiği mahlukâtın şerrinden Allah’ın tastamam kelimelerine sığınırım.” (27:53)

-Yine sabah akşam okunan dualar arasında nazara (göz değmesine) karşı da çok tesiri görülen şu mübarek sözler mevcuttur:

أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللهِ التَّامَّةِ مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ وَهَامَّةٍ وَمِنْ كُلِّ عَيْنِ لاَمَّةٍ

“Her türlü şeytandan, zehirleyici haşerâttan ve dokunan her gözden Allah’ın tastamam olan kelimelerine sığınırım.” (29:06)

-Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kim her gün sabah ve akşam şu duayı üç defa okursa artık ona hiçbir şey zarar vermez.” buyurmuştur:

بِسْمِ اللّٰهِ الَّذي لاَ يَضُرُّ مَعَ اسْمِهِ شَيْءٌ فِي اْلأَرْضِ وَلاَ فِي السَّمَآءِ وَهُوَ السَّميعُ الْعَليمُ

“Allah’ın adıyla başlarım (güne, geceye ve her işe) ki O’nun mübarek ismi anıldıktan sonra ne yerde ve ne de gökte hiçbir şey zarar veremez, O Semî ve Alîm’dir.” (Tirmizî, Daavât 13) Bu hadisin ravîlerinden olan Ebân ibn-i Osman (radiyallahü anh) kısmî bir felce maruz kalır. Kendisinden bu hadîsi duyan bir arkadaşı, başına gelen bu hadiseyi îma eder bir tavır içinde bakmaya başlayınca Hazreti Ebân ona, “Niçin bana öyle bakıp duruyorsun? Hadis-i şerif gerçekten de benim size naklettiğim gibidir; ben yalan söylemedim. Benim bu durumuma gelince, ben bu gün o duayı okumayı unutmuştum. Allah’ın (celle celâlühû) kaderi de işte bu şekilde tecellî etti.” der. Bu hadiseden hareketle olsa gerek, öteden beri, mezkûr duanın herhangi bir felç rahatsızlığına karşı insan için bir kalkan mesabesinde olduğu yönünde yaygın bir kanaat varolagelmiştir. (30:00)

-Bu dualarda zikredilen “kelimetullahi’t-tâmme” (Allah’ın tastamam kelimeleri) tabirinden murad; Kur’an ayetleri, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’an’da ya da Efendimiz’in lisanıyla talim buyurduğu dualar ve Esma-yı İlahiyye olduğu söylenebilir. Şu kadar var ki; Esmâ-i hüsnâ adına en sıhhatli rivayet Ebu Hüreyre’nin rivayeti olsa da, ulemanın büyük çoğunluğuna göre ilâhî isimler bu hadis-i şerifte rivayet edilenlere münhasır değildir. Aksine hem Kitab-ı Mübîn’de hem de Sünnet-i Sahiha’da sarâhaten ve zımnen zikredilen daha bir hayli esmâ-i ilâhiyenin mevcudiyeti söz konusudur. İhtimal doksan dokuz esmâ-i mübareke, dua, tazarru, niyaz ve hususi teveccühler itibarıyla özel bir önem arz etmektedir. Yoksa, yukarıda da işaret edildiği gibi doksan dokuz esmânın yanında, hususi bazı şahıslara bildirilen ve hiç kimseye açılmayan değişik isimler de vardır. Hatta, Kur’ân’da fiil ve sıfat şeklinde bulunan isimlerin yanında, bazı hadis kitaplarında yüzden beş yüze kadar farklı sayılar verilen, dahası bazı ehl-i beyt kaynaklarına göre 1000 olduğu söylenen rivayetler de söz konusudur. Muhyiddin İbn Arabî’nin “Keşfü’l-Ma’nâ an Sirr-i Esmâillâhi’l-Hüsnâ” adlı eseri bu konuda önemlidir. O Hazret, temel kaynakların ruhuna ters olmayacak şekilde kelimelerin iştikakından yararlanarak bazı farklı isimlerden de bahsetmiştir. Bunların hepsi o “kelimetullahi’t-tâmme” ifadesinin şümulüne dahildir. (32:00)

-Hâsılı; tekvînî emirler içinde kelimeler.. teşriî emirler içinde kelimeler.. i’lâ edilmesi bizim için bir sorumluluk olan kelimeler.. belki bu hususta üzerinde durulması gereken en önemli husus da i’lâ hakkı olan kelimelerin yükseltilip yüceltilmesi yolunda sarf edilecek cehd ve gayretler… (34:16)