Hazreti Davud Hanedânı, Sebe’, Sel ve Ağaç Kurdu

Hazreti Davud Hanedânı, Sebe’, Sel ve Ağaç Kurdu

Çay Faslından Hakikat Damlaları: “Hâlimi Sana Şikayet Ediyorum!..”

-İnsan, başına gelen olumlu olumsuz her şeyi iyi değerlendirmek suretiyle her zaman kazanabilir; el verir ki, tavır ve davranışlarını karşılık getirecek şeylere bağlasın. Sen tavır ve davranışlarını rızaya bağlayınca, sürekli rıza sağanağıyla sırılsıklam olursun. (00:40)

-İnsan kendisini ister hadiselerin ekşi yüzlerine bakıp ekşimek, isterse de bazı insanların tavırlarından dökülen ekşilikle ekşimek fasit daireleri içine salarsa, onlardan bir daha kurtulamaz. Onların içinde tatlıyı, güzeli arayıp bulmak lazım. (03:20)

-İbrahim Hakkı Hazretleri, “Hiç kimseye hor bakma / İncitme, gönül yıkma / Sen nefsine yan çıkma… / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler…” der. İnsan, hor ve hakir görmeyi kendinin bir kısım sıfatlarına bağlar ve “Ah, ne yapsam ki ben bunlardan sıyrılsam!” der, meşguliyet alanı olarak onu seçer ve “Aslında benim dışarıda gördüğüm şeyler, çirkin gören ruhumun dışarıya aksedişleri!” diye düşünürse, başkalarının kusurlarıyla uğraşmaktan kurtulur ve kendi arızalarından da sıyrılma yollarını arar. (04:18)

-İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ) bilhassa Mekke döneminde çok büyük musîbetlerle karşı karşıya kalmıştır; kavmi tarafından yalanlanmış, işkencelere maruz bırakılmış, ölümle tehdit edilmiş ve hatta kendisine komplolar kurulmuştur. Diğer taraftan, kendisinin, ailesinin güzîde fertlerinin ve Ashâb-ı Kirâm’ın esaretten işkenceye, hastalıktan ölüme kadar pek çok imtihanına şahit olmuştur. Fakat, Rehber-i Ekmel Efendimiz, hiçbir zaman kaderi tenkit manasına gelebilecek bir şikâyette bulunmamış; belki çok incindiği anlarda Mevlâ-yı Müteâl’e halini arz ederek O’nun rahmetine sığınmıştır. Ezcümle; bir ümitle gittiği Tâif’ten taşlanarak kovulunca, o müsamahasız atmosferden sıyrılıp bir ağacın altına iltica eder etmez, vücudundan akan kana, yarılan başına ve yaralanan ayaklarına aldırmadan Cenâb-ı Hakk’a el açarak söylediği sözler hem pek hazîn hem de kulluk âdâbı adına çok ibretâmizdir:

اَللّٰهُمَّ إلَيْكَ أَشْكُو ضَعْفَ قُوَّتِي وَهَوَانِي عَلَى النَّاسِ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ أَنْتَ رَبُّ الْمُسْتَضْعَفِينَ وَأَنْتَ رَبِّي إلَى مَنْ تَكِلُنِي؟ إلَى بَعِيدٍ يَتَجَهَّمُنِي أَمْ إلَى عَدُوٍّ مَلَّكْتَهُ أَمْرِي. إِنْ لَمْ يَكُنْ بِكَ غَضَبٌ عَلَيَّ فَلاَ أُبَالِي، وَلَكِنْ عَافِيَتُكَ هِيَ أَوْسَعُ لِي. أَعُوذُ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي أَشْرَقَتْ لَهُ الظُّلُمَاتُ وَصَلَحَ عَلَيْهِ أَمْرُ الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ مِنْ أَنْ تُنْـزِلَ بِي غَضَبَكَ أَوْ يُحِلَّ عَلَيَّ سَخَطُكَ. لَكَ الْعُتْبَى حَتَّى تَرْضَى وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ

“Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikayet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin; benim de Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun?!. Kötü sözlü, kötü yüzlü, uzak kimselere mi; yoksa, işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, Sen benden razıysan, çektiğim belâ ve mihnetlere hiç aldırmam. Üzerime çöken bu musîbet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza ve daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahud hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Vechine sığınırım; Sen razı olasıya kadar affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Sen’dedir.” Hâşâ, biz Nebiler Serveri’nin kendi muhasebesini yaparken dile getirdiği bu ifadeleri lazımî manasıyla ele alamayız; bir yönüyle, O’nun kendi hakkındaki sözlerini zikrederken dahi su-i edepte bulunmuş sayılırız. Fakat, O’nun tevazu, mahviyet ve kulluk edebine riayet gibi hasletlerini hesaba katarak meseleye baktığımızda, nefsini yerden yere vurduğunu, meseleyi -hâşâ ve kellâ- kendi yetersizliğine bağladığını ve Cenâb-ı Hakk’ın inayetine, vekâletine, kilâetine sığındığını görürüz. (07:00)

-Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, Tâif dönüşü o hazin münacatı karşısında Hazreti Cebrail’in gelip “Ya Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), istersen dağlar meleği şu dağı Taiflilerin başına geçirsin!” demesi karşısında adeta tir tir titremiş; “Hayır! Bu insanların neslinden yüz yıl sonra bile bir mü’min gelecekse, böyle bir şeyin olmasını istemem!” diye inlemişti. (11:02)

-İnsan gösteriş ve alayiş sayesinde bugün bazı kimselere kendisini alkışlatabilir; fakat, bugün samimiyetsiz alkışlayanlar yarın “Ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur / Yıkıldı gitti cihândan, dayansın ehl-i kubur” derler. Halbuki insan şu sözlerin hakikatine uygun bir ömür sürmelidir: “Yâdında mı doğduğun günler / Sen ağlardın gülerdi hep âlem / Öyle bir ömür geçir ki, olsun / Mevtin sana hande, halka mâtem.” (Ebu Said Ebu’l-Hayr) (15:44)

-Kur’an-ı Kerim, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (aleyhissalatü vesselam) “üsve-i hasene” olarak nazara vermiştir. Ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً

“Hakikaten, Allah’ın Rasûlünde sizler için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir nümûne vardır (o en güzel örnektir).” (Ahzâb, 33/21) “Üsve-i hasene”, en güzel örnek demektir; “nümûne-i imtisal”, yolunda gidilmeye, kendisine uyulmaya ve adım adım takip edilmeye layık, örnek alınabilecek en mükemmel model manalarına gelir. Kâmil insanların en kâmili İnsanlığın İftihar Tablosu, bu yüce evsafın birinci kahramanıdır. Fakat, o İnsan-ı Kâmil, yapıp ettiği kulluğu hep az buluyordu. İnsanlığın İftihar Tablosu, öyle derin bir kulluk ortaya koymuştu ki, dahası olmaz. Onun, sabahlara kadar ibadet ettiğini gören Hazreti Âişe Validemiz, “Senin hiç günahın yok ki!” manasına “Biz sana aşikâr bir fetih ve zafer ihsan ettik. Bu da Allah’ın, senin geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlaması, sana yaptığı ihsan ve in’amı tamamlaması, seni dosdoğru yola hidâyet etmesi ve sana şanlı şerefli bir zafer vermesi içindir.” (Fetih, 48/1-3) ayetlerini okuyunca, Allah Rasûlü, “Beni onca nimetlerle serfiraz kılan Rabbime çok kulluk yapan, çok şükreden bir kul olmayayım mı?” şeklinde cevap veriyor ve yine kendine yakışan bir tavır sergiliyordu. (17:40)

Soru: Sebe’ Sûresi’nde, Cenâb-ı Hakk’ın Hazreti Davud ve Hazreti Süleyman’a (alâ seyyidinâ ve aleyhimessalâtü vesselam) verdiği büyük nimetlerden hemen sonra Sebe’ halkı ve başlarına gelen sel felaketi anlatılıyor. Bu kıssalar arasındaki münasebet noktalarını ve onlardan alınması gereken mesajları lütfeder misiniz? (20:39)

-Sebe’, Yemen’de yerleşmiş bir kabile adı olup kurucusunun ismiyle anıldığı rivayet edilmektedir. Başkentleri Ma’rib, bugünkü San’a civarında yer alıyordu. Kurdukları üstün medeniyet dillere destan idi. Hazreti Süleyman vesilesiyle mânen de yükselen bu millet, daha sonra şirke ve tefrikaya mâruz kaldı. Rivayetlere göre, (Allahu a’lem) M.Ö. 5. asırda ünlü Ma’rib barajının çöküşü ile bu ülkenin yıldızı da söndü. (21:09)

-Sebe’ Sûresi’nde, Cenâb-ı Allah’ın Hazreti Davud’a ziyade lütuflarda bulunduğu, mesela “Ey dağlar! Ey kuşlar! Onunla beraber tesbih edin, şevke gelip Allah’ın yüceliğini terennüm edin.” buyurulduğu, demirin onun için yumuşatıldığı (ona demiri şekillendirme kudreti verildiği); Hazreti Süleyman’ın emrine de rüzgârın musahhar edildiği, onun istifadesi için, erimiş bakırın kaynağından sel gibi akıtıldığı, cinlerden bazılarının kaleler, havuz büyüklüğünde çanak ve leğenler, sabit kazanlar gibi şeyler yapmak üzere onun önünde çalıştırıldığı ve bütün bunlara mukabil Davud hanedanından şükür gayreti istendiği anlatılıyor. (22:55)

-Cenâb-ı Hak, Sebe’lilere de çok büyük lütuflarda bulunmuştu ama onlar şükretmemiş, aksine küfür ve nankörlüğe düşmüşlerdi. Kur’an onların halini şöyle anlatıyor: Gerçekten Sebe’ halkına, oturdukları diyarda bir ibret dersi vardı. Onların meskenleri sağdan soldan iki bahçe ile çevrili idi. Peygamberleri kendilerine dedi ki: ‘Allah’ın nimetlerinden yiyiniz, içiniz, O’na şükrediniz. Ne hoş bir diyar! Ne iyi, ne müsamahalı ve bağışlayıcı bir Rab!’ Fakat onlar bu dâvete sırtlarını döndüler, Biz de onların üzerlerine kükremiş, hırçın mı hırçın, bendleri yıkan bir sel gönderdik. O güzelim bahçelerini, içinde sadece buruk yemişli, ılgınlık, biraz da dikeni çok, meyvesi az ağaçlardan ibaret bozulmuş bahçelere çevirdik. Biz inkârları ve nankörlükleri sebebiyle onları böylece cezalandırdık. Zaten nankörlükte çok ileri gidenden başkasını cezalandırır mıyız?” (Sebe’ Sûresi, 34/15-17) (26:40)

-Kur’an-ı Kerim’in üslubuna bakılacak olursa, tergîb (teşvik etme, isteklendirme, imrendirme) ile terhîbin (uyarma, tedbir aldırma, uzaklaştırma) her zaman birbirini takip ettiği görülecektir. Uzun surelerde makta’ların (belli bir meseleyi ele alan daha kısa bölümlerin) birisinde imrendirme ve teşvik ihtiva eden bir mevzudan bahsediliyorsa, genellikle öbüründe uyarma, tedbir aldırma ve kötü akıbetten alıkoyma manalarını da barındıran bir konu anlatılmaktadır. Hatta peşi peşine gelen kısa sureler arasında da aynı münasebet söz konusudur; önceki surede özendirme varsa, sonrakinde sakındırma bulunmaktadır. Sebe’ Sûresi’nde de Hazreti Davud ve Hazreti Süleyman (alâ seyyidinâ ve aleyhimessalâtü vesselam) kıssalarıyla şükre ve kulluğa tergîb, Sebe ve Sel hadisesiyle de küfür ve nankörlüğe karşı terhîb vardır. (34:58)

-Hazreti Süleyman’ın ruhunun ufkuna yürümesinde bir ağaç kurdundan, Sebe’nin barajının yıkılmasında da (rivayetlere nazaran) bir fare ya da köstebekten bahsediliyor. Bu meseleyi öncelikle şu hakikat açısından değerlendirmek lazım: Cenâb-ı Hak, çok küçük şeylere, pek büyük işler yaptırmak suretiyle kendi kudret ve azametini gösterir; tenasüb-ü illiyet prensibine göre, o küçük şeylerle bu büyük neticelerin hâsıl olamayacağını işaret buyurur; bir Müsebbibü’l-Esbâb’ın varlığını ruhlara duyurur ve kendi büyüklüğünü ortaya koyar. (37:00)

-Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:

فَلَمَّا قَضَيْنَا عَلَيْهِ الْمَوْتَ مَا دَلَّهُمْ عَلٰى مَوْتِهِ إِلاَّ دَابَّةُ اْلأَرْضِ تَأْكُلُ مِنْسَأَتَهُ فَلَمَّا خَرَّ تَبَيَّنَتِ الْجِنُّ أَنْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَابِ الْمُهِينِ

“Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Sonunda yere) yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.” (Sebe sûresi, 34/14) Her şeyden evvel Kur’ân’ın bu âyeti ile anlatmak istediği, cinlerin gaybı bilmediği gerçeğidir. Cinler gaybı bilmediğine göre, onlardan gaybe dair haber alanlar da gaybı bilmiyorlar ve bilemeyecekler demektir. İkinci bir husus; âyet-i kerimede anlatıldığı gibi hakikaten cinler Hazreti Süleyman’ın (aleyhisselâm) emrinde çalışmışlar mıdır? Bazı modern yorumcular, Kur’ân’da hikâye edilen bu ve benzeri âyetleri, mecaz ve istiareye hamlederek bu türlü ifadelerin hakikat olmadığını iddia etmişlerdir. Bence, Kur’ân’ın anlattığı bu kabîl bütün olaylar, aynen cereyan etmiştir ve hakikatleri muraddır. Şimdi bunlardan alınacak derse gelince, o pek çok derinlikleri olan bir husus olsa gerek.. meselâ, bu âyet ile alâkalı olarak şöyle denilebilir: Kâinat ilâhî irade ile kurulmuş ve yine ilâhî meşîet çizgisinde devam eden âdeta iç içe girmiş bir sistemler mecmuasıdır. Hiçbir sistem ve onunla alâkalı hiçbir harekette tesadüf söz konusu değildir. Şimdi Hazreti Süleyman’ın (aleyhisselâm) dayanmış olduğu asânın kurtlar tarafından yenmesi de hem bir hakikattir hem de tesadüf değildir. İhtimal bununla bize anlatılmak istenen ise, bir gün mutlaka Hazreti Süleyman’ın (aleyhisselâm) da saltanatının dağılacağıdır. Nitekim Hazreti Süleyman’ın vefatını takip eden yıllarda, o saltanat dağılmış, toplum içinde ciddî inşikaklar yaşanmış ve yeniden Hazreti Davud öncesi kaoslara dönülmüştür. Evet hiç beklenmedik bir anda, dağlar cesametindeki saltanatlar bile yerle bir olur, yerinde yeller esmeye başlar.. o saltanata munkad boyunlar da kendilerini yeni bir vetirede bulurlar. (40:55)

-Batılıların bir İslamfobya yaşadıkları gibi bazıları da bir cemaatfobya yaşıyor ve yaşatıyorlar. Ahh keşke bilseler, “cemaat” yapmıyor, “hareket” yapmıyor, “hizmet” yapmıyor, Allah yapıyor. Ama O’na binlerce hamd ü sena olsun ki bu nesl-i cedidi böyle güzel işlerde istihdam buyuruyor. (45:25)