Posts Tagged ‘Sabır’

Herkes Karakterinin Gereğini Sergiler

Herkul | | KIRIK TESTI

İnsanın karakterinin rengi, zor zamanlarda daha net ortaya çıkar. Rahat zamanlarda yaşayan insanların eline diline sahip olması, istikametini koruması kolaydır. Asıl, belâ ve musibetler gelmeye başladığında denge ve istikameti korumak zorlaşır. Maruz kalınan sıkıntının şiddetine göre farklı inhiraflar yaşanabilir. Mesela inanılan değerler sorgulanabilir, Zât-ı Ulûhiyet hakkında yakışıksız düşüncelere girilebilir. Böyle bir durumda hem musibetlere sabretmek suretiyle elde edilecek sevaplardan mahrum kalınır hem de yaşanan inhirafın derecesine göre farklı günahlara girilebilir. Bu, kazanma kuşağında yaşanan zarardır. Zira belâlara karşı gösterilen sabır, ibadet gibidir; kişiye normal zamanlarda elde edemeyeceği büyük sevaplar, yüksek dereceler kazandırır.

Ne var ki insanın maruz kaldığı olumsuzluklar karşısında dişini sıkıp sabretmesi hiç de kolay değildir. Bu, ciddi bir ceht ve mücadele gerektirir. Beşeriz; başkalarının tavır ve davranışlarına takılabiliriz. Başımıza gelen bela ve musibetlerde nefsimizi ve kaderi unutup her şeyi insanların hatalarından bilebiliriz. Yaşananlar karşısında huzurumuz kaçar, fikrî dağınıklık yaşar, ızdırapla iki büklüm olabiliriz. Hatta yer yer hayalimize, kalbimize, zihnimize inancımızla bağdaşmayacak olumsuz bir kısım duygu ve düşünceler hücum edebilir. Böyle durumlarda ciddi bir metanet ve inançla hemen irademizi ortaya koymalı ve bu olumsuzluklardan en kısa zamanda sıyrılmaya çalışmalıyız. Nöronlarımıza hâkim olmalı, sürekli düşüncelerimizi kontrol altında tutmalı ve Allah’ın hoşnut olmayacağı hiçbir şeyi orada misafir etmemeliyiz. İnanç sistemimizle telif edilemeyecek fikirlerin, değil duygu ve düşüncelerimiz, rüyalarımıza dahi girmesine meydan vermemeliyiz.

Başkalarının insanlık dışı tavır ve davranışları bizi de benzer düşünce ve hareketlere sevk ediyorsa, irademiz de imanımız da zayıf demektir. El âlemin yaşadığı inhiraflar bizim de benzeri savrulmalar yaşamamıza sebep oluyorsa, yaşadığımız tazyik ve tezyifler bizim de kalbimizi ve ağzımızı bozuyorsa, ayağımızı sağlam bir zemine basamamış, yürüdüğümüz yolda sabit kadem olamamışız demektir. رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا Ey bizim kerîm Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma! (Âl-i İmrân Sûresi, 3/8) hakikati her zaman vird-i zebânımız olmalı.

Şunu unutmamak gerekir ki herkes kendi karakterinin gereğini yapar. Varsın başkaları kendilerine göre yazsın, çizsin, konuşsun, hareket etsin! İsterlerse yalanın en katmerlisini söylesin, iftira ve karalamanın her türüne başvursun, ağza alınmayacak hakaretler etsin, zulümlerine zulüm eklesinler; onların bu ahlâksız ve günahkâr tutumları, iman ve Kur’ân hizmetine gönül vermiş adanmışları benzer davranışlara asla sevk etmemelidir. Birilerinin yüz, bin defa yalan söylemesi sizin tek bir defa yalan söylemenizi meşru kılmaz. Başkalarının kâfir sıfatı taşıması, çeşitli cürümleri irtikap etmesi size bunları mubah kılmaz. Haram her zaman haramdır. Bütün dünyanın balıklamasına bir haramın içine dalması, sizin için zerre haramı helâl yapmaz. İsterse başkaları deveyi hamuduyla götürsün, siz haramın damlasına bulaştığınız zaman çok şey kaybetmiş olursunuz.

Evet, Kur’ân, كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ buyuruyor. (İsra sûresi, 17/84) Yani herkes kendi mizacına göre hareket eder, karakterinin gereğini ortaya koyar. Âyetin devamında da şöyle buyruluyor: فَرَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ أَهْدَى سَبِيلاً “Kimin doğru yol tuttuğunu, hidayet üzere olduğunu en iyi bilen, Rabbinizdir.” (İsra sûresi, 17/84) Madem her şeyi bilen ve işlediğimiz fiillerin mükafat veya cezasını verecek olan Allah’tır, o hâlde tavır ve davranışlarımızı buna göre ayarlamak zorundayız. Herkes yaptığının karşılığını görecektir. Birileri zulüm yolunu tutmuş gidiyorsa, ahirette karşılaşacakları cezanın bir mukaddimesi olarak dünyada iken de müstahaklarını bulacaklardır. Bugün masum insanlara “hain, terörist” diyenler, belki de bir gün aynı iftiralara kendileri maruz kalacaktır. Çünkü Allah adildir. Allah’ın adaletine O’nun varlığına inandığım kadar inanıyorum.

Zalimlerin İbretlik Sonu

Bugün şahit olduğumuz zulüm tablolarını hazırlayanların, insanları birbirine musallat edenlerin, kendi istikballerini başkalarının kan ve gözyaşıyla inşa etmeye çalışanların derbeder olduklarını, kaderin şiddetli tokatlarına maruz kaldıklarını, zir u zeber olduklarını pek yakında göreceksiniz. Hatta onların bu perişan vaziyetleri karşısında ızdırap duyacak ve “Keşke zamanında bunca kötülüğü yapmasalardı, şeytanın oyuncağı hâline gelmeselerdi de kaybedenlerden olmasalardı!” diyeceksiniz. Size bunca kötülüğü yapanların, çeşit çeşit zulümleri reva görenlerin fırtınaya maruz kalmış ağaçlar gibi peşi peşine devrildiklerini, hazana maruz yapraklar gibi savrulup gittiklerini, saltanatlarının başlarına yıkıldığını gördüğünüz zaman nasıl “Yazık oldu!” demeyeceksiniz ki! Onların yüzünden kandırılan, sokaklara dökülen ve heder olup giden gençliğe nasıl acımayacaksınız ki!

Yaşanan bu karanlık dönemde o kadar çok zulmettiler, akla hayale gelmedik öyle kötülükler yaptılar ki hayırla yâd edilecek hiçbir şey bırakmadılar. Sonrasında dönüp yardım dileyecekleri bütün kapıları kendilerine kapattılar. Keşke içimizde en azından kendilerine bir Fatiha okuma duygusu bıraksalardı! Keşke bu kadar olsun bir irtibat bıraksalar, köprüleri bütün bütün yıkmasalardı! Yaşadıkları sürece işleri güçleri birilerine zift püskürtmek olan insanlar devrilip gittikten sonra Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)in, “Ölülerinizi kötü yanlarıyla yâd etmeyin.” hadisiyle amel etmekte zorlanacaksınız. Onların isimlerini duyduğunuzda insanlığın gereği olarak bir kere daha çektiğiniz acıları hatırlayacak ve duygularınız kabaracak. Belki o zaman iradenizin hakkını verecek ve dinin temel disiplinlerine aykırı hareket etmeme adına içinizdeki olumsuz duyguları kontrol edeceksiniz. Bir kere daha “Ya Sabır” diyecek, iç reaksiyonlarınızı dengeleyecek, arkalarından lânet okumayacak, kötü söz sarf etmeyeceksiniz. Çünkü bizim genel karakterimiz böyle olmayı gerektirir.

Herkes karakterinin gereğini ortaya koyacaksa, zalimler devrilip gidecekleri âna kadar zulümlerine devam edecek, fasıklar fısk u fücurlarını bırakmayacak, münafıklar nifaktan vazgeçmeyecek demektir. İsimler, şahıslar değişse de bu durum devam edecektir. Buna göre imana ve Kur’ân’a gönül vermiş mü’minlere de mü’mince davranmak, imana yakışır hâl ve vaziyetlerini devam ettirmek düşer. Bizler her türlü zorluğa rağmen kendi karakterimizin gereğini yerine getirmeli, ahlâkî duruşumuzdan taviz vermemeliyiz. Allah’a tevekkül, teslimiyet, tefviz ve sikamız sayesinde yaşadığımız badire ve gaileleri aşmaya çalışmalıyız. Yapılan denaet ve şenaatler bizi de benzer olumsuzluklar yapmaya sevk etmemeli. “Fırsat ele geçerse intikamımızı alırız” düşüncesi rüyalarımıza dahi girmemeli, aklımızın köşesinden dahi geçmemeli. İçimizde hiçbir şekilde kin ve nefretin vücut bulmasına meydan vermemeliyiz. Çünkü biz her şeye rağmen nezahet-i ruhiye, fikriye ve hissiyemizi korumak mecburiyetindeyiz.

Şunu iyi bilmeliyiz ki dinî mefkûrelerini bayraklaştırmaktan, yüksek gaye-i hayallerini realize etmekten başka hedefi olmayan insanlara çelme takan, el ense çeken, onları kündeye getirmek isteyen birileri hep olmuştur, sizin karşınıza da böyleleri mutlaka çıkacaktır. Buna maruz kalan hizmet insanları, bir taraftan profesyonel güreşçiler gibi kendilerine karşı yapılacak oyunları savma adına stratejiler geliştirecek, diğer yandan da yılmadan hizmetlerini devam ettirmeye çalışacaklardır. Şayet sağdan soldan, önden arkadan gelen toslamalara takılır kalırlarsa kaybederler.

Onlar, asırlardır rahnedar olan (harap olmuş) bir kaleyi tamir ve ıslah adına gayret ederken, birilerinin engellemeleriyle, saldırılarıyla karşılaşabilirler. Yapılan saldırıların büyüklüğüne göre yer yer bünyede yıkıntı ve çöküntüler oluşabilir. Samimi mü’minlerin genç nesillere sahip çıkma adına himmetleriyle, alın teriyle, göz yaşıyla, bin-bir emekle kurdukları müesseseler gasp edilebilir. Bütün bunlar karşısında bizler öyle bir imana, ümide, azim ve kararlılığa sahip olmalıyız ki bir kayba karşılık on tane kazanç elde etmeye bakmalıyız. Yeni yeni alternatif yollar bularak yolumuza devam etmeliyiz. Bir kişiyi bizden koparıp aldıklarında on kişinin etrafımızda halkalanmasını sağlamalıyız. Zalimler hınçla, öfkeyle üzerimize geldikçe bizde temkin ve heyecan daha da artmalı, hizmetlerimize daha fazla zaman ayırmalı, hızımızı daha da artırmalıyız.

Bir gün gelecek, Cenab-ı Hak böyle bir azme, kararlılığa, adanmışlık ruhuna eltâf-ı sübhaniyesiyle teveccüh buyuracaktır. Tenasüb-ü illiyet prensibiyle izah edilemeyecek şekilde, bizim iradelerimizi ortaya koyarak yaptığımız işlerin çok çok ötesinde ilâhî lütuf ve nimetlerle karşılaşacağız.

Hak, Adalet ve İstikamet

İşin özü; hak, adalet ve istikamettir. Kendi aleyhimize bile olsa hak karşısında dize gelecek kadar hakka-hakikate saygılı olmak zorundayız. Adaletten bir an dahi ayrılmamalıyız. Kılı kırk yararcasına istikamet içinde yaşamakla mükellefiz. Fertlerin, milletin hukukuna tecavüz etmeme noktasında ölesiye bir hassasiyet göstermeliyiz. Bir an olsun adanmışlık mülâhazasından ayrılmamalı, iman ve Kur’ân hizmetine hiçbir zaman ara vermemeliyiz. Dünya bütün debdebe ve şatafatıyla karşımıza gelse, hâlihazırda yaptığımız hizmetleri ona tercih edecek kadar kararlı olmalı, gönüllere girmeyi dünya sultanlığına tercih etmeliyiz.

İşte o zaman Cenab-ı Hak attığınız adımları size kat kat fazlasıyla geri döndürecek, emeklerinizin karşılığını katlayarak verecektir. Size hiç ummadığınız açılımlar lütfedecektir. İnsanlığın beklediği evrensel insanî değerleri sizin elinizle ikame edecektir. Bütün bunları nereden biliyoruz? Çünkü bu; peygamber yoludur, sahabe yoludur. Allah onların yolunda yürüyenleri yollarda bırakmaz, onlara akamet yaşatmaz.

Hak, adalet ve istikametten ayrılan; makamına, kiyasetine, siyasetine, güç ve kuvvetine aldananlara gelince, bunlar geçici bir kısım başarılar elde etse, zaferler yaşasalar da eninde sonunda kaybedeceklerdir. Daha dünyada iken rezil ü rüsva olacak, korkudan tir tir titreyecek, kaçacak delik arayacak ve yaptıklarına bin pişman olacaklardır. Manevî hayatlarını kirleten ve levsiyat içinde yaşayan insanların, yaptıkları şeyler bir gün suratlarına çarpılacaktır. Öbür tarafa gittiklerinde de hâlleri yaman olacak, kendilerine eman verilmeyecektir.  

Evet, âyetin ifadesiyle akıbet müttakilerindir. Fakat onu beklemek ciddi bir sabır ister ve bu da oldukça ağırdır. Neticede elde edilecek mükafatlar bundan daha ağır, daha büyük olacak ve insanın sevap kefesindeki ağırlığına ağırlık katacaktır. Yeter ki en acı şeyleri bile gönül inşirahı içinde karşılayabilelim, canımız yandığı anlarda bile “Küfür ve dalalet dışındaki her şeye elhamdülillah” diyebilelim. Bizi korkunç şeytanî sukutlara maruz bırakmayan, kalbî ve ruhî hayatımızı makam hırsına feda ettirmeyen, hırsızlık ve haramiliklerden bizi muhafaza buyuran, zulmü alkışlayıp zalime yahşi çektirmeyen Rabbimize binlerce hamd ü sena olsun.

Sabırla Gelen Sevaplar

Herkul | | KIRIK TESTI

Bir mü’minin sevap kazanmasının çok çeşitli vesileleri vardır. Onun yaptığı salih ameller, ibadet ü taatler ona sevap kazandıracağı gibi, zorluk ve sıkıntılar karşısında sabredip dayanması da onun için önemli bir sevap vesilesidir. Bu sebeple mü’min, arzu etmediği, canını sıkan bir kısım belâ ve musibetlere maruz kaldığında, bu kanallar vasıtasıyla sevap havuzuna nasıl yeni sevaplar akıtabileceğini düşünmeli ve yine bu kanallar vesilesiyle Cenab-ı Hakk’ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışmalıdır.

Ziya Paşa,

Herkese bir dert bu âlemde mukarrer
Rahat yaşamış var mı gürûh-u ukalâdan?

der. İnsanlık tarihinde dertsiz yaşamış kimse olmamıştır. Az çok, küçük büyük herkesin kendine göre bir derdi olmuştur. Efendimiz’in ifadesiyle belânın en çetinine, en zorlusuna ise enbiya-i izam maruz kalmıştır. Sonra da derecesine göre onlara en yakın Allah’ın makbul kulları. (Buhari, merda 3) İnsan bazen rahat ve bolluk içinde yaşar bazen de sıkıntı ve meşakkatlere maruz kalır. Bazen dümdüz yollarda rahatça yürür bazen de sarp yokuşları tırmanmak zorunda kalır, önüne çıkan kandan irinden deryaları geçmesi gerekir. Bazen güven içinde yolculuğunu devam ettirir bazen de düşmanları tarafından yolları kesilir. Hayat böyle bir yoldur. İşte bütün bunların farkında olarak yola koyulmak lazım.

Bize düşen vazife, yol boyu karşımıza çıkacak meşakkatleri sabırla karşılamak ve zorluklara aldırmadan yürüyüşümüzü devam ettirmektir. İnsan, yolculuğu esnasında kendisinde şok tesiri yapacak bir kısım sürpriz hâdiselerle karşılaşabilir. Bunlar karşısında ne sarsılmalı ne de paniklemeli. Hele hele asla kaderi tenkit etmemeli. Zira İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), felaketin ilk anında gösterilen sabra “sabır” diyor. (Buhârî, cenâiz 32, 43; Müslim, cenâiz 14, 15) Demek ki Allah katında makbul olan sabır, yaşanan hadise henüz sıcakken, hisler feverandayken, henüz yaşanan hâdisenin sebep ve hikmetleri bütünüyle anlaşılmadığı ilk anda gösterilen sabırdır. İşin zorluğu da aslen buradadır. Yoksa insan, başa gelen hâdiseleri yorumladıktan, onların kazanımlarını gözden geçirip değerlendirdikten sonra nefsini sabra ikna edebilir. Neticede bu da bir sabırdır fakat hâdisenin ilk şokunun yaşandığı esnada gösterilen sabır gibi olamaz.

İşte Efendimiz’in tarif ettiği böyle bir sabır insana en büyük ibadetlerden bile daha fazla sevap kazandırabilir. Rampadan fırlatılan bir füze gibi bir hamlede, bir nefhada onu âlâ-yı illîyyin-i kemâlâta çıkarabilir. Kişi bir anda kendini meleklerle aynı safta bulabilir. Belâ ve musibetlere karşı sabır, insanı hızlı bir şekilde evc-i kemâlât-ı insaniyeye çıkarma yolunda çok önemli bir rol üstlenebilir. Dertlilerin iniltisi, nezd-i Ulûhiyette (Allah katında) en samimi dualardan, en içten tazarru ve niyazlardan daha makbuldür.

Alvar İmamı’nın şu dörtlüğü bunu anlatır:

Dertten büyük derman mı var
Bir sebeb-i gufrân mı var
Dert gibi bir kıymet mi var
Dertlileri sever Rahman.

O hâlde bize düşen vazife, maruz kaldığımız musibetler karşısında tazarru ve niyazla Allah’a yönelmektir. İster ferdî, ister ailevî, isterse içtimaî hayatımızla alakalı olsun, gelip bize toslayan her felaketi, Allah’a daha çok yaklaşma adına bir fırsat görmeliyiz. Her neye maruz kalırsak kalalım, başımıza gelen her musibeti, Allah’ın, kullarını kendisine yönelmeye sevk etmek için gönderdiği değişik dalga boyunda bir iltifat saymalıyız. Allah bunlarla bizi hakiki tevhide ulaştırmayı murat buyuruyordur. Bizi geceleri değerlendirmeye, huzurunda göz yaşı dökmeye sevk ediyordur. Bizim iniltilerle kendisine teveccüh etmemizi görmek, dua ve niyazlarla Zât-ı Ulûhiyetine yakarışlarımızı duymak istiyordur. Bu sebeple belâ ve musibetler karşısında şikâyet etmek yerine, bunları Allah’a yaklaşma adına bir fırsata çevirmek gerekir.

Bunun tersini de düşünebiliriz. Dünya adına elde ettiğimiz bazı kazanımlar bize tatlı ve şirin görünebilir. Mesela insanların takdir ve alkışını üzerimize çekebiliriz. Kitle psikolojisini değerlendirerek yığınları arkamızdan sürükleyebiliriz. Güç ve iktidar sahibi olabiliriz. Siyasi ve ekonomik gücü elimizde tutabiliriz. Kendi saltanatımızı kurabiliriz. Fakat şunu iyi bilmeliyiz ki bütün bunların Allah nezdinde bir arpa kadar kıymet-i harbiyesi yoktur. Hatta bunlar şeytanî birer oyun ve tuzak bile olabilir. Şayet sahip olduğunuz imkân ve fırsatları kendi ruhunuzun abidesini ikame etme istikametinde kullanmıyorsanız havanda su dövüyorsunuz demektir. Gaye-i hayalinize hizmet etmeyen her şey boştur, sizin için bir aldanmışlıktır.

Neydi bizim gaye-i hayalimiz? Bir lahza hatırımızdan çıkarmamamız gereken, hayatımızın ideali neydi? İ’lâ-i kelimetullah değil miydi? Allah’ı ve Resulü’nü insanlara sevdirmek değil miydi bizi yollara döken, gündüz sa’y u gayretlerimizi, geceleri iniltilerimizi şekillendiren? Allah ile insanlar arasındaki engelleri yıkarak, perdeleri kaldırarak bütün kalblerin O’nunla buluşmasını sağlamak değil miydi? Evet, dünyevî saltanatların Allah katında arpa kadar değeri yoktur. Fakat beri tarafta i’lâ-i kelimetullah yolunda yapılan küçücük hizmetlerin bile nezd-i Ulûhiyette dağlar cesametinde kıymeti vardır.

Şayet yolunuz buysa, böyle yüksek bir mefkûreye kilitlendiyseniz ve bu uğurda bir cehd ü gayret ortaya koyuyorsanız, eğri büğrü yollara, patikalara sapmazsınız. Şeytanın hile ve desiselerine aldanmazsınız. Kendinize, ego ve benliğinize, arzu ve tutkularınıza takılmazsınız. Yüksek duygu ve mefkûrelere bağlı yaşarsanız ölümünüz de buna göre olur. Kur’ân’ın farklı âyetlerinde ifade edildiği üzere melekler size teşrifatçılık yapar, selam dururlar. Dünyadaki alkış ve debdebeyi mi tercih edersiniz yoksa meleklerin bin bir ihtişamla sizi karşılamasını mı? Sizi karanlık bir kabre götüren yolda mı yürümek istersiniz yoksa ferah feza iklimlere açılan bir yolda mı? Şeytanın peşine mi takılmak istersiniz yoksa Hz. Resûl-i Zîşan’ın arkasından mı gitmek istersiniz? İnsan daha baştan tercihini doğru yapmalı, yürüyeceği yolu doğru seçmelidir. Bir kere yolunu seçtikten sonra da hiçbir şeyden endişe etmeye, korkmaya gerek yoktur.

Şunu iyi bilmeli ki, düşmanlığa kilitlenmiş kimseler, Allah yolunda yürüyen insanlardan rahatsızlık duyacak ve onları yürüdükleri yoldan alıkoymak için ellerinden geleni artlarına koymayacaklardır. Onlara her türlü eza ve cefayı reva görecek, yapabildikleri bütün kötülükleri yapacaklardır. Bugüne kadar niceleri zalimlerden çekmiştir. Meşhur ifadesiyle söyleyecek olursak, “Her Musa’nın bir firavunu olmuştur.” Allah Resûlü’nün karşısına ne firavunlar, ne nemrutlar çıkmıştır. Raşit Halifeler ve onlardan sonra gelen sahabe-i kiram, Yezitlerle, Haccaclarla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Daha sonraki büyük mücedditlerin ızdırar hâlinde yaptıkları tazarru ve niyazlarına baktığınız zaman onların da hep iki ayaklarının bir pabuç içinde olduğunu görürsünüz.

Esbap dairesinin hakkını vermek O’nun tekvini emirlerine saygının gereğidir. Ancak Peygamber yolunun yolcularının bugün de yarın da benzer mağduriyet ve mazlumiyetler yaşamaları mukadderdir. Bütün bunlar karşısında bize düşen, elimizden gelen her türlü gayreti ortaya koyduktan sonra dişimizi sıkıp sabretmesini bilmektir. Alvar İmamı’nın ifadeleriyle, “Gelse celalinden cefa, yahut cemalinden vefa, ikisi de cana sefa, lütfu da hoş kahrı da hoş” diyebilmektir. Zira kim sabreder, dişini sıkar katlanırsa Allah’ın izniyle zaferyab olur. Bir güzel sözde ifade edildiği gibi sabır, kurtuluşa ermenin, umulan şeylere nail olmanın sırlı anahtarıdır. Bu anahtarı elde eden insan, Allah’ın izniyle nice kapıları açmaya muvaffak olur.

Hülâsa, her köşe başında bir gulyabanî pusu kurup bizi bekleyebilir. Başımızdan sağanak halinde belâlar yağabilir. Ölümlü dünyada ne geçici ve fâni şeylere gönül kaptırmalı ne de maruz kalınan belâ ve musibetler karşısında panikleyip gerisin geriye dönmeli. Bilakis dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında da, maruz kalınan sıkıntı ve zorluklar karşısında da sabretmesini bilmeli ve ruhumuzun âbidesini ikame etme istikametinde koşmaya devam etmeliyiz. Varsın fakr u zaruret içerisinde hayatımızı sürdürelim, varsın bir dikili taşımız olmadan dünyadan göçüp gidelim, varsın hayatımız bin bir zorluk içinde geçsin… önemli olan, ahirete giderken alacaklı ve kazançlı olarak gidebilmektir.

Yaşatma İdealinin Temsilcileri

Herkul | | KIRIK TESTI

Kendinden ziyade başkalarının mutluluğunu düşünme, başkalarının mutlu olması için kendi mutluluğundan fedakarlıkta bulunma, başkalarına hayat kaynağı olmak için yaşama, hatta yerinde, başkaları yaşasın diye kendi hayatından vaz geçme de diyeceğimiz “yaşatma ideali”, insan için en yüce bir gaye-i hayaldir. İnsanlığın en yüce kametleri olan peygamberler de, onların izinden giden büyük zatlar da kendilerini düşünmemiş, kendileri için yaşamamışlardır. Onların yegâne arzusu, insanların bedenî arzulardan sıyrılarak kalbî ve ruhî hayat derecesine yükselmeleri ve Allah’ın razı olacağı bir hâl kazanmalarıdır. Onlar, hayatları boyunca başkalarının karanlık dünyalarını aydınlatmak için çırpınıp durmuşlardır. Bunu yaparken de kendi hayatlarını karanlıkta geçirmeyi göze almışlardır. Ellerinde mumlarıyla, sönmüş tüm mumları tutuşturmak için karanlıktan karanlığa koşmuşlardır. İnsanlığa yeni bir ses ve soluk olabilme adına sürekli ızdırap yudumlamış, çile üstüne çile çekmiş, hayatlarını bir çile yumağı içinde geçirmişlerdir. Bütün bunlara rağmen hâllerinden şikâyet etmemiş, gam izhar eylememişlerdir. Hatta kendilerine zulmedenlere haklarını helal edip onları affedecek kadar da civanmerttirler.  

İşte bu babayiğitlerdir ki, kendilerinden sonra gelen nesillere birer yâd-ı cemil bırakmışlardır. Gerçi onların böyle bir beklenti ve talepleri de olmamıştır. Çünkü yaptıkları bütün fedakârlıkları, iyilikleri Allah için yapmışlardır. “Yapmış olduğum tebliğ vazifesi karşılığında sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatımı verecek olan yalnız Alemlerin Rabbidir.” (Şuarâ sûresi, 26/109) sözü, onların vird-i zebanı olmuştur. Hayatlarını bu civanmertlikle yaşamış ve öyle de ahirete göç etmişlerdir.

Onlar, yaptıkları hizmetlere kendi adlarının konmasını istememişlerdir. Asrın dertlisi Bediüzzaman, mezarının bilinmesini bile kendine çok görmüştür. Derin ihlas anlayışının muktezası olan bu isteği Allah katında kabule karin olmuş olacak ki, naaşı kabrinden çıkarılarak bir meçhule götürülüp gömülmüştür. Fakat Allah onların isimlerini bir yâd-ı cemil olarak yaşatmıştır. Onların yâdını zihinlerden silmeye, adlarını unutturmaya kimsenin gücü yetmemiştir.

Onlar, yaşadıkları zaman dilimi içinde yaşantılarıyla, dini güzel temsilleriyle, sözleriyle, fikirleriyle, eserleriyle zihinlerde öyle bir iz bırakmışlardır ki, asırlar sonra gelen insanlar bile onları hayırla, duayla yâd etmiştir, etmektedir. Niceleri onların ufkunda seyahat etmeye devam etmiş, onların çizdiği çizgide dolaşıp durmuş ve onların etrafında halelenmiştir. Allah, o büyükleri hakkıyla tanıyabilmeyi, onların ufkunu paylaşabilmeyi bizlere de nasip etsin ve bizleri onların şefaatine nail eylesin!

Peygamberlerin sadık takipçilerinden ve bize en yakın büyüklerden Bediüzzaman Hazretleri’ni düşünecek olursak o, “Milletimin imanını selamette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım.” diyecek ölçüde himmeti milleti olmuş bir insandır. Fakat buna rağmen döneminin zalim ve zorbaları hayatı ona zindan etmişlerdir. Ne var ki tüm çabalarına rağmen onu zihinlerden silememiş, onun davasını bitirememişlerdir. Ortaya koyduğu âsâr-ı bergüzidesi insanların yolunu aydınlatmaya devam ediyor.

Etrafında yer alan talebeleri de onun açtığı yoldan yürümüş ve dünyaya ait her şeyi ellerinin tersiyle itmişlerdir. Baş koydukları dava uğruna tüm zorluk ve mahrumiyetleri göze almışlardır. Ne mahkemelerde yargılanma ne sürgün edilme ne de zindanlara atılma onları baş koydukları davadan geri çevirebilmiştir. Onlar, Bediüzzaman’la birlikte bulunmanın ne kadar ceremesi varsa hepsine katlanmış ve vefat edeceği âna kadar onu hiç yalnız bırakmamışlardır. Onların bu vefa ve sadakatleri, fedakârlık ve adanmışlıkları sayesinde nicelerinin imanı kurtulmuş ve hakikatlere karşı gözleri açılmıştır.

İnsanlığın sulh ve selameti adına tüm zorlukları göğüsleyen bu babayiğitlerin dünyevî hiçbir beklentileri de olmamıştır. Zübeyir Gündüzalp’in, Tahiri Mutlu’nun, Hulusi Efendi’nin ve daha birçoklarının hayatları basit bir evde, köhne bir odada geçmiştir. Onlar arkalarında dikili bir taş bırakmayı düşünmemişlerdir. İsteselerdi onlar da kendileri için dünyalık biriktirebilir, mamelek peşinde koşabilirlerdi. Fakat onların hiçbirinin dünyaya ait bir beklentisi olmamış, gözlerine, Allah yoluna hizmetten başka bir hayal girmemişti.

Müspet düşünceyi esas alan bu adanmışların, insanları hazmedememe gibi, haset ve kıskançlık sâikiyle başkalarının hizmetlerine mani olma gibi vartaları da olmamıştır. Çünkü onlar, başkalarının yaptığı hayırlı işleri yıkmak için menfi propaganda yapan Firavun bozmalarını değil; ciddi bir isar düşüncesiyle hareket eden, yaşatma aşkıyla coşup yaşamayı unutan peygamberleri, sahabe efendilerimizi, üstatlarını örnek alıyor, onların izinden gidiyorlardı. Hem de her tür çileye katlanmayı göze alarak. Sahabe-i kiram efendilerimizin arkalarında yerlerini aldıklarını ümit ettiğimiz bu babayiğitler, izafi anlamda insan-ı kâmil abideleriydi. Biz onları böyle gördük, böyle inandık. Böyle inandığımızdan ötürü de ölünceye kadar onları hayırla yâd etmeye devam edeceğiz. Allah bizi hüsnüzannımızda yanıltmasın.

Gerek Bediüzzaman Hazretleri ve etrafında halelenen talebeleri gerekse onlardan önce yaşamış büyük zatlar hayatları boyunca başkalarına hayat üflemeye çalışsalar da kendileri hiç rahat yüzü görmemişlerdir. Ömürleri çileyle geçmiştir. Zira yüksek mefkuresi uğrunda ezilmemiş, preslenmemiş, hakarete maruz kalmamış, sürgün yaşamamış, zindanla tanışmamış kimselerin insanlığa hizmet adına yapabilecekleri çok fazla bir şey yoktur. Eğer bir insan, ruh ve kalb dünyasını ikame etme yolunda preslenir, çile çeker, sıkıntı yaşar; fakat bütün bunlara rağmen duruşunu değiştirmezse işte o zaman samimiyeti tescillenmiş olur.

Hangi peygamber vardır ki çileye maruz kalmamış, yerinden yurdundan edilmemiştir. Testereyle biçilen Hz. Zekeriya, hunharca şehit edilen Hz. Yahya, ateşlere atılan Hz. İbrahim, yerinden yurdundan sürgün edilen Hz. Musa, yıllarını kuyu dibinde, köle pazarlarında ve zindanda geçiren Hz. Yusuf, kavminin türlü türlü hakaretlerine katlanmak zorunda kalan Hz. Nuh ve daha başkaları… Şayet peygamberlerin yolu buysa, hak ve hakikati ikame etmenin bedeli buysa, samimiyet ve hakkaniyet testi bunu gerektiriyorsa bize de başımıza gelenlere sabretmek ve dayanmak düşer.

Konjonktürü değerlendirerek, her türlü gayrimeşru yolu kullanarak milletin başına musallat olan ve sonrasında da onun kanını emmeye, can damarlarını koparmaya başlayan parazitlerin millete vaat edeceği hiçbir şey yoktur. Onların tek bildikleri, kendi saltanatlarını tesis etmek ve korumaktır. Kendi hesapları, çıkarları ve gelecekleri peşinde koşan bu parazitler milleti sömürerek ayakta kalırlar. Allah bir yere kadar onlara fırsat verebilir. Fakat bir yerden sonra bütün tiranlar gibi onlar da devrilir giderler. Peygamber yoluna baş koyan adanmışların yâd-ı cemil olmasına mukabil bunlar da birer yad-ı kabih olarak anılırlar. Her anılışlarında da beddualarla, lanetlerle anılırlar.

***

Not: Bu yazı, 23 Kasım 2014 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Zamanın Ruhuna Uygun Hareket Etme

Herkul | | KIRIK TESTI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Bugüne kadar seleflerimiz, Allah’ın adını dünyanın dört bir yanına ulaştırmak için yaşadıkları dönemin şartlarına göre ciddi bir mücadele ortaya koymuş, ellerinden geleni yapmışlardır. Bu iş bazen sofi ve erenlerin eliyle gerçekleştirilmiş, bazen tüccarlar vasıtasıyla, bazen de fetihler yoluyla. Aşılmaz denilen surları aşmış, ulaşılmaz denilen yerlere ulaşmış ve gittikleri yerlerde sulh, huzur ve adaletin temsilcisi olmuşlar.

Ne var ki içinde yaşadığımız dünya artık onların yaşadığı dünya değil. Her şey değişti. Sadece sosyal, siyasi ve iktisadi şartlar da değil; kültürler, felsefeler, anlayışlar başkalaştı. Dolayısıyla i’lâ-i kelimetullah adına takip edilmesi gereken yol ve yöntemlerin de çağın gereklerine uygun olması gerekiyor. Aksi takdirde muvaffak olunması çok zor. Hatta maksadın aksi bir netice bile ortaya çıkabilir.

Bediüzzaman Hazretleri, “Maddi kılıç kınına girmiştir, medenilere galebe ikna iledir.” sözüyle günümüzde takip edilmesi gereken doğru yola işaret ediyor. Bugün Selçuklu da olsa, Osmanlı da olsa, Ukbe İbn-i Nafi de olsa, Tarık İbn-i Ziyad da olsa takip etmeleri gereken hareket tarzı budur. Onlar kendi dönemlerinin şartları içinde problemleri çözme adına yer yer kılıca başvurmak, güç kullanmak zorunda kalmış olabilirler. Fakat günümüzde sahip olduğumuz değerleri muhtaç sinelere duyurabilme, başka yolların bulunmasını iktiza ediyor. Tam bulduk mu bulamadık mı bilemiyorum. Ancak şimdilik bulduklarımızla amel ediyoruz.

Dünyanın halihazırdaki durumuna bakınca, durmamız gereken yer, almamız gereken tavır çok net görünüyor. Her tür şiddet ve radikalizmden uzak duruyor; eğitimle, diyalogla, sevgiyle, çözülmez zannedilen kronik problemlerin çözüleceğini düşünüyoruz. Bu şekilde hareket etmenin dinin ruhuna en uygun hareket tarzı olduğuna inanıyoruz. Fakat en iyisini biz yapıyoruz diye bir iddiamız yok. Tamamen Allah’ın lütfu olarak vücud sahasına çıkan güzel işler asla aidiyet mülahazasına bağlanmamalı, bağlanıp heder edilmemeli. “En doğru, en isabetli, en makul ve dinin ruhuna en uygun yol, bizim yolumuzdur.” gibi enaniyet ve kibir kokan sözlerden uzak durulmalı. Fikir ve aksiyon adına ortaya konulan şeyler İmam-ı Azam, İmam Gazzali ve Bediüzzaman gibi büyük zatların mülahazalarıyla bire bir örtüşse bile mü’mine düşen vazife, mahviyet ve tevazudur. Eğer mevcut içtihat ve yorumlarımızdan daha güzelini bulacak olursak, hemen mevcut fikirlerimizden dönmesini bilmeliyiz.

Tarih felsefecilerinin de üzerinde durduğu gibi, Müslümanlar zorla girdikleri yerlerden bir şekilde dışarı atılmışlardır. Ama gönülleri fethederek, sevgi iksirini kullanarak girdikleri yerlerde kalıcı olmuşlardır. Mesela Endülüs’e bu gözle bakabilirsiniz. Müslümanlar asırlarca orada kalmış, göz kamaştırıcı bir medeniyet kurmuş ve Batı üzerinde ciddi tesir bırakmış olsalar da bir süre sonra çok acı bir şekilde oradan çıkarılmışlardır. Aradan asırlar geçmiş olsa da ne zaman orada meydana gelen hâdiseleri düşünsem gözlerim dolar. Kendime göre bir kısım hikmet ve maslahatlar bularak hafakanlarımı bastırmaya çalışsam da, şimdiye kadar İslâm’ın bu yitik coğrafyası karşısında yaşadığım hasret ve elemi hafifletmenin bir yolunu bulamadım.

Demek ki bu tür yerlerde yaşayan insanlar sizi kabul etse bile, içlerinde bir yara kalıyor ve size karşı zamanla bir tepki gelişiyor. Şartlara göre bu tepki gittikçe şiddetini artırıyor ve bir gün geliyor, sizi bulunduğunuz yerden sürüp çıkarıyorlar. Hatta geride bıraktığınız âsâr-ı bergüzideleri de yakıp yıkıyor, mal ve servetlerinizi yağmalıyor, milyonlarca insanı katlediyorlar. Bu, üzerinde önemle durulması gerekli bir meseledir.

Temsilin Gücü

Eksiğiyle gediğiyle öncekiler kendilerine düşeni yapmaya çalışmışlar. Bizim için önemli olan, bizim ne yaptığımızdır. Bir mü’minin asıl hedefi, Allah’ın rızasını kazanmaktır. Değil dünya sultanlığı, ahiret nimetleri bile onun için maksud-u bizzat olmamalıdır. Allah rızasını kazanmanın en büyük vesilesi ise O’nun nam-ı celil-i sübhânisini dünyanın dört bir tarafına götürmektir. Bu, gaye ölçüsünde bir vesiledir. Kimse onu görmezden gelemez. Ne acı ki, birkaç asırdan beri Müslümanların böyle bir derdi olmamış. Böyle gelmiş ama böyle gitmemeli. Bazı kimseler bunu dert edinmeli, ciddi bir aksiyon ortaya koymalı ve bu yolda karşılaşacakları sıkıntı ve zorluklara da katlanmalı. Bugün itibarıyla Cenab-ı Hakk’ın önlerine açtığı imkanlar nelerse bunları çok iyi değerlendirmeli, onların üzerinde yoğunlaşmalı ve hizmetlerini o noktadan yürütmeli.. yarın öbür gün karşılarına daha farklı sünuhat ve tuluat çıkacak olursa, o zaman da onları değerlendirmeliler. Bizim gibi günah ve levsiyat asrında yaşayan insanlar için bundan daha büyük bir kefaret vesilesi ve kurtuluş yolu olamaz.

Biz tüm kalbimizle, İslâm’ın en kâmil ve eksiksiz din olduğuna, Cenab-ı Hakk’ın bu din sayesinde insanlığa sunduğu nimetlerini tamamladığına ve günümüz insanlığının onun sunduğu mesaja muhtaç olduğuna inanıyoruz. Yine şuna imanımız tam ki, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem), Cennet’e giden yolları gösteren, bundan dolayı insanlığın mutlaka izlemesi gereken, aldatmayan bir rehberdir. Bu bakımdan O’nun bütün yönleriyle dünyaya tanıtılması gerekmektedir. Biz de bu hayatî vazifeyi ifa etmek üzere yollara düşmüş yolcularız.

Bazı mütemerrit ve mutaassıplar bundan rahatsız olacaktır. Düşmanlığa kilitlenmiş kimseler sizi yolunuzdan döndürmeye çalışacaklardır. Fakat meseleyi sadece bu tür zalim ve mütecavizlere bağlayıp ufku kapkaranlık görmüyoruz. Nitekim şimdiye kadar tanıştığımız ve birlikte olduğumuz insanlar hep takdirlerini ve güzel temennilerini dile getirdiler. Çok az istisna dışında şikâyet edene, rahatsızlık izhar edene rastlamadım. Dolayısıyla sadece negatif şeylere bakıp ümidimizi kırmamalı, karamsarlığa düşmemeliyiz.

İnsanlığa sunacak bir mesajı olduğunu düşünen adanmışlar, sözleriyle muhataplarına bir şey anlatmadan önce tavır ve davranışlarıyla mükemmel bir temsil ortaya koymaya bakmalıdırlar. Zira söz, bir kısım tabiatlarda rahatsızlıklara sebebiyet verebilir.. sağa sola çekilebilir.. ondan, sizin aklınıza bile gelmeyen manalar çıkarılabilir. Temsil ise güven verir, inandırıcılığı çok daha yüksektir. Eğer biz Allah’ın insanlığın hayır ve maslahatı için vaz etmiş olduğu ilahî sistemi arızasız ve kusursuz şekilde yaşayabilirsek, insanların etkilenmemesi, büyülenmemesi mümkün değildir. Onca hırpalanmamıza rağmen hâlâ aile düzenimiz, insanî ilişkilerimiz, civanmertliğimiz insanları etkiliyorsa, çok laf söylemeye lüzum yok zannediyorum. “Gelin şöyle olun, böyle yapın” demek yerine, başkalarını çağırdığımız değerleri cezbedici ve imrendirici bir güzellikte temsil edelim.. bunu, başkası görsün diye değil, kendimiz için, Allah’la olan münasebetimiz adına, kulluğumuzun gereği olarak yapalım.. yapalım ve başkalarının ne yapacaklarının kararını onlara bırakalım.

Doğru Üslûbu Yakalama

Her ne kadar temsil çok önemli olsa da sözün ehemmiyeti de tamamen göz ardı edilemez. Temsilin yanında söze ihtiyaç duyulduğu zamanların olacağı da muhakkaktır. Temsilde kapalı kalan noktaların şerh edilmesine lüzum duyulabilir. O zaman da üslûba çok dikkat edilmelidir. Nerede, ne zaman, ne denileceği çok iyi tayin edilmelidir.

Öncelikle, muhatapla aramızdaki ortak noktalar öne çıkarılmalı, daha çok onlar üzerinde durulmalıdır. Zira her şeyden önce aradaki uçurumun kapatılmasına ihtiyaç vardır. Sizin anlattıklarınızla kendi düşünce sistemleri arasında bir kısım koordinatlar yakalarlarsa, söylenenleri daha kolay kabul ederler. Bunun için de muhatabın tâbi olduğu din, içinde yetiştiği kültür ortamı, bilgi seviyesi ve hissiyatı göz önünde bulundurulmalı ve reaksiyona sebebiyet vermeyecek bir üslup tercih edilmelidir.

Eğer muhatap olduğumuz insanlar dine karşı mesafeliyse, evrensel insani değerler üzerinde durabilir, birçok meselemizi onlar üzerinden anlatabiliriz. Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi, İktisat Risalesi gibi konulara öncelik verebilir, hemen herkesin şöyle böyle dikkatini çekecek mevzular seçebiliriz. Eğer namaz, oruç, zekât, hac ve kurban gibi ibadetleri anlatmamız gerekiyorsa, bunların hikmet ve maslahat yönlerini öne çıkarır, şahsî ve içtimai hayatımıza bakan faydalarını ele alabiliriz.

Farklı din mensuplarıyla yapacağımız görüşmelerde, onların da üzerinde ittifak ettiği inanç esasları üzerinde durabiliriz. Bütün dinlerde şöyle böyle bir yaratıcı fikri mevcut olsa da hiçbir dinde Zat-ı Uluhiyet, İslâm’daki gibi isim ve sıfatlarıyla detaylı bir şekilde ortaya konulmamıştır. Farklı ad ve unvanlarla Allah’tan bahsetseler de, onların ulûhiyet ve rubûbiyet hakikatleri hakkındaki düşünceleri, İslâm’ın ortaya koyduğu ölçüde ve mükemmeliyette değildir. Muhataplarımızın seviyelerine göre, anlayabilecekleri bir şekilde onlara bu konularda bilgi verilebilir.

Her din mensubu, kendi peygamberinin en üstün olduğuna inandığı için İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan bahsetmemiz onları rahatsız edebilir, bu konuda itiraz ileri sürebilirler. Dolayısıyla onlarla bir araya geldiğimizde, mutlak manada nübüvvet hakikati üzerinde durma ve peygamberlere ait vasıfları anlatma daha faydalı olacaktır. Aynı şekilde Hıristiyanlık ve Yahudilikte net çizgileriyle ortaya konulmuş ve İslam’da olduğu derecede çerçevesi belirlenmiş bir haşr u neşr akidesi yoktur. Siz, Kur’ân demeden, Allah Resûlü’nden bahsetmeden âyet ve hadislerde anlatılan hususları net bir şekilde ortaya koyduğunuzda zannediyorum gönül rahatlığıyla kabul edeceklerdir.

Anlatılan hususların tesirli olması için, muhataplarla ciddi arkadaşlık ve dostluk bağlarının kurulması da çok önemlidir. Karşılıklı ziyaretlerde bulunarak, hediyeleşerek, yardımlaşma ruhuyla hareket ederek, hiçbir şekilde feda edilmeyecek ve vazgeçilmeyecek yakın arkadaşlıklar tesis etmeliyiz. Bu konuda olabildiğince civanmert ve centilmen davranmalıyız. Önyargıların silinip gitmesi ve insanların birbirini dinleyecek hâle gelmeleri adına kurulacak dostlukların çok büyük önemi vardır. Bunu yapabildiğimiz takdirde, sunacağımız mesajlar onlar nazarında daha değerli hâle gelecektir. Unutmamalıyız ki Efendimiz’in sunduğu mesajın, içinde yaşadığı toplum tarafından hüsn-ü kabul görmesinin en önemli sebeplerinden biri, nübüvvetinden önceki dönemde emniyet ve sadakat timsali olarak bilinmesi ve herkesçe sevilmesidir.

Makuliyet ve Sebeplere Riayet

İnsanın kendisini i’lâ-i kelimetullah davasına adaması ve yaptığı bütün işleri ihlâs ve samimiyetle yapması muvaffakiyet adına çok önemlidir. İhlâsla ve güzel niyetlerle yapılan ameller az da olsa Allah nezdinde makbul olur ve değerler üstü değerlere ulaşır. Fakat atılan adımların semere vermesi ve kalıcı olması için niyet ve ihlasın yanında bilgi, tecrübe ve mantık da çok önemlidir. Mesela şiddet kullanmak insanî/İslâmî olmadığı gibi, dini tebliğde şiddete başvurmanın da hiçbir mantıkî yanı yoktur. Bugün birileri tarafından yapılan ve maalesef İslâm’a nisbet edilen terör saldırıları, canlı bombalar bütünüyle dinin ruhuna aykırı olduğu gibi, bunların hiçbir mantığı da yoktur. Zira terör ve şiddetle hiçbir yere varılamaz. Bir yere ulaşılsa bile orada kalıcı olunamaz. Çünkü bu tür eylemler geride kin, nefret, gayz ve öfke bırakır. Gün gelir bu öfke, ona sebep olanları da boğar. Eğer yapılan işlerin insanlar nazarında kabul görmesi ve kalıcı olması isteniyorsa, hem güzel niyet ve düşüncelerle yola çıkılmalı hem murad-ı ilâhîye uygun hareket edilmeli hem de akıl ve mantık sonuna kadar kullanılmalıdır.

Eğer ortaya koyduğunuz güzel işlerin kabul görmesini veya en azından bunlara ilişilmemesini istiyorsanız, meselelerinizi bir dünya meselesi hâline getirmelisiniz. Öyle ki dünya üzerinde hegemonya kurmak isteyen, çatışmadan beslenen veya kin ve nefretlerinin kurbanı olmuş bir kısım zalim ve mütecavizler size engel olmak istediğinde, sizi başkaları savunmalı, “Hayır, bunlara ilişmeyiniz, bunlar insanlık adına çok güzel işler peşinde koşuyorlar.” demeliler. Siz, bir taraftan insanlığın sulh ve selameti adına durma bilmeden koşturmalı fakat diğer yandan da ortaya koyduğunuz güzelliklerin heba edilmemesi adına bütün sebeplere riayet etmelisiniz.

Bizim Cenab-ı Hakk’ın inayetine, hıfz u himayesine itimadımız tam olsa da, projelerimizi bu gibi ekstra lütuflar üzerine bina edemeyiz. Her zaman söylediğimiz gibi, dinimiz bize, esbaba riayette âdeta bir esbapperest gibi davranmayı, Allah’a tevekkülümüzde de âdeta bir “cebrî” gibi düşünmeyi öğretir. Her şey Rabbimizin yaratmasıyla, O’nun inayetiyle, lütf u keremiyle meydana gelir. Ama kuldan, Allah’ın ekstradan gelecek lütfuna değil, yapacağı plana uygun hareket etmesi istenir. Eğer ekstra lütuflar üzerine hüküm bina edilecek olsaydı, bunu en başta Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) yapardı. Ama O böyle yapmadı. Hiçbir işini, harikuladeler kuşağında planlamadı. Cenab-ı Hak dileseydi Mekke’nin azılı düşmanlarının tepesine göklerden bir meteor gönderiverir ve işlerini bitirirdi. Ne var ki Allah Resûlü (sallallahu eleyhi ve sellem) bir beşerdi ve beşere imam olmuştu. Sebepler dünyasında yaşıyordu. Rehberliği de buna göre olmalıydı. Allah her zaman mü’minlere ekstra lütuflarda bulunsa da, onlara düşen vazife, içinde yaşadıkları şartlara göre yapılması gerekli olan işlerde boşluk bırakmamaları, kusur etmemeleri ve almaları lazım gelen her tür tedbiri almalarıdır.

Evet, insanlığın faydası adına gerçekleştirilen projelerin korunması, bin bir emekle ortaya konulan birikimlerin heder olmaması, yarın birileri tarafından zayi edilmemesi, insanlığa sunulan hizmetlerin kalıcı olması adına bugünden ne kadar tedbir alınsa değer. Cizvitlerin, Urartuların yaptığı gibi iç içe surlar örülmelidir ki, kötü niyetlilerin elleri oraya ulaşmasın, Allah’ın inayet ve keremiyle başlamış ve devam etmekte olan bir açılıma halel gelmesin, dünyanın dört bir tarafında cihanpesendâne hizmet veren güzel insanların emekleri zayi olmasın.

Bu güzel açılımın hiç durmadan yoluna devam etmesi için bir araya gelmeli, beyin fırtınası yapmalı, aklı eren insanlara danışmalı, en makul ve realist yol ve yöntemler nelerse onları bulmaya çalışmalıyız. Bu konuda herkesin fikrinden istifade etmesini bilmeliyiz. Ufkumuzu aydınlatacak, yürüdüğümüz yolda bize önemli doneler verecek ve hareketimizi hızlandıracak alternatif düşüncelere, farklı yol ve yöntemlere açık olmalıyız.

Sabır ve Teenni

Konuyla ilgili olarak üzerinde durulması gereken bir başka husus da şudur: Eğitimle, diyalogla, kültürel faaliyetlerle veya insanî yardımlarla hizmet götürdüğünüz toplum ve milletlerin ortaya koyduğunuz projeleri benimsemesi, kabul etmesi ve sahip çıkması, zamana vabestedir. Her şeyden önce muhataplarınıza güven vaat etmelisiniz. Bunun için de içinde yaşadığınız toplumun bir parçası hâline gelmeniz, bünyenin içine girip onunla bütünleşmeniz gerekir. Eğer içinde yaşadığınız toplumda, bünyenin içine girmiş yabancı bir cisim gibi kalır, entegre olamazsanız, bir gün oradan sökülüp atılırsınız. Onlar sizi benimsemeli ve kendilerinden kabul etmelidirler ki size tepki duymasın ve mesajınızın doğruluğundan şüphe duymasınlar.

Evet, bir topluma entegre olma, onun bir cüz’ü haline gelme, eğreti durmama, zamana vabestedir. Acele edilmemesi, konjonktürün müsaade ettiği ölçüde hareket edilmesi gerekir. Bazen birdenbire amudi yükselmeler tepki toplayabilir. Özellikle kendi geleneklerine, dinlerine bağlı toplumlar, yabancı gördükleri kimselerin ortaya koydukları projeleri hazmedemez ve reaksiyon gösterirler. Mesela bir ülkede sizin birdenbire onlarca okul açmanız oradaki güçlü lobileri rahatsız edebilir. Sizin hiçbir şekilde idareyle, siyasetle işiniz olmasa da, onlar bunu bilmedikleri ve henüz sizi tanımadıkları için endişe duyabilirler. Kendi hesabınıza bazı şeyler yapacağınızı zannedebilirler. Onların öteden beri yaptıkları bir kısım hesapları vardır. Hesaplarının karışmasını istemezler.

Bu bakımdan sadece kendi projelerinize ve ideallerinize odaklanmamalı, her hamle ve açılımınızda içinde bulunduğunuz toplumun çıkarlarını, sizden beklentilerini ve dünya adına onların yapmak istediklerini de hesaba katmak zorundasınız. Ortaya koyacağınız faaliyetlerin bunlarla uyum içinde olmasına dikkat etmelisiniz. Yani fasl-ı müşterekleri çok iyi belirleyerek buradan hareket etmelisiniz. Yürüdükleri yolda bir engel teşkil etmediğinizi, dünya üzerindeki genel politikalarına zıt yanlarınız olmadığını görmeliler. Yoksa kendi ülkenizde bile size rahat verilmediği gibi yabancı ülkelerde hiç rahat vermezler.

Hâsılı; düşünce ve aksiyon iç içeliğiyle çıktığımız bir yolda, ideallerimizin peşinden koşarken, yukarıda zikrettiğimiz hususların da çok iyi hesap edilmesi gerekir. Böyle hassas dengeler üzerine kurulu bir dünyada her şeyi düşünebilmek, doğruyu bulabilmek ve başarılı olabilmek gerçekten çok zor. Allah yanıltmasın ve istikametten ayırmasın. 

İmtihan ve Hakta Sebat

Herkul | | KIRIK TESTI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Her hâlimiz ve tavrımızla, iman, ihsan, ihlâs, yakîn ve rıza kahramanı olma peşinde olmalıyız. Bütün bir hayatımızı bir dantela gibi bu atkılar üzerinde işlemeliyiz. Asıl derdimiz, hedefimiz, işimiz bu olmalı. Her bir davranışımızın Cenâb-ı Hakk’ın marziyât-ı sübhâniyesine muvafık olması için çok yalvarmalıyız. O’nun rızasına uygun düşmeyen hiçbir şeye razı olmamalıyız. Farz-ı muhal, şayet O, bizim insanları Cennet’e götürmemizden, Firdevs’in kapısını açmamızdan razı değilse, bunu bile arzu etmemeliyiz. Gerçi bunlar bizim boyumuzu aşkın şeyler. Fakat bir hakikati dile getirme adına, “farz-ı muhal” ile de kayıtlayarak söylenince zannediyorum mahzuru olmaz.

Evet, her meselemizle alakalı en önemli şey, yapıp ettiğimiz şeylerden Allah’ın razı ve hoşnut olması; bizim de sürekli bunun peşinde koşmamızdır. Ancak her zaman bu talebimizde başarılı olamayabiliriz. İnsan olmamız ve nefis taşımamız itibarıyla yer yer hatalar yapabiliriz. Bununla birlikte, falsolarımız bizi böyle yüksek bir duygu ve düşünceyi sürekli vird-i zebân etmekten alıkoymamalıdır. Düşsek, sürçsek bile, hemen ayağa kalkmalı ve yine “Allah’ım, iman, ihsan, ihlâs, rıza, aşk u iştiyak…” demeye devam etmeliyiz. Hayatımızı bu yüce gaye etrafında örgülemeli, Allah rızasını elde etmeyi biricik maksadımız hâline getirmeliyiz. Yatıp kalkıp sürekli, “Allah’ım, Seni görüyor gibi kulluk yapmaya, Senin tarafından görülüyor olma mülâhazasıyla yaşamaya, muradın istikametinde adım atmaya muvaffak eyle ve beni bu mülâhazalardan bir an dûr eyleme!” diye yalvarmalıyız.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) bir hadis-i şeriflerinde, her âdemoğlunun hata işleyeceğini, hata işleyenlerin en hayırlısının da tevbe edenler yani hatasından dönmesini bilenler olduğunu ifade buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, sıfatü’l-kıyame 49) Sanki herkesin tabiatında onu hataya sevk edecek bir kısım genler var. Ne var ki, düşüp kalkmalar, üst üste yapılan falso ve fiyaskolar, kemal-i ciddiyetle doğrunun arkasında olmaktan bizi alıkoymamalıdır. Zira kul olmanın gereği budur. İnsan, bir an için nefsine uyabilir, hata edebilir; fakat asla orada kalmamalı, hemen tevbe ve istiğfarla Rabbine yönelmelidir. Allah bizi insan olarak yaratmıştır. Ancak bu bir potansiyeldir. Bu potansiyelin inkişafı yani hakiki insanlığa yükselme, oradan da “insan-ı kâmil” zirvelerine çıkabilme, şart-ı âdi planında irademize, ceht ve gayretimize, teyakkuz ve temkinimize emanet edilmiştir.

İnsanlık olarak çok kritik bir zaman diliminden geçmekteyiz. Kötülük ve fenalığa götüren kapılar ardına kadar açılmış durumda. Şeytan boş durmuyor. Ayağımızı kaydırmak ve bizi Rabbimizden uzaklaştırmak için çırpınıp duruyor. Hakka çağıran sesler ise çok cılız çıkıyor. Çokları bâtılın bayraktarlığını yapıyor; hem de suret-i haktan görünerek. Kafalar karışık, himmetler sarsık. Kavga ve çatışmalar hiç bitmiyor. Dünya sevgisi, kalpleri esir almış. Bunca keşmekeşlik içinde kalb-i selim, hiss-i selim ve akl-ı selim ile hareket edebilmek ve rıza yolundan ayrılmamak zorlardan zor.

Eğer Karşılık Verecekseniz…

Özellikle i’lâ-i kelimetullahı dert edinmiş adanmışların imtihanı daha da büyüktür. Ne düşmanların imansız ve amansız saldırıları biter, ne de dostların vefasızlık ve hazımsızlıkları. Türlü türlü zorluk ve sıkıntılarla imtihan olurlar. Bütün bunlar karşısında doğru durabilmeleri, istikametlerini koruyabilmeleri çok önemlidir. Şeytan, böylelerini boş bırakmaz. Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle “Mühim ve büyük umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hadimleriyle çok uğraşır.” (Bediüzzaman, Lem’alar, s. 200) Mesela, yapılan hakaret ve saldırıları önlerine koyarak, “Haydi siz de benzer şeyler söyleyin, onların yaptıklarının aynısını yapın. Bunca haksızlığa sükût mu edeceksiniz!” diyerek onları kışkırtır. Şayet nefislerine uyup şeytanın bu dürtüleriyle hareket etmeye başlarlarsa, kazanma kuşağında kaybederler.

Gerçekten bugüne kadar birileri, aynısıyla nakletmeye bile terbiyemizin müsaade etmeyeceği şeyler söylediler. Demedik şey, atmadık iftira, söylemedik yalan bırakmadılar. Türkçe sözlüklerde bile bulmakta zorluk çekeceğimiz hakaret ve küfürler ettiler, lanetler okudular. Densizliğin her türlüsünü yaptılar. Sözle de kalmadı, türlü türlü zulümler, gadirler irtikâp ettiler. Gönüllüler hareketini “günah keçisi” ilân etti ve ne kadar suç ve günah varsa, ona yüklemeye kalktılar. Karalama adına hiç olmayacak isnatlarda bulundular. Yakın zamanda işlenmiş ne kadar suç varsa, hedef tahtası haline getirdikleri bir hareketin sırtına yüklemek suretiyle işin içinden sıyrılmaya çalıştılar. Onların deyip ettikleri şeyler Amnofis’in Hz. Musa’ya dediklerini çoktan geçmiştir. Ne Lenin ne Stalin ne de daha başka diktatörlerin bu ölçüde ağız bozduklarını, insanlara bu ölçüde hakaret ve küfürler ettiklerini bilmiyorum.

Ne diyelim, herkes karakterinin gereğini sergiler. Birileri hınçlarının gereğini yerine getirebilir, intikam hisleriyle hareket edebilir, zulüm ve gadirler işleyebilir. Ama başkalarının gırtlağına kadar günaha gömülmesi, sizin de günah işlemenizi mubah kılmaz. Başkalarının, size ağza alınmayacak şeyler söylemesi, sizin ağzınızı bozmanızı mubah kılmaz. Kim ne derse desin ne yazarsa yazsın; biz kendimiz olarak düşünmeli, kendimiz olarak yazmalı, kendi karakterimizi muhafaza etmeliyiz. Kimsenin terbiyemizi ve üslubumuzu bozmasına müsaade etmemeliyiz. Namus ve haysiyetimizi korur gibi bunları korumalıyız. Başkaları bu konuda hassas olmayabilir. O bizi hiç alakadar etmez. Zira Kur’ân’ın ifadesiyle hiç kimse bir başkasının yükünü yüklenmez. (Bkz. En’âm sûresi, 6/164; İsrâ sûresi, 17/15; Fâtır sûresi, 35/18; Zümer sûresi, 39/7) Herkes kendi vebali ile ahirete gider. Yine Kur’ân’ın ifadesiyle, bize, kendimize bakmak düşer; biz doğru yolda oldukça, yolunu şaşırmışlar bize zarar veremez. (Bkz. Mâide sûresi, 5/105)

İncinme İncitenden

Her şeye rağmen bize centilmence ve civanmertçe davranmak düşüyor. Yapılan kötülük ve fenalıklar karşısında hislerimize hâkim olmak, marzî-i ilâhîye uygun düşmeyecek söz ve tavırlardan uzak durmak zorundayız. Aleyhimizde söylenen sözleri, Cenâb-ı Hakk’ın bizim ruh ve kalb dünyamıza yerleştirdiği manevî enzimlerle eritmek suretiyle ademe mahkûm etmeliyiz. Maruz kaldığımız bütün bu olumsuzluklar, bize çizgimizi terk ettirmemeli. İman, ihsan ve ihlâs mülahazalarıyla telif edilemeyecek her tür davranışa karşı mesafeli durmalıyız. Biz durmamız gereken yerde durduğumuz, konumumuzun hakkını verdiğimiz sürece, pespaye insanların her gün maşeri vicdan pazarlarına sürmeye çalıştıkları metaları rağbet görmeyecektir; zira bir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Alvar İmamı şöyle der:

“Âşık der inci tenden
İncinme incitenden
Kemalde noksan imiş
İncinen incitenden”

Varsın başkaları inciten olsun. Biz incitmemeye, hatta elimizden geliyorsa incinmemeye bakmalıyız. Çünkü bizim dünya adına bir talebimiz yok. Dünya adına beklentisi olan, geldikleri makamları beğenmeyerek sürekli gözünü yukarılara diken insanlar, gözünü diktikleri makamları elde etme adına her melaneti işleyebilir ve yürüdükleri yolda kendileri için engel gördükleri insanlara yapmadık kötülük bırakmayabilirler. Lakin Allah rızasından başka bir şey düşünmeyen, i’lâ-i kelimetullaha gözünü diken, nâm-ı celil-i Muhammedi’yi dünyanın dört bir yanına ulaştırmayı hedefleyen adanmışlar asla onlar gibi olamazlar.

Daha önce de farklı vesilelerle ifade ettiğim gibi, yıllardan beri aleyhimde yazı yazan insanlara şahsî haklarımı helâl ettim ve yanımdakileri de buna şahit tuttum. Bize yapmadık kötülük bırakmayan zalimleri, ahirette hakkına girdikleri insanların günahlarını yüklenmiş, ağır veballer altında iki büklüm olmuş inim inim inler vaziyette görsem, ona da yüreğim dayanmaz ve kendi şahsıma taalluk eden hakları affederim. Fakat Allah’a ait, başkalarına ait haklar varsa, onları affetmek bizi aşar; bir hakkı ancak hak sahibi affedebilir.

Evet, bizim yegâne gaye-i hayalimiz, Gönüller Sultanı’nın sultanlığını her gönle bir kere daha duyurmaktır. Allah Resûlü (sallâllahu aleyhi ve sellem) yaratılırken gönüller sultanı olarak yaratılmıştır. Onu bütün gönüllerin sultanlığına taşımak bizim asli vazifemizdir. Eğer bunun dışında bir hedef peşindeysek, bir gün biz de bir yerlerde küçük bir idareci olalım, vekil olalım, iktidar olalım gibi mülahazalar taşıyorsak, hiç farkına varmadan Allah’tan uzaklaşmış oluruz. Meslek ve meşrebimiz buna müsaade etmez. Fakat şuna katiyen inanmalıyız ki, biz Allah yolunda yürümeye devam edersek Allah kendi yolunda yürüyenleri yüzüstü bırakmaz.

Elbette bu kudsi yolun yolcuları da fırtınalara, tsunamilere maruz kalabilirler. Zira belâ ve felaketler bu yola revan olanların sabit ve değişmez kaderi olmuştur. Eğer hususiyetlerini bilerek bu yola girmişseniz bunlara katlanacaksınız. Bazen Firavun ve Nemrutlardan çekeceksiniz, bazen din düşmanlarından, bazen münafıklardan, bazen de sizinle aynı kıbleye yönelen, aynı secdeye baş koyan ya da öyle görünenlerden. Çekme sizin kaderiniz, çektirme de onların huyları olacak.

Allah’a ahd ü peymânımız var, dönmeme kararındayız. Eğer bir gün döneceksek Allah canımızı alsın. Bütün bunları bilerek bu yolda iseniz, neyle karşılaşırsanız karşılaşın, dişinizi sıkıp sabredeceksiniz. Çünkü sabır, kurtuluşun sırlı anahtarıdır.

***

Not: Bu yazı, 4 Ağustos 2014 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Müteheyyiç Fıtratlar ve Dengeli Hareket

Herkul | | KIRIK TESTI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Bazı insanlar müteheyyiç (heyecanlı, coşkulu) olurlar. Hz. Üstad da kendini müteheyyiç fıtratlar içinde görür ve bu tür fıtratların rahatının sa’y ve cidalde olduğunu ifade eder. Müteheyyiç fıtratlar, olayları başkalarına nazaran çok daha farklı algılar ve meydana gelen hâdiseler karşısında derin heyecan duyarlar. Bu tiplerin tavır ve davranışları, hareket ve mimikleri çok defa başkalarına benzemez. Mesela onlar, toplumun maruz kaldığı sıkıntı ve meşakkatleri, belâ ve musibetleri derinden derine ruhlarında duyar ve âdeta bunlar karşısında hafakan geçirirler. Başkalarına nazaran hassasiyet ve duyarlılıkları çok yüksektir.

Böyle bir fıtrata sahip olmayı mutlak anlamda bir fazilet olarak görmemek gerekir. Zira bu, insan tabiatıyla ilgili bir meseledir. Herkesten bu ölçüde bir hassasiyet beklemek doğru olmayabilir. Bazı kimseler vardır ki sineleri, sadırları çok geniştir, his dünyaları yeterince inkişaf etmemiştir. Hatta öyleleri vardır ki cihan yansa umurlarında olmaz, İslâm dünyasının cayır cayır yanması uykularını kaçırmaz. Denize atsanız ıslanmayacak ölçüde gamsız olan bunlara mukabil, öncekiler, havadan dahi nem kaparlar. Ağustos kuraklığında dışarı çıksalar, ıslak olarak geriye dönerler. Bütün bunlar, bir yere kadar fıtrat ve tabiatla ilgili meselelerdir.

Temkin ve Teenni ile Hareket

Müteheyyiç ruhlar, iyi mürşitlerin elinde terbiye gördüğü takdirde insanlık adına çok faydalı hizmetlere muvaffak olabilirler. Çünkü onlarda, sönmeyen, dinmeyen bir heyecan vardır. Onları harekete geçirmek için bir dinamo veya bir lokomotife ihtiyaç yoktur. Zira tabiatlarında mevcut olan heyecanları, zaten onları, hayalini kurup mefkûre hâline getirdikleri hedeflere sevk edecektir. Gamsız ve dertsiz insanları tetiklemek ve harekete geçirmek ise çok zordur. Ekstra gayret gerektirir. Hz. Pir, hayatını tembel tembel geçiren bu tipler için, “Ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslamiyet’i bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız! Mezar sizi bekliyor, çekiliniz! Ta ki, hakikat-i İslamiye’yi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüç-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!” der. (Bediüzzaman, Münazarat)

Hz. Pir, sürekli cedid (yeni) ve taze bir nesil beklentisi içerisinde olmuştur. Kur’ân’ı semadan yeni nazil oluyor gibi duyacak, ona Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sahabe-i kiramın baktığı gibi bakacak, tamamıyla Allah’a müteveccih ve adanmışlık ruhuyla inandığı meselelere sahip çıkan bir nesl-i cedid! On tane lokomotif bağlasanız bile yerinden kıpırdatamayacağınız hareketsiz, durgun ve vurdumduymaz insanlara karşı da yukarıdaki sözleri yöneltmiştir.

Bu itibarladır ki insanın, müteheyyiç bir fıtrata ve hüşyar duygulara sahip olması çok önemlidir. Fakat bunun da kendine göre riskleri vardır. Şayet bu tür insanlar, duygularını akıl ve mantıklarıyla kontrol edemez ve şer’î disiplinlerle bir çerçeveye oturtamazlarsa çok hatalar yaparlar. Aceleci davranıp oyun bozarlar. Hislerine yenik düşüp meşru çerçevenin dışına çıkarlar. Dolayısıyla asıl önemli olan, İmam Gazzâlî, İmam Rabbânî ve Hz. Bediüzzaman gibi, his ve heyecan insanı olmanın yanı sıra aynı zamanda temkin ve teyakkuz insanı da olabilmektir. Bir taraftan sinenizi herkese açacak ve herkesi sevgiyle kucaklayacak ölçüde geniş bir vicdana sahip olacaksınız; diğer yandan her şeyin bir vakt-i merhunu olduğunun farkında olacak, zamanın hükmüne boyun eğecek, soğukkanlı davranmayı ve planlı hareket etmeyi terk etmeyeceksiniz.

Bir insan, yoluna baş koyduğu mefkûresine ve arkasında koştuğu davasına ne kadar bağlı olursa olsun, şayet temkin ve teenni ile hareket etmezse milletin başına büyük gaileler açabilir. Şayet dert ve ızdırap, basiret ve firasetle birlikte bulunmazsa insana büyük hatalar işletebilir. Müteheyyiç fıtratlar, atacakları adımlarının önünü arkasını hesap etmeden sosyal, siyasal veya iktisadi hayatta gördükleri yanlışları düzeltme adına fevri hareket edebilir, anti-demokratik çıkışlar yapabilir ve böylece tamir adına büyük tahriplere yol açabilirler. Tarihte bunun yığınla misali vardır.

Evet, tembellik ve uyuşukluğun, durağanlık ve humûdetin ne insana ne de topluma hiçbir faydası yoktur. Bunlar kaldırılıp çöplüğe atılması gereken özelliklerdir. İnsanın ne yapıp edip bu gibi olumsuz sıfatlardan sıyrılması gerekir. Samimiyet, heyecan, dert, ızdırap ise övgüye layık özelliklerdir. Ne var ki doğru adımlar atabilme adına tek başına bunlar da yeterli olmaz. Bunların yanı sıra insan, mutlaka aktif sabrı kendine ilke edinmeli, yeri geldiğinde, hoşa gitmeyen bazı hâdiseleri hazmetmesini bilmeli, sinesini geniş tutmalı, planlı ve programlı hareket etmeli, belirli bir vakit gerektiren işleri gerçekleştirmede acele etmemelidir.

Kısacası mü’min, denge insanı olmalı ve her zaman ölçülü hareket etmelidir. Yoksa İslâm’ın ve insanlığın kaderi ile alâkalı büyük meselelerde yapılacak yanlışlıklar, hukukullaha öyle bir tecavüz olur ki, ahirette onun vebalini tartacak kantar yoktur.

Vicdanı Engin Sabır Kahramanları

Eğer siz, insanla meşgul oluyor, ahlâk ve faziletin toplumda boy atıp yeşermesini istiyor, hak ve adalet peşinde koşuyor, emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münkeri kendinize vazife biliyorsanız, bütün bunların kolay olmadığını ve belli bir zaman istediğini baştan hesaba katmak zorundasınız. Vahiyle desteklenen ve fetanet-i uzma sahibi olan Allah Resûlü’nün (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm), cahiliye insanının elinden tutup onları evc-i kemalât-ı insaniyeye ulaştırması bile yirmi üç senesini almıştır. O, bu hususta da ümmetine rehberlik yapmış ve tekvinî emirlere uygun hareket etmenin ehemmiyetini göstermiştir. Eğer O, her şeyi harikuladeler kuşağında götürseydi, biz kimi örnek alacaktık? O, hareket tarzıyla bizlere potansiyel insanın nasıl hakiki insanlığa ulaşacağının yollarını, bunun için ne tür sıkıntılara katlanılması gerektiğini ve bunun adım adım nasıl gerçekleştirileceğini göstermiştir.

Bir parmak işaretiyle Ay’ı ikiye yaran, parmaklarından şakır şakır sular akıtan, bir avuç yemekle üç yüz insanın karnını doyuran O Nebiler Serveri, Allah’tan isteseydi, -Bûsirî’nin kasidesinde dediği gibi- Allah O’nun hatırına dağları altın yapardı. Fakat Efendimiz’in vazifesi bu değildi. O, Cenab-ı Hakk’ın kendisine yüklediği tebliğ vazifesini temsil derinliğiyle birlikte götürüyordu. Yirmi üç sene boyunca içinde hiç falsosu olmayan bir hayat yaşamıştı. Çok büyük problemlerle karşılaşmış ve Allah’ın izniyle bunların hepsinin üstesinden gelmişti. Vahşi ve bedevi bir toplumdan medeniyet muallimleri çıkarmıştı.

Bizler de günümüz dünyasında varlığını devam ettiren bir hayli problemle karşı karşıya bulunuyoruz. Gerçekten çözümü çok zor ve çok kompleks problemlerimiz var. Bu problemlerin çözümünün aceleci fıtratlara tahammülü yok. Bu gibilerin problemleri halletmek için ortaya koyacakları her girişim, yeni yeni problemler hasıl eder, insanların zafer beklediği yerlerde bile üst üste falsolar yaşatırlar. Mevcut sorunların üstesinden gelebilecek insanların, fevkalâde geniş sadırlı, engin vicdanlı, mütemekkin ve müteyakkız olmaları gerekiyor. Ta ki heyecana kapılmasın, dengesiz davranmasın, başkalarını tahrik etmesin, cepheyi genişletmesin, sarsıntı ve bozgun yaşatmasınlar, mevcut imkân ve fırsatları çok iyi kullanmak suretiyle, planlı bir şekilde problemlerin üstesinden gelsinler.

***

Not: Bu yazı, 15 Kasım 2008 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Yol, Çile ve Âkıbet

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Bazen küçük şeylere takılıp ara veriyoruz, belki. Nefis mi konuşturuyor, yoksa vicdanımın sesi mi, onu da bilemiyorum: “Sanki benim konuşmalarımla ne olacak insanlara! Ne ifade eder ki?!. Şimdiye kadar ne ifade etti ki onu ifade etsin?!.” Bu da aklıma gelebilir; bu da şeytanın bir oyunu olabilir. Sana ne; ne ifade ederse etsin!.. Sen, kendini toparla, bütün benliğinle Cenâb-ı Hakk’a yönel, hep “İhlas, Rıza, Hâlis Aşk ve İştiyak!” de… Sonra, “kalb”e müteallik, “ruh”a müteallik, “sırr”a müteallik meselelerde tam istikameti koruyor musun, korumuyor musun; onu, Sahibine (celle celâluhu) havale et: “Allah’ım! Beni zerre kadar istikametten ayırma, sadâkatten ayırma, ihlastan ayırma!” de.

   Izdırap ve çileler her zaman istihkak ile alakalı değildir; onları yolun şiarı bilip yürekli olmak ve elemleri ahiret sermayesine dönüştürmek gerektir.

Bazen öyle olabilir; bazen daha küçük dünyevî meselelere takılma olabilir. Bazen de günümüzdeki fırtınalar/rüzgârlar biraz şiddetli esiyor; tsunamiler birbirini takip ediyor; çevrenizdeki arkadaşların çektikleri ızdırapları görüyorsunuz. Onlar bir yönüyle sizin immün sisteminizi baskı altına alıyor; bazen de onlara takılıyorsunuz.

Orada daha yürekli olmak lazım.. daha iradeli olmak lazım.. arkadaşların mütalaalarına/düşüncelerine başvurmak lazım.. bir yönüyle, onların dediklerine de kulak vermek lazım.

Ne yapalım, Allah en sevdiği ıbâdını (kullarını) değişik zamanlarda hep aynı şeylere maruz bırakmış. Hazreti Âdem, daha Cennet’te iken ağır bir imtihana tâbi tutulmuş. Öyle bir zelle yaşamış ki, o zelleden ötürü kırk sene başını semâya doğru kaldıramamış. Bu, başın semaya doğru kaldırılması, Cenâb-ı Hakk’ın yüceliğini ifade etmek için; yoksa Allah (celle celâluhu) “Ne yerlerde, ne göklerde, ne sağ u sol, ön ve ardda / Cihetlerden münezzehtir ki hiç olmaz mekânullah.” Fakat kırk sene başını yukarıya kaldıramamış. Neden sonra diyorlar…

Vakıa, Cenâb-ı Hakk’ın ona talim buyurduğu: رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنْفُسَنَا وَإِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik. Sen kusurumuzu mağfiret buyurup bize merhamet etmezsen en büyük kayba uğrayanlardan oluruz.” (A’râf, 7/23) şeklindeki duayı okuyor. “Havva, ben, hatta şeytan, nefsimize zulmettik; mağfiret etmez isen, hüsranda olanlardan, kaybedenlerden oluruz.” İcmâlî manası itibarıyla… Allah (celle celâluhu), bu ayeti tâlim buyurmuş, Hazreti Âdem onu tekrar edip durmuş, tekrar edip durmuş. Enbiyâ-ı ızâmın duaları içinde, Hazreti Âdem’in dediği farklı şeyler de var, el-Kulûbu’d-Dâria’da; Enbiyâ-ı ızâmın duaları içinde, baktığınız zaman göreceksiniz onu. Fakat bu, Kur’an-ı Kerim’de olduğundan, en mutemet, onun dediği şeyin bu olduğu kanaati var bizde, o kanaat hâkim.

Seyyidinâ Hazreti Nuh, sadece kavminden değil, bir de hanımından çekmiş. İşte bu da Tahrîm Sûresi’nde ifade buyuruluyor. ضَرَبَ اللهُ مَثَلاً لِلَّذِينَ كَفَرُوا اِمْرَأَةَ نُوحٍ وَامْرَأَةَ لُوطٍ كَانَتَا تَحْتَ عَبْدَيْنِ مِنْ عِبَادِنَا صَالِحَيْنِ فَخَانَتَاهُمَا فَلَمْ يُغْنِيَا عَنْهُمَا مِنَ اللهِ شَيْئًا وَقِيلَ ادْخُلاَ النَّارَ مَعَ الدَّاخِلِينَ “Allah, küfre batmış olanlar için Nuh’un hanımı ile Lût’un hanımını misal getirir: Her ikisi de, kullarımız içinde iki sâlih kulun nikâhı altında idiler, fakat (onları inkâr ederek ve düşmanlarıyla işbirliği yaparak) onlara ihanet ettiler. (Peygamber olan) kocalarının Allah karşısında onlara hiçbir yardımı dokunmadı ve her ikisine de, “Girin Ateş’e ona girenlerle birlikte!” denildi.” (Tahrîm, 66/10)

Hazreti Asiye validemiz (Firavun’un hanımı) takdir ile yâd ediliyor. Meryem validemiz göklere çıkarılıyor. Ama Hazreti Lût’un hanımı (Eski Ahid’de “Odetta” deniyor) ve Hazreti Nuh’un hanımı zemmediliyor. Bunlar peygamber ocağında, peygamber yatağında senelerce peygamberi dinliyorlar; fakat tamamen peygamber yatağında ama şeytanın tuzağında. Hafizanallah… Ne ızdırap çekmiştir o peygamberler; çünkü âkıbeti çok net gören insanlardır onlar.. kabri gören insanlar.. Berzah’ı gören insanlar.. Mahşer’i, Mizan’ı gören insanlar.. Sırât’ı gören insanlar.. Cehennem’i bütün dehşeti ile, ürperticiliği ile gören insanlar.. Cennet’i bütün şaşaasıyla, debdebesiyle, ihtişamıyla, hezâfiriyle gören insanlar. Dolayısıyla, onların ufku açısından, “kazanma” ve “kaybetme” mevzuunun sizde/bizde olandan çok farklı tesiri olur. İyi şeyler, onları öyle sevindirir ki, kanatlandırır, melekler ile beraber uçuverirler semada; olumsuz şeyler de onları yere batırır âdetâ. Ee çekmişler bunlar; hatta en yakınlarından çekmişler. Şimdi meseleleri bu zaviyeden ele alın…

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem)… Herkes meseleyi öyle kabul ediyor mu, etmiyor mu? لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلأَفْلاَكَ Hatta halk arasındaki isti’mal şekliyle, لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلأَفْلاَكَ “Sen olmasaydın, olmasaydın; felekleri, sistemleri, kehkeşanları yaratmazdım!” deniyor. Hadis kriterleri açısında sorgulanabilir ama çokları tarafından bunu teyîd eder mahiyette söylenmiş sözler vardır ki, “Varlık, yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır!” Üstad Necip Fazıl da O’nun hayat-ı seniyyelerini çizgilendirdiği, bir dantela gibi nakşettiği kitabında “O ki, o yüzden varız!” demeyi tercih etti; “O ki, o yüzden varız!” dedi. Evet, bir taraftan, Yaradan O’dur, Allah’tır (celle celâluhu); diğer taraftan da gâye ölçüsünden en büyük vesile de O’dur (sallallâhu aleyhi ve sellem). Cenâb-ı Hak, o vesilenin arkasında sâdıkâne durmaya muvaffak kılsın!..

İnsanlığı irşad etmek için gönderiyor, o donanım ile gönderiyor. Çocukluğunda ayrı yetimlik çekiyor. Amcasının yanında neşet ediyor. Başka bir yerde, Halime validemizin yanında kalıyor, belli bir miktar. Yani, çocukluğunda bile bir çocuğun annesinden-babasından göreceği şeyi göremiyor! -Canım çıksın!.. Bilmiyorum, o zamanda olsaydım canımı verir miydim O’nun için!.. Şimdi veririm gibi geliyor. Fakat hani bir sahabînin dediği gibi… “Yahu öyle demeyin!” diyor, “Biz ne çektik orada; çokları o çekme karşısında dayanamadı da inhiraflara yuvarlandı!” Hafizanallah.- Belli bir dönemden sonra Nübüvvet ile serfirâz kılınıyor. Bütün kabilesi, hatta kendi yakınları Haşimoğulları da, Beni Teym de, Beni Mahzum da hepsi karşı çıkıyorlar. Ölümüne kastediyorlar; o mevzuda değişik değişik komplolar planlıyorlar. On üç sene Mekke-i Mükerreme’de çekmediği gün kalmıyor O’nun.

Demek ki, çekme mevzuu, bir istihkak mevzuu değil. Fakat meselenin bir yanı şudur, belki sofîce bir yaklaşım oluyor bu: Allah (celle celâluhu) burada insana çektirmek suretiyle, âhirete âit örgü adına unsurlar oluşturuyor. Orası “Kudret dairesi”; burada siz kendi varlık dantelanızı örgülüyorsunuz. Allah’ın âdeti bu; varlık dantelanızı örgülüyorsunuz burada.

   Yolun sonunda Allah’ın cemalini müşahede ve rızasına mazhariyet var ise, çekilen çileler çok küçük birer bedel ve netice itibarıyla ilahî ihsan sayılır.

Bu açıdan da onu öperek başımıza koymamız lazım: رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا، وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ (صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ) رَسُولاً نَبِيًّا “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, rasûl ve nebi peygamber olarak da Hazreti Muhammed’den (aleyhissalâtü vesselâm) razı olduk.” Dolayısıyla bütün bunları, Cenâb-ı Hakk’ın bize bir lütfu olarak algılamak lazım: “Elhamdülillah! Bizi, Cenâb-ı Hak burada konumlandırıyor. Öbürlerini orada zebil olup gidebilecek bir yerde konumlandırıyor.

Siz, öbür âlem adına ne örgülemiş ve göndermişseniz, kabre girdiğiniz andan itibaren onu temaşa ile zevkten zevke geçeceksiniz, farklı zevk tabloları karşısında hep mest u mahmur yaşayacaksınız. Öyle ki, daha o zamandan itibaren kendinizi Cennet’te sanacaksınız. Bir de Cennet’e girdiğiniz zaman her şeyi unutacaksınız. Zira “Dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, bir dakika Cennet hayatına mukabil gelmez.” Bir dakika… Ee bir de Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ kemâlini görme…

Şu bir buçuk trilyon galaksi… Yok, bir buçuk trilyon güneş sistemi gibi bir sistem… Bütün bunlara serpiştirilen güzellikler… Onlara göre yaratılan mahlûklar… Sadece fihrist olan küre-i arz üzerindeki o güzelliklere baksanız… Hazreti Pîr-i Mugân’ın tahlilleri ile delil olarak serdettiği şeyleri düşünseniz… Mesela, hayvanat; iki milyon, üç milyon -belki- hayvanat… -Hazreti Pîr, “üç yüz bin” diyor; çünkü o dönemde zoologlar “O kadar canlı var!”. diyorlar.- Bütün bunlar, bunların üzerine serpiştirilen o güzellikler… Bunların hepsini tek tabloda bir “dolunay” anında kameri müşahede ediyor gibi edeceksiniz. Çok tekrar ettiğim bir şey, Bed’ü’l-Emâlî’de dendiği gibi:

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ

فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!”

O’nu gördükleri zaman, Cennet nimetlerini de unutacaklar… Villaların yolunu, Hûrilerin yolunu, köşklerin yolunu unutacaklar… Öyle bir şey ile mest u mahmur hâle gelecekler. Bütün bunlar, hem de ebediyet vaadiyle insana veriliyor ise, bence burada böyle her günümüzü değil de her saniyemizi, her dakikamızı çok farklı bir işkence altında geçirsek, işkenceler gelse tepemize binse de ne olacak bunlar?!. Gelip geçici şeyler!..

Evet, hırtapozlar kendi karakterlerinin gereğini sergiliyorlar. “Hırtapoz” (utanmaz, patavatsız, saygısız, serseri) biliyor musunuz?!. Kendi karakterlerinin gereğini sergiliyorlar. Ee size düşen şey de kendi karakterlerinizin gereğini sergilemek. O nedir? Bakın, hani birisi canı sıkılınca böyle, öfkeyle, şok hadiseler karşısında, tahammülünü aşan şeyler karşısında, “Allah kahretsin!” falan der. Hayır, öyle diyeceğinize daha kestirmeden, Cenâb-ı Hakk’ın hidayetini isteyin. “Allah’ım, hidayetin ile onları da serfirâz kıl! Onlara da Cennet’e giden yolu göster! Cennet-mennet falan deyip de böyle şeytanın yolunda oyalanmaktan onları da kurtar, halas eyle!” falan deyin. Böyle, bir insanın lehine olan dua, daha serî bir şekilde nezd-i Ulûhiyette kabule karin olur; aleyhindeki şeyler takılır, yollarda kalır. Hafizanallah. Evet, bize düşen şey, insanca davranmak, insanca düşünmek, insanca konuşmaktır.

Bu açıdan da Allah’ın bizi yerleştirdiği konuma binlerce hamd ü senada bulunmak lazım; onların konumlarına da acımak lazım. İnsanlığın İftihar Tablosu’nu Miraç’tan dönerken düşünün!.. Biraz evvelki Cennet’i yaşıyor O. Miraç’tan dönerken, başkalarının elinden tutmak için dönüyor. Onlara hidayet yolunu göstermek için, kapı aralamak için dönüyor. Cenâb-ı Hak, bizi, O’nun şefaati ile serfirâz kılsın, Livâu’l-Hamd’i altında bir araya gelmeye muvaffak eylesin!.. “İnsanları sefalet ve sukût-i hayale bâis üç şey vardır: Aklın kılleti, ruhun zilleti, vücudun illeti.” Allah, bunlardan muhafaza buyursun! Akl-ı kâmil ile, hiss-i kâmil ile, rûh-i kâmil ile serfirâz eylesin!..

   Özellikle gençlerin Deizm’e kaydığının söylendiği günümüzde, imanın esasları ve İslam’ın temelleri zamanın dili ve enstrümanlarıyla yeniden ele alınıp değerlendirilmeli ve muhtaç insanlara seviyelerine göre anlatılmalı!..

Enbiyâ-ı ızâm, bir taraftan edâ edecekleri misyonu eda etmişler. O kendilerine anlatılmış. Sonra da onlar, en önemli mesele olarak Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, Evsâf-ı Âliye’si ile, Esmâ-i Hüsnâ’sı ile, Zât-ı Baht’ı ile, nasıl tanınacak ise öyle tanınması istikametinde anlatmışlar. Kendi ufukları açısından onlar, duyuşlarına, sezişlerine, müşahedelerine ve O’ndan gelen mesajlara göre O’nu anlatmışlar. Onların anlatması olmasaydı, hiç farkına varmadan gider bazılarımız Materyalizm’e, bazılarımız Natüralizm’e, bazılarımız Monizm’e, bazılarımız Panteizm’e saplanıp kalırdık, hafizanallah. Bunların hepsi inhiraf çizgileridir. Dolasıyla da nezd-i Ulûhiyette hiçbir şey ifade etmez. Ciddî bir cehd sarf edeceksiniz, gayret sarf edeceksiniz fakat kendinizi yine düşünce gayyası içinde göreceksiniz, hafizanallah. Oysaki düşüncenin kıymeti zirvelerde dolaşmasına bağlıdır.

Şimdi O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu mevzuda bize rehberlik yapmasaydı… Hani diyoruz ki O’na: O (sallallâhu aleyhi ve sellem), gaye ölçüsünden bir vesiledir, bir vâsıtadır. O, bu ufku bize göstermeseydi, O Zât-ı Ulûhiyeti bir yönüyle لاَ تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ اْلأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak/ihata edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar)dır.” (En’âm, 6/103) ufku itibarıyla bize tanıtmasaydı, biz O’nu bilemezdik. Sıfât-ı Sübhâniye’yi de bilemezdik, Esmâ-i Hüsna’yı da bilemezdik, imanın gönüllerde esasen Cennet zevki hâsıl ettiğini de bilemezdik. “İman, bir manevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor.” Bunu bilemezdik. “Küfür ise manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.” Bunu da bilemezdik. O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok şey medyunuz.

İşte enbiyâ-ı ızâm, tâ hazreti Âdem’den Efendimiz’e kadar… Ama değişik dönemler itibarıyla… İnsanlar basit düşündükleri bir yerde Cenâb-ı Hak ona göre bir elçi gönderiyor. Basit düşünme seviyesinde… Basit düşünme demektir; “mürekkep” değil. Mürekkep düşündükleri zaman, o ufkun insanını gönderiyor. Müzâaf düşündükleri zaman da o ufkun insanını gönderiyor. Değişik kavimlere göre, kültür ufukları itibarıyla, zaman ve konjonktür itibarıyla Enbiyâ-ı ızâmı gönderiyor. Dolasıyla tanıtılması gerekli olan şeyleri tanıtıyor: “Zât”ını, “Sıfat”larını, “Esmâ”sını… Sonra “haşr u neşri” işliyor, ispat ediyor.

Sabah hassasiyetle derste üzerinde durulduğu gibi, Kıtmîr de arkadaşımıza dedim, o işleri yapan arkadaşımıza dedim: Bu günümüzde Deizm’e çok ciddî bir kayma var. Bazı İslam ülkelerinde Müslümanlık iddiası, “Siyasî İslamiyet” iddiası var; fakat insanlar/gençler Deizm’e kaymışlar. Şimdi bu mevzuda o haşir meselesi çok iyi işlenip anlatılmalı!.. Zât-ı Uluhiyet mevzuu çok iyi işlenip anlatılmalı!.. Günümüzün insanının anlayacağı şekilde, değişik yerlerden derlenerek, kompoze edilerek, çok ciddî analizlere tâbi tutularak, değişik ilim adamlarının mütalaalarına göre günün sesi-soluğu haline getirilerek anlatılmalı!.. Dün bütün enstrümanlar namına belki bir “ney” vardı. Onları kullanın demek istemiyorum ama şimdi def var, dümbelek var, klarnet var, zurna var, davul var… Bütün bunları hesaba katarak, esasen meseleler ne ile seslendirilecek ise, bir mehter gibi, ona göre seslendireceksiniz. Dolasıyla günümüzün insanının anlayacağı bir dil ile anlatacaksınız onu… Astronomi’nin diliyle, Fizik’in diliyle, Astroloji’nin diliyle, Antropoloji’nin diliyle anlatacaksınız. Çünkü adamlar, o dil ile anlatılan şeylerden anlıyorlar. Bu itibarla da bunların her birisi esasen O’na bakan pencerelerdir. Siz, o pencereleri o istikamette değerlendireceksiniz..

Evet, peygamberler bir taraftan bu mesajları vermişler. “Haşir” dedim, bir de işte “Nübüvvet/Risalet” mevzuu. İmam Gazzâli, “üç esas” diyor; Hazreti Pîr, bir de “İbadet-Adalet” diyor, onun ile dört sayıyor. O da bu inanmanın gereği olarak yapmanız, O’na karşı yapmanız gerekli olan vazife: إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

   “Mihneti kendine zevk etmektir âlemde hüner!..”

Şimdi Peygamberler, bu türlü mesajlarla, yapıcı, imar edici, insan duygu ve düşüncelerini hem koruyucu hem de yükseltici şeyler ile geldikleri halde, esasen sıkıntılara maruz kalmaları da eksik olmamış. Başlarından sıkıntılar da hiç eksik olmamış.

Biraz evvel arz ettiğim gibi -ki o ince bir husus- esasen öbür âlemin dantelası adına burada âdetâ bizim elektronlarımıza, nötronlarımıza, protonlarımıza, moleküllerimize, belki öbür âleme göre var olma keyfiyeti öğretiliyor, tâlim ediliyor. Çünkü burada olan şeyler hep eriyip gidiyor. Bildiğiniz gibi orada erime yok. Hatta yediğiniz şeyleri ıtrah zahmeti de yok. Belki ağaçların yaptıkları gibi… Bir taraftan karbondioksiti emiyorlar, diğer taraftan da oksijen ifrâz ediyorlar. Belki öyle bir şey; bu da esasen bir misal… وَلِلَّهِ الْمَثَلُ اْلأَعْلَى Hiç buna da benzemeyecek şekilde, bir terleme ölçüsünde bile sıkıntı çekmeyecek şekilde, öbür tarafta yudum yudum hep zevk yudumlayacaksınız, Allah’ın izni-inayetiyle.

Mesaj, onlar… Enbiyâ-ı ızâm, bunlar ile geldikleri halde, hep çekmişler; o sıkıntılara maruz kalmışlar. Şimdi onlardan bize kalan miras, esasen, bizim de aynı mukavemeti göstermemiz, çizgi değiştirmememiz!.. Birileri -böyle- dünyevî/muvakkat hayatta zevk u sefâ içindeler, böyle bohemce yaşıyorlar, böyle hayvanca yiyip-içip yan gelip -Yirmi Üçüncü Söz’de ifade edildiği gibi- kulakları üzerinde yatıyorlar. Şimdi bunlara bakıp da insan aldanabilir, hafizanallah.

Esasen bir kısım sıkıntılar var ama bir yönüyle -zannediyorum- zamanla onlar da hamd vesilesine dönüşebilir. Hani benim gibi birinde olduğuna göre, siz kendinizde onu çok daha âlî hissedebilirsiniz. Bazen öyle derin bir zevke dönüşüyor ki bunlar!.. Mesela değişik şeyler ile kıvranıp duruyorsunuz; onun bir sancısı var, onun bir sancısı, onun bir sancısı… Sancılar diyorlar ki, “Bundaki immün sistemi tamamen çöktüğünden dolayı ben de buraya yerleşebilirim!” O da geliyor, o da geliyor; on tane sancı birden geliyor. Fakat öyle bir zevk-i ruhânî veriyor ki bu, insana!.. “Allah Allah! Yâ Rabbi! Ben, demek o kadar bir şey imişim ki, Sen beni hep kurcalıyor, eviriyor-çeviriyor, şekillendiriyorsun!” falan diyorsun. Öyle derin bir zevk duyuyorsun ki orada, daha şimdiden, Cennet’e girmeden, Cennet’e girmiş gibi görüyorsun kendini.

Dolayısıyla, başa gelen her şeyi bence böyle karşılamak lazım; imanın bir tûbâ-i Cennet çekirdeği olmasını çok iyi değerlendirmek, inkişaf ettirmek lazım, Allah’ın izni-inayetiyle. Yol, Peygamberler yolu… Üslup, Peygamberler üslubu… Cenâb-ı Hak, bizi ondan ayırmasın; bizi karşı tarafın şatafat ve debdebesine bakarak aldananlardan kılmasın!..

Biraz evvel (elektronik tabloya) göz ucuyla bir nigâh-ı âşinâ kılınca, gördüğüm resimde, Hazreti Mevlânâ’nın o derin peygamber aşkını ifade eden sözü çıktı:

مَنْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ،

مَنْ بَنْدَه بَخِدْمَتِ تُوسَرْ اَفْكَنْدَه شُدَمْ،

هَرْ بَنْدَه كِه آزَادْ شَوَدْ شَادْ شَـوَدْ،

مَنْ شَـادْ اَزْ آنَمْ كِه تُرَا بَنْدَه شُـدَمْ

“Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzâd olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.” “Ben, kul oldum, kul oldum, kul oldum. Ben, O’nun hizmetine, Hazreti Rasûl’ün hizmetine kul oldum” diyor. “Her bende, kulluktan âzâd olunca, sevinir; ben, O’na kul olduğumdan dolayı, iliklerime kadar sevinç duyuyorum” diyor.

هَرْ بَنْدَه كِه آزَادْ شَوَدْ شَادْ شَـوَدْ،

مَنْ شَـادْ اَزْ آنَمْ كِه تُرَا بَنْدَه شُـدَمْ

Evet, herkes öyle diyebilir bunu, Allah’ın izni-inayetiyle. Her zaman O’nun rahmetinin vüs’atine sığınmak: “Oh be!..” Kâkül-i gülberglerinizi “Yed-i Kudsiye”siyle okşaması, sizin için ne ifade eder?!. Evet… Hatta bir de bir şey ilave etse orada, “Gel yaramaz seni!..” Ha, bu bile inanın size şerbet sunmuş gibi olur. “Haydi, yaramaz, sen de gir Cennet’e!” O “yaramaz” sözü sana “Seni bağrıma basıyorum!” gibi gelir. Bu… O’ndan gelen her şey, böyledir.

Cenâb-ı Hak, Zâtını bu şekilde sevmeye/sevdirmeye bizi muvaffak kılsın. حَبِّبُوا اللَّهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ “Allah’ı, kullarına sevdirin ki, Allah da sizi sevsin.” Allah, inâyetini bizimle beraber eylesin!..

Neyse… Benimkini şöyle anlayın: وَذَكِّرْ فَإِنَّ الذِّكْرَى تَنْفَعُ الْمُؤْمِنِينَ “Sen öğüt verip hatırlat; çünkü hatırlatmak müminlere fayda verir.” (Zâriyât, 51/55 ) Hangi enstrüman ile konuşuyorsanız/anlatıyorsanız, siz hatırlatın esasen. Hatırlatma, mü’minlere faydalı olacaktır.

   Kıyam (ayakta kalabilmek) kıvama bağlıdır; insan kıvamı ölçüsünde mukavemetli olur.

O sıkıntılı dönemlerde, Enbiyâ-i ızâm ile beraber çevrelerindeki sâdık insanlar da çekmişler. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) katlanmış ama Hazreti Ebu Bekir de katlanmış, Hazreti Ömer de katlanmış, Hazreti Osman da katlanmış, Hazreti Ali de katlanmış ve diğer ashâb-ı kirâm da katlanmışlar; Mekke’dekiler de katlanmış, Medine’dekiler de katlanmış; katlanmışlar. Ama o türlü şeylere maruz kalacakları âna kadar kulluk kıvamını sergilemişler; Allah da (celle celâluhu) onlara öyle bir donanım ihsan etmiş ki, tam kıvama ermişler. Sonra kıvamın temâdîsi olarak, o türlü şeyler ile karşılaşmışlar ama ona çarpan şeyler yok olmuş.

Günümüzde de bugüne kadar samimi hizmet eden insanlar, dünyanın dört bir yanına açılan insanlar, dikili bir taşları olmayan insanlar, hatta o türlü şeylerin hayalini bile yaşamayan insanlar… Ben zannediyorum o kardeşlerimizden hiçbiri ve arkalarında olanlardan hiçbiri, bir tane zırhlı arabasının olmasını hiç düşünmemiştir. Ama birileri elli tane alıyor, “Yahu yüz olsa daha iyi olacak galiba!” diyor. Sonra yüz olsa… Hani Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadis-i şerifleri var; ehl-i dünya için, “İki dağ altını olsa, üçüncü dağı ister.” buyuruyor. Onlar da “Üç yüz tane olsa daha iyi olacak!” diyorlar. Korumalar yüz tane oluyor, “İki yüz tane olsa daha iyi olur.. dört yüz tane daha iyi olur.. yahu en iyisi mi bir ordu teşkil etmek lazım!” Anlayın… Bir ordu…

Ee canım çıksın, Hazreti Ömer’in arkasında onu koruyucu on tane insan yoktu. Hazreti Ömer kimdi? İki tane güçlü devleti, iki süper gücü hizaya getirmişti: Persler, o güne kadar dünyanın en güçlü devleti; Romalılar, o güne kadar dünyanın diğer en güçlü devleti; onları dize getirmişti. Kendisi mescitte yatıp-kalkıyordu, kumun üzerinde yatıp-kalkıyordu. Beş-on tane insan ile orada meşveret ediyordu. “Ben Müslümanım!” diyen, böyle olmayan insanlar… Bir şey diyeceğim, ağır mı olur? Vallahi de yalan söylüyorlar, billahi de yalan söylüyorlar, tallahi de yalan söylüyorlar! Onlar, münafıktır; herkes de bilsin, münafıktır.

Şimdi zannediyorum o güne kadar o istikameti koruyarak işi oraya getirmiş insanlar, orada da o güne kadar çektikleri emeğin karşılığını görürler, Allah’ın izniyle. Ve zaten oradan gelen mesajlarda da o var. Şimdi ben bir sarsıntı yaşıyorum ki!.. “Acaba, bu Yezîd’lere karşı, Haccâc’lara karşı yapılacak şeyleri bilemediğimizden/cehaletimizden dolayı mı?!.” Size nisbet edilen bu insanlar, işkence çekiyorlar orada, ızdırap çekiyorlar. Çocuklar, masum çocuklar, anasından dünyaya yeni gelmiş çocuklar ölüyor; kadınlar ölüyor, beyleri ölüyor. Bazıları yurt dışına kaçıyor, dün düşman kabul ettiği insanların ülkelerine kaçmak istiyor; Meriç’te boğuluyor, başka yerde boğuluyor. Veya giderken başka yerlerde başka türlü şeyler oluyor. Zindanlar… Kaçırmalar oluyor; haramilikler, kırk haramilikler oluyor… Oluyor bütün bunlar. Siz bütün bunları ruhunuzda derinlemesine duyuyor ve hadiselerin şoku ile sürekli kıvranıp duruyorsunuz.

Karşı taraf orada onlara o işkenceyi yapıyor ki, kendileri gibi -bağışlayın- zâlimce davranmaya onları sevk etsinler, anarşiye sevk etsinler. Hiç olmayacak şekilde… Yeminle söyleyeyim: Karıncaya basmayan insanlara ve aynı zamanda bir arının ölümü karşısında yarım saat ağlayan insanlara “terörist” diyenler, teröristin tâ kendisidir. Karıncaya basmayan adama “terörist” diyor. Bunlar çok moral bozucu şeyler. Fakat Hazreti Ali’ye dayandırılan bir sözde ifade edildiği gibi: سَأَصْبِرُ حَتَّى يَعْلَمَ الصَّبْرُ أَنِّي صَبَرْتُ عَلَى شَيْءٍ أَمَرَّ مِنَ الصَّبْرِ “Sabrın sabırdan daha ötesine/acısına sabredeceğimi bileceği âna kadar dişimi sıkıp sabredeceğim.” Dişimi sıkıp öyle sabredeceğim ki, sabır, sabırdan daha ağırına, daha çetinine, daha yobazına katlanacağımı anlayacağı âna kadar.

O sıkıntıları görüyor, duyuyoruz. Yavaş yavaş şimdi dünya da duyuyor. Maksadınız ne idi sizin? Çok geniş dairede esasen bu pozitif tavrınız görülüyor. Temsil ve hâldeki gücünüz dikkat çekiyor. Temsil ve haldeki; yani, ölesiye hizmet fakat bir zerre kadar çıkar düşünmeme… Ölesiye hizmet… Hizmet yolunda ölmeyi cana minnet sayma… Giden arkadaşların çoğu öldükleri yerlerde gömüldüler.

Benim candan sevdiğim Hayatî kardeşim vardı, Kazakistan’da defnedildi. Arandığım dönemde Türkiye’ye kaçak olarak girmiştim; arandığım için kaçak Türkiye’ye girdiğimde yanımda bizden tek insandı o. Yaya, yedi-sekiz kilometrelik yeri beraber geçtik; tir tir titriyordum soğuktan. “Hocam, sırtını sırtıma ver benim!” demişti. Ama gitti Kazakistan’a… Hasta idi, “Türkiye’ye dön! Hastanede tedavi olursun!” dedim. “Hayır, ben Hizmet için oraya gittim, dönemem!” dedi.

Evet, o gün bugün giden insanlar hiçbir şeyi talep etme niyetiyle gitmediler, Allah’ın izni-inayetiyle. Bir beklentileri olmadı. Aslında, yaptığı işler beklentiye bağlı olan insanların sürekli başarılı olmaları mümkün değildir.

Bütün bunlarla beraber, bizim o insanların ızdırabını duymamız, gayet tabiidir. Binlerce, yüz binlerce insan aynı cendere içinde ezilmekte, aynı dibekte dövülmekte, bir tahmisçinin (kuru kahvecinin) dövdüğü gibi dövülmekte… Fakat onlar katlanıyorlar; biz de gelip bize çarpan o fırtınalar karşısında dişimizi sıkıp katlanmalıyız. Mülahazalarımız ise şu hakikate bağlı olmalı: يَكِى خَواهْ يَكِى خَوانْ يَكِى جُوىْ يَكِى بِينْ يَكِى دَانْ يَكِى گُوىْ “Yalnız Bir’i iste, Bir’i çağır, Bir’i talep et, Bir’i gör, Bir’i bil; sadece ve sadece Bir’i söyle!..”

اَللَّهُمَّ أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا، اَللَّهُمَّ أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا، اَللَّهُمَّ إِطْلاَقَ سَرَاحِ إِخْوَانِي وَأَخَوَاتِي، وَأَصْدِقَائِي وَصَدَائِقِي، وَأَحْبَابِي وَأَحِبَّائِي، فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ فِي أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ آنٍ، تُغْنِينَا بِهَا عَنْ إِطْلاَقِ سَرَاحِ مَنْ سِوَاكَ

يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ

Ey esaret hayatı yaşayanları hürriyetine kavuşturan Allah’ım, hürriyeti gasp edilmiş bütün masumları bir an evvel hürriyetlerine kavuştur! Allah’ım, onları kurtuluşa erdir!.. Allah’ım kadınıyla erkeğiyle, yaşlısıyla genciyle dünyanın dört bir yanındaki ve hayatın her birimindeki kardeşlerimize, arkadaşlarımıza, sevdiklerimize hürriyetlerini lütfet; onların hepsini en yakın, en yakın, en yakın, en yakın, en yakın, en yakın anda kurtuluşa erdir. Allah’ım, onları öyle kurtar ve hürriyete kavuştur ki, Senden gayrı kimsenin serbest bırakmasına muhtaç olmasın, esbaba bel bağlamasın ve mâsivânın minneti altında kalmasınlar!..

Ey Erhamerrâhimîn, ey Celal ve İkram Sahibi!..

İman ve Ümidin Kazandırdıkları

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Son yıllarda yaşanan bir kısım amansız ve insafsız hâdiseler, inanan gönüllerin geleceği karanlık görmelerine ve ümitsizliğe düşmelerine sebep olabiliyor. Gelecekle ilgili düşünceleriniz ve beklentileriniz nelerdir?

   Cevap: Geleceği mutlak anlamda sadece Allah bildiği için bu konuda dile getirilen her türlü tahmin sadece şahsî hislerin ve sübjektif kanaatlerin dile getirilmesinden ibaret görülmelidir. Yoksa bir mü’minin iddiayla ve kehanetle işi olamaz. Dolayısıyla biz, tarihteki ve günümüzdeki bir kısım hâdiselerden yola çıkarak gelecekle ilgili yorum ve analizler yapsak da bunlar hiçbir zaman kesin ve objektif bilgiler olmayacaktır. Öncelikle bu hususun hatırda tutulmasında fayda vardır.

Bu kısa hatırlatmayı yaptıktan sonra ifade etmeliyim ki, ben ne Türkiye’nin ne de Hizmet hareketinin akıbetini hiçbir zaman karanlık görmedim. Çevremde sadece üç-beş insanın bulunduğu dönemlerde bile bu ümidimi hep canlı tuttum. Zaman zaman karışıklıklar olabilir, bir kısım hercümerçler yaşanabilir. Samimi mü’minler bir kısım despotların zalimce muamelelerine maruz kalabilir. Zulmün paletleri altında ezilebilir. Fakat eğer -Akif’in ifadesiyle- Allah’a inanmış, sa’ye sarılmış ve hikmete râm olmuşsanız hiç endişe yaşamamalı ve ümitsizliğe düşmemelisiniz. Zira siz endişe etmeye, korkmaya ve ümidinizi kaybetmeye başladığınız anda, beraber yürüdüğünüz insanlarda paniğe sebebiyet verir, onları fikir dağınıklığına düşürür ve tereddüde sevk edersiniz. Sonrasında da kaymalar ve dökülmeler başlar.

   Niyet ve Maksadın Doğruluğu

Bir mü’min için asıl önemli olan husus, girdiği yolun ve yöneldiği hedefin doğruluğudur. Eğer siz, Zât-ı Ulûhiyet’i bütün dünyaya doğru bir şekilde duyurmaya çalışıyor, eğitim ve hoşgörü vasıtasıyla bütün dünyada sulh ve selametin hâkim olması için gayret ediyor ve yaptığınız bütün hizmetleri de sadece Allah rızasına bağlıyorsanız doğru yoldasınız demektir. Bu, insanı Cennet’e götürecek, rıza ve rıdvana ulaştıracak bir yoldur. Gerisi sizi çok alâkadar etmemelidir. Çünkü siz daha baştan bu niyetiniz, maksadınız ve gayretinizle kazanmışsınız demektir. Bunun ötesinde sizin bu gaye-i hayalinizin gerçekleşmesi, yapılan hizmetlerin meyve vermesi Cenâb-ı Hakk’ın bileceği bir iştir.

Bazen Allah Teâlâ i’lâ-i kelimetullah yolundaki gayretlere büyük kazançlar ihsan eder. Bazen de bilemediğimiz bir kısım hikmetlere binaen yapılan hizmetlerin karşılığını arzu ettiğimiz şekilde göremeyebiliriz. Birinci durumda mü’minlerin elde ettikleri başarıları sahiplenmeleri ve kendilerinden bilmeleri ne derece yanlışsa, ikinci durumda da onların karamsarlık ve ümitsizliğe düşmeleri o kadar yanlıştır. Çünkü bize düşen vazife, gaye-i hayalimizi gerçekleştirme adına sebeplere riayet etmektir. Sonuçları yaratmak ise Allah’a aittir.

Öte yandan ümitsizlik, Hz. Pir’in de ifade ettiği üzere, yüce gayelere ulaşmanın önünde büyük bir engeldir. Mehmet Akif de ye’sin nasıl bir bela olduğunu şu ifadeleriyle anlatmıştır:

Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun,

Ümide sarıl sımsıkı, bak ne olursun.

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar,

Me’yus olanın ruhunu, vicdanını bağlar.”

Bu yüzden geleceği karanlık görmek, geleceği gerçekten karanlık hâle getirebilir ve kemalâta giden yolları yürünmez kılabilir.

Evet, pek çok âyet ve hadisin de müjdesiyle biz inanıyoruz ki gelecek aydınlıktır. Yaşanan bela ve musibetler ise bu aydınlık geleceğe ulaştıran yoldaki gelip geçici bir kısım fırtınalardır. Bu itibarla yeryüzünü Ye’cüc ve Me’cüs sarsa, bunlar her şeyi tarumar etse, yıkmadık ve devirmedik hiçbir şey bırakmasalar bile, Allah’ın izni ve inayetiyle, biz yine de sonunda bir tamir ve ıslahın vuku bulacağına inanırız/inanmalıyız. Bizim ayakta durabilmemiz, yolumuzda yürümeye devam edebilmemiz ve böylece Allah’ın hoşnutluğunu kazanabilmemiz adına böyle bir iman ve ümit çok önemli birer güç kaynağıdır.

Ebu Süfyan, Mekke fethedildiğinde bir sahabenin o günkü hâline bakıyor, bir de işin bidayetini düşünüyor; Peygamber davasının bir kadın, bir çocuk ve bir köleyle başladığını ve sonrasında o günkü ihtişamına ulaştığını söyleyerek hayretini ortaya koyuyor. Hakikaten Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve etrafındaki fakir ve zayıf durumdaki çok az sayıda sahabe çok kısa bir süre içerisinde büyük başarılar elde etmişlerdi. Hiç şüphesiz bu başarının arkasındaki -sebepler açısından- en önemli dinamikler de iman, ümit, azim ve kararlılıktı. Onlar yürüdükleri yola çok sağlam inanmış, karşılaştıkları bir kısım bela ve musibetler karşısında ümitlerini hiç kaybetmemiş, hiç duraksamadan doğru yollarında yürümeye devam etmiş, inandıkları davayı başkalarına anlatabilme adına her fırsatı değerlendirmiş ve sürekli mefkûrelerine bağlı yaşamışlardı. Neticede Cenâb-ı Hak da onları inkisara uğratmamıştı.

Peygamber yolunun yolcuları her zaman bir kısım bela ve musibetlere maruz kalabilirler. Kendilerinden ve kendi çıkarlarından başka hiç kimseyi gözü görmeyen bir kısım tiranların baskı ve zulümleri altında ezilebilirler. Fakat başkalarının mekanize birlikleri, uçakları, topları, gülleleri, onların dayandıkları güç kaynağı karşısında çok cılız şeylerdir. Dışarıdan gelen bu tür saldırı ve tecavüzlerin bir davaya gönül vermiş insanları yollarından alıkoyması ve onların başlatmış oldukları hizmetleri bitirmesi çok zordur. Yeter ki içteki ahenk korunabilsin, birlik ve beraberlik şuuru canlı tutulabilsin. Yeter ki içte bir çözülme ve bozgun vetiresine girilmesin. Dolayısıyla eğer bu konuda endişe edilecekse kendimizden etmeliyiz.

Konuyla ilgili Hazreti Bediüzzaman’ın şu mealde sözler söylediği nakledilir: “Bana deseler ki Rusya mekanize birlikleriyle sizin üzerinize geliyor. Ben bacak bacak üstüne atar, Zübeyir bana bir kahve yap, derim. Fakat bana deseler ki içte arkadaşlar arasında bir kırılma ve çatlama var. İşte o zaman bana odama kapanıp ağlamak düşer.”

Bu açıdan biz eğer bir şeyden endişe duyacaksak kendi kıvamımızı kaybetmekten endişe duymalıyız. Sürekli, “Konumumuzun hakkını verme adına acaba gereken performansı ortaya koyabiliyor muyuz? Acaba yapılması gereken hizmetler adına layıkıyla bir fedakârlık ve adanmışlık ruhu taşıyor muyuz?” demeli ve kendimizi muhasebeye tâbi tutmalıyız. Eğer bu konularda bir eksiğimiz varsa onun telafisine çalışmalıyız. Bizi öncelikle ilgilendirmesi gereken asıl mesele budur. Bunun dışındaki can yakıcı hâdiseler gelip geçicidir. Bunları çok fazla önemsemeye gerek yoktur. Fakat -Allah muhafaza- kurt gövdenin içine giriyor, damarlarımızı kesiyor ve oradan kanımızı emiyorsa işte o zaman bize oturup ağlamak düşer.

Ne var ki biz bazen asıl odaklanmamız gerekli alanı unutup çok fazla aktüaliteye dalıyor, günlük meselelerle çok fazla meşgul oluyoruz. Bunlar da bizde dağınıklık hâsıl ediyor. Hâlbuki Hz. Pir, “İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa ancak nura (yapılacak hizmetlere) kâfi gelir.” (Bediüzzaman, Lem’alar, s. 131) demiştir. Bu açıdan inanmış gönüllere düşen vazife, bütün himmetlerini, yapmaları gerekli olan hizmetlere teksif etmektir. Onlar burada kusur etmemeli ve ihmale sebebiyet vermemelidirler. Çünkü nasıl ki biz, bizden öncekilerin eksik, kusur ve ihmalleri neticesinde meydana gelen boşlukları doldurmada çok zorlanıyorsak, bizden sonraki nesiller de bizim bıraktığımız boşlukları doldurmada çok zorlanacaklardır. Bu sebeple de arkamızdan, “Allah atalarımızın müstehakkını versin!” diyeceklerdir.

Sonraki nesiller arasında yâd-ı cemil olmanın ve rahmetle anılmanın yolu, günümüzde üzerimize düşen vazifeleri arızasız kusursuz yerine getirebilmektir. Eğer biz bu konuda üzerimize düşeni yaparsak onlar da, “İki ayakları bir kap içinde olduğu hâlde hiç durmadan canhıraşane mücadele etmişler. Allah onlardan razı olsun!” diyeceklerdir.

Şuna kat’iyen inanmalıyız ki eğer biz sağlam bir iman ve ümit ile yolumuza devam eder ve üzerimize terettüp eden vazifeleri bihakkın yerine getirirsek Allah da kendisine inananları yalnız bırakmayacaktır. Zira O, Yüce Beyanında şöyle buyurmuştur: وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَنْتُمُ الْأَعْلَوْنَ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ “Gevşeklik göstermeyin, tasalanmayın; eğer iman ediyorsanız üstünsünüz.” (Âl-i Imrân Sûresi, 3/139) Âyet-i kerimenin de ifade ettiği üzere Allah’a iman edenler daha başta üstünler demektir. Potansiyel olarak böyle bir üstünlüğe sahip olan insanlar, eğer azim ve kararlılıklarını devam ettirirlerse pratikte de bu üstünlüğü elde edebilirler.

Aynı şekilde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sevr sultanlığına sığındıklarında Hz. Ebû Bekir’e, لَا تَحْزَنْ إِنَّ اللَّهَ مَعَنَا “Tasalanma, Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe Sûresi, 9/40) demiştir. Bu sebeple Allah bizimle beraber olduktan sonra gam u tasaya gerek yoktur. Önemli olan duyguda, düşüncede, iz’anda, kabulde hep maiyyet-i ilâhiye çerçevesi içinde bulunabilmektir. Eğer bu gerçekleştirilebilirse Allah (celle celâluhu) da bu teveccühe teveccühle karşılık verecek, böyle bir maiyy.et mülâhazası karşısında sizi yalnız bırakmayacak ve maiyyet teveccühüyle mukabele edecektir.

   Allah Hakkında Hüsn-ü Zandan Ayrılmama

Öte yandan herkesin maruz kalınan bela ve musibetleri öncelikle kendi şahsı, sonrasında da mesul olduğu alan çerçevesinde ele alıp değerlendirmesi gerekir. Yani şunu diyebilmelidir: “Şu anda hırpalandık, ırgalandık ve sarsıldıksa bu, bizim yüzümüzdendir. İhtimal ki Allah’la münasebetlerimiz açısından hata ve kusur yaptık.” Allah hakkındaki hüsn-ü zannımızı koruyabilmemiz adına meselelere böyle bakmamız çok önemlidir. Zira biz biliyoruz ki O (celle celâluhu), kullarına zerre miktarı zulmetmez.

Ayrıca hâdiseleri değerlendirirken doğru bakış açısını yakalama ve meseleleri arka planlarıyla birlikte ele alma da çok önemlidir. Bazen hakkımızda şer gibi görünen olaylar, bizim için pek çok hayırlar vaat ediyor olabilir. Mesela Cenâb-ı Hak bunları bizim için birer keffaretü’z-zünûb yapar ve böylece bizi günah kirlerinden arındırır; bizi ırgalamak suretiyle gözümüzü açar ve doğruları daha iyi görmemizi sağlar; bizi gerçek tevhide ulaştırır; kendisine karşı teveccühümüzü tamamlamaya sevk eder.

Allah, yolunu şaşırmış veya gaflete düşmüş olanları uyandırmak ve kendilerine getirmek için bazen onlara iğnenin ucuyla dokunur, o yetmiyorsa çuvaldızın ucuyla dokunur, o da az geliyorsa bir mızrağın ucuyla dokunur. Bazen çok daha ağır şeylere de müptela kılar. Bunların her biri birer şefkat tokadıdır. Biz bu tür hâdiseleri sadece zahiri yönleri itibarıyla değerlendirecek olursak onların aleyhimizde olduklarını zannedebiliriz. Hâlbuki Allah, bunlarla gözümüzü açar ve bizi uhrevî felâketten muhafaza buyurur.

Biraz daha açacak olursak, Cenâb-ı Hak, kendini salan, adanmış olduğunu unutarak dünyaya talip olan ve kendi hesaplarının arkasına düşen mü’minleri, zahirî yüzleri itibarıyla acı olan bir kısım bela ve musibetlerle sarsar. Böylece onları yeniden asıl vazifelerine sevk eder. Yani bunların her biri, kalbî hayatla ilgili bir yerde dağınıklığa düşmüş insanlara yapılan tembihlerdir. Bir mü’min gerek zelzele, fırtına, sel, kuraklık gibi tabiî âfetleri, gerekse düşmanlık duygularına kilitlenmiş bir kısım insanların yapmış olduğu zulüm ve gadirleri birer tembih (uyarı) olarak anlamalı ve gereken dersi almaya çalışmalıdır.

Aslında Allah’ın mü’minlerin hata ve kusurlarını ahirete bırakmayıp bu tür musibetlerle onları daha dünyada iken arındırması onlar için büyük bir nimettir. Bu açıdan mü’minlere düşen, kendilerine yapılan bu tür ikaz ve tembihleri birer iltifat ve ganimet gibi görmek, kendilerini ıslaha çalışmak, tavır ve davranışlarını düzeltmektir. Şöyle düşünmelidirler: “Biz bir çamurda dolaşıyorduk. Bizi irşat ve terbiye eden Zât, kulağımızdan tuttu, bizi çamurdan dışarıya çıkardı ve bir daha orada dolaşmamamızı tembihledi.”

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), عَجَبًا لِأَمْرِ الْمُؤْمِنِ، إِنَّ أَمْرَهُ كُلَّهُ خَيْرٌ، وَلَيْسَ ذَاكَ لِأَحَدٍ إِلَّا لِلْمُؤْمِنِ، إِنْ أَصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَكَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ، وَإِنْ أَصَابَتْهُ ضَرَّاءُ صَبَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ “Mü’minin durumu şayan-ı takdir ve şaşırtıcıdır! Zira her hali onun için bir hayırdır. Bu durum sadece mü’mine hastır, başkasına değil: Memnun olacağı bir şeye mazhar olsa şükreder ve bu onun için hayır olur. Onu dağidar edecek bir duruma maruz kalırsa da sabreder, bu da onun için hayır olur.” (Müslim, zühd 64) şeklindeki sözleriyle, bela ve musibetlerin bile mü’min hakkında nasıl bir hayra dönüşeceğini ifade buyurmuştur.

Dolayısıyla mü’min, ister bir kısım muvaffakiyetler elde etsin, isterse bir takım sıkıntılara maruz kalsın; her hâlükârda kazançlı çıkma yolları ona açıktır, onun için bir kayıp söz konusu değildir. Buna mazhar olmanın tek şartı, onun, Allah ve hadiseler karşısında “mü’min duruşu”nu koruyabilmesidir. Asıl kaybedecek olan ehl-i dalâlettir, ehl-i nifaktır, ehl-i küfürdür, ehl-i zulümdür. Onlar dünyadaki suri başarılarına aldansalar ve değişik komplolarla dünyada üstünlük elde etseler de burada da ötede de ızdıraptan kurtulamayacak ve kayıp üstüne kayıp yaşayacaklardır.

Amansız Tenkitlere Karşı Dengeli Mukabele

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: İnandığımız ve saygı duyduğumuz değerler aleyhinde konuşan insanlara karşı tavır ve tepkimiz nasıl olmalıdır?

   Cevap: Öncelikle ifade etmek gerekir ki zaman, bir mü’min açısından çok kıymetlidir, hiçbir parçası israf edilmeden çok iyi değerlendirilmelidir. Zira vaktin boş veya faydasız şeylerle geçirilmesi, Kur’ân-ı Kerim’in yasakladığı (Bkz.: A’râf Sûresi, 7/31) israf kategorisinde dâhildir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de kıymeti bilinemeyen iki husustan birisi olarak sıhhatin yanında zamanı zikretmiştir. (Bkz.: Buharî, rikâk 1) Dolayısıyla bir mü’min vaktini neyle geçirdiğine dikkat etmeli, gereksiz yere aktüel konularla meşgul olmamalı ve hele onda zihin ve fikir dağınıklığı hâsıl edebilecek şeylerden olabildiğince uzak durmaya çalışmalıdır.

Özellikle televizyon ve internetin çok yaygınlaştığı ve herkesin yazıp çizdiği veya konuştuğu günümüz dünyasında bu konuda dikkatli hareket etmek, okuyacağımız, dinleyeceğimiz, izleyeceğimiz, takip edeceğimiz şeyleri mutlaka filtreye tâbi tutarak sadece işimize yarayacak, düşünce ufkumuzu açacak, hizmet strateji ve felsefemizi zenginleştirecek olanları almak daha bir önem kazanmıştır.

   Mâlâyâniyâtı Terk Etme

Keşke bir kısım yollar bulabilsek de internetin veya televizyonun tuşuna dokunduğumuzda karşımıza sadece milletimizin kaderi, İslâm dünyasının genel durumu ya da insanlığın geleceğine dair faydalı olabilecek programlara ulaşabilsek. Böylece gereksiz yere bizde zihin kirliliğine veya fikir dağınıklığına sebebiyet verebilecek faydasız ve laubali şeylerden uzak durmuş oluruz. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde, مِنْ حُسْنِ إِسْلَامِ المَرْءِ تَرْكُهُ مَا لَا يَعْنِيهِ “Bir kişinin mâlâyâniyâtı (kendisini ilgilendirmeyen, bir faydası olmayan şeyleri) terk etmesi, onun Müslümanlığının en güzel derinliklerinden biridir.” (Tirmizi, zühd 11; İbn Mâce, fiten 12) buyurmak suretiyle bu konuda mü’mine seçici ve titiz davranmayı tavsiye etmiştir.

Hadiste geçen مَا لَا يَعْنِيهِ ifadesi dilimize de mâlâyâniyât şeklinde çoğul bir kelime olarak girmiştir. Mânâsı ise bir insanın asıl hedef ve maksadı olamayacak, onun dünyevî ve uhrevî hayatı adına bir faydası olmayan boş ve gereksiz şeyler demektir. İnsan bu tür şeylerden kaçınmalı ve asıl üzerinde durulması, takip edilmesi ve konsantre olunması gerekli olan faydalı mevzularla ilgilenmelidir. Zira her insanın belli bir kapasitesi vardır. Bu yüzden ona düşen vazife, bu kapasiteyi, kendisine yarar sağlayacak en uygun yerde kullanmaktır. Eğer doğrudan bizi alâkadar etmeyen mevzulara dalarsak dağılır ve gücümüzü kaybederiz. Bunun sonucu olarak da fikren ve zihnen yoğunlaşmamız gereken mevzulara konsantre olamayız.

Öte yandan şayet birileri dine bağlı meselelerde saygısızca konuşuyor, laubaliliğe giriyor ve biz de bu türlü şeyleri takip ediyorsak, bir süre sonra bunlar bizi de olumsuz etkileyebilir. Duyduklarımızı kendi aramızda konuşmaya başlar ve gereksiz yere bunlarla meşgul oluruz. Bir süre sonra farkına varmadan onlara benzemeye de başlayabiliriz. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), çok gülmenin bile kalbi öldüreceğini söylediğine göre, bu tür şeyler kalbî ve ruhî hayatımız adına onulmaz yaraların açılmasına sebep olabilir. Bu mevzuda ölçü, bizde din ve diyanetimiz adına metafizik gerilim hâsıl edecek, aşk u şevkimizi artıracak mevzularla meşgul olmaktır.

Hele bir de temel disiplinlerimiz açısından mahzurlu gördüğümüz yazı ve konuşmalara makul cevaplar verecek ve onları tashih edecek bir konumda bulunmuyorsak, bunlarla zihnimizi meşgul etmemizin bize hiçbir faydası yoktur; hatta zararı vardır. Gereksiz yere haksızlığa şahit olmuş ve onu dinlemiş oluruz.

Öte yandan özellikle dinî mevzularda konuşan insanların çok dikkatli olmaları gerekir. Konuşma yapmadan önce ciddi bir zihnî hazırlık yapmaları ve söyleyecekleri meseleyi derli toplu ortaya koymaları, maksatlarını doğru ifade edebilme adına çok önemlidir. Yoksa irticalî konuşmanın esnekliği içerisinde kırık dökük ifadelerle insanlara bir şey anlatmak mümkün değildir. Özellikle dine ait olan veya büyük bir kitleyi alâkadar eden konuları ele alırken daha bir dikkatli olmalı, ciddiyeti muhafaza etmeli, yanlış anlaşılacak beyanlardan sakınmalı ve her zaman müstakim düşüncenin temsilcisi olmalıdır.

   Sabır ve Tahammül

Diğer taraftan, gerek inandığınız değerler gerekse şahsınız aleyhinde dile getirilen her söze karşılık vermek, sürekli birilerine cevap yetiştirmekle meşgul olmak doğru değildir. Konuyla ilgili Kur’ân-ı Kerim’in şu beyanı bu konuda yönlendirici olmalıdır: وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Şayet sabredecek olursanız, bu, sabredenler için işin en hayırlısıdır.” (Nahl sûresi, 15/126)

Söz buraya gelmişken Hz. Ebû Bekir’in yaşamış olduğu bir hâdiseyi hatırlayabiliriz. Rivayet edildiği üzere Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzurunda bir şahıs, Hz. Ebû Bekir’e karşı bir takım kaba ve çirkin sözler sarf eder. Hz. Ebû Bekir sabreder ve onun bu sözlerine karşılık vermez. Fakat bir aralık bardağı taşıran bir şey olur ve Hz. Ebû Bekir de ona mukabelede bulunur. Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) yerinden kalkıp oradan ayrılır. Hz. Ebû Bekir hemen arkasından yetişir ve O’na bu tavrının sebebini sorar. Efendimiz de şöyle cevap verir: “Sen sükût ettiğin sürece bir melek senin bedeline ona cevap veriyordu. Fakat sen cevap vermeye başlayınca melek gitti, şeytan geldi. Ben de kalktım, şeytanla aynı meclisi paylaşmak istemedim.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned 15/390)

    Dengeli ve Makul Cevaplar Verme

Her ne kadar yanlış konuşma ve yanlış beyanlara karşı ilgili ilgisiz herkesin cevap vermesi doğru olmasa ve bu bazen daha büyük zararların ortaya çıkmasına sebep olsa da elbette başkalarına bir şey söyleme ve cevap verme mevkiinde olanların, gerekli durumlarda üzerlerine düşeni yapmaları, tavzih ve tashihlerde bulunmaları gerekir. Fakat burada da dikkat edilmesi gereken bir kısım ölçüler olmalıdır.

Öncelikle insan bu konuda duygularının tesirine kapılmamalı, gergin ve hiddetli olduğu zamanlarda konuşmamalıdır. Eğer hissiyatımızı tatmin arayışıyla hareket edersek, falsoya sebebiyet verecek davranışlara girebiliriz. Hâlbuki bu, oldukça temkin ve teyakkuz gerektiren bir konudur. Bu yüzden gözümüzün, fikrimizin, düşüncelerimizin açık olduğu, sakin ve müteyakkız bulunduğumuz zamanları kollamalı ve diyeceklerimizi o zaman demeliyiz.

Böyle bir meselenin asla aceleye tahammülü yoktur. Hususiyle hırçın ve asabî insanlar karşısında birkaç defa düşünüp bir defa konuşun, imkân varsa bugün değil yarın cevap verin. Yemekleri yutmadan önce güzelce çiğnediğiniz gibi, sözlerinizi de dile getirmeden önce mutlaka birkaç defa düşünce potalarından geçirin. Nasıl ki çiğnenmeden yutulan yemekler yutak, gırtlak ve mide açısından problemdir, düşünce ve tefekkür süzgecinden geçirmeden aceleyle söylenen sözler de insanın başına çok problemler açabilir. Hatta bazen çok güzel mülâhaza ve düşünceler bile güzel bir beyana kavuşturulmadığı için yanlış anlaşılabilir.

Aceleyle ve irticalînin esnekliği içinde bir şeyler söyleyip de maksadını doğru ifade edebilen çok az insan vardır. Nitekim zaman zaman kendisine mikrofon uzatılan bazı insanların nasıl baltayı taşa vurduklarına pek çok defa şahit olmuşsunuzdur. Çünkü bu, herkesin başarabileceği bir iş değildir. Bu yüzden de mutlaka birilerine cevap verme adına konuşmadan veya yazmadan önce -Kur’ânî üslupla söyleyecek olursak- ciddi bir tefekkür, tedebbür ve tezekküre ihtiyaç vardır.

   Yumuşak Üsluptan Ayrılmama

Öte yandan, birilerine cevap verelim, onların yanlışlarını düzeltelim derken insanlardaki kin ve nefreti tetiklememeli; kaba ve sert davranışlardan sakınmalıyız. Muhatabımız her kim olursa olsun, üslubumuzu bozmamalı ve karakterimizden taviz vermemeliyiz. Onlar dikkatsiz, temkinsiz ve ölçüsüz konuşsalar bile bu bizi ölçüsüzlüğe sevk etmemelidir. Dengeli ve ölçülü hareket etmek bizim lâzım-ı gayr-i mufarıkımız (bizden ayrılması mümkün olmayan bir özelliğimiz) olmalıdır.

Bu konuda Hz. Bediüzzaman’la ilgili şöyle bir olay anlatılır. Bir gün ziyaretine, aleyhinde karikatürler çizen bir gazeteci gelir. Hz. Pir ona çok iltifatta bulunur. Giderken de onu kendisine yakışır bir saygı ve edeple uğurlar. Talebeleri bu durumdan biraz rahatsız olurlar. Onların bu rahatsızlığı Üstadlarının tavrını beğenmediklerinden değil, Üstadları namına ciddi bir gayret hissi taşımalarından kaynaklanmaktadır. Hz. Pir, talebelerinin bu hislerini anladığı için onlara şöyle der: Eğer sizin yüz tane düşmanınız olsa, bunların sayısının doksan dokuza inmesini istemez misiniz? Evet, meselenin mantıkî yanı budur. Hiç kimse yüz olan düşmanını yüz bir etmeyi istemez. Ama herkes bu düşmanlarının sayısının azalmasından memnun olur. O hâlde bunu gerçekleştirmeye bağlı hareket etmek gerekir.

Bize düşen vazife, başkalarıyla konuşurken veya onlara cevap verirken elimizden geliyorsa hiç kimseyi küstürmemektir. Mesleğimizin muhabbetiyle yaşamak bizi başkalarına karşı düşmanca tavırlara sevk etmemelidir. İnsanlar söylediklerimizi veya yazdıklarımızı saf vicdanlarıyla test ettikleri zaman en azından bize hak vermeli veya hakemliklerine müracaat edildiğinde bizim hakkımızda olumlu düşünceler beyan etmelidirler.

Duygu ve düşüncelerin başkalarına ulaştığı bir kısım yollar, şehrahlar vardır. Siz, insanları hırçınlığa ve huşunete sevk ederseniz, bu yolların güvenliğini tehlikeye atmış olursunuz. Eğer yürüdüğünüz yollarda güzergâh emniyetini sağlamak ve herhangi bir trafik kazasının yaşanmasına sebebiyet vermek istemiyorsanız, elden geldiğince yumuşaklıktan ayrılmamalı; hâl-i leyyin, tavr-ı leyyini ve kavl-i leyyini (yumuşak hâl, yumuşak söz, yumuşak tavrı) kendinize ilke edinmelisiniz.

Bu aynı zamanda İslâmiyet’in de önemli bir emridir. Zira Allah (celle celâluhu), Hz. Musa ve Hz. Harun’u, dönemin korkunç bir tiranı olan Firavun’a gönderirken onlara bile kavl-i leyyini emretmiştir: اذْهَبَا إِلَى فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَى – فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى “Firavun’a gidin. Çünkü o iyiden iyiye azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki aklını başına alır veya korkar.” (Tâhâ Sûresi, 20/43-44) Âyet-i kerimede yer alan لَعَلَّهُ lafzı “terecci” ifade ettiği için burada ifade edilmek istenilen mânâyı şu şekilde anlayabiliriz: Eğer siz Firavun’un öğüt almasını, yumuşamasını ve haşyet duymasını ümit ediyorsanız, bunun yolu kavl-i leyyinden geçer.

Özellikle günümüzde, gaye-i hayallerini gerçekleştirme istikametinde dünyanın dört bir yanına açılan ve gittikleri yerlerde çok farklı kültür ortamlarında yetişmiş insanlarla karşılaşan hizmet gönüllülerinin kullanacağı ortak bir dil varsa bu da mülayemet dilidir. Her zaman kullandığımız tabirle ifade edecek olursak onlar, mutlaka gönüllerinde herkesin oturacağı bir sandalye bulundurmalıdırlar. Onlara muhalif olan veya düşmanlık besleyen bazı insanlar tavır ve davranışlarıyla bazen bu sandalyeyi devirebilirler. Buna rağmen onlar Kur’ân’ın hatırına, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hatırına kendilerine yapılan kötülükleri affetmeli, bunlara karşı aynıyla mukabelede bulunmamalıdırlar. Hatta onlara düşmanlık yapanlar geriye dönüp geldiklerinde yine onları bıraktıkları gibi kalb ve gönül dünyaları herkese açık olarak bulmalıdırlar. Çünkü sertlik ve huşunet, dostların kapılarını bile kaparken, mülâyemet ve yumuşaklık düşmanların bile kapılarını açabilir.

Söz buraya gelmişken Mus’ab İbn Umeyr ile Sa’d İbn Muaz arasında geçen bir hâdiseyi hatırlayabiliriz. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mus’ab İbn Umeyr’i İslâm’ı talim etmesi adına Medine’ye gönderir. Fakat birileri Evs kabilesinin reisi olan Sad İbn Muaz’ı onun aleyhine doldurur. Ona, Hz. Mus’ab’ın insanların kafasını karıştırdığını ve mukaddesatlarının aleyhinde konuştuğunu söylerler. Bunun üzerine Hz. Sa’d kılıcını kuşanır ve doğruca Mus’ab İbn Umeyr’in yanına gelir. O, evden içeriye girer girmez kılıcını çekip Hz. Mus’ab’ın kellesini alacağını söylese de Hz. Mus’ab -henüz yirmili yaşlarda çiçeği burnunda bir delikanlı olmasına rağmen- oldukça yumuşak, olgun ve sakin davranır. Ona hitaben, “Otur ve diyeceklerimi dinle. Eğer beğenmezsen dilediği yapabilirsin.” der. Hz. Sa’d onu dinledikten sonra birdenbire değişir ve onun arkasında yerini alır.

Evet, mülayemet bizim hiçbir zaman vazgeçemeyeceğimiz, taviz veremeyeceğimiz şiarımız olmalıdır. Öfkeyle, şiddetle, bağırıp çağırmakla nefse bir şeyler kazandırsak bile kendimizi gerektiği gibi anlatamayız. Daha da önemlisi insanlara Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevdiremez, Allah’ı tanıtamayız. İnsanlar da onları, tanınması gerektiği şekilde tanıyamadıklarından ötürü dalalet ve küfre saparlar.

Meseleye daha geniş bir perspektiften yaklaşacak olursak, özellikle devletlerin silahlanma yarışına girdiği, atom ve hidrojen bombaları gibi oldukça öldürücü nükleer silahların üretimine yöneldiği bir çağda insanlığın hoşgörüye, sevgiye ve yumuşaklığa her zamankinden daha çok ihtiyacı vardır. Meseleye bir İngiliz filozofunun gözüyle yaklaşacak olursak, eğer bir üçüncü cihan harbi çıkacak olursa maktul mezara, katil de yoğun bakım ünitesine kaldırılacaktır.

   Meseleleri Müşterek Akla Test Ettirme

Bütün bunların yanında ifade ve beyanlarımızda gerek şahsî enaniyetten gerekse cemaat enaniyetinden de olabildiğine uzak kalmalıyız. Tumturaklı laflarla kendimizi ifade etmemeli, sırf karşı tarafın sesini kesmek ve onu ilzam etmek için uğraşmamalı, hak ve hakikatin ortaya çıkması için gayret etmeliyiz. Çünkü ele alınan meseleler egoizme ve aidiyet mülâhazasına bağlandığı takdirde, değil düşmanlar dostlar bile bize karşı kapılarını sürgüleyecek ve Sûzî’nin dediği gibi, “Beyhude yorulma, kapılar sürmelidir.” diyeceklerdir.

Bir insanın tek başına bütün bu hususların altından kalkması, başarılması çok zor bir iştir. Bu sebeple kimse sadece kendi düşünceleriyle iktifa etmemeli, mutlaka meselelerini, fikrine itimat ettiği insanlara da arz etmeli ve onların da görüşlerini almalıdır. Bunu yaptığı takdirde o, düşüncelerini müşterek akla test ettirmiş olacağı için yanılma ihtimali çok daha düşük olacaktır.  

Evet, mesele sadece bir iman meselesi değildir. O imanın gelişmesi için her şeyden önce bir güven ortamına ihtiyaç vardır. Kavgaların, şiddet ve hiddetin, çatışma ve sürtüşmelerin hüküm ferma olduğu bir zeminde kimsenin bir başkasına kendisini dinletebilmesi ve bir şeyler anlatabilmesi söz konusu değildir. Bu tür tavırlar, nefsanî hissiyatımız açısından bizi tatmin etse de bunun kimseye bir faydası olmayacaktır.

Sonsuz Hamdolsun!..

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

M. Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   O gün ne mal, ne mülk, ne evlat insana fayda verir; ancak tertemiz ve her türlü (manevî) hastalıktan uzak bir kalble Allah’a varan güzel ahlaklı kullar kurtulur.

Cenâb-ı Hak, “kalb-i selîm” ile serfirâz kılsın bizi!.. Kalb-i selîm olma, enbiyâ ile aynı duyguyu, aynı düşünceyi paylaşma demektir.

Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) selîm kalbli; katiyen o kalbe rüyada bile gıllügiş misafir olmamış. O’nun kalbi zerre kadar kir görmemiş, leke görmemiş, sis-duman bilmemiş; hep pırıl pırıl bir ayna gibi O’nu (celle celâluhu) aksettirmiş. Huluk-i İlahînin bir aynası olmuş. تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ “İlahî ahlak ile ahlaklanın!” demiş; fakat başta kendisi o ahlak ile tahalluk etmiş. Kur’an-ı Kerim de O’nu tebcîl sadedinde, Kalem Sûresi’nde, وَإِنَّكَ لَعَلَى خُلُقٍ عَظِيمٍ buyuruyor: “Yemin olsun, kasem olsun, muhakkak ki Sen, ahlakın en güzeli üzerinesin!” (Kalem, 68/4)

İncitmemiş, kırmamış; incitseler de incinmemiş. “Âşık der inci tenden / İncinme incitenden / Kemalde noksan imiş / İncinen incitenden.” (Alvarlı Efe Hazretleri) “İncinme incitenden…” Bir cinas da yapıyor, tasannuya girmeden; beyana ayrı bir güzellik katıyor, o ifadeler. İhyâ’da da bu türlü beyan sanatlarını çok görüyorsunuz; Hazreti Gazzâlî gibi o büyük insanlar, aynı şeylere başvuruyorlar; cinas, seci kullanıyor ve muhtevadaki güzelliği, aynı zamanda üsluptaki güzelliklerde de ortaya koyuyorlar, ta ki kulakları tırmalamasın, yadırganmasın, vicdanlar yumuşaklık ile kabul etsin.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hali de o… Ve bütün büyükler -esasen- o hali yakalamaya çalışmışlar. Elde etmeye Allah, muvaffak eylesin!.. Huluk-i hasen… رَوَاهُ الْحَسَنُ، عَنْ أَبِي الْحَسَنِ، عَنْ جَدِّ الْحَسَنِ: إِنَّ أَحْسَنَ الْحَسَنِ اَلْخُلُقُ الْحَسَنُ “Hasan, Hasan’ın babasından, o da Hasan’ın dedesinden rivayet etmiş ki: Güzellerin en güzeli, güzel ahlaktır.”

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman, Hazreti Hasan efendimiz -Allahu a’lem- yedi-sekiz yaşlarındaydı. Ama cins dimağlar onlar; peygamber torunu, firâsetli; “Hepsi dâhi idi!” denebilir. O gün ne denmiş, ne söylenmiş ise, onları bir teyp bandına kaydediyor gibi kaydetmiş. Yaşadığı sürece, zehirlenip ruhunun ufkuna yürüyeceği âna kadar, duyup ettiği şeyler ile başkalarını aydınlatmaya çalışmış Hazreti Hasan.

Ve onun için deniyor: رَوَاهُ الْحَسَنُ Seyyidinâ Hazreti Hasan rivayet etti. عَنْ أَبِي الْحَسَنِ Ama bunu babasından duymuş, demek Hazreti Ali’den. عَنْ جَدِّ الْحَسَنِ O da ana tarafından dedesi Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Güzellerin en güzeli, güzel ahlaktır.”

Güzel ahlak, ibadetin en önemlisidir, zirvesidir. Günümüzde ona çok ihtiyaç var. Güzel ahlaka çok ihtiyaç var, hem Cenâb-ı Hakk’a karşı saygısızlığa düşmeme adına, hem de bir kısım musibetler karşısında istikameti bozmama adına. Badireler var, gâileler var, rencide olmalar var, üst üste gelen hadiselerin şoku var… İnsanlarda moral bozulmaları oluyor… Bütün bunlar karşısında, bütün bu şokların tesirinde kalmayarak, hep güzel ahlak ile hareket etmek.. her şeyi hamd ü senâ ile karşılamak.. ve böylece Cenâb-ı Hak’tan sürekli “mezîd” (artma, arttırma, çoğalma) istemek…

   Bir hadiste ifade buyrulduğu gibi, Davud (aleyhisselâm), Cenâb-ı Hakk’a “Yâ Rab! Senin şükrünü nasıl eda edebilirim ki, Sana şükür etmem dahi üzerimde şükrü gerektiren ayrı bir nimettir!” deyince, Cenâb-ı Hak, “İşte şimdi tam şükrettin.”  buyurur.

Siz, olup biten şeyler karşısında rencide olmadan, incinmeden âh u vâh etmeden, biraz evvelki Alvar İmamı’nın (rahmetullahi aleyhi rahmeten vâsiaten) “İncinme incitenden!” dediği gibi, hiç incinmeden sürekli اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Küfür ve dalaletten başka, her hale hamd ü senâ olsun!” derseniz, hem edebi korumuş hem de nimetlerin artmasına davetiye çıkarmış olursunuz. Bazıları, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ على كُلِّ حَالٍ، سِوَى أَحْوَالِ الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ demişler: “Küfür ve dalalet ahvâli müstesna, her şeyden dolayı Sana hamd ü senada bulunuruz!”

Gelen iyilikler, iyilik olduklarından dolayı, onlar için Allah’a hamd ü senâ edilmiş. Bir kısım sıkıntılar, gâileler, belâlar, musibetler gelmiş; sabır faktörünü isteyen hususlar gelmiş.. ibadet ü tâate sabır gibi.. sağanak sağanak gelen belâlara karşı sabır gibi.. cismanî arzu, istek ve garîze-i beşeriyetlere karşı dişini sıkıp istikametini koruma mevzuundaki sabır gibi… Bütün bunlar, başımızdan aşağıya yağdığı zaman veya bunların tazyikine maruz kaldığımız zaman, bunlar balyozlar gibi başımıza indiği zaman da Allah’a hamd etmek esastır.

Bunların hepsinin, zannediyorum, ifadede bir yeri var. Çünkü -mesela- bir yerde Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) üç tane önemli husustan bahsediyor; bir tanesi de “mescide çok adım ile gitmek”, uzaktaki mescide gitmek. Beş kilometre ötede oturuyor ama ne yapıp yapıp mescide gitmeye, cemaatin içine girmeye ve o saflar içinde yerini almaya çalışıyor. O saflar içinde yerini alan insan, Kâbe’nin etrafında halkalanan, tâ Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar uzanan o saflar içinde yerini almış; إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ beyanını, mütekellim-i maa’l-gayr ile ifade ettiği zaman, “Bütün bunların ubudiyetini Sana takdim ediyorum. Gücüm yetse, bütün bunların yardım isteğini Sen’den istiyorum!” demiş olur. O mülahaza ile Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda durma… Tâ uzak mesafeden gelip mescitte cemaate iştirak etme…

Ve bir de إِسْبَاغُ الْوُضُوءِ فِي الْمَكَارِهِ “Bütün zorluk ve meşakkatlerine rağmen abdesti tastamam almak.” buyuruyor. Çok çetin olduğu zaman… Şimdi Kıtmîr de abdest alırken bakıyor, çok rahat; bir de elini musluğun altına tutuyorsun, su kendi kendine akıyor. Öyle değildi… Kırbalar ile su dolduracaksın.. bazen buz gibi olacak.. bazen -eskiden bizim memleketimizde olduğu gibi- çeşmelerden şakır şakır akan suyu siz ağzınıza-burnunuza vurduğunuz zaman bıyıklarınızda, kaşlarınızda buz haline gelecek… O dönemde… إِسْبَاغُ الْوُضُوءِ فِي الْمَكَارِهِ Nahoş gibi görünen durumlarda abdesti tastamam alma, arızasız alma; ellerini yıkama, yüzünü üç defa yıkama, kollarını üç defa yıkama, her şeye rağmen, başını mesh etme; إِسْبَاغُ الْوُضُوءِ فِي الْمَكَارِهِ.

İşte, bu türlü durumlarda da bunların sıkıntılarının insana kazandırdığı şeyler olduğundan dolayı, bunlara da اَلْحَمْدُ لِلَّهِ “Elhamdülillah!” demeli!.. Bakın bunlar -esasen- gelen bir nimet değil. Fakat hem “fezâil” (فَضَائِل) hem “fevâdil” (فَوَاضِل) karşısında Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâ ile mükellefiz. Dolayısıyla “hamd” de esasen buna delalet ediyor.

Dolayısıyla bazen hamd ederken, gerçekten iyilik hâlinde başımızdan aşağıya akan güzelliklere karşı, sağanak sağanak yağan güzelliklere karşı اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ dersiniz: “Küfür ve dalaletin yüzüne tükürük… Her şeyden dolayı Allah’a hamd ü senâ olsun!..” veya “Ahvâl-i küfür ve dalaletin dışında her şeye hamd ü senâ olsun!”

İyiliklerden dolayı, doğrudan doğruya hamd, zeminine oturuyor. Fakat bir kısım olumsuz/negatif şeyler karşısında hamd ü senaya gelince… Onlara karşı da dişinizi sıkar sabrederseniz şayet, o da hamdi gerektirir. Yine hamd…

Cenâb-ı Hakk’a karşı -esasen- şükür ile mukabele etmeye imkân yok; çünkü şükür de bir ibadettir/nimettir esasen. O’na karşı bir ibadete/nimete sizi muvaffak kıldığından dolayı “Elhamdülillah!” diyorsunuz. “Elhamdülillah!” da size bir şey kazandırdığından dolayı, ona da “Elhamdülillah!” diyorsunuz. O da bir şey kazandırdığından dolayı, ona da “Elhamdülillah!” diyorsunuz. Onun için Hazreti Zeynülâbidîn, sarih olarak diyor ki: “Sana nasıl şükredebilirim ki, اَلشُّكْرُ لِلَّهِ (Şükür Allah’a!) dediğim zaman bile, bana bir şey kazandırıyorsun; o bile şükür istiyor. Bir kere daha desem, o bile şükür istiyor; bir kere daha desem, o da şükür istiyor!”

   Milyonlarca, milyarlarca defa hamd ü senâ olsun Allah’a ki, sizi küfür ve dalalet içinde bırakmadı; işi-gücü yalan ve aldatma olan zalimlerin saflarına da katmadı!..

Onun için belki günümüzde de çok tekrar etmek lazım. Eskiden, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ demeyi, bir arkadaşınız, yeterli buluyordu veya bilmiyordu daha ötesini. Şimdiki bildiği doğru mu, değil mi, onu da bilemeyeceğim; onu sizin irfanınıza havale ediyorum. Artık, أَلْفُ أَلْفِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Bir milyon defa, milyonlar defa hamd ü senâ olsun Allah’ım, küfür ve dalaletin dışındaki her hale!..” diyor.

Şimdi bir kısım kimseler, kötülüğe kilitlenmiş kimseler, kalbi kirlenmiş kimseler, dimağlarında pâk bir yer kalmamış kimseler; oturup-kalkıp hep kötülük düşünebilirler. Bu kötülükleri de bazen sizin üzerinizde realize edebilirler, uygulayabilirler. Değişik kötülüklere maruz kalabilirsiniz. Bunları hamd ü senâ ile ibadete çevirebilirsiniz. Başınıza gelen her şeyden dolayı, onu şükür ile karşılarsanız şayet, bir adım daha o Miraç’ta O’na doğru yaklaşmış olursunuz; bir adım daha O’na doğru yaklaşmış olursunuz.

Evet, أَشَدُّ النَّاسِ بَلَاءً اَلْأَنْبِيَاءُ ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ “Belanın en çetini, en zorlusu ve en amansızı başta Enbiyâ’ya, sonra da imanının derecesine göre diğer mü’minlere gelir.” dendiği üzere, Enbiyâ-ı ızâma da hayatları boyunca Miraç yaşatan -bir yönüyle- başlarına gelen o belâlar/musibetlerdir. İbâdet u tâate karşı sabır… Zaten “ismet” sıfatı onların tabiatlarının bir gereği, masumiyet ile mamurlar. Allah, onlara öyle bir tabiat ihsan etmiş, öyle bir irade ihsan etmiş ki, hayallerinde bile kirliliğe rastlamıyorlar; rüyalarında kirlilik ile tanışmış değiller. Öyle bir şey… Ama bir insan; muktezâ-ı beşeriyet; göz ilişebilir. Çoğu kaçmış bu türlü şeylerden. Ama “Başkaları gibi!..” falan da demiş. Fakat katiyen başkaları gibi onlara ilişmeye onun gücü yetmez. Evet, onlar öyle İlahî seralar ile seralandırılmışlardır ki, gelen şeyler, o seralara çarpar ve geriye dönerler. Cenâb-ı Hak ile öyle bir irtibatları vardır ki!.. Dünyanın güzellikleri değil, Hûri-Gılman etraflarını sarsa, Cennet köşkleri etraflarını sarsa, “nazargâh-ı ilahî” olan o kalblerini Allah’tan başkasına tevcih etmediklerinden dolayı, o türlü şeylerin -teveccühü mü diyelim, tasallutu mu diyelim- karşısında, sarsıntının en küçüğünü bile yaşamadan, bildikleri yolda Allah’ın izni-inayeti ile yürürler. Hep şükreder yürürler, hamd eder yürürler.

Ama gördüğünüz gibi, belâ ve musibetten âzâde olan hiçbir büyük yoktur; hiçbir büyük, belâ ve musibetten âzâde kalmamıştır. Muvakkaten rahat bir nefes alıyor gibi olmuşlardır; tam böyle alıyorken, nefes gırtlaklarına giderken, düğümlenmiştir orada. Hemen bir muzip, bir muziplik yapmıştır; bir olumsuzluk, onların karşısına çıkmıştır. O tertemiz oksijeni bile rahat yudumlama imkânı bulamamışlardır.

Bakın, belki düşünmüşsünüzdür burada: “Mâ-i bârid” (soğuk su) büyük bir nimet olarak ifade buyuruluyor çok defa. Yahu bizde çok; çeşmeden akan sular, “mâ-i bârid”. O, yok bir kere onlarda; güneşin altında ısınıyor o sular, ısınıyor. Cennet’teki o sulara da “mâ-i bârid” deniyor; şeker şerbet de deniyor esasen. Mâ-i bârid… Onu bile ağızlarına aldıkları zaman, büyük bir nimet sayıyorlar. Kim bilir kaç defa Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ağzına aldığı zaman, -O terbiyesizliği yapanın kolu-kanadı kırılsın!- belki arkadan bir tekme vurdular; onu bile rahat yudumlamasına fırsat vermediler. Veya çirkin bir laf ettiler; o, düğümlendi kaldı, içinde düğümlendi kaldı. Bir lokmayı ağzına koyduğu zaman, kuvve-i zâika daha hissesini almadan… Esasen alacaktı; ağız, kendi hissesini alacak idi. Sonra bir mesaj gönderecekti yutağa, “Tatlı bir şey geliyor sana, hazır ol!” falan diyecekti. Yutak da bir mesaj gönderecekti mideye, “Sana şu geliyor, hazmetmeye hazır ol!” Bunların hiçbirine fırsat vermeyen öyle şeyler ile karşılaştı ki!.. Yediği içtiği mübarek boğazından geçerken, âdetâ diken yutuyor gibi oldu; di-ken yu-tu-yor gi-bi ol-du.

O büyüklerin hâli, böyle idi. O açıdan da onların yolunda, bu başa gelen şeylere karşı hamd ve sabır ile mukabele etmeli!.. Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun ki, Peygamberler yolunda, Peygamberlerin başına gelen şeyler ile Allah bizi de serfirâz kılıyor. Binlerce hamd ü senâ olsun!..

Ama bir gün inşaallah bu kasvetli bulutlar sıyrılacak… “Şafak, şafak!..” deyip, fecr-i sâdıklar bekleme… Bunlar inşaallah bir gün gerçekleşecek. -Ama bunu da hiçbir zaman ben şahsım adına istemediğim gibi, kalblerinizi kalbimin çok üstünde, çok duru, çok berrak bildiğimden dolayı, sizler de öyle bir temennide bulunmamışsınızdır, zannediyorum.- Günler, yeniden bayrama dönecek. Âdetâ iç içe Şeb-i Arûs’lar yaşayacaksınız. Güzellikten güzelliğe kanat açacaksınız; üveyikler gibi hep güzellikler üzerinde uçup duracaksınız, Allah’ın izni-inayetiyle. Ama bugün maruz kaldığınız bu şeylere katlanmak iktiza ediyor.

Hamd edeceksiniz Allah’a ki, sizi, vazifesi, işi, gücü yalan olan, aldatma olan, demagoji olan, diyalektik olan kirli bir toplum içinde tutmamış. Allah (celle celâluhu) şöyle-böyle değişik yollar ile sizi onlardan ayırmış. Bazen onlardan yediğiniz tekme ile onlardan uzaklaşmışsınız; bazen size doğru kalkan bir yumruğu yememek için onlardan uzaklaşmışsınız… Ve bunların hepsi, Mizan kefesinde, sizin hesabınıza “sevap” unvanı ile ağırlığınızın önemli bir vasıtası olmuş.

Evet… Kim bilir, belki de Allah (celle celâluhu) bu musibetlerle bizi arındırıyor. Böylesi, duyguların, düşüncelerin çok kirlendiği bir dönemde, biz de farkına varmadan üzerimize bazı şeyler sıçratmış olabiliriz. Sokaklar kirli, eğitim yuvaları kirli; dinî eğitimlerin verildiği yerler skolastik düşüncenin pençesinde, belli şeylere takılmış gidiyorlar. Böyle doğru-dürüst, bize hak-hakikat adına rehberlik yapacak insan, âdetâ tanımadık gibi… Bütün bunlardan dolayı da Allah (celle celâluhu) sizi arındırmak suretiyle huzur-i Kibriyâsına arınmış olarak almak istiyor. Gelecekte size lütfedeceği bu şeyden dolayı da belki şöyle demek lazım: أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ Ne diyelim ona: Maruz kaldığımız musibetlerden dolayı أَلْفُ أَلْفِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ، أَلْفُ أَلْفِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ. Ve lütfedeceğin güzel şeylerden dolayı أَلْفُ أَلْفِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ، أَلْفُ أَلْفِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ.

   İrade, şart-ı âdîdir; fakat insan -sebepler planında- emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez.

Çok iyi bildiğiniz bir hakikat: Hazreti Pîr’den başkasının da onu ifade ettiğini bilmiyorum, fakat aynı mazmun, başka sözler ile hep ifade edilmiştir: Dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, bir dakikasına, bir saatine mukabil gelmeyen Cennet hayatına namzetsiniz. “Binlerce sene” kesretten kinaye; milyonlarca sene, milyarlarca sene olsa ne ifade eder ki ebediyetin yanında?!. Ebediyet ile onları yan yana getirdiğiniz zaman, o milyonlarca sene, milyarlarca sene bir damla olur; utanır “Yahu niye beni bunun ile karşılaştırdınız?!” diye. Evet, utanır, milyonlarca sene utanır onun karşısında. Bir de o Cennet hayatının binlerce senesi, bir dakika Rü’yet-i Cemâline mukabil gelmeyen Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl-i bâ-kemâlini temâşâya ve “Ben sizden razıyım!” iltifat-ı Sübhânîsini duymaya…

Hiç aklıma gelmemişti bu… Hakikatlerin insana intikali, iki yol ile oluyor: Bir: “Mubsarât” ile, bir de “Mesmûât” ile. “Mesmûât” (işitilenler, duyulanlar), O’ndan gelen İlahî mesajlar. İster varlığın doğru okunması, isterse hayatın doğruca talim edilmesi adına vahy-i semâvîye “mesmûât” diyoruz. Enbiyâ-i ızâmın nur-efşân, şeker-şerbet beyanlarından içimize akan sözleriyle şekilleniyoruz, onlar ile öbür âleme göre yapılanıyoruz. Buna “Mesmûât” diyoruz. Evet, aynı zamanda, yine ilim-irfanımızı artırma adına, gözümüzü açma adına, kâinat hakkında denen şeyler de, söylenen şeyler de bir yönüyle “mesmûât” oluyor. Bir de “Mubsarât” (görünen varlıklar, görülmesi lazım olanlar) var. Görüp değerlendirdiğimiz şeyler; gördüğümüz zaman tahlillere, terkiplere gittiğimiz şeyler, analizlere/sentezlere gittiğimiz şeyler; bunlara da “Mubsarât” deniyor. Şimdi, Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl-i bâ-kemâlini görmek, esasen “Mubsarât” kategorisine bir mükâfat-ı Sübhâniye; O’nun “Ben, sizden râzıyım!” beyan-ı Sübhânîsi de esasen o duymayı, o “Mesmûât” meselesini değerlendirme karşısında size ihsânât-ı Rabbâniye…

Allah, hiçbir şeyi karşılıksız bırakmaz. وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلاَّ مَا سَعَى * وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرَى * ثُمَّ يُجْزَاهُ الْجَزَاءَ اْلأَوْفَى * وَأَنَّ إِلَى رَبِّكَ الْمُنتَهَى “İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez. Bu gayretinin semeresi de ileride ortaya çıkacaktır. Emeğinin karşılığı kendisine tam tamına ödenecektir. Ve son durak Rabbinin huzurudur.” (Necm, 53/39-42) Necm Sûresi’nde bahsediliyor. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun Miraç’ını da, Rü’yet’ini de, “Kâb-ı Kavseyni ev Ednâ”yı -Vücub ve imkân arası bir noktaya ulaşmasını, fenanın bekâdan ayrıldığı noktaya ulaşmasını- da ifade eden o sûrede, وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلاَّ مَا سَعَى diyor.

Mehmet Akif de bunu ifade ederken şöyle der:

“Sus ey dîvâne! Durmaz kâinâtın seyr-i mu’tâdı,

Ne sandın! Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryâdı?

Bugün, sen kendi kendinden ümîd et ancak imdâdı;

Evet, sen kendi ikdâmınla kaldır git de bîdâdı;

Cihan kanûn-i sa’yin, bak, nasıl bir hisle münkâdı!

Ne yaptın? ‘Leyse li’l-insâni illâ mâ-seâ’ vardı!..”

Evet, “İnsana sa’yinden başka bir şey yoktur!” İnsanın sa’yi ne ifade eder? İrade, şart-ı âdî. Usûluddin’de gördüğümüz gibi, bu mesele üzerinde nazarî o kadar çok fikir yürütmüşler ki!.. Orada, insan iradesi, Cenâb-ı Hakk’ın yaratması, Ehl-i İ’tizâl, Cebriye, Eş’ariye, Maturidiye, bunlar arasında olanlar… اَللهُ أَعْلَمُ بِالصَّوَابِ، وَإِلَيْهِ الْمَرْجِعُ وَالْمَآبُ İşin doğrusunu Allah bilir. Fakat, Kıtmîr, biraz da Hazreti Pîr’in bu mevzudaki mülahazalarına istinaden, kestirmeden diyor ki: İrade; “tesâvi-i tarafeyn”den (veya “mütesâvi’üt-tarafeyn”den; yani, vâcib ve mümteni olmayan, belki mümkün ve muhtemel olan şeylerin vücûd ve ademleri, bir sebeb bulunmazsa müsavidir, farkları yoktur. Böyle varlığı ve yokluğu mümkün bulunandan) ibaret olan iki nokta arasında meyelân ya da meyelândaki tasarruftan ibarettir. Kendini o noktada görüyorsun, bir blokaj üzerinde görüyorsun: “Şu da yapılabilir, bu da yapılabilir!” Çok hafif bir dürtü ile, bir itme ile -“Dürtü” mü diyelim, buna?- “içe doğma” ile…

(Sözün burasında elektronik tabloya Hazreti Bediüzzaman’ın resmi yansıyor.) Bakın, Adam çıktı; biliyorsunuz:

“Kan-ter içinde yaşadın, kan-terdi pazarın,

Sinelere çarpıp duruyordu âh u zârın..

Aşk rehberin olmuştu, mefkûren de dildârın;

Hep anıp durmuştun, erdin vuslatına Yâr’ın.”

Meyelân, meyelândaki tasarruf… Bir “eğilim” sadece, insandaki irade; bir eğilim ama öyle küçük bir şey ki, bir damla… Böyle, koyuyorsunuz ortaya, bir de bakıyorsunuz ki!.. “Sen bir damla koydun, bu sana göre!.. Sen, zayıfsın, âcizsin, Benim yarattığım varlıksın; gücün o kadarına yetiyor. Ben, Kudret-i nâ-mütenâhim ile sana bir okyanusu veriyorum! Sen, bir zerre ortaya koydun; Ben, Kudret-i nâ-mütenâhim ile bir güneş sistemini veriyorum; -estağfirullah- Samanyolu’nu veriyorum; -estağfirullah- bir buçuk milyar sistemleri veriyorum!” Verir mi, vermez mi?!. Verir… Kudret-i nâ-mütenâhi; iradesi nâ-mütenâhi; ilmi, bütün âlemi muhît… Verir… O (celle celâluhu) Kendi büyüklüğüne göre yapacağını yapar. Bu açıdan, siz küçük bir şey ortaya koyarsınız; O (celle celâluhu) Kendi büyüklüğüne göre eltâf-ı Sübhâniyede bulunur.

   Her şeyden evvel mü’min bir hüsnüzan insanıdır; insanlara karşı hüsnüzanla emredilen birinin, Rabbisinin muamelelerine karşı suizan ifade eden hoşnutsuzluğu nasıl söz konusu olabilir ki?!.

Yine M. Akif’e kulak verelim:

“Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun.

Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yus olan, ruhunu, vicdanını bağlar.

Ey dipdiri meyyit, iki el, bir baş içindir,

El de senin, baş da senindir,

Kurtarmaya azmin ne için böyle süreksiz,

Sen mi, yoksa ümidin mi yüreksiz!”

Evet, yaşayanlar, hep ümitle yaşar; me’yûs olan, ruhunu-vicdanını bağlar… Bence ye’se düşmeden, değişik tıkanmalara karşı “Vira bismillah!” deyip yeniden işe başlamak lazım… “Devam ediyoruz yâ Rabbi! Devam ettiğimiz bu yolda bize güç ve kuvvet ihsan eyle!.. Eşrârın şerrini kendi başlarına dola! Onları onunla meşgul et!” demek lazım. Eğer bu tabiri büyükler kullanmasaydı, biz de kullanmazdık. Fakat, el-Kulûbu’d-Dâria’da da kullanıyorlar: “Eğer, mehil vereceksen, öyle şeyleri başlarına dola ki, önümüzü almasınlar; bu güzergâh-ı Enbiyâ’da, bildiğimiz gibi hep yürüyelim, Senin iznin ile, inayetin ile!..” diyorlar. Onlar dediklerine göre; onlar, bizim rehberlerimizdir, bizim dememizde de bir mahzur yok. Bu bir beddua da sayılmaz esasen. Ama yerinde, o türlü beddua değil, onları Allah’a havale etme, İnsanlığın İftihar Tablosu tarafından da olmuştur, O’nun hâlesi tarafından da olmuştur, Hâle’ye müteveccih ruhlar tarafından da olmuştur. Biz de Hâle’ye müteveccih olanlara müteveccih, müteveccihlere müteveccih, müteveccihlere müteveccih, müteveccihlere müteveccih… Kaçıncı derecede olursa olsun, gözümüz, hep o batmayan güneşlere doğru… Allah, inayetini üzerimizden eksik etmesin!..

Evet, bu da bir imtihandır. Esasen sabır da zordur. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mübarek, nûr-efşân beyanları çerçevesinde: اَلصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الْأُولَى “Sabır, hadisenin şoku yaşandığı dönemdedir.” Her şey zâil olup gittikten sonra, ortalık güllük-gülistanlığa döndükten sonra, hâristan birden bire kuruyup gittikten sonra, her şeyi ve her tarafı bâğistanların, bostanların sardığı bir dönemde neşelenmek, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ demek kolaydır. Fakat o belaların sağanak sağanak, musibetlerin sağanak sağanak yağdığı anda sabır, gerçek sabırdır. اَلصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الْأُولَى Hadisenin şokunun yaşandığı ânda dişini sıkıp katlanma demektir sabır.

İşte bu katlanılması gerekli olan şeyler, değişik vesileler ile hep ifade edilmiştir, kadimden bu yana. Bize ait değil. En son Çağın Sözcüsü de üç şeye ircâ ederek üzerinde duruyor; onları da biliyorsunuz. Malumu i’lâm etmemek, israf-ı kelama gitmemek lazım… Şimdi bu türlü şeyler dokunduğu zaman, insana biraz dokunur. İnsanız… İzzet Molla’nın ifade ettiği gibi, çok tekrar ettim bu lafı, sizi sıkmasın: “Ben usanmam -gözümün nuru- cefâdan, ama / Ne de olmasa cefâdan usanır, candır bu!..” Bir tekme yiyorsunuz, sallanıyorsunuz böyle, hafif bir sallanıyorsunuz. “Yahu niye sallanıyorsun, sallanma!” diyemezsiniz.

Her şeye rağmen, o esnada “Niye bu oldu?!.” gibi -böyle- Cenâb-ı Hakk’a hesap sorarcasına -hâşâ ve kellâ- O’nunla cedelleşmeye giriyor gibi bir tavır sergileme yerine, meseleyi kalb-i selîm havuzunda eriterek, kalb-i selim değirmeninde öğüterek onu, bir yönüyle işe yarar hale getirmek lazım. Tâbir-i diğerle, çoklarının kaybettikleri kuşakta meseleyi “kazanma kuşağı” haline getirmek lazım. Çokları dökülüp duruyor orada. Öyle bir irade -Allah’ın izni-inayeti ile- ortaya koymalı, öyle bir tavır sergilemeli ki, o kandan-irinden deryalardan geçerken şehrâhta yürüyor gibi yürümeli, yerinde üveyik gibi kanat açmalı, O’na doğru yükselmeli!..

Bu açıdan da insan hiç farkına varmadan, içinde hafif kırılmalar olur, küsmeler olur; farkına varmadan… Hemen, anında onun tepesine bir balyoz indirmeli!.. “Marifet” ile, marifetin doğurduğu “Muhabbet” ile, muhabbetin doğurduğu “Allah ile münasebet” ile, “Zevk-i ruhânî” ile ve “O’na olan Aşk u iştiyak” ile mutlaka o meseleyi baskı altına almalı; o negatif şeyi pozitif şeye çevirmeli, Allah’ın inayeti ile, izni ile, riayeti ile!..

   Rıza yörüngeli yaşayanlar, ömürlerini âdeta bir şükür dantelâsı hâline getirirler; hep hoşnutsuzluk homurdanıp duranlar ise, bu nankörlük değirmeniyle, en müsbet, en olumlu işlerini bile ezer, öğütür ve bitirirler.

Siz dilerseniz, -biraz evvelki mülahazaya ircâ edebilirsiniz- O (celle celâluhu) da verir. Sözü, sözlerin sultanı olan Söz Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor: يُسْتَجَابُ لِأَحَدِكُمْ مَا لَمْ يَعْجَلْ، يَقُولُ: دَعَوْتُ فَلَمْ يُسْتَجَبْ لِي “Acele etmezse, (sizden) herkesin duasına icabet buyurulur.” (Acele nasıl mı olur?) “Der ki: Yalvarıyorum, yalvarıyorum, bir türlü arzu ettiğim şeye nâil olamıyorum!” “Dua ettim, kabul olmadı!” Evet, hadiste geçen fiil kipini mânâlandıracak olursak, “Dua ettim, dua ettim, dua ettim de kabul olmadı!”

Hazreti Pîr diyor ki: “Bende kulunç rahatsızlığı var; kırk senedir dua ediyorum gitmesi için.” Evet, bir arkadaşınızda da altmış küsur senedir var; dua ediyor, aynı zamanda demir ile, balyozlar ile, merdaneler ile de tepesine vuruyor, gitmiyor, gitmiyor. Ne yapabilirsiniz, gitmiyor?!. Hazreti Pîr diyor ki: “Dua, duayı kesmediğinden dolayı gitmiyor!” Bana diyor ki o kulunçlar, “Yine dua et sen!” Çünkü her dua ile insan, bir adım daha Allah’a yaklaşıyor, belki on adım birden Allah’a yaklaşıyor.

Belaları da bu şekilde değerlendirmek, o çirkin şeyleri tertemiz Cennet ırmaklarına çevirmek gibi bir şeydir. Öyle bir şeye mâruz kalıyorsunuz ki!.. Bir yönüyle, zayıf insanların hemen isyan edecekleri veya şakaklarına -Hitler gibi- bir namlu dayayıp intihar edecekleri bir hadiseye maruz kalıyorsunuz. Azıcık dişinizi sıksanız, “Yahu hele bir teemmül edeyim ben bunu. Bu bana geldi; acaba benim arınmam ile alakalı bir şey miydi? Yoksa Rabbimin bana lütfettiği şeyleri rantabl değerlendirmediğimden, yaptığım zaman israfından dolayı mıydı? Diyeceğim-edeceğim daha çok şeyler vardı, ihmal ettiğimden dolayı mıydı? Yoksa yol, Peygamberler yolu olduğundan dolayı mıydı?!.” Eğer o yolda yürüyorsanız, onlara benzemeniz lazım; numara, drob aynı olması lazım. Onlar dönüp arkalarındakilere baktıkları zaman “Doğru, bunlar da aynı urba ile; öyle ise bunlar da bizden!” falan demeleri için böyle bir şey yapıyorsa, urba değişikliği yapıyorsa, numara-drob değişikliği yapıyorsa Allah (celle celâluhu), bunların hepsi, أَلْفُ أَلْفِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ dedirtecek hususlardır/faktörlerdir.

Fakat o esnada, o ân-ı seyyâlede, o ân-ı seyyâlenin iki seyyâle olmasına müsaade etmeden, anında, daha yumurtanın kabuğunu kırıp dışarıya çıkmak istediğinde, hemen kellesine bir tokmak vuracaksınız olumsuz duygunun, olumsuz düşüncenin. Cenâb-ı Hak da diyecek ki: “Kulum ne sâdık! Bana karşı içinde en küçük şey geçmesine bile tahammülü yok bunun; hemen onun hakkından geliyor!”

Ne zaman?!. Promete gibi zincire vurulduğu zaman.. kırbaçlar altında inlediği zaman.. çırılçıplak edilip işkenceye maruz kaldığı zaman.. karıyı-kocayı birbirinden ayırdıkları zaman.. anneyi evladından ayırdıkları zaman.. yeni dünyaya gelmiş çocuk ile annesini hapse attıkları zaman… Bütün bu acı tablolar karşısında, bu acıları şeker ve şerbete çevirmek… اَلْحَمْدُ لِلَّهِ demek: “Elhamdülillah! Senin bize teveccühündür; bunlar ile bile kim bilir bize neler vadediyorsun!.. Neler vadediyorsun?!. Keşke bütün bunları bize revâ görenlere de aynı lütuflarda bulunarak onları da arındırsan!.. Bulundukları konumdan gerçek insanlık seviyesine ulaştırsan!.. Onlar da Nebiler arkasında yürüme imkânını elde etseler, o şehrâhta yürümeye muvaffak olsalar!..”

(Sözün burasında, o an elektronik ekrana yansıyan bir tablo okunuyor.)

“Sıyır onu, her şey olduğu gibi görünsün,

Hasretlerin sönüp, idbârın, ikbâle dönsün.

Ömür boyu hep nefis ve şeytanı güldürdün;

‘Hakkım!’ deyip biraz da kalb ve ruhun gülsün!”

“Hakkım!” deyip biraz da kalb ve ruhun gülsün! “Hakkım!” deyip biraz da kalb ve ruhun gülsün!..

Aşk Yolunun Âdâbı

Herkul | | BAMTELI

M. Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “İnsan, ebed için yaratılmıştır; ebedden ve Ebedî Zat’tan başka hiçbir şeyle de tatmin olmaz.”

İnsan, muazzez bir varlıktır, heder olup gitmek için yaratılmamıştır. O, ebediyet için yaratılmıştır; “ebedden ve ebedî Zât’tan başka hiçbir şey ile de tatmin olmaz!” İnsan, O’na erişeceği/ulaşacağı, maiyyeti ile şereflendirileceği âna kadar hep bir bekleyiş, hep bir gözleme içinde bulunacaktır; gözleyip duracaktır kalb adesesiyle, muhâkeme-i sâlime merceğiyle; mantık ve muhakeme dürbünüyle/rasathanesiyle hep orayı gözetlemeye çalışacaktır.

Dünya debdebe ve saltanatı, gelip geçicidir. Ebediyete namzet bulunan, ebedden ve Ebedî Zat’tan başka hiçbir şey ile tatmin olmayan insan, kendisini bir ucuza/ucuzluğa kurban etmemelidir. Bütün dünyanın anahtarlarını ona verseler, şarktan garba gûna-gûn, penguenlerin ülkesinden en kuzeyde gecelerin gündüzlerin bitmediği yerlere kadar getirip dünyanın bütün anahtarlarını verseler, ebediyet mülahazası çağlayanına kendisini salmış bir insan, buna iltifat etmeyecektir; elinin tersi ile itecek ve “Anahtarlarınız sizin olsun!” diyecektir.

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol / Yol varsa, budur; bilmiyorum başka çıkar yol!..” Yolunuz, bu. Her yol için -esasen- yol erkânı, âdâbı ve azığı vardır. Hani çok iyi bildiğiniz Ebu Zerr el-Gıfârî’ye, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tavsiyesi içinde ifade buyurulur: جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ “Sefineni gözden geçir; restore edilmesi gerekli ise, tamir edilmesi gerekli ise… Engin denizlere açılman, mukadder senin; dolayısıyla açılacağın bu uzun yolda, gemiyi bir kere daha gözden geçir; ne olur ne olmaz, bakıp onu yenile.” Burada dendiği gibi, esasen yol erkânı, yol âdâbı söz konusudur; yolun başında sefer hazırlığı da bu âdâba dâhildir.

Meselenin bir yanı bu; bir diğeri de yolun sonu ile ilgilidir. Belli bir ölçüde, yol sonu herkesin arş-ı kemâlâtı ile mebsûten mütenasip (doğru orantılı) bir şeydir. Herkes bir yere kadar yükselebilir; bunda donanımların tesiri vardır ve insanın sergilediği misyonun/fonksiyonun tesiri vardır.

Öyleleri vardır ki… İnsanlığın İftihar Tablosu, huzur-i Kibriyâ’ya, Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna gittiği zaman bile, kalbi insanlık için çarpar; dönüp gelip onların ellerinden tutmayı düşünür. Miraç’ı terk eder; insanların içine, ızdırabın göbeğine avdet eder. Izdırabın göbeğine… Hâşâ, o tabiri O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında kullanmak doğru değil; bir başkası olsaydı, “kan kusturulur kendisine” denebilirdi. Ama O, ne kan kusmuştu, ne de tükürük kusmuştu; engin gönlü ile, engin vicdanı ile bütün bunları eritmişti, Allah’ın izni-inayeti ile… Bir kere daha, -bağışlayın- çoğu itibarıyla zehir-zemberek o toplumun içine dönmüştü, “Acaba kaç tanesine daha söz geçirebilirim?!. Ve gezdiğim, uğradığım, dolaştığım, gördüğüm, ettiğim, bildiğim şeyleri onlara da gösteririm, bildiririm, tanıttırırım; onları da zevk ile şahlandırırım!” diye. Kendisinin zevk ile şahlandığı bir dönemde, hemen geriye dönmeye karar verdi; Allah da müsaade etti, Miraç’tan geriye döndü, gittiği gibi geriye döndü insanların içine.

Tasavvufî ifadesiyle, birincisine “urûc” deniyor. Her insan için bu yol açık, belli ölçüde; kalbî, ruhî, hissî öyle bir terakkî söz konusu. Geriye dönüşe de “nüzûl” deniyor. Bir yönüyle, o urûca, kesretten sıyrılma, vahdete erme mülahazası nazar-ı itibara alınarak “urûc” deniyor. Nüzûl’e de yeniden insanlığın elinden tutma maksadıyla geriye dönme manasına… Başka bir açıdan, birincisine “halvet” deniyor; diğerine de “celvet” deniyor. Birincisinde, kendisi olma istikametinde belli bir donanım elde etme adına, seyr ü sülûklar, çileler, ızdıraplar, az yeme, aç içme, hayrete varma, O’nu bulma, o yolda olma söz konusu. Ondan sonra, diğerinde de dışarıya çıkma; duyduğu, hissettiği şeyleri başkalarına duyurma, bir ezan sesi ile, bir Sabâ sedasıyla başkalarına duyurma bahis mevzuu.

   “Seviyorum!” diyebilmek için kendinden, kendi isteklerinden arınmak, muhavere ve müzakerelerini hep O’na bağlamak ve O’nu ihsas eden hususlar çerçevesinde dönüp durmak gerekir.

İşte böyle bir yolun, muhabbet/aşk yolunun mebdeinde tevbe, inâbe, evbe, teyakkuz, sabır gibi sevgiye giriş esasları; müntehâsında da aşk, şevk, iştiyak, üns, rıza, temkin gibi konumunun hakkını verme hususları söz konusudur. Mebdeinde, tevbe, inâbe, evbe…

Fakat Kur’an-ı Kerim’de ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in mübarek beyanlarında görüldüğü gibi, ilk önce “istiğfar” kelimesi söyleniyor, “yarlığanma” deniyor. İstiğfar; Cenâb-ı Hakk’ın günahları mağfiret buyurmasını talep etmek oluyor. O niyet ile Allah’a dönüyorsunuz. Belki onun içinde, o dönüşün değişik mertebelerini ifade eden hususlardır bunlar, bu sonradan gelenler. Belki de meselenin ana kapısı, girişidir bu. İstiğfar ile o kapıdan içeriye adım atıyorsunuz; yani kendinize çeki-düzen veriyorsunuz. Ama öyle birine yöneliyorum ki ben… Hani şimdi insanlar halkın karşısına çıkarken, ayna karşısında yakasını elli defa düzeltiyor; kravatını, papyonunu elli defa gözden geçiriyor; ondan sonra… İstiğfar, kendine çeki-düzen verme, kale kapısı gibi o kapıdan içeriye girme… Zira öyle birine yöneliyor ki orada, tavır ve davranışın çok düzgün olması lazım.

“Tevbe”, insanın işlediği şeylere nâdim olması… Hazreti Ali efendimiz beş tane şartını söylüyor onun; özü, “Ben, bir daha bu işi yapmamaya…” deyip nedamet duymak. İmamlarımız, Türkiye’de -bilenler bilirler bunu- “İlahî! Elimden, dilimden, ağzımdan, gözümden, kulağımdan, daha başka bütün âzâ vü cevârihimden şimdiye kadar her ne ki vâki ve sâdır olmuşsa, ben onların -ânların- (eskilerin ifadesiyle) cümlesinden tövbe ettim, nâdim oldum, pişman oldum. Bir daha işlememesine azm u cezm u kast eyledim!” derler. Evet, şimdi “tevbe”, bu demektir. يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا تُوبُوا إِلَى اللهِ تَوْبَةً نَصُوحًا “Ey iman edenler! Samimî ve kesin bir dönüşle Allah’a tevbe ediniz!” (Tahrîm, 66/8) Tahrîm Sûresi’nde: Ey iman edenler! Emniyet duygusu ile Allah’a yönelenler! Hazreti Mü’min ismine müteveccih olan mü’minler!.. Bakın, o ismi size vermiş, Kendi ismidir o; sizi emniyet vadeden insan olarak vasfetmiş. Mü’min, yeryüzünde emniyet vadeden varlık demektir. Bu tavrını koru!.. Dolasıyla, o tavrı koruma mülahazası ile Hazreti Mü’min-i Hakiki’ye teveccüh et. يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا تُوبُوا إِلَى اللهِ تَوْبَةً نَصُوحًا

Tevbe-i nasûh… Menkıbeler de var o mevzuda; fakat bir daha işlememesine -biraz evvel imamların tevbesini örnek olarak verdim- azm u cezm u kast eylemek… “Bir daha yapmayacağım.” Ama beş on saat sonra, yine şeytan, oyunlarından bir oyun ile, bir çelmesi ile, bir kündesi ile, bir el-ensesi ile, hafizanallah, yine aynı şeyleri işletebilir. Eli ile, ayağı ile, gözü ile, kulağı ile, dili ile, dudağı ile… Gıybet ettirir, harama baktırır, haramı dinlettirir, olmayacak yerlerde olmayacak şeyleri -bir yönüyle- onun kafasının içine sokar. “Tevbe”, Cenâb-ı Hakk’a sağlam, yürekten bir dönüş ile dönme demektir.

“İnâbe”, Cenâb-ı Hakk’a o dönüşü bütün ruhu, kalbi, hissi ve vicdanı ile devam ettirmektir; tevbede temâdîde bulunma ameliyesine denir inâbe. Kur’ân-ı Kerim, وَأَنِيبُوا إِلَى رَبِّكُمْ وَأَسْلِمُوا لَهُ مِنْ قَبْلِ أَنْ يَأْتِيَكُمُ الْعَذَابُ ثُمَّ لاَ تُنْصَرُونَ “Size (artık iman etmenin fayda vermeyeceği) azap gelip çatmadan önce gönülden Rabbinize yönelip inâbede bulunun ve O’na teslim olun. Aksi halde, hiçbir şekilde yardım görmezsiniz.” (Zümer, 39/54) buyuruyor. “Azap gelip size çatmadan evvel, Cenâb-ı Hakk’a inâbede bulunun!” diyor.

Bunun bir kademe üstüne de “Evbe” deniyor. Kur’ân-ı Kerim’de bir-iki peygamber için إِنَّهُ أَوَّابٌ “O, tam bir teslimiyet ve samimiyetle Allah’a sürekli yöneliş halinde idi.” deniyor. Onlar, öyle ki, hataları bile onların gözünde adeta -bağışlayın- erâcif yığını gibi görünüyor. Altmış sene sonra bile akıllarına geldiği zaman mideleri bulanıyor. Cenâb-ı Hakk’a öyle bir teveccühte bulunuyorlar ki, o nezahetlerini sonuna kadar koruyorlar. Ona da “evbe” deniyor. Mebde’de, bunlar…

“Teyakkuz”, Tasavvuf’ta, işin başıdır; uyanık olmak, esasen, gözü açık olmak demektir. Varlığı ona göre mütalaa etmek.. eşya ve hadiseleri hallaç etmek.. onu bir kitap gibi okumak.. otu, ağacı, yıldızı, bir kitap gibi okumak… O kainat kitabı ile Allah’ın “Kelam” sıfatından gelen Kitap arasındaki mutabakatı temine çalışmak…

Teyakkuz; uyanık olmak, uyanık davranmak… Bu mülahazayla, hudutlarda nöbet bekleyen insanlara “uyûn-i sâhire” denir; “hiç göz kırpmadan hep dimdik orada duran insanlar” demektir. Teyakkuzu o şekilde anlayabilirsiniz. Sarf’ta, “Tefa’ul” (تَفَعُّل) kipinden geldiğinden dolayı, “yakazası engin, göbeğini çatlatasıya bir yakaza peşinde, göz kırpmama peşinde” demektir. Uyûn-i sâhire… Göz kırpmama, hep âdetâ Cenâb-ı Hakk’ı görüyor gibi; gi-bi… O’nun tarafından görülüyor ya; görüyor gibi… “Beni görüyor, bak; dolayısıyla ben de O’nu görüyor gibi olmalıyım!” Teyakkuz…

Sonra da yapılan şeylerde dişini sıkıp sabretmek.. Cuma günü -min vechin- bahsedildi burada. Sabır -esasen- çölde biten bir ot, bir ağaç; fakat meyvesi zehir-zemberek… Dolayısıyla, yendiği zaman insana çok ağır gelecek, zehirleyecek bir şey olması itibarıyla, onun ismi verilmiş sabra. İnsanın başına gelen şeyler, aynı tesiri icrâ ediyor.. yapmakla mükellef olduğu şeyler, aynı tesiri icrâ ediyor.. belâ ve musibetlere karşı sabretme, aynı tesiri icrâ ediyor.. haramlara karşı dişini sıkıp sabretme, onlara girmeme, aynı tesiri icrâ ediyor. Daha üstündeki şeylere sabır da söz konusu: Vakt-i merhûna karşı sabretme… Aynı zamanda Likâullah’a karşı sabır; emir O’ndan olursa, ben, öbür tarafa yürürüm “Şeb-i Arûs” diye… Bunlar da aynı tesiri icra ediyor. O da sabır…

   Bu yolda bütün bütün sevdalanmaya “muhabbet ve aşk”; sürekli köpürüp duran arzu, istek, neşe ve sevince “şevk”; bütün bunların, insan tabiatının önemli bir derinliği hâline gelmesine de “iştiyak” denir.

Yolun azığı bunlar.. Bunlar gibi, sevgiye giriş esasları var. Sevgi… İmam Gazzâlî hazretleri bahsederken, “Rızâ”yı, Allah’tan râzı olmayı, sevginin çok önemli basamaklarından biri olarak anlatıyor. Belki de “mancınığı” olarak diyebilirsiniz; belki de bugünkü ifadesi ile “roket atar”ı diyebilirsiniz. Öyle görüyor rızayı. Cenâb-ı Hak’tan râzı olunca, gönlünüz O’ndan hoşnutluk ile, sürekli o ritme dem tutunca, Cenâb-ı Hakk’ın sevgisine yönelirsiniz. Sevgi derinleşe derinleşe “aşk u iştiyak”a inkılap eder. Öyle ki artık sizi ateşe koysalar bile, zaten öyle bir ateşte yanıyorsunuz ki, diğer ateşin tesirini duymazsınız. Evet, sevgi, öyle bir şey…

Şimdi bunlar, yol azığı… Yolda gerekli olan şeyler yapılmaz ise, insan, sonuca varamaz. جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ * وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً، فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ “…Azığını tastamam yap; zira yol, çok uzun!..” Berzah yolculuğu var ki, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, elli bin sene, hafizanallah… Başkasının onu ifade ettiğini bilmiyorum da ben, Üstad’ın yaklaşımıyla, “teheccüd” bir yönüyle, o Berzah yolculuğunda insanlar için yolu aydınlatan projektör; bilmiyorum ondan daha yüksek aydınlatıcı şeyler neler ise, işte o.

Evet, yolun başında tevbe, inâbe, evbe, teyakkuz, sabır gibi sevgiye giriş esasları var; müntehâsında da -geldik ona- “aşk, şevk, iştiyak, üns, rıza, temkin gibi konumunun hakkını verme hususları. Bu azık ile yola çıkan, öyle tedbirli yola çıkan insan, işte rıza faktörünü de -Hazret’in dediği gibi- kullanınca, Cenâb-ı Hakk’a karşı bir “aşk” hâsıl oluyor. Âşık olunacak Zât’a karşı aşk esasen… Bir yönüyle kalbini, sadece O’na açmak… Aşk; kalbini O’na açmak… Aşk, kalbini O’na açmak… “Leyla’nın hânesi?” sorulunca, Mecnûn sinesini açtı gösterdi, “İşte hânesi!” dedi.

“Dil, beyt-i Hudâ’dır, anı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzûl eyleye Rahman, gecelerde. // Çün gündüz olursun nice ağyâr ile gâfil / Ko gafleti, Dildârdan bari utan gecelerde.” Sen, utan ve kalbini O’na tevcih et ki, tecellileri ile O da senin gönlüne misafir gelsin!.. Vakıa Zât, -bir yönüyle- oraya geliyor gibi ifade edilmiş; müteşâbih bir beyan bu! Onun yerine “tecelli” kelimesini kullanıyorum ben; müteşâbih, yanlış anlamalara sebebiyet verir diye.

Gönül öyle “aşk” ile şahlanmalı; O’ndan başka bütün mülahazalar, silinip gitmeli!.. Sonra, aşk olunca onda, iştiyâk-ı likâullah… Şevk ve iştiyak… “Şevk” bir yönüyle o mevzuda şahlanma demektir. “Aşk” oluyor ise, bir miktar daha vitesi yükseltme veya atı mahmuzlama ya da kanatları daha gergin hale getirme, üveyikleşme; bir canlı uçabileceği en yüksek zirvelere uçma adına nasıl açılacak ise, öyle açılma, “şevk”. Öyle diyebilirsiniz. Sonra bunu tabiatının bir derinliği haline getirme, kendisi için olmazsa olmaz haline getirme, ona da “iştiyak” deniyor. Sarfta, kelimenin hususiyetinin ifade ettiği manadır, bu. Şevk, o; iştiyak da o meselenin tabiatının bir derinliği haline gelmesi… Şevk; onun mutavaatı da iştiyak; tabiatının bir derinliği haline getirme, olmazsa olmaz haline getirme…

   Sevgi, mârifetin bağrında boy atar, gelişir; mârifet ilimle ve iç-dış ihsaslarla beslenir. Arif olmayan sevemez; ihsasları kapalı bilgisizler de mârifete eremez.

Değişik vesilelerle, Kıtmîr’in ifade ettiği gibi, iç dürtülerle ubudiyette bulunma… Değişik vazife ve sorumlulukları edâ etme adına emirler var: أَقِيمُوا الصَّلاَةَ “Namaz kılın!..” شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِي أُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ “…Oruç tutsun!” Emir, bu… وَأَقِيمُوا الصَّلاَةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ “Namazı ikâme edin; zekatı verin!” Emir, bu… Ve diğer emirler de bunlar gibi birer emir. Bu emirleri nazar-ı itibara almadan… Bunlar tabiatın öyle bir derinliği haline gelmiş ki, yemeğe, içmeye ve sâir beşerî mukteziyata ihtiyaç duyuyor gibi, onlara ihtiyaç duyma; mevsimi/miadı gelince, hiç o emirleri düşünmeden hemen o meseleye koşma demektir iştiyak. Tabiatının bir derinliği haline getirme, emirlerin dürtüsünü nazar-ı itibara almadan veya sevkini nazar-ı itibara almadan, yönlendirmesini nazar-ı itibara almadan, emirler pusulası ile mihrabını belirlemeyi nazar-ı itibara almadan, doğrudan doğruya tabiatın derinliklerine oturmuş, tahtını kurmuş o şevk ve o iştiyak ile hareket etme… O şevk ve iştiyak, seni yönlendirecek sürekli o mevzuda yapman gerekli olan şeylere… Böyle olunca, o meselenin içine -esasen- riya da girmez. Tabiî bir şeyi yaparken, içine nasıl riya girecek ki?!. Tabiî bir şey yapıyorsun!.. Asıl mesele, onu tabiî hale getirme; “Benim için tabiî bir ihtiyaç bu!” diyecek hale getirme. İştiyak…

Sonra, Üns… Onun da üstünde bir şey oluyor ki, ona “Üns billah” deniyor; yazılarda ifade edildiği gibi; Cenâb-ı Hakk’ın enîsi oluyor. Biraz evvelki mülahazalar içinde meseleye bakacak olursanız, “Hazîratü’l-Kuds” postnişini olma… Zât-ı Ulûhiyete ait, bî-kemm u keyf, önemli bir mahall-i tecellî, nüzûl veya tezâhür olan Hazîratü’l-Kuds… Hazîratü’l-Kuds ile postnişin olma, maiyyet-i İlâhiyeye erme… Bunu “ihsan” mülahazası ile değerlendirecek olursanız; “görülüyor olma” mülahazasını bir dürbün gibi, bir projektör gibi, bir rasathane gibi kullanarak, hep “O’nu görme” sevdası ile oturup-kalkmak…

“Tamam, bak, görülüyorum ben! Bu görülmeden iki büklümüm; ayakta durmaya gücüm yetmiyor, rükûa eğiliyorum. Onu da yetersiz buluyorum, secdeye kapanıyorum. اللَّهُمَّ لَكَ سَجَدْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَلَكَ أَسْلَمْتُ، سَجَدَ وَجْهِىَ لِلَّذِى خَلَقَهُ فَصَوَّرَهُ، فَشَقَّ سَمْعَهُ وَبَصَرَهُ، تَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ، خَشَعَ سَمْعِي وَبَصَرِي وَدَمِي وَلَحْمِي وَعَظْمِي وَعَصَبِي وَمَا اسْتَقَلَّتْ بِهِ قَدَمِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالِمِينَ ‘Allah’ım, Sana secde ettim, Sana inandım, Sana teslim oldum. Yüzüm, kendisini yaratan, şekil veren, kulağını ve gözünü yarıp çıkaran Yaratan’a secde etti. En güzel, yegâne yaratıcı Allah’ım, Sen ne yücesin. Kulağım, gözüm, kanım, etim, kemiğim, sinirim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir.’ diyorum. Beni Ahsenü’l-Hâlikîn olan Allah, böyle güzel yaratmış. Ne yapsam acaba?!. Daha ötesinde gidecek bir yer var mı, O’nun büyüklüğünü ifade etme, O’nu duyduğumu ifade etme, O’nun tarafından görülüyor olmayı ifade etme adına…” Bütün bunlar, hep o görme iştiyakı ile yanıp tutuşmanın ifadesi…

“Üns billah”, böyle bir şey; o iştiyakın da üstünde. “Enîs u celîs” tabirini kullanırlar. Celîs, oturan demektir; enîs de yoldaş, en yakın, sırdaş demektir. Bir yönüyle o mülahazayı ifade etmek için bu kelimeler kullanılmaktadır.

   Sevgili’nin her türlü muamelesini gönül hoşnutluğuyla karşılamaya “rıza”; duyma, hissetme, maiyyette bulunma mazhariyetinden ötürü kendinden geçme gibi hislere karşı dikkatli ve ölçülü davranmaya da “temkîn” demişlerdir.

Sonra “Rıza” ufku… Bu, “Rü’yet”in önünde midir, sonunda mıdır? O mevzuda bir şey söylemek zor. Rıza, bir yönüyle Rü’yet duygusunu tetikleyen faktör gibi. İnsan, Cenâb-ı Hak’tan razı olur ise, Allah da “Ben, sizden razıyım!” diyor. Hadis-i şerifte ifade ediliyor: “Ben, size verdiğim şeyleri verdim, başka bir isteğiniz var mı?” diyor ehl-i Cennet’e. -İstidradî dua: اَللَّهُمَّ أَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلأَبْرَارِ، بِشَفَاعَةِ نَبِيِّكَ الْمُخْتَارِ، بِفَضْلِكَ الْمَخْتَارِ، بِكَرَمِكَ الْمُخْتَارِ، يَا رَحِيمُ يَا رَحْمَانُ، يَا حَنَّانُ يَا مَنَّانُ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ “Allah’ım, ebrâr diye bilinen iyi ve hayırlı kullarınla beraber bizi de Cennet’ine dâhil eyle, seçkinlerden seçkin Peygamber’inin şefaatiyle, fazl ü keremin hürmetine!.. Ey Hannân, ey Mennân, ey Zül-celali ve’l-ikram.”- “Başka bir isteğiniz var mı?” buyuruyor. “Ya Rabbi, öyle şeyler verdin ki artık, ne isteğimiz olabilir?” mukabilinde, “Ben, sizden razıyım, hoşnut oldum!” buyuruyor. “Öyle mest-sermest olur, öyle kendilerinden geçerler ki…” Hani dünyada bir misal arıyorsanız buna, sizin kafanızı alıp götürecek, beyninizi alıp götürecek, sizi mest u mahmur hale getirecek bir şey; onu yudumlamış gibi kendinizden geçeceksiniz. Artık başka görecek, başka düşüneceksiniz: “Yahu varsa da bu imiş, yoksa da bu imiş!” İliklerinize kadar öyle bir zevk duyacaksınız ki, olmazsa olmaz o!..

Şimdi bu, bir yönüyle belki “Rü’yet” ile hemdem gibi bir şey, hem-âhenk gibi bir şey. Fakat bir mülahaza ile bakınca, Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini görmek, Cennet’in binlerce sene hayatına muadil geliyor. Ee bunun ötesinde midir Cenâb-ı Hakk’ın rızası, “Hoşnut oldum!” demesi; yoksa o “Hoşnud oldum!” demesi esas, Rıza kapısının açılması adına bir anahtar mı? Her ne ise, o mevzuyu çok kurcalamamak lazım. Bir de “Rıza” deniyor…

Fakat bütün bunlar, sonuçta Tasavvuf’taki ifadesi ile “Temkîn”e bağlanıyor. Allah, nerede dolaştırırsa dolaştırsın, nerede sizi gezdirirse gezdirsin, suda batmadan yürüyün, kuşlar gibi kanatlanın, yine de ubudiyet dairesinin edebine riayet etmeniz gerektiği vurgulanıyor.

Hani yine Hazreti Gazzâlî’nin ifade ettiği gibi, bazı kimseler Cennet’e girerken, bir yönüyle Berzah’ı görmeyecekler, çünkü kanatlanıp üzerinden geçmiş gibi olacaklar. Cenâb-ı Hak, öyle eylesin! Münker-Nekir’in yanından geçerken, onlar gelip bakacaklar: Tecessüm/temessül etmiş namaz.. temessül etmiş oruç.., temessül etmiş hac.. temessül etmiş irşad duygusu.. temessül etmiş dünyanın dört bir yanına yayılma, kendi temel değerlerimizi başkalarına duyurma.. yayılma-duyurma, yayılma-duyurma, yayılma-duyurma… Ve bütün bunları beklentisiz yapma… “Bir dikili taşım olsun!” mülahazasına bağlamama… Zira çıkara ve menfaate bağlanarak yapılan şeyler, devamlı değildir, bir yerde kesilir onlar.

Temkîn… Allah (celle celâluhu), öyle lütuflarla serfirâz kılıyor ki!.. Hatta bazıları Cemâl-i bâ-kemâlini müşahededen bahsediyorlar. Hazreti Muhyiddin gibi… Mebde-i hayatı itibarıyla imrenmeler yaşıyor. O, görülüyor olma mülahazasını çok iyi değerlendiriyor. Hayatının müntehâsı itibarıyla “görme”den bahsediyor. Değişik şeylerden bahsediyor, kendisini silip atıyor. Şimdi böyle zirveleştiği zaman bile kendisini bir şey görmeme… İşte şöyle-böyle kendi ile yüzleşme konusunun ele alındığı yazılarda anlatıldığı gibi…

   Âşık-ı sâdıklar, ne naz bilir ne de kuruntu tanırlar; onlar, iradelerinin hakkını vererek Hakk’a kulluğun en ince âdâbına riayet edip gösterişsiz, âlâyişsiz tam bir sebat ve ikdam kahramanı olduklarını ortaya koyarlar.

O yazılarda, belki başta seyyidinâ Hazreti Âdem’den bahsedilmesi icap ederdi ama ilk defa varlığın çekirdeği, mübarek nurânî çekirdeği, Hazreti Ahmed hakikati olması itibarıyla Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile başlandı. İnsanlığın İftihar Tablosu kendi ile nasıl yüzleşiyor? Hazreti Âdem, kendi ile nasıl yüzleşiyor? Hazreti Nuh, kendi ile nasıl yüzleşiyor? Hazreti Zekeriya, kendi ile nasıl yüzleşiyor? Hazreti Mesih, kendisi ile nasıl yüzleşiyor? Yakub (aleyhisselam) kendisi ile nasıl yüzleşiyor, kendini nasıl yerden yere vuruyor? Yusuf (aleyhisselam) kendisiyle nasıl yüzleşiyor? Ve ondan sonra Râşid Halifeler; Bû Bekr u Ömer u Osman u Ali, kendisiyle nasıl yüzleşiyor? Ve sonra bu hâleye müteveccih Zeynülâbidîn ve Üveys el-Karnî gibi büyükler kendileriyle nasıl yüzleşiyorlar? Ondan sonra Hasan Basri Hazretleri geliyor; Usbûiyye’si var; yani, haftanın her günü için okuduğu evrâd ü ezkârı; o kendini nasıl yerden yere vuruyor. Zannedersiniz ki hayatları hep günah çağlayanı içinde geçmiş! Oysaki hayallerini bile kirler kirletmemiştir, hayallerini kirletmemiştir.

Şimdi böyle zirveleştiği zaman bile insan, kendi konumunu çok iyi belirlemeli; orada naza-maza girmeden, saygısızca Cenâb-ı Hak’tan bir şeyler istiyor gibi tavırlara girmeden, Allah’a karşı hep saygısını korumalı!.. “Ben, O’nun boynu tasmalı bendesiyim, kölesiyim; üstümde istediği gibi tasarrufta bulunabilir. Gayrı O’nun istekleri dışında herhangi bir istekte bulunmak, yakışmaz bana!.. Sadece aczimi-fakrımı dillendirerek, muhtaç olduğum şeyleri yine O’ndan isterim!” mülahazası, temkînin ifadesi… Nazlanmama bu mevzuda, nazlanmama…

Hani biliyorsunuz, bir-iki şeyi biraz değiştirdim: Mesela, “Zulmet-i hicrinle…” deyince, özne olarak burada Zat-ı Ulûhiyetin anlaşılması da söz konusu; sözden anlayanlar anlarlar, Edebiyattan anlayanlar anlarlar. “Zulmet-i hicrinle…” Niyaz-ı Mısrî ki muktedâ bih zatlardan birisi… Öyle deme be sultanım!.. Vezin bozulmuyor, aruz bile bozulmuyor: “Zulmet-i hicranla bîdâr olmuşum, Yâ Rab meded! / İntizâr-ı subh-i dîdâr olmuşum, yâ Râb meded!” de. Çünkü Zât-ı Ulûhiyete olumsuz bir şeyi nispetten sakınmak lazım.

Bir diğeri: “Kerem kıl, kesme Sultanım, keremin bî-nevâlardan.” Şimdi Hazret diyor ki… Büyük bir zat, benim nazarımda kutup. “Keremkâne yakışır mı, kerem kesmek gedalardan!” Zât-ı Ulûhiyetin icraatında, O’na “Yakışır mı?!” denir mi? Efendim… “Sezadır Sana kerem kılmak gedâlara.” Evet, bu, Zât-ı Ulûhiyetinin lâzım-ı gayr-ı müfârıkı… “Senden beklenen budur!..” O’na yol gösterme, bir yönüyle “Şunu yapman daha isabetli olur!” falan deme; bunlar, saygısızlık olur ve temkîne aykırıdır.

Dolayısıyla temkin, insanda, niyaz duygusunu tetikler; insan, niyaz ile şahlanır. Temkîn duygusunu kaybeden, kendisini naza salar. Bu da yine kendisi ile yüzleşme mevzuunda ifade edilen hususlardandı.

Meselenin kabuğunda dolaştık, cevizin kabuğuna takılıp kaldık, özüne inemedik. Dolayısıyla da cevizin özünü size sunamadık, onu size tattıramadık; hele doyurma meselesine gelince, zaten o, bizden çok uzak bir şey. O mevzuda, o meselenin şakasını bile yapmak, saygısızlık olur. Dolayısıyla deyip-ettiğim şeylere -deyip-ettiğim şeyler arasındaki kutsal konular müstesna, onlar münezzeh; meselenin bana ait kısmana ve ifade tarzıma- “dırıltı” diyeceğim; dırıltılarım ile sizi tasdi’ ettim ve başınızı ağrıttım ise, siz kusura bakmayın, Allah da affetsin!..

Hicret ve Cihâd-ı Ekber

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücâhede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz.”

Pek çoğu itibarıyla bu arkadaşlar, kendi ülkelerinde/vatanlarında, toprağını tûtiyâ gibi gözlerine sürmek istedikleri kendi yurtlarında/yuvalarında kendilerine yaşama hakkı verilmediğinden, kendi ülkelerini terk edip başka yerlere “cebrî hicret” etmiş arkadaşlar. Bazıları da daha önceden “ihtiyârî” olarak böyle bir hicreti yapmış, Avrupa ülkeleri, Amerika dâhil dünyanın değişik yerlerine açılmış insanlar… Olup biten şeyler olup biteceği, en son o senaryo realize edileceği âna kadar, arkadaşlar, ihtiyarî olarak, kendileri isteyerek, hür iradeleri ile dünyanın değişik yerlerine hicret ediyorlardı. Daha sonra cebrî hicretler başladı.

Kur’an-ı Kerim’de, bu hicrete delâlet eden çok âyet var: وَالَّذِينَ هَاجَرُوا، وَالَّذِينَ هَاجَرُوا Bazı yerlerde, وَجَاهَدُوا diyor. Hatta bir sûrede iki defa, hemen hemen bir iki kelime farklılığı ile geçiyor: “Hicret ettiler, yurtlarını/yuvalarını terk ettiler ve aynı zamanda orada kendilerini cihâda verdiler, mücâhedeye verdiler.” deniyor.

Evet, “cihâd” kelimesini dillendirdiğimiz zaman, insanın aklına sadece “karşısına çıkan düşman ile savaş” meselesi geliyor. Bu, radikalizmin kullandığı bir malzeme ve başkalarının da gelip gelip hep ona takıldığı bir mesele… Oysaki mesele, siyakı ile, sibakı ile ele alındığı zaman onların anladıkları gibi değil.

Hicret ettiler, göç ettiler, yurtlarını/yuvalarını terk ettiler; ondan sonra da mücâhedede bulundular… وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ buyuruluyor ayet-i kerimede; “Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücâhede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah iyi davranan ihsan ehliyle beraberdir.” (Ankebût, 29/69) فِينَا deniyor; “Allah için, lillâh, livechillâh, li-rızâillah, li-şe’nillah ve li-hukuki Rasûlillah.” diyeyim ben. وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا Hizmet etme adına onlara yol yol üstüne, yollar yöntemler lütfettik…

Bir yol değil; değişik ülkelerin farklı kültür ortamlarına göre Allah (celle celâluhu) onları istihdam etti orada, farklı yöntemler kullandılar. Bir yol; temel disiplinler açısından çizgi korundu; Peygamberler güzergâhına riayet edilmeye çalışıldı. Fakat oradaki şartlar, konjonktür, küçük farklılıklar, nüans ve üslup farklılıkları ile farklı yollar… Esas/usûl değil, üslup farklılıklarıyla, “Değişik yollar/yöntemler hidayet ettik!” diyor Allah (celle celâluhu).

   “Cihâd-ı asgardan cihâd-ı ekbere dönüyoruz!”

Şimdi (Kur’an’daki “Cihâd” kavramında sadece) gittiğiniz yerde dal-kılıç, millete karşı maddî mücadele etmenizden bahsedilmiyor, gördüğünüz gibi… Meseleye derinlemesine baktığınız zaman, delâletin hiçbir çeşidi ile ona delalet etmediği görülüyor. Ama cihâdda aynı zamanda o mesele de söz konusu; ona “maddî cihâd” deniyor. İnsanlığın İftihar Tablosu da böyle bir cihâddan döndüğü zaman, “Cihâd-ı asgardan cihâd-ı ekbere dönüyoruz!” buyuruyor.

Ona (maddî mücadele ve harbe) “cihâd-ı asgar” diyor. O (cihâd-ı asgar), kendine mahsus bir kısım şartlar muvacehesinde tahakkuk ediyor. O, insanın “Usûl-i hamse” dediğimiz şeyleri, nefsini, neslini, ülkesini koruması adına, başkalarına karşı, muhakkak veya kaviyyü’l-ihtimal olan bir kısım hadiseler karşısında başvurduğu bir yöntemdir. Buna Abdurrahman Azzam “tedâfuî savaş” diyor; bu sözüyle -esasen- meseleye itiraz edilmeyecek şekilde bir çözüm, bir yorum getiriyor; tedâfuî, yani esas “müdafaa savaşları” bunlar. Ya mutlak, size karşı yola çıkmışlardır; mesela, Roma’dan kalkmış tâ Ürdün’e kadar gelmişlerdir, geleceklerdir, gelme ihtimalleri vardır. Yermük ve Tebük, o mülahazalar ile gerçekleşmiştir. Bir dönemde Ebrehe’nin ordusunun geldiği gibi ki Persler onları/Habeşleri tahrik etmişlerdir. Belli bir dönemde daha sistematik olarak gelmeyi planlıyorlar Müslümanlar üzerine, tamamen yok etmeye niyetlenerek. Evet, ya öyle muhakkak bir karşılaşmaya veya böyle kaviyyü’l-ihtimal bir karşılaşmaya karşı biraz evvel işaret ettiğim şeyleri (usûl-i hamseyi) müdafaa adına tedâfuî savaşlar…

Ama bu, bir, arada bir cereyan ettiğinden dolayı; iki, belli şartlara bağlı olduğundan dolayı; üçüncüsü, burada bu işin içine nefis de karışabildiğinden, “küçük cihâd” olarak adlandırılmış. Bazen, ganimet elde eder insan, kahraman olur, gazi olarak geriye döner… Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) toptan, hepsini birden nazar-ı itibara alarak “cihâd-ı asgar” diyor; “Küçük cihâd… Ondan, büyük cihâda dönüyoruz.”

Bir: O küçük cihâdın ruhlarımıza şöyle-böyle bıraktığı izleri silme adına, nöronlarımızda bıraktığı izleri, tozu-toprağı silme adına… Hâşâ sahabînin dimağında, nöronlarında, hipofiz bezinde, Talamus bezinde böyle bir kirlenme olmaz. Ama Kur’an-ı Kerim’in bu mevzudaki ifadeleri, kıyamete kadar gelecek insanlara göre olduğundan, Efendimiz’in ifadeleri kıyamete kadar gelecek insanları nazara alarak ona göre hitap olduğundan dolayı, meseleyi “ashâb” çerçevesinde ele almamak lazım.

Şimdi öyle bir cihâddan döndüğü zaman, insanlar ganimet ile dönüyorlar; belki bazıları yeni İslamiyet’e girmiş, henüz o işin âdâb u erkânını tam bilemiyorlar. Bunların zihinlerinde de hafif, tahayyülî bir kısım toz-duman olabilir. Bu, küçük bir şey… Esasen bundan büyük bir şey vardır: Burada alınan bu şeyler var ise, toz-duman var ise, hayal kirlenmesi var ise, nöronlara bulaşan bir şey var ise, esasen bunlardan arınma mevzuu… Ona da Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “cihâd-ı ekber” diyor; “büyük cihâd” diyor. O, insanın nefsine karşı, hevâsına karşı, şeytanına karşı, şeytanın şerarelerine karşı, sinyallerine karşı…

   “Baksana kendi hevâ ve hevesini ilah edinen, ilmi olduğu halde Allah’ın kendisini şaşırtıp, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözlerine de perde çektiği kimsenin haline!..”

O, belli sinyaller gönderir, şifre çözücü gibi; nefis de onu çözer. İnsanın hevâ-i nefsine de uygun gelir o, hiç farkına varmadan. مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ “Nefsini/hevâsını ilah ittihaz etti.” sözü ile ifade ediyor onu Kur’ân, neûzubillah. Ne demek bu? O (nefis, hevâ-i nefis) ne diyor ise, onu yapıyor insan: “Eğil!”, eğiliyor.. “Kalk!”, kalkıyor.. “Yat!”, yatıyor.. “Rükûa var!”, varıyor.. “Secdeye var!”, varıyor… Hevâsı ne diyor ise, onu yapıyor, hevâ-i nefsi ilah ittihaz eden…

 Ağızlar, her ne kadar لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ dese de, tavırlar ve davranışlar o mevzuda hangi heyecan ile mızrap yemiş ise, onun gereğini yerine getiriyorlar. Hangi duygu, hangi düşüncenin mızrabını yemiş ise şayet… “Dil” değil esasen; esas “dil” dediğimiz, Farsçada “gönül”dür. Meseleler, bir yönüyle “gönül”den çıkıp “dil-dudak” arasına gelince, biz de ona en uygun bir kelime bulmuş, “dil” demişiz; Arapça’da karşılığı “lisan”. Esprisi bu, meselenin…

Efendimiz’in “cihâd-ı ekber” dediği şey, insanın nefsine karşı, hevâsına karşı, şeytanın sinyallerine/şerarelerine karşı, hafizanallah, halkın takdir etmesine karşı, alkışlamasına karşı, dünyanın câzibedâr güzelliklerine karşı, hezâfirine karşı, tûl-i emele karşı, tevehhüm-i ebediyete karşı, dünyada ebedî kalacakmışçasına, bilerek dünyayı âhirete tercih etmesine karşı…

İnsan sürekli iç kontrol ile kendisini zapturapt altına almaz ise şayet, kaybeder; o savaşta kaybeder insan… Dolayısıyla bu, süreklidir; çünkü insan, her gün bir şey ile karşılaşır. Bir yerde takdire bahis mevzuu olan bir konu ile karşılaşır.. bir yerde bir alkış ile karşılaşır.. bir yerde bir makam ile karşılaşır; bir paye ile karşılaşır.. bir yerde “Ona elini sürdüğün zaman ibadet sayılır!” takdiri ile karşılaşır.. bir yerde “Allah’ın bütün evsâfını câmî bir zât-ı mümtaz (!)” takdiri ile karşılaşır… Hiç farkına varmadan, bu şeytan sinyalleri karşısında mağlup olur; o zavallı, Peygamberler güzergâhında düşe-kalka yürüyordur fakat farkında değildir. “İslam!” diyordur fakat deyişi -esasen- kalbin yediği bir mızrap ile bir ses değildir, bir soluk değildir; dile-dudağa emanet, gayet yavan, gayet zayıf, sadece güftügû’dan ibarettir… Güftügû, dedikodu demektir. Dedikodu Müslümanlığı…

Bu itibarla, bu, sürekli olduğundan, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bundaki başarıyı, öbüründeki başarıdan çok daha büyük görüyor ve o başarıya göre buna “cihâd-ı ekber” diyor.

   Hakk’a adanmış ruhlar, haritadaki konumunu dahi bilmedikleri yerlere irâdî hicret ile gittiler; gittiler ve “cihâd-ı ekber” yörüngesinde, hal ve temsil kanatlarıyla mücâhede ettiler.

Şimdi, arkadaşların durumları, işte böyle bir “cihâd” durumu… Allah (celle celâluhu), bir dönemde iradî olarak hicret ile onları tavzif etti. Bazıları da arkada kaldılar, onları desteklediler; kuvve-i maneviyelerini desteklediler, imkân açısından desteklediler, “Gidin, yolunuz açık olsun!” dediler, yollarına su serptiler, “Gitsinler, dönsünler, gelsinler!” dediler. Böyle karşılıklı “teâvün” oldu, “tesânüd” oldu, bir yönüyle “mesâînin tanzimi” oldu, Allah’ın izni-inayetiyle. Cenâb-ı Hak da bu vifâk ve ittifaka çok engin tevfîklerde, muvaffakiyetlerde bulundu. İslam’ın güzelliklerini hâl ile ve temsil ile başkalarının ruhlarına da nefh etme.. âdetâ bir sûr ile üflüyor gibi.. sûr değil, Mevlânâ’nın “ney”i ile seslendiriyor gibi tatlı tatlı nağmeler ile… Yerinde “Sabâ” ile, yerinde “Uşşâk” ile, yerinde “Hüzzâm” ile, yerinde “Rast” ile, yerinde “Hicaz” ile… “Burada bu gider, burada bu gider, burada bu gider!” dediler. Mizaçlara göre, mezâklara göre, kültür ortamlarına göre, Allah’ın izni ve inayeti ile, hâl ve temsil diliyle anlatacaklarını anlattılar.

Şimdi elektronik tabloya yansıdığı gibi, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا Sevr sultanlığında… “Tasalanmayın, Allah, bizimle beraber!” Allah, beraber olduğunu gösterdi, hissettirdi. Öyle yerlere gittiler ki, o yer ile alakalı bir seminer dersi almamışlardı. Nereye? Zannediyorum haritayı önlerine koysaydınız: “Gideceğin şu yerin nerede olduğunu hemen, derinlemesine çok düşünmeden, parmağınla bana işaretle, ben de sana Nobel ödülü vadediyorum!” deseydiniz, bilemezlerdi. Sordular, gidip havaalanına, sordular; “Falan yere nereden gidiliyor, nasıl gidiliyor; uçak oraya gidiyor mu?!” falan… Öyle gittiler oraya. Ve giderken beş kuruşları yoktu. Belki sermaye olarak sadece karakterlerini, temsil güçlerini, hâl güçlerini ortaya koydular, Allah’ın izni-inayeti ile.

Cenâb-ı Hak da kale kapıları gibi kalblerin kapılarını açtı onlara. Hiçbir devlete müyesser olmayacak şekilde onlara hizmet ettirdi. Allah’ın izniyle, hâlâ da devam ediyor; onca tahribata rağmen devam ediyor. Evet, Cenâb-ı Hakk’a dua ve niyazda bulunalım -antrparantez- Cenâb-ı Hak, kıyamete kadar devam ettirsin. Çünkü o devamı işaretleyen, aynı zamanda gayb-bîn gözüyle görüp olacağını haber veren veyahut da bir hedef olarak gösteren Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm idi, sallallâhu aleyhi ve sellem: “Benim adım, güneşin doğup-battığı her yere gidecek.” diyor. Gecenin bitmediği, gündüzün bitmediği yerleri düşünün; penguenlerin dünyasından Kuzeyde bilmem nereye kadar… “Nerede Güneş doğup-batıyor ise, oraya kadar Benim nâmım ulaşacak!..” diyor.

Cenâb-ı Hak, onu çok kısa zamanda lütfetti, yaptırdı, biiznillah, biinâyetillah. Fakat o meselenin mahiyet-i nefsü’l-emriyesini bilmeyen nadanlar… “Nâdanlar, eder sohbet-i nâdan ile telezzüz / Divânelerin hemdemi, divâne gerektir.” “Sohbet-i nâdân, alâmet-i nâdânist.” Sâdî diyor, Gülistan’ında. Öyle, nâdanlar ile arkadaş olmak, onlar ile düşüp-kalkmak, arkalarından sürüklenmek; bu, cahillik alametidir.

Evet, arkadaşlarınız gittikleri her yerde -böyle- manevî cihâd ile mücâhede ettiler. Bir kere daha tekrar edeyim: “Cihâd” dediğimiz zaman, bir, maddî cihâd; biraz evvel arz ettiğim gibi, usûl-i hamsenin -“Hürriyet”i de ilave eden Usûlcüler var, “usûl-i sitte” olur o zaman.- muhakkak tehlikeler karşısında korunması, onlara karşı verilen savaşta maddî mukabelede bulunulmasıdır ki, buna “cihâd-ı asgar” deniyor. Fakat “cihâd-ı ekber”e gelince, o, devam ve temâdî ediyor. Bunun devam ve temâdîsi de insanın kendini sürekli iç kontrolüne tâbî tutması, kendi ile yüzleşmesi; sürekli -son yazılarda anlatıldığı üzere- kendiyle yüzleşmesi.. bir yönüyle, Allah ile münasebetini tekrar ber-tekrar gözden geçirmesi.. kendisini İslam’ın temel disiplinleri ile birkaç defa her gün test etmesi.. “Allah ile münasebetim nerede, acaba Ben nerede duruyorum? Nerede durmam lazım geldiği halde, şimdi neredeyim?” demesi… Bütün bunları, hem de kendini gördüğü yerin de birkaç adım gerisinde olarak kendini mütalaaya alıp gözden geçirmesi… Mesela, Cenâb-ı Hak, bir yere götürmüştür; bir el işareti ile kocaman bir belde, nûr-i iman ile tenevvür etmiştir. Fakat birkaç adım geriye çekilerek, “Ben olmasaydım, herhalde bu mesele çok daha ileriye gidecek idi!” mülahazasına bağlı, “Bir yönüyle bu mesele, bana bağlı gittiğinden dolayı, bana ait takılmalardan ötürü, takılma oldu!” demesi…

   Hicret, Mücâhede ve Sabır… Ah bunu bir bilselerdi!..

Evet, وَالَّذِينَ هَاجَرُوا فِي اللهِ مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَلَأَجْرُ اْلآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ * اَلَّذِينَ صَبَرُوا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ “(Bulundukları yerde inançlarından dolayı) zulme maruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri elbette dünyada güzel bir şekilde yerleştirir, onlara güzellikler hazırlarız. Âhiret’te verilecek mükâfat ise şüphesiz daha büyüktür. Ah, (insanlar) bunu bir bilselerdi!.. O muhacirler, (inançlarından dolayı başlarına gelenlere) sabretmişlerdir ve ancak Rabbilerine dayanıp güvenmektedirler.” (Nahl, 16/41-42) Bakın, diyor ki: Zulme uğradıktan sonra bunlar, hicret ettiler. لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً Dünyada, Biz, onlara mutlaka güzellikler hazırlayacağız. Ama onun ile yetinmeyecek sadece, وَلَأَجْرُ اْلآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ Âhiretin ecrine gelince, o, çok daha büyük!..

Aynı sûredeki ilgili ikinci ayette ise -Zannediyorum yukarıdaki ayetten birkaç sayfa sonra, Nahl sûresinde.- diyor ki: ثُمَّ إِنَّ رَبَّكَ لِلَّذِينَ هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُوا إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ “Buna karşılık, şüphesiz ki senin Rabbin, imanlarından dolayı mihnet ve işkenceye, zulme ve baskıya maruz kalan ve nihayet hicret eden, ardından Allah yolunda mücâhede eden, çalışıp didinen ve sabredenlerle beraberdir. Evet Rabbin, onların bütün bu güzel davranışlarına karşılık olarak elbette günahları çok bağışlayandır, (bilhassa mü’min kullarına karşı) hususî merhameti pek bol olandır.” (Nahl, 16/110)

İmtihana tâbi tutuldular, bundan dolayı hicret ettiler; imtihana tâbi tutuldular, cebrî hicrete maruz kaldılar. Ama gittikleri yerde boş durmadılar; mücâhedede bulundular, manevi mücâhede ile gönüllere otağlar kurdular. Allah (celle celâluhu) kalblere vüdd vaz’ etti. Cibril, bütün gök ehline duyurdu: “Allah, falanları seviyor, siz de sevin!” Efendimiz buyuruyor. Sonra Cenâb-ı Hak, onlara yeryüzünde gönüllerde alaka, sevgi ve vüdd vaz’ etti. Sonra gittikleri yerlerde sıkıntılara maruz kaldılar: Kamp sıkıntısı çektiler.. vize sıkıntısı çektiler.. geçim sıkıntısı çektiler.. muâvenetlere muhtaç oldular.. himmetlere muhtaç oldular… Ama dişlerini sıkıp “aktif sabır” içinde sabrettiler. اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ “Sabır, kurtuluşun sihirli anahtarıdır.” Sabrettiler, şikâyet etmediler…

Buna bir şey ilave ediyoruz: Aktif Sabır. Durağanlığa kendilerini salarak değil; o, insanı dağılmaya götürür, saçılmaya ve savrulmaya götürür. Hareket halinde sabır… “Ben, buradayım; şartlar, ne yapmama müsait? Konjonktür, bana ne kadar müsaade ediyor, vize veriyor?” Ona göre… إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ Bundan sonra artık, şüphesiz Senin Rabbin… Hem de Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâm-ı celiline izafe edilerek… Muhatap olarak O’nu alarak: “Senin Rabbin…” Yani, Kendi ufkun itibarıyla, nâ-kâbil-i idrak; o nâ-kâbil-i idrak Zât-ı Baht var ya!.. O, لاَ تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ var ya!.. İşte o Senin tam bildiğin, başkalarının bilemediği Zât var ya!.. O, Senin Rabbin, مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ Bütün bunlardan sonra… Bir de “Lâm-ı Te’kîd” var; لَغَفُورٌ رَحِيمٌ Günahları yarlıgayıcı… Mübalağa kipi ile; günahları yarlıgamada eşi-menendi yok!.. Bir de Rahîm; merhamet etmede de eşi-menendi yok!.. 

Hususiyle bu “Rahîm” kelimesi, رَحْمَنُ الدُّنْيَا، رَحِيمُ اْلآخِرَةِ denmesi de gösteriyor ki, kemâli ile âhirette tecelli ediyor; Cennet şeklinde, ırmaklar şeklinde, Hûriler şeklinde, Gılmanlar şeklinde… Ama zannediyorum, sizler, Hazreti Mevlânâ, Yunus Emre ve Hacı Bektaş gibi kimselerin mülahazasıyla, estağfirullah, daha arkalara giderek, anamız, büyük anamız Râbia Adeviyye mülahazasıyla -Ne kadar saygı duyduğumu zannediyorum kendisi bile bilmiyordur, Rabia validemize ne kadar saygı duyduğumu!..- “Ne helva, ne selva; illa Rü’yet-i Mevlâ!” dersiniz. Zannediyorum, ne Cennet’in ırmakları, ne köşkleri, ne villaları… Ama onlar, Allah tarafından birer atâya olduğundan dolayı, “Veren”in (celle celâluhu) hatırına, tahdîs-i nimet kabilinden kabul edilir. “Yâ Rabbi! Bundan dolayı da teşekkür ederiz, fakat gönlümüzü kaptırdığımız şey bizim, başkaydı; o da Senin cemâl-i bâ-kemâlini müşahede etmek!..”

Cennet’in binlerce sene hayatı, bir dakikasına mukabil gelmeyen Cemâl-i bâ-kemâlini müşahede etmek… Dünyada, ukbâda, bütün sistemlerde, trilyonlarca sistemde, Senin serpiştirilmiş güzelliklerinin hepsini bir anda müşahede etmek… Bu, öyle bir şey ki, gördükleri zaman, bayılacaklar… Çok tekrar ettiğim gibi, فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ * فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ اْلاِعْتِزَالِ “Gördükleri zaman onlar, Cennet nimetlerini unutacaklar. Yazıklar olsun o ehl-i İ’tizâl’e ki, görmeyi inkâr ediyorlar. Yuf olsun onlara!” diyor, Bed’ü’l-Emâlî’de. Evet, şimdi bunlara dilbeste olmuş, Allah’ın izni-inayetiyle, yürüdüğü yolda yürüyor ve yaptığı o manevî cihâdı da yapıyor. Öyle birine karşı, bu ayette de ifade buyrulduğu gibi, Allah, Gafûr’dur, Rahîmiyeti ile orada tecelli edecektir.

   Burada çektikleriniz ötede tatlı birer menkıbeye dönüşecek; gözlerinizin görmediği, kulaklarınızın duymadığı ve akıllarınızın alamayacağı güzellikler içinde o menkıbeleri birbirinize anlatıp sohbet edeceksiniz.

O, Kendisi ifade buyurduğu gibi, bir kudsî hadiste de -O Kudsî hadise tercüman olan Zât’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) da canımız kurban olsun!- Allah şöyle buyuruyor: أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Salih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insan kalbinin de tasavvur edemediği nimetler hazırladım.” Sâlih kullarıma… Yaptığı her şeyi arızasız, gıllügışsız, içine bir şey bulaştırmadan; şöhret, nam, nişan, dünyevî ad, istikbal, yaşama zevki, bohemlik duygusu, rahat hissi, dünyayı bilerek âhirete tercih etme duygusu bulaştırmadan yapan… Bütün bunları elinin tersiyle itmiş; hep neye tâlip olacak ise şayet, ona olmuş. Bunların hepsini terk etmiş; bir yönüyle, “Tâlî şeyler bunlar, benim için!” demiş. أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ Sâlih kullarıma… Arızasız, kusursuz…

“İbadet” mi, “Ubudiyet” mi, yoksa “Ubûdet” mi? Cenâb-ı Hak, o zirveyi (ubûdet zirvesini) cümleye müyesser kılsın. O yolda olanlar, “Ben oraya ulaşacağım!” diye o niyet ile yürüyorlar ise, Allah, onunla mükâfatlandırır. Niyeti sağlam tutmak lazım; o niyete göre adım atmak lazım. O ufku yakalama adına kanatlanmak, üveyikler gibi kanatlanmak, ona doğru yürümek lazım!.. أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ Hiç göz, görmemiş… وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ Kulak işitmemiş… وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ Hiç kimsenin de tahayyül, tasavvur dünyasına gelecek gibi değil; insanın tahayyül edeceği, aklına geleceği gibi şeyler değil bunlar. Ben, sâlih kullarıma onları hazırladım.

Şimdi o salah korunduğu takdirde, tamamen her şey O’nun için yapıldığı takdirde, Allah (celle celâluhu) öyle şeyler lütfediyor ki, zannediyorum burada çekilen şeyler, o sıkıntılar, hani o imtihanlar, o iptilalar filan, öbür tarafta -Kur’an-ı Kerim’in başka bir ayeti ile ifade ettiği gibi- karşılıklı koltuklarda oturup anlatacakları menkıbelere dönüşüyor. Bizim geçmişte olan şeyleri anlattığımız gibi…

Ben 27 Mayıs’ı da gördüm, onun tokadını yedim; 12 Mart’ı gördüm, onun da tekmesini yedim; 12 Eylül’ü gördüm, onun çift tekmesini (çiftesini) yedim; 28 Şubat’ın hem tekmesini hem yumruğunu yedim. Fakat şimdi oturmuş bunları birer menkıbe gibi anlatıyoruz; rahat, Bedir’i anlattığımız gibi, bilmem nerede Ukbe İbn Âmir’in zaferini anlattığımız gibi, Perslere karşı zaferini anlattığımız gibi anlatıyoruz. Dudaklarımız ister istemez geriye gidiyor, meseleler artık bir menkıbe durumuna düşmüş gibi oluyor. Dolayısıyla bugün bu çekilen şeyler, Hak yolunda olanlar için, öbür tarafta insanların karşılıklı birbirine anlatacağı menkıbeler haline gelecek. Ve sonra dönüp bakacaklar: “Bu işleri bize yapan insanlar acaba neredeler?”

İnşaallah öbür tarafa (Cehennem’e) gitmezler; inşaallah, Araf’ta da kalmazlar. Orası da ayrı bir şey: Bir oraya bakma, bir beri tarafa bakma. Onun hakkında farklı yorumlar var: Sonradan girenler… Önce girememişler demek. Ama o tarafı da görüyorlar, bu tarafı da görüyorlar. Öbür tarafa bakınca, endişe ile titriyorlar; beri tarafa bakınca da sevinçle, inşirah içinde şahlanıyorlar. “Allah’ım, Allah’ım, Allah’ım!” diyorlar. اَللَّهُمَّ أَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلأَبْرَارِ، بِشَفَاعَةِ نَبِيِّكَ الْمُخْتَارِ، وَآلِهِ اْلأَطْهَارِ، وَأَصْحَابِهِ وَأَتْبَاعِهِ وَأَتْبَاعِ أَتْبَاعِهِ اْلأَخْيَارِ “Allah’ım, ebrâr diye bilinen iyi ve hayırlı kullarınla beraber bizi de Cennet’ine dâhil eyle, seçkinlerden seçkin Peygamber’inin şefaatiyle, O’nun tertemiz aile fertleri, ashâbı, onları takip edenler ve sonrakiler arasında adım adım onların izinden gidenler hürmetine.”

   “Dünyayı kesben değil; kalben terk etmek lazım!”

Dünya, bundan ibaret: “Çeşm-i ibretle nazar kıl, dünya bir misafirhanedir / Bir mukim âdem bulunmaz ne acîb kâşanedir / Bir kefendir âkıbet sermayesi şâh u geda / Bes, buna mağrur olan Mecnun değil de ya nedir?” Bırakın birileri saraylarda mecnunluk yaşasınlar, villalarda mecnunluk yaşasınlar, filoları olmakla mecnunluk yaşasınlar! Bence “akıllıca” yaşamak, tamamen öbür âleme kilitlenmektedir.

Ha, Cenâb-ı Hak, dünyada da dünyevilikler ihsan edebilir size. Ticaret yapıyorsunuzdur, zenginlik verebilir. Hazreti Osman’a vermiş, Abdurrahman İbn Avf’a vermiş. Radıyallahu anhüma; ikisinden de Allah, trilyon defa, katrilyon defa razı olsun, Allah razı olsun!.. Ama vermesi gerektiği bir yerde, lazım olduğu bir yerde -öyle diyorlar- beş yüz tane deveyi yükü ile vermiş. Beş yüz değil mi?!. Evet, yüküyle vermiş. Bu ne demek, biliyor musunuz? Günümüzde başları döndüren o zırhlı arabalar var ya; işte onların beş yüz tanesini birden verecek kadar… Kalbi o kadar açık; içine o kadar sokmamış o meseleleri, o kadar dışında dönmüş, o kadar meselenin emanetçisi gibi bakmış. Hazreti Pîr de bu meseleyi -anahtar ifadelerden bir ifadedir- şöyle vurgular: “Dünyayı kesben değil; kalben terk etmek lazım!”

Abdurrahman İbn Avf, Hazreti Osman ölçüsünde… İhtimal… Aşere-i Mübeşşere’den; hâşâ bir tırnağı olamam ben. Cenâb-ı Hak lütfetse, ben de onların arkasından kuyruk sallayarak bir fino gibi gitsem!.. Başımı -çok rahatlıkla- ayaklarının altına koyarım Abdurrahman İbn Avf’ın!.. Ama İnsanlığın İftihar Tablosu buyuruyor ki: “Abdurrahman İbn Avf’ı, Cennet’e sürüklenerek girerken gördüm.” “Sonradan giriyor.” diyor, servetinden dolayı… Bunu duyunca Hazret, bütün servetini Allah yolunda infak ediyor. Demek hiç gönlüne girmemiş onun.

Şimdi bu açıdan, meşru dairede kazanılan şeyler, verileceği yerde rahatlıkla verilmeli!.. Sizin insanınız, yani kardeşleriniz, o Anadolu’nun mübarek insanı, kafaları bozulacağı âna kadar… Değişik yerlerde, hiç anlamayan insanlar bile cömertlik sergilediler. Adını vermeyeceğim; anlamayan, bu işlerden anlamayan biri vardı. O dönemde herkesin kapısına gittik, tek bir yerde olumsuz bir tavır görmedik. Çok farklı insanları, ateist, deist, materyalist, pozitivist, bilmem ne, herkesi ziyaret ettik; hiç olumsuz bir tavır ile karşılaşmadık. Yine bu duyguya yakın birisinin yanına gitmiştik. Daha o zamanlar beş-altı tane okul vardı. Ben, onların nasıl yapıldıklarını anlatınca, öyle şahlandı ki adam, “Yahu, hocam, bir tane de ben yapayım!” dedi.

   Hizmetlerin “Kur’ânî Makuliyet” etrafında toplanmış adanmış ruhlarca yapıldığını göremeyen basar ve basiret mahrumları “Milyarlara hükmediyor!” diyorlardı; keşke anlayabilselerdi!..

Farkında değil bu insanlar!.. Yok bilmem Cemaat bir şey yapmış da!.. Yok, Kıtmîr, milyarlar ile meşgul oluyormuş da!.. Kıtmîr’in kitaplarının telifinden gelenden başka şeyi yok; emekli maaşı bile almıyor. Vaizlik… Vaaz etmediğim dönemde, emekli maaşımı almadım; bir fakire veriyordum ben onu. Çünkü vaaz ederken bile sorarak maaş aldım. Çünkü vaaz etme, esas, emr-i bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-münkerdir; dolayısıyla şüphelendim. İmamlık yapıyordum. Fukahâ, müteahhirîn ulema, imamlıkta maaş almayı tecviz etmişler; fakat ben vaizlikte maaş almayı tecviz edene rastlamadım. On yedi, on sekiz yaşında iken, vaizlik-müftülük imtihanını kazanmıştım. Askerliğimden üç sene evvel Edirne’ye gitmiştim, o imtihanı kazanmış olarak gitmiştim.

“Acaba vaiz olsam, emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münkerden maaş mı almış olurum? Yahu Allah’ın emrini emredeceksin, nehiylerini yasaklayacaksın, sonra da para alacaksın?!. Bu iş, bedava yapılır.” Sordum ben, Çağın Sözcüsü’nün önde gelen talebelerinden birisine sordum: “Ağabey!” dedim, “Bana vaizlik teklif ediyorlar ama ben bundan şüpheleniyorum!” Dedi ki: “Aynen senin gibi birisi geldi; Hazret-i Pîr-i mugân, Şem’i tâbân ve Ziyâ-i himmete dedi ki: ‘Efendimiz! Bana vaizlik teklif ediyorlar, yararlı olacağımdan bahsediyorlar. Ama ben, alacağım maaştan şüpheleniyorum. Emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker karşılığı maaş alınır mı?’ Buyurdular ki: ‘Ona ihtiyacın var ise, al onu. Ona ihtiyacın yok ise, aldığını başkalarına infak et!’” Kıtmîr de vaizlikten çekildiği zaman, bir fakir aileye veriyordu. Sağ olsun (!) bunlar geldiler; bunlar çok hayırhah olduklarından (!) dolayı, “Sen, vaaz etmekte maaş almayı tecviz etmiyordun; vaaz etmediğin bir dönemde onu başkalarına yedirmen de caiz değildir. Seni -böyle- bir günahtan kurtarmak için, o maaşı da kesiyoruz!” dediler. Efendim, işin doğrusu bu fıkha da bayılmamak mümkün değil (!)

“Milyarlara hükmediyor!” diyorlar. Aslında teşvik… “Kur’ânî Makuliyet”te bir araya gelme… Bu tabir kime ait biliyor musunuz? Tâbiîn dönemindeki el-Muhâsibî diye birisine; kılı kırk yararcasına yaşayan bir insana… Kılı kırk yardığı zaman bile “Yahu bunlardan, bu kırk tanesinden bir tanesini de yine kırka yarabilir miyim?” diyecek kadar ince yaşayan bir insana… Kılı kırk yarma değil, kırkta birini bile kırka yarma hesabı ile oturup kalkan birisine: el-Muhâsibî. Onun için günümüzdeki teologlar hoşlanmazlar ondan. Neden? Yaptığı teklifler öyle ağır ki, onun karşısında kendilerine “Müslüman!” diyemezler, ondan dolayı. Dolayısıyla “Onun kitapları okunmasın!” derler.

“Kur’ânî Mantık” etrafında insanlar, bir araya geliyorlar. Siz diyorsunuz ki: Günümüzde insanlığın çok önemli dertleri/problemleri var. Mesela, ilhad problemi var. Hal ile, temsil ile bu işi ortaya koyabilecek insan kahtından dolayı, insanlar inanca karşı uzak duruyorlar. Hele bir de günümüzdeki radikalleri görünce… IŞİD gibi; Allah ıslah eylesin!.. Boko-Haram gibi; Allah, ıslah eylesin!.. Murâbıtîn gibi; Allah ıslah eylesin!.. Onlara silah yardımı yapanları, dolayısıyla onların çizgisinde olanları da Allah ıslah eylesin!.. Bakın, ne kadar, Allah’ın ıslahına ihtiyacı olan insan var!..

Evet, materyalizme inhimak gibi problemler var. Düşünün belli bir boşluk değerlendirilerek, Marksizm, toplumun hayatına hâkim oldu; Leninizm, toplumun hayatına hâkim oldu… Daha çok farklı cereyanlar, toplumun hayatına hâkim oldu. Deizm, şimdi çok yaygın, Türkiye’de de yaygın; toplumun hayatına hâkim oldu. Bu, bir toplum için önemli bir problem. İnanç, çok önemli, insanı şahlandıran kanat; ona mukabil bunlar, o kanatları kıran, insanı felç eden faktörler, sebepler. Bunlara karşı makul yol nedir? Şayet insanları bu türlü dertlerden iyi reçetelerle uzaklaştırmak mümkün ise, onu uygulamalı!.. Metastaz yapmış kanser gibi, AIDS gibi olmuş bu problemleri izale etmenin yolu, şayet eğitim ise, eğitim yolu ile bu problemleri izale etmeli!..

İkinci bir problem nedir? İnsanların ihtilafı, birbirini yemeleri; canavarlar gibi, yamyamlar gibi birbirlerini yemeleri… Bu ihtilafa ve tefrikaya karşı, değişik yerlerde açacağınız okullar ile, siyahı, beyazı, turuncuyu yan yana getirerek, esasen, insanlık çapında kardeşlik düşüncesini tesis etme… Dünyanın problemlerini halletme adına yapılması gerekli olan bir şey de bu…

Diğer bir problem nedir? Cehalet… İnsanları, Allah’a doğru giderken, o güzergâhta, Peygamberler şehrâhında, düşe-kalka hale getiren faktörlerden bir tanesi de cehalettir. Bunu izâle etmenin yolu da yine “eğitim” yoludur.

Şimdi siz bunları anlattığınız zaman, “İhtilafa çâre… Cehalete çare… Fakirliğe çâre… Ve dolayısıyla ilhâda çare… Birbirini yemeye çare… Bunların hepsi, eğitim reçetesi ile, mektep reçetesi ile, aynı zamanda pozitif ilimler ile, size ait değerlerin hallaç edilerek beraber sunulması sayesinde, Allah’ın izniyle, zâil olacak!..” dediğiniz zaman, siz bunları söyleyince, el-âlem meseleyi makul buluyor. Muhâsibî’nin ifadesine göre “Kur’ânî Makuliyet”. Sünnetî Makuliyet, yani Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunun makuliyeti çerçevesinde bir araya geliyor; herkes o istikamette saçılıyor, dökülüyor; dolayısıyla elinde-avucunda ne var ise, veriyor, Allah’ın izni-inayetiyle.

   “Kim gönül yıkar ise, iki cihan bedbahtı…”

Ve öyle oldu; öyle gelişmeler oldu. Gün geldi, dünyanın yüz yetmiş küsur ülkesinde bin dört yüz tane okul oldu. Bunu görmezlikten gelmek, hem “basar”sızlık, hem de “basiret”sizliktir, körlüktür.

Diğerini ifade etmek için ise, sözlüklerde, ansiklopedilerde kelime bulamıyorum ben. Bunu görmezlikten gelme değil, bunu yıkma cehdi içinde bulunma… Böyle canavarlığın, böyle bir şenaatin, böyle bir denâetin hangi isim ile anılacağını bilmiyorum. İsterseniz, “Diyanet İslam Ansiklopedisi” var, bilmem kaç cilt, otuz küsur cilt mi ne? Alın ona bakın. Bu tabloyu ifade edebilecek kelime bulamazsınız. “Vahşet” deseniz, “Yahu bana hakaret ediyorsunuz!” der. “Denâet” derseniz, “Yahu hakaret bu, benim için!” der. “Şenâat” deseniz, “Hakaret!..” “Şeytanî şerâre” deseniz, “Yahu hakaret bana!” der. Şeytan der ki “Yahu bunu bana nispet etmeyin. Benim yaptığım şeyler belli, sınırlıdır. Bunlar öyle şeyler ki, benim yapmayı planladığım şeyleri çoktan geçti.” Evet, böyle derler.

Kur’ânî makuliyet ile teessüs etmiş şeylere karşı “cihâd-ı asgar” ilan etmek ve bunu “Sevap kazanıyorum!” diye yapmak, “cihâd-ı ekber” hakikatinden habersiz nâdanların işidir. “Nâdanlar eder sohbet-i nâdânla telezzüz / Divânelerin hemdemi divane gerektir.”

Elektronik tabloya şu yansıdı: “Gönül Çalab’ın tahtı / Çalap, gönle baktı // Kim gönül yıktı ise…” Yunus Emre’nin ikinci mısraını değiştiriyorum biraz: “Kim gönül yıktı ise / O, iki cihan bedbahttı.”

Evet, yıkılan gönül sayısı ne kadar? “Kim gönül yıktı ise…” Şu anda ben kendi kafamda, böyle ihtimalî hesaplar ile kendime göre değerlendiriyorum; on beş milyon insanın gönlü kırılmış!.. Neden? Çünkü bir milyona yakın insan mağduriyet yaşıyor ise, annesi, babası, amcası, dayısı, teyzesi, halası, komşusu, akrabası, aynı masada oturduğu sınıf arkadaşı, öğretmeni/muallimi, talebesi… Biri, yirmi ile çarpacaksınız; bir milyon ise, yirmi milyon insanın içine sürekli kan damlıyor demektir.

Bu, öyle bir cinayettir ki, şeytan, öbür tarafta bu cinayeti gördüğü zaman -Zaten bazı yerlerde o kaçamak diyalektiğini yapıyor; Kur’ân-ı Kerim ifade ediyor.- diyecek ki: “Vallahi, billahi, tallahi; ben bunların hiç birini yapmamıştım!”

Yangın, İmtihan ve Yardım

Herkul | | BAMTELI

M. Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Tulumban al yetiş imdada, yangın var!..”

Mahmud Esad’ın “Yangın var!” yazısını bilirsiniz. Ben o yangını her zaman içimde hissediyorum. Cayır cayır nesillerin yandığı, dinî değerlerin ayaklar altına alındığı, hakkın-adaletin odun parçası gibi ateşin içine atıldığı ve bütün bunların bir ziftin ateşle tutuşturulması gibi tutuşturulup yakıldığı içime akıp duruyor. Mutlaka, bu duyguyu benimle beraber paylaşan insanlar vardır; paylaşmada dert biraz aşağıya çekilmiş olur. Sadece bir kişi o duygu ile oturup kalkıyor ve diğerleri hiçbir şey yokmuşçasına hareket ediyorlarsa, vay o zavallının, o akılsızın, o ahmağın haline!.. Demek, beyhude çırpınıp duruyor. Ama Allah’a iman, Peygambere iman var ise, bu yürünen yolun doğruluğuna iman var ise, bugüne kadar olan muvaffakiyet ve başarıların Allah’tan olduğuna iman var ise ve olan şeylerin omuzumuzda birer emanet bulunduğuna iman var ise, zannediyorum diğerleri de dertliler ile paylaşırlar bu derdi.

İslamî argümanlar kullanılarak kâfirlerin yapmadığı şeyler yapılıyor. Ondan daha tehlikeli; çünkü “kutsal”, bir vasıta olarak kullanılıyor; abdestli-abdestsiz namazlar, kutsal olarak, onların emellerine hizmet ediyor. O sû-i emelleri ile, sû-i niyetleri ile şenaatleri/denaetleri irtikâp ediyorlar. Azıcık arka planı ile, perde arkası ile meseleyi gördüğünüz zaman, üzülmemek için insan olmamak lazım, daha aşağı bir mahluk olmak lazım. “Yangın varmış!” Hayvanlar kuyruklarını kısar, kaçarlar yangın dışında bir yere. Ama öyle değil, yangın var ise şayet, “Tulumbanı al yetiş imdada, yangın var!.” Sûzî’nin ifadesiyle:

“Tulumban al yetiş imdada, yangın var.

Dedim: Zahirde mi âşık?

Dedi: İhfâda yangın var.

Sefine-i kalbime alevli bir kor attın ey dost

Bülend-avaz ile dersin:

Bakın deryada yangın var!..”

Hayır, her yanda yangın var!.. Yangın var!.. Ailede yangın var.. idarede yangın var.. adalette yangın var.. hakta, hak cephesinde yangın var.. dinî duygu ve dinî düşüncelerde yangın var… Birer odun parçası şeklinde, bunlar, birilerinin istikballeri, gelecekleri, saltanatları ve debdebeleri için, ateş tutuşturma istikametinde kullanılıyor. Dine bundan daha büyük hakaret, daha büyük saygısızlık olamaz!..

Bunu görüp üzülmemek mümkün değil; üzülmeyenlerin, kendilerini bir kere daha gözden geçirmeleri lazım. Ama zannediyorum üzülenler ile beraber -“Çokları” diyeceğim, hüsnüzannı ileriye götürerek genel çerçevede, herkesi içine alacak şekilde demiyorum.- çokları aynı duyguyu paylaşıyor.

   Umursamazlık büyük bir günahtır; mü’min, umum insanlığın, özellikle de inananların dertlerini derinden hissetmeli; şu kadar var ki, duyarlılık ve hüzün, insanı ye’se atmamalı ve iradesini felce uğratmamalı!..

“Yolun Kaderi” diye bir kitap neşrettiler arkadaşlar. Olup biten şeyleri “yolun kaderi” olarak görmek lazım. Bu, zulmü alkışlamak veya zâlimi alkışlamak, zulme “Evet!” demek değildir. Âkif’imiz, “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem.” der. Alkışlanacak şey var, tel’în edilecek şeyler var. Tel’în etmekten, bedduaya “Âmîn!” demekten, lisanımızı sıyânet ederiz ama zulme karşı da kararlı bir duruşumuzun olması lazım. Yoksa -hafizanallah- işte o yangın karşısında, yanan şeyler karşısında umursamazlık, en büyük bir günahtır. Umursamazlık… Derdi hissetmemek…

O derdi hissetme derin olmalı; şu kadar var ki, onun derinliği sizdeki/bizdeki ümitleri alıp götürmemeli; o kerteye kadar… İnsanı ye’se atmaması, recâ hissinin tepesine çullanıp onu bütün bütün felç etmemesi; son sınırı orası, oraya kadar yolu var. Yoksa bana gelip deseler ki, “Bu gece, genel manzara karşısında ben uyuyamadım. Sağdan sola döndüm, soldan da sağa döndüm. Bir türlü o kirli tablolar zihnimden silinmedi; hayal dünyamda sinema seyrediyor gibi, işlenen günahları, mesâvîyi, me’âsîyi, şenaati, denâeti seyrettikçe, bunlar bir sel gibi benim huzurumu aldı götürdü ve ben o yorganı üzerimde âdetâ bir dağ cesâmetinde/ağırlığında hissettim/ediyorum, döşeği de bir iğneli fıçı gibi hissediyorum!” Derdi paylaşma demektir bu.

Ama bütün bunlara rağmen, “Bu yolun kaderi!..” Enbiyâ-i ızâm, aynı şeylere maruz kalmış, hep dikenli tarlalarda gezmişler; ayaklarının kanamadığı ân olmamış, ızdırap çekmedikleri tek dakika olmamış. En-bi-yâ-ı ı-zâm… Allah’ın seçkin kulları, hususi seçip insanları irşad için vazifelendirdiği en şerefli insanlar… Onlara canlarımız kurban olsun!.. Sadece tabloyu İnsanlığın İftihar Tablosu’nda (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanlığın O’nun ile övündüğü tabloda görebilirsiniz. Biz de övünüyoruz O’nunla… بُشْرَى لَـنَا مَعْشَرَ الْإِسْلَامِ إِنَّ لَـنَا * مِنَ الْعِنَايَةِ رُكْنًا غَيْرَ مُنْهَدِمِ “Ne mutlu ümmet-i Muhammed’e ki, öyle, devrilmez/sarsılmaz bir Sütun’a, Allah ile irtibatlı bir Sütun’a dayanmışlardır.” Böyle diyor “Kaside-i Bür’e”sinde (veya “Bürde”sinde) İmam Bûsîrî hazretleri. Ne mutlu bize ki, öyle devrilmeyen, sarsılmayan, kırılmayan bir rükne dayanmış bulunuyoruz!.. İnsanlığın İftihar Tablosu…

Söylenegeldiği üzere, Allah, O’nun yüzü suyu hürmetine varlığı yaratmış. Mübarek bir söz olarak, لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلأَفْلاَكَ rivayet ediliyor; Türkçemizde kullanılırken iki defa “Levlâke levlâke” deniyor: “Sen olmasaydın, bu kevn ü mekânları yaratmazdım!” “İnsanı var etmezdim, haşeratı varlığa erdirmezdim, eko-sistem diye bir şey olmazdı, sular çağlamazdı, denizler tebahhur etmezdi, tebahhur eden deniz damlacıkları yağmura dönüşüp yerin bağrına inmezdi; Sen olmasaydın!..” şeklinde anlayabilirsiniz. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmasaydı, ne Allah bilinirdi, ne Peygamber bilinirdi, ne Kitap bilinirdi, ne Melek bilinirdi, ne kabir bilinirdi, ne Mahşer bilinirdi, ne Cennet bilinirdi, ne Cehennem bilinirdi… O’na karşı ne kadar şey ile medyûn olduğunuzun farkında mısınız? Onun için Âkif’in, O’nun vilâdeti münasebetiyle söylediği bir naatında, son mısraları şunlardır: “Medyûndur o Masum’a bütün bir beşeriyet / Yâ Rab! Mahşerde bizi bu ikrâr ile haşret!” Medyûndur o Masum’a bütün bir beşeriyet / Yâ Rab! Mahşerde bizi bu ikrâr ile haşret!..

Ama gel gör ki, vilâdet vilâdeti takip ediyor, doğum günleri gelip geçiyor; fakat -bir yönüyle- O’na karşı olan duygu, düşünce, alaka ve irtibatımız açısından Muharrem ayını yaşıyoruz, Kerbelâ’yı yaşıyoruz, kendimizi Revân Nehri kenarında görüyor ve duyuyoruz.

“Yıllar geçiyor ki -Yâ Muhammed-,

Aylar bize hep Muharrem oldu,

Dün gece ne güneşli gece idi,

Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu..

Çiğnendi harîm-i pâk-i şer’in,

Namusa yabancı, mahrem oldu..”

Âkif, sözlerinin devamında,

“Beyninde öten çanın sesinden

Binlerce minare ebkem oldu.”

diyor; ben çevirerek diyeyim ki, “Cami minberinde öten siyaset sesinden / Bütün hakikatler ebkem oldu.” Dilsiz oldu…

“Allah için, ey Nebiyy-i mâsum,

İslâm’ı bırakma böyle bîkes,

İslâm’ı bırakma böyle mazlum.”

Bizleri bırakma böyle bîkes; bizleri bırakma böyle mazlum…

Ama yolun kaderi… O (sallallâhu aleyhi ve sellem) çektiğine göre, tahammülfersâ şeyleri… Kurban olayım; bir tek kelime ile maruz kaldığı şeyleri anlatmıyor, şikâyet etmiyor. Benim bildiğim, sadece Âişe validemize “Kavminden çok çektim!” diyor. -“Allah, o çektirenleri hidayete erdirsin; bugün de çektirenlere, imanı duyursun, onları da hidayete erdirsin!” diyeyim.- Şikâyet etmiyor ama o yolun gereği o; yaşıyor onu.

   İmtihanı kazanmanın vesilesi, aktif sabır içinde mücâhede etmektir.

Kur’ân-ı Kerim buyuruyor: وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ وَالصَّابِرِينَ وَنَبْلُوَ أَخْبَارَكُمْ “İçinizde gerçekten mücâhede edenleri ve (Allah yolunda) sabır ve sebat gösterenleri ortaya çıkaralım, ayrıca söz ve davranışlarınızı (niyet ve sâlih olup olmamaları açısından) değerlendirelim diye sizi mutlaka imtihana çekeceğiz.” (Muhammed, 47/31) وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ Kasem olsun, hepinizi imtihana tâbi tutacağız! حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ Böylece bizim bilgimizde olan şey, dışarıya aksetsin!.. Nedir o bilgide olan şey? Kimler sabırlı… حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ Kimler mücâhede içinde… Bir yönüyle, hak ve hakikati i’lâ adına mücâhede ediyorlar. Bir yönüyle de nefisleriyle yaka-paça, iç murakabe içindeler; sorguluyorlar kendilerini, en küçük kusurlarından dolayı kendilerini yerden yere vuruyorlar: “Nasıl oldu da benim taakkulümde, yani aklî fonksiyonlarımda bu bozukluk oldu; tasavvurlarımda bu kirlilik yaşandı; tahayyüllerime geldi, bu gibi ziftler çarptı? Nasıl oldu? Ben, Allah’a inanmış bir insan isem, bana ait letâifi kirletmemem lazımdı.”

“Kirletmemem lazımdı!..” Bundan dolayı bile inleme… Büyüklere bakınca, Hazreti Ebu Bekir, bundan dolayı inliyor, radıyallâhu anh.. Hazreti Ömer, bundan dolayı inliyor.. Hazreti Osman, bundan dolayı inliyor.. Hazreti Ali, bundan dolayı inliyor. “Yol, bu; yöntem, bu; gerisi angarya..” Bu söz de Üstad Necip Fazıl’a ait.

Evet, وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ Kim, Allah yolunda mücâhede içinde… -Son karalama (Çağlayan Dergisi için yazılan “Cihâd” başlıklı makaleye işaret ediliyor.) o konuda.- Mücâhede içinde; bir yönüyle İ’lâ-i Kelimetullah… مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ “Kim, Allah adının/dininin en yüce olması için mukâtele ederse, o Allah yolunda demektir.” Efendimiz böyle buyuruyor. Ben şimdi, Efendimiz’in o mübarek beyanına dokunuyorsam, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ı inşaallah rencide etmiş olmam!.. مَنْ جَاهَدَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ— وَمَنْ لَيْسَ كَذَلِكَ، لَيْسَ كَذَلِكَ Kim, nâm-ı celîl-i İlahî dört bir yanda şehbâl açsın diye değişik tehlikeleri göğüslüyor, mücâhede ediyor ise, işte o, Allah için bir mücâhededir; nezd-i Uluhiyette kantarları kıracak, Mahşer’de Mizan’ı kıracak mahiyette bir şeydir.

Mücâhidîn… وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ وَالصَّابِرِينَ Bir de sabredenler; bu mevzuda “aktif sabır” içinde bulunanlar… Belâ ve musibetler gelmiş; dişini sıkıp sabreden.. “Bunlardan sıyrılma nasıl olur?” diye düşünen.. “aktif sabır” diyoruz; öyle sabreden.. şikayet etmeyen.. kadere taş atmayan.. “Bazı kardeşlerimiz sebebiyet verdiler buna!” demek suretiyle atf-ı cürümlere girmeyen… Fakat “Bu belâ ve musibet sarmalından nasıl sıyrılırız? Eskiden yürüdüğümüz o yolda nasıl yürürüz? Bu patikaları yeniden bir şehrâha, bir otobana nasıl çevirebiliriz?” Bu mülahazalar ile oturup-kalkma, böyle bir sabır; “aktif sabır” diyoruz, hareket halinde sabır… Durağan sabır değil; “durağanlık” saçılmaya vesiledir, fiziğin kanunu bu.

Devamında: وَنَبْلُوَ أَخْبَارَكُمْ “Sonra da onlara durumları, keyfiyetleri nedir, hallerini haber verelim.” Bu, Muhammed sûre-i celîlesinde, adına kurban olayım ben. Ama Kur’an-ı Kerim’de, benzer o kadar çok ayet var ki…

   “Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?!.”

Bu cümleden olarak; أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللهِ أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ “Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?!. Evet, onlar öyle ezici mihnetlere, zorluklara dûçâr oldular ve öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ve yanındakiler, ‘Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ diyecek hale geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214) أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ Cennet’e gireceğinizi mi sanıyorsunuz siz?!. وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ Sizden evvel emsallerinizin başına gelen şeyler, başınıza gelmeden…

Bir Şi’b-i Ebî Tâlip’te boykota maruz kalmadan, “Falancalar teröristtirler!” tehdidine, tahkirine, tezyifine maruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz?!. Haktan, hakikatten mahrum edilmeden Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz! Preslenmeden Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz! Yurdunuzdan, yuvanızdan -toprağını tûtiyâ gibi alıp koklayacağınız yurdunuzdan, yuvanızdan- edilmeden Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz?!.

İnsanlığın İftihar Tablosu, bunların hepsine maruz kaldı; tev’emi (ikizi) olan, aynen eşi/dengi olan Kâbe’den ayrılmak, O’na çok ağır gelmişti. Hicret buyururken, döndü Kâbe’ye doğru baktı, hıçkıra hıçkıra ağladı; “Bunlar beni çıkarmasalardı, Ben, senden ayrılmazdım!” dedi. Ellerinde kılıçlar, O’nu takip ediyorlardı; tam kastetmişlerdi yok etmek için…

Ama Allah’ın var ettiğini, kimse yok edemeyecekti/edemez. يُرِيدُونَ أَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler. Allah ise, nurunu tam parlatmaktan başka bir şeye razı olmaz. Kâfirler isterse hoşlanmasınlar!” (Tevbe, 9/32) Ellerinde baltalar, balyozlar, külünkler; yapılan güzel şeylerin tepesine indirip kaldırıyorlar, yıkmak için… O ışığı Allah yakmış ise, o, sönmez ve öyle zalimlerin eliyle de söndürülmez. Fakat muvakkaten bir fetret dönemi yaşanabilir her zaman.

Evet, وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ Ne preslemeler, ne baskılar, ne zorlamalar, ne tazyikler, ne işkenceler, ne şenaatler, ne denâetler ve ne zararlara maruz kaldılar! وَزُلْزِلُوا Sarsıldılar tepeden tırnağa… Öyle sarsılmalar oldu ki, esbâb, bi’l-külliye sukût etti; yok sebep artık, dayanacak/tutunacak sebep yok… “Nûr-i Tevhid içinde sırr-ı Ehadiyyet zuhur etti.” حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللهِ Sarsıntı o kadar şiddetli oldu ki!.. Nebî, öyle demez; arkasındakiler de öyle demez, Ebu Bekir de, Ömer de, Osman da, Ali de demez öyle.. Hazreti Nuh da demez, inananlar da demez.. İbrahim de demez, Lût da demez.. Allah’ın salât u selâmı, Efendimiz’in ve onların üzerine olsun. Hazreti Yahya da demez, Hazreti Zekeriya da demez.. Hazreti İsa da demez, Hazreti Davud da demez, Hazreti Süleyman da demez… Hiç biri demez bunu; fakat mesele son kerteye gelince, حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ Kendisine tâbî olanlar ve onlarla beraber Nebî, مَتَى نَصْرُ اللهِ “Yardım ne zaman?!” dediler.

Vird-i zebânınız olsun: مَتَى نَصْرُ اللهِ Aynı şeylere maruzsunuz: مَتَى نَصْرُ اللهِ Sebepler sukût etmiş, kıymetler/değerler ayakaltında pâyimal: مَتَى نَصْرُ اللهِ Allah’ım, yardımın ne zaman?!. Şahsımız adına istemiyoruz bunu; fakat değerler mecmuası adına diliyoruz. İpi kopmuş tesbih tanelerinin sağa-sola saçılması gibi değerler mecmuası da sağa-sola saçılmış; işte bundan dolayı, مَتَى نَصْرُ اللهِ Allah’ım, yardımın ne zaman?!.

Esbâb, bi’l-külliye sukût ettiğinden, “Nûr-i Tevhid içinde sırrı Ehadiyyet zuhur ediyor.” أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ Allah’ın yardımı yakındır!.. Eskiler “Âgâh u mütenebbih olun!” derlerdi. Harf-i tenbih olan “elâ” (أَلاَ) ifadesine o manayı verirlerdi. “Âgâh ve mütenebbih olun ki, Allah’ın yardımı yakındır!..” İnşaallah Allah’ın yardımı yakındır!..

   Cenâb-ı Hak, sabredip mücâhedelerini sonuna kadar götürenler ile yarı yoldan dönenleri ayırt edip yaptıkları amelleri onlara da göstermek için kullarını imtihan etmektedir.

Ankebût Sûresi’nde: الم * أَحَسِبَ النَّاسُ أَنْ يُتْرَكُوا أَنْ يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ “Elif, Lâm, Mîm. Mü’minler sadece ‘İman ettik’ demeleri sebebiyle kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı zannettiler?” (Ankebût, 29/1-2) İnsanlar zannediyorlar mı ki, “Âmennâ – İman ettik!” demekle, imtihana tâbi tutulmayacaklar ve bırakılıverecekler?!. Hayır… Siz öyle deyince, bir sürü -Estağfirullah, dilimin ucuna kadar geldi, söylesem mi?- yalaka arkanıza düşecek, birilerinin arkasından kuyruk sallayarak… Neye binaen? Bir villaya, üç-beş kuruş paraya… Satılabilecek vicdanlar…

Bir başka ayet-i kerimede de şöyle buyuruluyor. وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ اللهُ الَّذِينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبِينَ “Biz elbette kendilerinden önce yaşamış olanları denedik. Allah şüphesiz şimdiki müminleri de imtihan edip iman iddiasında sadık olanlarla, samimiyetsiz olanları elbette bilecektir.” (Ankebût, 29/3) Kur’ân “tasrif” üslubuyla, her yerde farklı farklı meseleleri ifade ediyor: “Böyle yaparız ki Biz, imtihana tâbi tutulan, sizden evvel imtihana tâbi tuttuğumuz kimselere yaptığımız gibi, Allah bilsin veya Allah, o bildiğini ortaya koysun… فَلَيَعْلَمَنَّ اللهُ الَّذِينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبِينَ Kim doğrudur, kim yalancıdır; bunlar, ilm-i İlahî’de sabit. Fakat onların davranışları şart-ı âdî; o şart-ı âdîye bağlı olarak karakterler ortaya çıksın, herkes ne kadar insan imiş, ortaya çıksın!..

Bunlar sıralanabilir, vaktinizi almamak için daha fazla misal demeyeceğim. On tane sayabilirsiniz böyle. Bu, peygamberler yolu ve yolun kaderi de bu!..

Allah’a binlerce hamd u senâ olsun ki, siz, üç-beş kuruşa satılmayan insanlar olarak farklı bir zeminde yerinizi aldınız. Eski yürüdüğünüz yolda yürümeye kararlı bulunuyorsunuz. Bir villa karşısında satılmadınız. Çünkü insan, öyle değerli bir varlıktır ki, Cennet karşılığında bile peylense, kendi kıymetine karşı saygısızlık yapmış olur. İnsan, ancak “aşk u iştiyâk-ı likâullah” meftûnu olmalıdır. “Cennet, Cennet!” dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri // İsteyene ver sen anı / Bana Seni gerek Seni.” Yedi asır evvel yaşamış Yunus’umuz böyle diyor. Bin üç yüz sene evvel Râbiatü’l-Adeviyye de “Ne helva, ne selva; ille Rü’yet-i Mevlâ!” diyor. O günden bugüne… Aradan yedi-sekiz asır, dokuz asır geçiyor, bakıyorsunuz aynı samimî ses, aynı şeyleri ifade ediyor.

Lokman Sûre-i celîlesinde ise buyuruluyor ki: يَا بُنَيَّ أَقِمِ الصَّلاَةَ وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَاصْبِرْ عَلَى مَا أَصَابَكَ إِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الأُمُورِ “Ey oğulcağızım! Namazını dosdoğru kıl, emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker yap, sana isabet eden belalara da sabret. Muhakkak ki bunlar işlerin en zor olanlarındandır.” (Lokman, 31/17). يَا بُنَيَّ Ey oğulcağızım!.. أَقِمِ الصَّلاَةَ Namazı dosdoğru ikâme et!.. وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ İnsanlara marufu, Allah’ın “Güzel!” dediği şeyleri, şer’-i şerifin emrettiği şeyleri sen de söyle/anlat bir mürşîd olarak; münkerâttan da insanları alıkoy!..

Ha, böyle bir yola girince, başına gelecek şeyleri de unutma! وَاصْبِرْ عَلَى مَا أَصَابَكَ Mutlaka bu güzergahta başa gelecek şeyler vardır. Sen bu yolda yürüyorsan, namazını kılıyorsan, orucunu tutuyorsan, insanları eğri yoldan uzaklaştırmayı düşünüyorsan, doğru yola yönlendirmeyi düşünüyorsan, “Peygamber yolu!” diyorsan, başına geleceklere de hazır olman lazım! Balyozlar, başında demektir senin!..

Bu, Hazreti Lokman’ın, oğluna nasihati… Peygamberler içinde aynı zamanda tababet ile ve hikmet ile maruf olan Hazreti Lokman’ın… Lokman Sûre-i celîlesinde değişik hususlar ifade edilmek suretiyle onlara da işarette bulunuluyor.

   Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke’de gördüğü zulüm ve tazyikleri ifade sadedinde bir gün Hazreti Âişe Validemiz’e hitaben, “Kavminden çok çektim yâ Âişe!” buyurmuşlardı.

Diğer bir ayet de şu: يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ “Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. (Farzımuhal) eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Mâide, 5/67)

Kur’an-ı Kerim’de dört yerde “Muhammed” ismi geçiyor, sallallâhu aleyhi ve sellem. Bir yerde de -seyyidinâ Hazreti Mesih’in ifade ettiği yerde- “Ahmed” ismi geçiyor. İlmî vücûd açısından -esasen- Efendimiz’in adı, Ahmed; haricî vücûd açısından Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâm-ı celili, Muhammed.

Fakat Allah (celle celâluhu) يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ، يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ diyor. “Ey Benim mesajlarımı kullarıma ulaştıran Zât! Ey Benim Risâletimi başkalarına tebliğ eden Zât!” demek suretiyle, evvelâ O’nun o başımızı aşkın, boyumuzu aşkın âlî namını ve nişanını nazara veriyor. Ey şânı yüce Nebî! Ey şânı yüce Peygamber! بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ Rabbinden Sana… Burada “inzâl” kelimesi ile kullanılıyor; esasen Kur’an-ı Kerim ifade edilirken “tenzîl” ile ifade ediliyor, ceste ceste… Ama topu birden inmiş gibi Sana… Sana toptan kânunlar mecmuası, nizamlar mecmuası olarak inen şu Kitâb’ın emirlerini tebliğ et! بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ Eğer onu tebliğ etmez isen, değişik şeylere takılarak…

Bu, Efendimiz hakkında muhal bir şey; fakat aynı zamanda arkadakilerine, daha arkadakilerine, daha arkadakilerine, arkadakilerin de arkalarınkilere -bize kadar gelebilir bu- bir ikaz. وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ Eğer Sana emrolunan şeyleri tebliğ etmez isen, peygamberliğin gereğini yerine getirmemiş olursun! Duyurulması gerekli olan şeyleri duyurmamış olursun! Mesele tekvinî emirler ile alakalı ise, pozitif ilimler ile alakalı ise, Kur’ân’ın emirleri ile alakalı ise, haşr u neşir ile alakalı ise, Tevhid ile alakalı ise, Nübüvvet ile alakalı ise şayet, Mizan ile alakalı ise, Sırat ile alakalı ise, Cennet ile alakalı ise, Cehennem ile alakalı ise… Ki bunlar, bizim aklımız ile bulabileceğimiz şeyler değil. En engin bilgili filozoflar bile bunların yüzde birine ulaşamamışlardır. Aksine çok defa falso yaşamışlardır.

Şöyle diyoruz: Din referansı ile ortaya atılmamış felsefe, düşüncenin falsosudur. Felsefe demişler ama ortaya koydukları şey, falsodan ibarettir, çoğu itibarıyla… Ama Bergson gibi, manastırın menfezlerinden semalara bakıp hıçkıra hıçkıra ağlayanlar da vardır. Kant gibi hayatını ona göre planlamış olanlar da vardır. Daha başkalarını da sayabiliriz, daha başkalarını da; hepsini karalamayalım.

Evet, وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ Sen bu işi yaparken, başına gelecek şeyler de olacak ama Allah, Seni sıyâneti ile, hıfzı ile, riâyeti ile, vikâyesi ile, hırz-ı hasîni ile koruyacak. Hususî seralar içine Seni alacak, Sana bir şey yapamayacaklar. Nitekim çok kötülüklere niyet ettiler Mekke-i Mükerreme’de. On üç sene kan kusturdular. Üç sene Şi’b-i Ebî Tâlip’te boykot ilan ettiler; yeme yok, içme yok, su yok, ekmek yok. Mü’minlerle beraber Beni Hâşim’den inanmamış olanları da boykota dâhil ettiler: “Madem onlar da Senin kabilenden…” ByLock gibi… Kullanmışsınız; sizden on tane var ise, doksan başkası kullanmış; ondan dolayı müebbet hapis!.. Aynen bakın, müşrik düşüncesi… Ebu Tâlib de orada çekiyor, Beni Hâşim’den olan başkaları da çekiyorlar.

Sadece Ebu Leheb’i muaf tutuyorlar, çünkü o “Cehennemin babası”; baştan almış o damgayı yemiş. وَأَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ الأَقْرَبِينَ * وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ “Önce en yakın akrabalarını uyar! Sana tâbi olan müminlere kol kanat ger!” (Şuarâ, 26/215-216) ayeti nâzil olunca, yakınlarını topluyor oraya; orada, onlara telkinde bulunuyor. Ebu Leheb kalkıp O’na, Efendimiz’in mesajı karşısında تَبًّا لَكَ diyor, “Yuf Sana!”. Kur’an-ı Kerim, بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ * تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ * مَا أَغْنَى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ * سَيَصْلَى نَارًا ذَاتَ لَهَبٍ * وَامْرَأَتُهُ حَمَّالَةَ الْحَطَبِ * فِي جِيدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَدٍ “Elleri kurusun (kolu kanadı kırılsın) Ebû Leheb’in ve kurudu (kırıldı) da. Malı da kazandıkları da hiçbir işe yaramadı. Alevli bir ateşe gidip yaslanacak.. karısı da.. odun taşıyıcı olarak.. hem boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde.” (Tebbet, 111/1-5) buyuruyor. Bu sûrede, Tecvid ilmindeki Kalkale harfleri olan, “Kutb u cedin” (قطب جد / ق – ط – ب – ج – د) harfleri ile, balyozla vurur gibi bir sesin çıkıyor olması da iç musiki açısından çok önemlidir. Bu Kur’an’ın iç musikisi meselesi, ihmal edilen bir husustur; Kur’an’ın üzerinde durulurken, üzerinde durulması gerekli olan bir husustur. Değişik şeylere işaretlerde bulunduğu gibi, aynı zamanda bu mevzuya işareti de ihmal etmez Kur’an-ı Kerim.

Evet, وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ Allah, kâfir kavme, Sana bir şey yapma adına yol vermez, yöntem vermez, onlara istediklerini yaptırtmaz, arzu ettikleri şeylere onları yönlendirmez. Burada, “hidayet” tabiri kullanılıyor; esasen arzu etmeleri gerekli olan hidayettir fakat onlar kendilerini -bağışlayın- serseriliğe salmış, hidayet diye dalaletin arkasına düşmüşler. Kur’an-ı Kerim’de böyle mukabele de vardır, bu türlü mukabele de vardır. وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ

   Allah’a hamd ü sena edin ki, sizi zalimlerle aynı safta eylemedi; kiminize iradî kiminize cebrî hicret lütfetti, kiminize de mahrumiyet ve mağduriyetleri bir arınma ve yükselme vesilesi kıldı.

Dönelim geriye: İster seyyidinâ Hazreti Lokman’ın (aleyhisselam) oğluna nasihati, ister seyyidinâ, sâdâtina, şefî-i zunûbina ve mevlânâ Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ın buyurduğu şey; ikisi de yine yolun kaderini işaretliyor. “Bu yol, uzaktır / Menzili çoktur / Geçidi yoktur / Derin sular var.” Yunus Emre’nin dediği gibi… Herkes bunun böyle olduğunu bilmeli. Bu peygamberler yolu, Peygamberler güzergâhı; yolun kaderi de bu, bunlar çekilecek.

Fakat Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun ki, bilerek dünya hayatını âhiret hayatına tercih etmek suretiyle ebedî bir hayatı kaybetme bahtsızlığına/talihsizliğine Allah maruz bırakmadı. Allah’a hamd edin, başkalarının içinde olmadınız. Allah’a hamd edin, bazılarınız dini i’lâ etme adına dört bir yanda Rûh-u Revân-i Muhammedî şehbal açsın diye seyahatler tertip ettiniz; ihtiyarî hicretleri tercih ettiniz ve gittiğiniz yerlerde değişik mahrumiyetlere maruz kaldınız. Bir gün geldi, cebrî hicret çıktı karşınıza; diğerleri o ihtiyarî hicreti yapma şerefini ihraz edememişlerdi, onlar da cebr-i lütfî yollara düştüler.

İlkler, ihtiyarînin sevabını aldılar, kat kat; çünkü ihtiyarları (kendi iradeleri ve istekleri) ile gittiler. Değişik sıkıntılara maruz kaldılar; işçi gibi, amele gibi, birer amel-manda gibi çalıştılar. Müesseseler diktiler; cehalete, ihtilafa/iftirâka, fakirliğe karşı mücadele yuvaları oluşturdular. Bir yönüyle, imarethaneler gibi, mücadele müesseseleri oluşturdular; okullar, üniversiteler, üniversitelere hazırlık kursları oluşturdular. Onlar, o sevabı aldılar, “ihtiyarî”nin sevabını aldılar.

Diğerlerini de Allah, sevaptan mahrum bırakmamak için, “Sizi de Ben, hicrete zorluyorum; siz de cebrî hicret sevabını alacaksınız!” buyurdu adeta: Bir avuç toprağını cihanlar ile değiştirmeyeceğiniz ülkenizden cebren ayrılma mecburiyetinde kalacaksınız.. omuzlarınızdakiler sökülecek, göğsünüzdekiler sökülecek.. makamlarınız elinizden alınacak.. ihraz ettiğiniz, alnınızın teriyle ihraz ettiğiniz şeyler elinizden alınacak.. ve bütün bunlar yapılırken de esasen -biraz evvel arz ettiğim gibi- çok komik iddialarla bahaneler oluşturulacak. “Neden ByLock kullandınız?” safsatasına benzer şeyler… “Sen suçsuz olduğunu ispat et!” Hukuk (!) mantığı…  İnanın Amnofis bile böyle bir mantıksızlıkla Hazreti Musa’nın karşısına çıkmamıştır. “Suçsuz olduğunu ispat et!” Hiçbir hukuk dünyasında böyle bir şey olmamıştır. Öyle bir hezeyan ki bu, azıcık hukuk felsefesi bilen bir insan bile, zannediyorum bu sözü duyduğu zaman, onun da az gözü açık ise, şeytanı zil takıp oynuyor halde görecektir: “Beni geçtiler maşallah bunlar!” dediğini duyar gibi olacaktır. Şeytan “maşallah” der mi, bilmiyorum ama ben dedirttim.

El-Hak (celle celâluhu)…

“Hâlık’ın nâmütenâhî adı var; en başı Hakk,

Ne büyük şey, kul için, hakkı tutup kaldırmak..

Hani Ashâb-ı kirâm, “Ayrılalım!” derlerken,

Mutlaka sûre-i “Ve’l-asr”ı okurmuş, neden?

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh,

Başta “iman-ı hakiki” geliyor, sonra “salah”,

Sonra “hak”, sonra “sebât” (sabır); işte kuzum, insanlık..

Bu dördü birleşti mi sende, yoktur sana izmihlal artık!..”

Bamteli: PEYGAMBER VÂRİSLERİ VE McCARTHY MİRASÇILARI

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Kaderinizi ona bağlamışsanız, kaderiniz o ise şayet, sizin daireniz içinde bir karıncanın ayağı kırılsa, sizi zihnen meşgul ediyor. Kaldı ki şu anda çok farklı şeylerin kırılmaları söz konusu… Her ne kadar, Cenâb-ı Hakk’a tevekkül, teslimiyet ve tefvîz içinde bulunsanız dahi, bir insan olarak acısını duymanız ve teessürünü yaşamanız kaçınılmaz oluyor. Bu açıdan, akla gelen her yeri hemen sormak icap ediyor, hususiyle şöyle-böyle bazı fay kırılmalarının yaşandığı yerleri: “Acaba orada durum nasıl?” falan diyorsunuz.

   Selef-i sâlihîn sonraki nesiller için patikaları cadde yapma adına çok çekmiş, üzerine bir de ümit mührü vurup emaneti omuzlarınıza yüklemişler; emin bir emanetçi olduğunuzu ortaya koymak için siz de çilenize razı olmalısınız!..

Çünkü alâkadar olduğunuz şeyler, sizin semere-i sa’yiniz değil, Cenâb-ı Hakk’ın lütfu. Öyle demiş ve yürümüşsünüzdür: كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “Hepsi Allah’tan.” مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ “Sana gelen iyilik/güzellik, Allah’tan; fenalık da nefsinden, senin sebebiyet vermendendir!” (Nisa, 4/79) Yapılan şeylerde bir güzellik varsa şayet, Rabbimizi alâkadar eder, Peygamberimizi (sallallâhu aleyhi ve sellem) alâkadar eder, dinin ruhunu/özünü alâkadar eder güzel şeyler varsa, bunları bizim güç, kuvvet ve iktidarımız ile değerlendirmek, doğru değil. Tenâsüb-i illiyet prensibine göre, biz ve ef’âlimiz, bunlara vesile olamaz, sebep olamayız. Hazreti Müsebbibu’l-esbâb’ın (celle celâluhu) teveccühü, iltifatı, nefehâtı, ünsü, kurbu, maiyyeti… Dolayısıyla O’nun emaneti; tabii başta Hazreti Sâhib-i Şerîat’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’ndan sonra da değişik çağlarda gelen büyük insanlara emaneti…

Bu çağda da -öyle görülüyor- o emaneti, Cenâb-ı Hak, size yüklemiş. Bir: Yapılan şeylerin vüs’ati/genişliği, bunu gösteriyor; bu, bizim güç ve kuvvetimiz ile izah edilecek gibi değil; çünkü gönüllere Cenâb-ı Hak bir vüdd/sevgi vaz’ etmiş ki, siz, bunu temin edemezdiniz. İki: Enbiyâ-ı ızâmın, sonra asfiyâ-i kiramın maruz kaldığı şeylere maruz kalmanız; bu çizgi birliği, sizin doğru bir yolda yürüdüğünüzü gösteriyor. Yol, peygamberlerin yolu…

Onun için, rahatsız olsanız bile, huzursuzluk duysanız bile, yol o olduğu için katlanmalı ve yürümelisiniz. Onlar da çekmişler; çektiklerini çekiyorsunuz. Bu açıdan, meseleye bir “emanet” nazarıyla bakmak lazımdır.

Öyle olunca, duygularımız, düşüncelerimiz, mantığımız, muhakememiz, bir yönüyle, koruyucu ve himaye edici mahiyette, o işin üzerinde tir tir titremeli: “Aman bir zarar gelmesin; emanet, bize ait değil!” Biz, bizden evvelki nesillerden aldık ise bunu veya onlar getirip omuzumuza yükledirler ise şayet, bizden sonraki nesillere arızasız, zedelemeden o meseleyi intikal ettirmemiz, emanete vefanın ifadesidir. Mü’min, emanette emin olmalıdır ve mü’min -esasen- yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisidir. Hususiyle üzerlerine aldıkları bu önemli sorumluluk ve mesuliyet konusunda mü’minler emin olmalıdırlar.

Bunun için kafanızı, bu türlü şeyler çok meşgul eder. Keşke kafalar, hep bu türlü şeyler ile meşgul olsa; meşgul olsa da başka şeyler ile meşgul olma zaman zayiine/israfına girilmese!..

Yakışıksız, şık olmayan şeylere maruz kalabilirsiniz. Bunlar, bazen dokunur, can yakıcı olabilir. Fakat bütün bunları, yolun bir cilvesi, esasen, yolun bir hususiyeti olarak görmek lazım. Çünkü siz, arkadan gelenlere patikaları şehrâh yapma sorumluluğu altında bulunuyorsunuz. Çektiğiniz şeyleri onların çekmemesi için, elinizden gelen her şeyi yapacaksınız.

Sizden evvelkiler, her şeye katlandılar, o patikaları sizin için şehrâh yapma adına. Ve sonra meseleye bir “ümit” mührü de vurdular: “Ümitvâr olunuz; şu istikbal inkılabâtı içinde, en yüksek ve gür sadâ, İslam’ın sadâsı olacaktır!” dediler. O zatlar, hilâf-ı vâki ve mübalağa sayılacak beyanda bulunmazlar. Konuştukları her şey, onların kalblerine, kafalarına atılan varidâttır; her zaman ötelerden, ötelerin ötesinden gelen sinyallere açıktır onların kafaları. Dolayısıyla, eğer öyle demişler ise, ümitvâr olunuz; şu istikbal inkılabâtı içinde en yüksek ve gür sadâ, İslam’ın sadâsı olacaktır!..

Demek ki nereye kadar olursa olsun, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın müjdesi ve gösterdiği hedef gerçekleşecektir. O da Cenâb-ı Hakk’ın bildirmesiyle diyor: وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى إِنْ هُوَ إِلاَّ وَحْيٌ يُوحَى عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى ذُو مِرَّةٍ “O, asla hevâ ve hevesinden konuşmaz; O’nun size söyledikleri, ancak kendisine vahyolunan vahiyden ibarettir. (Kur’ân’ı) O’na o pek güçlü ve kuvvetli (Cebrail) öğretti; pek metin, kemal ve üstün melekeler sahibi.” (Necm, 53/3-6) Hevâ ve hevesine göre konuşmaz. O’na dediği şeyi doğru diyen ve hiçbir engele takılmayan birisi, Allah’tan gelen o mesajları iletiyor; o da onu söylüyor. Bazılarına “metlûv” (okunan, manası ve lafzıyla beraber indirilen) diyoruz, Kur’an-ı Kerim gibi. Belki mütevâtir hadislere ve meşhur hadislere de aynı nazarla bakılabilir. Bazıları da “varidât” şeklindedir; ona, “mevâhib-i ledünniyye” diyoruz. Dolayısıyla hepsi Allah’tan; O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cenâb-ı Hakk’ın o mevzuda dediği şeylere tercüman oluyor. “Benim nâmım, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır.” Bunu çok duydunuz; başkalarından da duydunuz, Kıtmîr’den de duydunuz. Dolayısıyla esas sorumluluk ve vazife, o olmalı!.. O yolda yürüyorsanız şayet, size o yol gösterilmiş ise, yolun sıkıntılarına katlanmalısınız ve bilmelisiniz ki, o yolda çekilen şeylerin kat katını başta onlar çekmişler.

   Güllerimiz dikenlere takılı, bir güllere bir de dikenlere bakıp inliyoruz; şu kadar var ki, Güller Gülü’nün sabır ve metanetini örnek alıyor, neticede O’nun şefaatini diliyoruz.

“Gül hâre düştü, sîne-figâr oldu andelib / Bir hâre baktı bir güle, zâr oldu andelib.” (Gül dikenliğe düşünce, bülbülün sinesi yaralandı / Bülbül, bir güle, bir de dikene baktı, inleye inleye oracığa yığılıverdi.) Evet, Sebk-i Hindî üzerine söylenmiş. (Edebiyat ıstılahında “Sebk-i Hindî” kökleri Hindistan’da gelişip yayılan bir akımın unvanıdır; ibâre tarz ve tertibi açısından Hint usûlü ve yoludur.) Teşbihler ve istiareler ile tahlili kâbil; Nâilî-i Kadîm’in ifadesi… Evet, gül, hâre düşünce, esasen bülbül zâr eder; bir güle bakar, bir de döner öbür tarafta feryat koparır. Aynen şu anda maruz kaldığınız şey…

Fakat bunları görünce, diyeceksiniz ki: Seyyidinâ Hazreti Nuh, ondan âzâde kalmadı ki!.. Hazreti Hûd, âzâde kalmadı ki!.. Hazreti Sâlih, âzâde kalmadı ki!.. -Kur’ân-ı Kerim’de, kronolojik olarak zikredilen çizgiye göre arz ediyorum.- Hazreti Lût, bundan âzâde kalmadı ki!.. Hazreti İbrahim, bundan âzâde kalmadı ki!..

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem); Mekke-i Mükerreme’de on üç sene… O tabiri O’nun hakkında kullanmak istemiyorum, fakat O’nun durumunu ve maruz kaldığı şeyleri ifade için denecek bir şey var ise, o da “kan kusturdular” ve “yapmadık şey bırakmadılar” demektir. Eğer O’ndaki o immün sisteminin gücü, o mukavemet olmasaydı, yapılan şeyler karşısında hakikaten kan kusardı. Fakat on üç sene dayandı; hiç şikâyet etmedi. Ben, Efendimiz’in, Âişe validemize “Kavminden çok çektim!” icmâlî beyanından başka, geçmişle alakalı şikâyet gibi olan bir şeyden bahiste bulunduğuna dair bir şey duymadım. Ne çekmiş, ne etmiş, neye katlanmış?!. Büyük insanların beyanına göre -bü-yük in-san-la-rın be-yâ-nı-na gö-re- “Everest Tepesi’nin başına düşseydi O’nun çektiği şey, o tepe, birden bire Lût gölüne dönerdi.” Meseleyi bu temsil ile de birkaç defa tekrar ettim, başınızı ağrıttım. “O’nun çektikleri, Everest Tepesi’nin başına düşseydi, Lût gölüne dönüşürdü.” Fakat zerre kadar şikâyette bulunmuyor.

Bazen dediği şeyler O’nun… O dediği şeylere cân kurban!.. Milimi milimine onları yapmak, en büyük ibadettir. O’nun dediği şeyler… O’nun dediği şeylere uymak ve arkasından yürümek, Allah’a doğru yürümenin en önemli emaresidir, alametidir. O’na doğru yürümeyenler, bence, Şemsü’ş-şümûs’a (Güneşler Güneşi’ne) (celle celâluhu) doğru yürümüyorlar; gölgelerine takılmışlar demektir. Dünyaya takılan insanlar, O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) sırtlarını dönmüşler demektir; O’na sırtını dönen de -hâşâ ve kellâ- Allah’a sırtını dönmüş sayılır. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), gâye ölçüsünde bir vesiledir, bir vâsıtadır. Bir vesiledir, bir vâsıtadır, bir sebeptir ama gâye ölçüsünde. Zaten Allah (celle celâluhu) da لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demek suretiyle, Lafza-ı celâl ile beraber “Muhammed” ism-i şerifini yan yana getirerek zikrediyor; o maiyyete dikkati çekiyor. “Bakın!” diyor Allah (celâluhu), onu o mahiyette yapıyor, değişik yerlerde. Hususiyle dinin esası olan, nazarî inanmanın esası olan لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ ikrarında veya أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ şehadetinde aynı meseleyi görüyorsunuz, o maiyyeti görüyorsunuz.

Onun kıymet-i harbiyesini bununla değerlendirmek lazım ki, bizim nâkıs idraklerimiz, o meseleyi -zannediyorum- tam ihata edecek durumda değil. Esas, O’nu bilemiyoruz; bilsek, belki her gün başımızı yere koyduğumuz zaman… Bugün bir münasebetle arz ettim; böyle başımı yere koyduğum zaman, ayaklarının altını öpüyor gibi… “Ne olur ya Rabbi! Böyle bir temessül etse de ben bir ayaklarının altını öpsem veya ayağının bastığı türâbı yüzüme sürsem!..” “O Medine izi-tozu, bu Kuddûsî yüzüne tûtiyâdır!” diyor Kuddûsî hazretleri: “Medine’nin izi-tozu, Kuddûsî’nin yüzüne tûtiyâdır!” diyor. Evet, meseleyi tam bilsek, O’nu kıymet-i harbiyesiyle tanısak, zannediyorum, her başımızı yere koyduğumuzda, “Keşke o mübarek ayağını başımıza bassa, kaldırım taşı gibi; o kadar şeref bize lütfeylese!” falan derdik.

O’nu tam bilsek… Ama insanlığın çoğu -size demiyorum- O’nu kıymet-i harbiyesiyle bilemediler, vazife ve misyonu itibarıyla kavrayamadılar, nezd-i Ulûhiyetteki yerini anlayamadılar. Sabah da okuduğumuz gibi orada, O, gaye ölçüsünde bir vâsıtadır. O, çok önemlidir Ahmedî yanıyla, Muhammedî yanıyla. O, ilk; kâinat, O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılıyor: أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ اَلْقَلَمَ “Allah’ın ilk yarattığı kalemdir.” أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي “Allah’ın ilk yarattığı benim nurumdur.” buyuruyor O. Ve mahşerle alâkalı, kendi durumunu ve misyonunu ifade ederken de orada herkesin “Nefsî, nefsî!” dediği anda O, şefaat bayrağını dalgalandırmak suretiyle, “Livâu’l-hamd” altında başkalarına kucak açacak; Allah’ın izni-inayetiyle, başkalarının râh-i selâmete ulaşmalarına vesile olacak.

O’nu, kıymet-i harbiyesiyle, çoğumuz bilemedik, takdir edemedik… Bir taraftan bütün güç ve kuvvetimiz ile dünyaya bakarken, dünyayı yaşarken, dünyanın zevklerinden istifade ederken, saltanat ve debdebe arkasından koşarken, servet ü sâmân arkasından koşarken, konsantre olmamış/olamamış insanların O’nu kendine has derinliği ile duyması mümkün değildir. Onun için birilerine gönül koymayın!.. Dünyaya tapıyorlar, ne yapsınlar?!. Servete tapıyorlar, ne yapsınlar?!. Makama tapıyorlar, ne yapsınlar?!. Saraya tapıyorlar, ne yapsınlar?!. Alkışa tapıyorlar, ne yapsınlar?!. Bir sürü şeye tapınca, O sevilemez ki, Allah’a kulluk yapılamaz ki! O kadar dağınık bir insan, konsantre olamaz o mevzuda, O’nu idrak edemez. O’nu idrak edemeyen bir insanın dediği şeyler de sadece dilin-dudağın ifadesidir; mızrap yemiş kalbin sesi-soluğu değildir, dilin-dudağın ifadesidir.

Kalbin sesi-soluğu olmayan o dil-dudak kuruyuversin!.. Öyle Müslümanlık, öyle Müslümanlığı hayata hayat kılma, onun siyasetini getirme, tesis etme… Bütün bunlar kalbinin fonksiyonu değilse, o dil, kuruması gerekli olan bir dildir; o dudak, kuruması gerekli olan bir dudaktır. Ve bu türlü şeyler, yalandır; vallahi yalandır, billahi yalandır, tallahi yalandır!.. Bunlar, münafık hırıltısından başka bir şey değildir.

O’nu seven, O’ndan başkasını düşünmez! Zira bir gönülde iki mahbûb, birden bulunmaz. “Dilde keder var, lütfedip gelme ey sürûr / Bulunmaz (veya olamaz) bir hanede mihman mihman üstüne.” (Rasih Bey) diyor. Dilde keder var, lütfedip gelme, ey sürûr; zira bulunmaz bir hanede mihman, mihman üstüne. O’nu misafir etmişseniz şayet, diğer şeylerin bazen adını unutursunuz, namını unutursunuz, simasını unutursunuz. O mevzuda tam konsantrasyona girince, insan, “Allah Allah! Ne idi yahu benim şu evlatlarımın adı? Ne idi benim anamın-babamın adı?!.” falan der. Çünkü kendini tamamen o işe vermiş, “Fenâ firrasûl”, “Fenâ fillah” olmuş.

   Harbi hile değil strateji olarak gören Allah Rasûlü, kan dökmemeye ve husumeti büyütmemeye azami gayret gösterir; kalelerin değil her zaman kalblerin fethini hedeflerdi.

Bu açıdan da bir yönüyle tamamen dünyaya tapan o dünyaperestlerin durumuna aldırmayın; onlara gönül koymayın, darılmayın onlara karşı, ayıplamayın onları. “Nâdir bulunur tıynet-i kâmilde kusur / Kem-mâyeden eyler ne ki eylerse zuhur.” (Râgıb Paşa) Karakterlerinin gereğini sergiliyorlar. Râgıb Paşa diyor: “Kem-mâyeden eyler ne ki eylerse zuhur.” Siz de kendi karakterinizin gereğini ortaya koyacaksınız; hoş göreceksiniz, her şeyi hoş göreceksiniz. Hoş görmeseniz bile, nâ-hoş görmeyeceksiniz. Nâ-hoş görseniz dahi, dillendirmeyeceksiniz.

İmam Buhari’nin -sizin de bildiğiniz- bir sözü aklıma geldi burada: Koca İmam Buharî… İsrailoğulları döneminde olsaydı, peygamber olabilecek seviyede insanlardır bunlar: Buharî, Ebu Hanife, Ahmed İbn Hanbel, İmam Mâlik, İmam Şafiî… Öyle yüksek payeli insanlardır bunlar. “Hiç kimseyi gıybet etmeden, ta’n etmeden, Allah’a kavuşmayı arzu ediyorum!” diyor. “Bir tek kelime ile kimseyi ta’n etmeden Allah’a kavuşmayı arzu ediyorum!” Burada bir eksiğimi antrparantez arz edeyim. Ben, bu sözün Ebu Hanife’ye ait olduğunu zannediyordum. Daha sonra kaynağında gördüm ki, bu söz, İmam Buharî’ye ait. Ama Ebu Hanife (80-150 H.) de o sözü söylemiş olabilir; sonra İmam Buharî (194-256 H.) de aynı şeyi tekrar etmiş olabilir; çünkü Ebu Hanife’den sonra geliyor o. Hepsinin vird-i zebânı, aynı şey idi, esasen. Hoş görme meselesi, bir ahlak-ı âliye halinde tabiatlarının bir derinliği haline gelmişti. Kimseyi ta’n u teşniye yanaşmıyorlardı. Yalan, bilmiyorlardı. İftira, onların düşünce lügatlerinde yoktu. Ta’n u teşni, düşünce lügatlerinde/sözlüklerinde yoktu. Böyle bir şey söylediğiniz zaman, “Bu, ne manaya geliyor ki?!” diyorlardı.

Şimdi, günümüzde bir kısım kimseler -ki onlara “münafık” demeyeceğim, o da yakışıksız bir söz olur; fakat münafıkça bir sıfat olarak- gıybet ederken diyorlar ki: اَلْحَرْبُ خُدْعَةٌ. İftira ederken diyorlar ki: اَلْحَرْبُ خُدْعَةٌ. Ta’n ederken diyorlar ki: اَلْحَرْبُ خُدْعَةٌ. İtibarsızlaştırırken diyorlar ki: اَلْحَرْبُ خُدْعَةٌ، اَلْحَرْبُ خُدْعَةٌ، اَلْحَرْبُ خُدْعَةٌ. Bin tane mesâvî irtikâp ediyor, bin defa fırıldak gibi dönüş yapıyor; dönüyor ve her defasında diyorlar ki: اَلْحَرْبُ خُدْعَةٌ، اَلْحَرْبُ خُدْعَةٌ. Yani, “Savaş bir yönüyle oyundur, ayak oyunudur.” Hâlbuki o, maddî savaşlarda, maddî cihatlarda; hem de yalan söylememek, gıybet etmemek, falanı aldatmamak şartıyla/kaydıyla; belki strateji farklılığıyla başkalarını yanıltarak, az kan dökmeye matuf büyük zafer elde etme ile alakalı.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu konudaki tavrı icmâlî olarak, çok dar dairede, “en-Nûru’l-Halid”de, “Sonsuz Nur”da ifade ediliyor: Zaferleri en rahat elde etmek şartıyla/kaydıyla, çok farklı stratejiler uygulama, daima karşı tarafı bunun ile yanıltma… Mesela Mekke-i Mükerreme’ye gidecek; kimsenin haberi yok bundan. Haberleri olduğu zaman, bakıyorlar ki, beş kilometre ötede bin tane çadır kurulmuş. Bin tane çadır kuruyor, o da O’nun stratejisi. Kendi kafalarında, “Bin tane çadır. Her çadırda on tane insan olsa, on bin tane insan; yirmi tane insan olursa, yirmi bin tane insan. Mekanize birlik yirmi bin insan Mekke’nin kapısına dayanmış ise ve senin hiçbir hazırlığın yoksa, en iyisi mi, teslim-i silah etmek.” أَسْلِمْ تَسْلَمْ، يُؤْتِكَ اللهُ أَجْرَكَ مَرَّتَيْنِ “Teslim ol, selâmeti bul! Allah da senin mükâfatını iki kat versin.” Bunu, Herakliyus’a yazdığı mektupta, nâme-i hümâyun-i nebevîde, Efendimiz, ifade buyuruyor: أَسْلِمْ تَسْلَمْ، يُؤْتِكَ اللهُ أَجْرَكَ مَرَّتَيْنِ Evet, karşıdan çadırları görüyorlar ve merak edip soruyorlar: “Acaba kaç tane deve kesiliyor?” Bir de onun ile ölçüyorlar meseleyi. Ne kadar insan için bir deve kesildiğini onlar kendileri tahmin ediyorlar; o sayıyı öğrenmeye çalışıyorlar.

Kapılarına dayandığı zaman, yapacak hiçbir şey bilemiyorlar. Sonra O’na civanmertliğini sergilemek düşüyor orada. Kâbe’nin kapısının önünde durunca -Canım kurban olsun!..- karakterinin gereğini seslendiriyor: “Benden ne bekliyorsunuz?” diyor. “Sen, kerim oğlu kerimsin; Abdullah’ın oğlu, Abdulmuttalib’in torunusun; Sen, Hâşim’in torunu; Sen, Adnan’ın torunu; Sen, bütün onların üstünde Hazreti İsmail’in torunusun!” manasına “Sen, Kerim oğlu kerimsin!” اَلْكَرِيمُ بْنُ الْكَرِيمِ بْنِ الْكَرِيمِ بْنِ الْكَرِيمِ “Sen, öyle birisisin.” diyorlar. اِذْهَبُوا، أَنْتُمُ الطُّلَقَاءُ “Gidin, hepiniz hürsünüz!” buyuruyor. Düşünün, Mekke fethediliyor; onlar, onurları kırılmış orada. Fakat bu sözler, onlara oksijen yudumlatıyor gibi oluyor. Ayrılıp gidiyorlar. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözünü şunlarla -Hazreti Yusuf’un sözleri ile- kâfiyelendiriyor: لاَ تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Hayır! Bugün size hiçbir kınama yok! (Ben hakkımı çoktan helâl ettim;) Allah da sizi affetsin. Çünkü O, bütün merhamet edenlerin üstünde mutlak merhamet sahibidir.” (Yusuf, 12/92)

“Bugün kınama yok! Allah, Erhamürrâhimîn’dir, sizin her şeyinizi affeder.” O güne kadar hep gezdiği yerde, tozduğu yerde, kin ve nefret duygusu sergileyip gezen Ebu Süfyân ve Hind bile eve kapanıyor, penceresinden bakıyor; “Vallahi, bu, Allah tarafından te’yid ediliyor.” diyorlar. Ve kısa zaman sonra, iki sene sonra da, Yermük Harbi olduğu zaman, o harbe, Ebu Süfyân, hanımı ile beraber iştirak ediyor. Allah Rasûlü’nün yolunda ve Allah Rasûlü’nün getirdiği şeyleri yıkmaya matuf gelen bir orduya karşı savaşıyor orada. Öyle amudî bir yükseliş sergiliyorlar ki!.. Dikey yükseliş demek; öyle bir dikey yükseliş sergiliyorlar ki, insanın aklı durur.

Ben burada antrparantez ifade edeyim: Ne Ebu Süfyân’ın böyle amudî yükselmesine, ne de Halid İbn Velid’in amudî yükselmesine akıl erdirebildim ben. Üç sene içinde insanların bu ölçüde, böyle seviye kat’ etmeleri?!. Hiç durmadan seyr u sülük-i ruhânî yapsa, ayda bir yemek yese, her hafta da bir yudum su içse, hep Cenâb-ı Hakk’a müteveccih olsa, bir insan, bu seviyede yükselemez, mümkün değil!.. Ama işte bildiğiniz gibi, Hazreti Halid, çadırın içinde, vücudundan şakır şakır kanlar akıyor, “Vücudumda kılıç yarası almadığım bir tek yer yoktur. Ama gördüğünüz gibi çadırda böyle zelîlâne ölüyorum!” diyor. Efendim, bu ne yüksek bir seviyenin ifadesi, ne yüksek bir soluklanmanın ifadesidir; neyi soluklanıyor burada?!.

   “Bir müslümana herhangi bir musibet, bir sıkıntı, bir keder, bir üzüntü, bir eziyet, bir gam dokunursa, hatta kendisine bir diken bile batarsa, mutlaka Allah bunları onun geçmiş günahlarına kefaret yapar.”

Şuradan bu girizgâha girmiştim: Başkaları, kendi karakterlerinin gereğini sergilerler; siz, size düşeni yapacaksınız. Sizden evvel gelenler -esasen- çekmiş, çekilecek şeyleri çekmiş; hatta kat katını çekmişler. Öyle buyurmuş zaten: أَشَدُّ النَّاسِ بَلَاءً اَلْأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ الْأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ “Belanın en çetini, en zorlusu, enbiyanın başına gelendir; en aşılmazı, en belalısı, enbiyanın başına gelendir. Ondan sonra da seviyesine göre diğer inanan insanların…”

Kendi adıma ben meseleye baktığım zaman, hatalarımı, günahlarımı düşünüyorum. Bu mevzuda Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği şeylere göre, konumlandırmasına göre, esasen beklenen şeyi yerine getirmediğimden dolayı, O’nun ekstra bir lütfu olarak, beni arındırmak için bana çektiriyor. Fakat sizin de derecenizi yükseltmek için size çektiriyor bunu. Hizmet eden kardeşlerinize, hizmette öncülük yapan kardeşlerinize, dünyanın dört bir yanına yayılan kardeşlerinize, o yüksek gaye-i hayali realize etme istikametinde, yani, nâm-ı celîl-i nebevînin dört bir yanda şehbal açmasını gerçekleştirme istikametinde hareket eden kardeşlerinize çektiriyorsa… Bir; esasen çekme sizden evvelki büyüklerin çektiği şey olduğundan dolayı, o yolda iseniz, tevârüs ediyorsunuz onu. Evladın babasının malını miras aldığı gibi, tevârüs ettiği gibi o malı, aynen sizler de dava duygu ve düşüncesi açısından sizden evvelki o büyüklerin ortaya koydukları şeyi tevârüs ettiğinizden dolayı, onu belası ile, musibeti ile beraber tevârüs ediyorsunuz.

O iyilikler ve güzellikler… بِقَدْرِ الْكَدِّ تُكْتَسَبُ الْمَعَالِي “Meşakkat miktarı, yükseklik tahsil edilir.” Yani, onlardan aldığınız o güzel emanet… O güzel emanet, sizi amudî yükseltecek; fakat aynı zamanda o, bir kısım meşakkatler ile, sıkıntılar ile kuşatılmış, öyle bir sera içinde. Dolayısıyla onu, onun ile beraber almış bulunuyorsunuz. Onun için meseleyi gayet tabii görmek lazım, gayet tabii… Ben göremiyorum, zayıf bir insanım esasen; âh u vah ediyorum, feryad ediyorum. Her yerdeki vızıltı karşısında ben de bir davul sesi ile ses vermeye hemen kendimi salıyorum, ses veriyorum. Ama inşaallah sizler, öyle yapmıyor, çekilen şeyleri bir arındırma çekmesi şeklinde değerlendiriyor, takdir ediyor; “Her işte hikmeti vardır, abes iş işlemez Allah!” diyor ve “Her halde bundan sonra Cenâb-ı Hakk’ın bize çok ekstradan lütufları olacaktır.” mülahazası ile meseleye yaklaşıyorsunuz. Size olmasa bile, sizden sonraki nesillere olacak ve sizin defter-i hasenatınıza sürekli hep hayırlar akıp duracak… Bence bu iş için her şeye katlanılır. İnşaallah sizler, “Uff!” demeden “Puff!” demeden katlanacaksınız; “Off!”ların “Puff!”ların yerine “Ohh be!” diyeceksiniz, oksijen yudumluyor gibi “Ohh be!” diyeceksiniz. Şimdiye kadar dediniz, haddim değil onu size didaktik bir üslup ile teklif etmek; bundan sonra da hiç durmadan çektiğiniz şeyler karşısında hep “Oohh!” deyin, “Ooh be! Bir kere çektirdi.”

Bir hadis-i şerife göre, ayağa batan bir diken bile, günahların dökülmesine vesile oluyor. Arınma vesilesi… Bir taş, ayağınızı incitiyorsa, ona vesile oluyor. Uygunsuzca bir tavır ile karşı karşıya kalıyorsanız, ona vesile oluyor. İtibarsızlaştırma adına bir şeye maruz kalıyorsanız, ona vesile oluyor. Dolayısıyla, sürekli -böyle- kazanma kuşağında yaşıyorsunuz. Kazanma kuşağında yaşayanlar, Şemsü’s-Şümûs’a doğru seyahate azmetmişler, karar kılmışlar; gölgeleri hep arkada. Karanlık zaten hep arkada olmalı; insan hep ışığa doğru yürümeli, Allah’ın izni-inayeti ile. Bugüne kadar olduğu gibi inşaallah şu küçük sarsıntıdan sonra, bugünden sonra da öyle olacak…

   McCarthy mirasçıları “cadı avı” deyip zulümlerine devam etseler de Hakk’a adanmış ruhlar Peygamber vârisi olmanın hakkını verecek, dertlerini derman bilecek ve sabr-ı cemîl ile kurtuluşa ereceklerdir.

Kalkıp bazıları diyecekler ki, McCarthy gibi, “Cadı avı devam ediyor!” Bakın; mirası kimden alıyorlar. Siz diyorsunuz ki, “Meşakkati ile, lezzeti ile, zevki ile, sefası ile, acısı ile, zehri ile, tatlısı ile, kederi ile, bunu biz Peygamberlerden, evliyaullahtan miras aldık.” O da konuştuğu yerde, McCarthy’nin sözünü söylüyor, “Cadı avı…” diyor. “İnsan kaçırmaya devam edeceğiz!” diyor. “Yedi cihanın haberi olsun bundan. Değişik yerlerde, komplolarla evleri basacak, kapıları kıracağız. Kosova’da yaptığımız gibi, Moldova’da yaptığımız gibi, Irak’ta yaptığımız gibi, Afganistan’da yaptığımız gibi, Pakistan’da yaptığımız gibi, daha değişik yerlerde, hayır adına, bayrağı dalgalandırma adına dikilmiş ne kadar direk varsa, hepsini yıkma pahasına, biz McCarthy’cilik yapacağız; çünkü biz, McCarthy’nin mirasçılarıyız. Ona ait bütün hususiyetleri de tevarüs etmişiz!” diyor. “Kapınıza gelirlerse, zinhar içeriye almayın! Zinhar onların bir kaşık çorbasına kaşık salmayın! Onlara bir kaşık çorba vermeyin!” diyor. Ezbere konuşmuyorum, yazıyor bunu adam, yazıyor; McCarthy’nin mirasçıları yazıyorlar.

Şimdi hanginiz bu duruma düşmeyi istersiniz, hafizanallah. Bütün esbâb bilkülliye sukût etse ve siz mecburen öyle bir uçurumun kenarına gelseniz, kendi kendinize -bütün esbâb bilkülliye sukût ettiğinden nur-i tevhîd içinde sırr-ı Ehadiyyetin zuhuruna dayanarak- niyaza durursunuz: “Aman yâ Rabbi! Bizi o seviyeye düşürme; McCarthy’nin mirasçıları yapma bizi! Biz, peygamberlerin mirasçıları olmaya çalışıyoruz. Biz, Ebu Hanifelerin, İmam Şafiîlerin, İmam Mâliklerin, Ahmed İbn Hanbellerin, Fudayl İbn Iyazların, Beyâzıd-i Bistâmîlerin, Cüneyd-i Bağdâdîlerin, Şâh-ı Geylânîlerin, Ebu’l-Hasan el-Harakânîlerin, Şeyhü’l-Harrânîlerin, Maruf-ı Kerhîlerin, Necmeddin-i Kübrâların, Muhammed Bahâuddin Nakşibendilerin mirasçıları olmaya çalışıyoruz!”

Çekmişler; bir an başları dertten âzâde olmamış, çekmişler. Tokmakların biri kalkmış, öbürü inmiş; çekmişler. Fakat hiçbir zaman çizgi değiştirmemişler, hep yürüdükleri yolda yürümüşler. Yolunuz, bu; Allah’ın izni-inayetiyle. Ama Cenâb-ı Hak, ekstradan bir lütufta bulunur, ufkunuzda yalancı şafakların bile atmadığı bir dönemde birden bire bakarsınız ki güneşin doğuşu, şafağın önüne geçmiş. “Allah Allah!” dersiniz, “Biz şafak bekliyorduk, birden bire güneş doğdu!” Doğurur doğurur; esasen doğmaya bakmayacaksın, güneşi doğuran Zat’a (celle celâluhu) bakacaksın orada. O, her şeye kâdir mi, değil mi?!. مَا شَاءَ اللهُ كَانَ، وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ، أَعْلَمُ أَنَّ اللهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ، وَأَنَّ اللهَ قَدْ أَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا “Allah Teâlâ neyi dilerse, o olur; olmamasını dilediği de asla olmaz. Bilirim ki, Allah her şeye gücü yeten kadîrdir ve O ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.” Sabah-akşam, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın vird-i zebânı içinde söylenen mübarek bir beyan. وَاللهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “Allah her şeye gücü yeten kadîrdir.” Allah, buna da kâdirdir.

Bazı insanlar, sadece çektikleri belalarla evc-i kemâlât-ı insâniyeyi ihraz etmişler. Bazıları da bunu iradî olarak çekmişler; yani, seyr-u sülük-i ruhânîler ile, aç durmak, susuz durmak suretiyle. Şimdi bu, meselenin bir yanı; faktörlerden bir tanesi esasen “çekme” mevzuu. Hani Fuzûlî’nin bir şiirini biraz değiştiriyorum, Alvar İmamı’nın ifadesine göre çeviriyorum. Fuzûlî “aşk” adına kullanıyor o iki mısrayı, diyor ki: “Ya Rab, belâ-ı aşk ile kıl mübtelâ beni / Bir an belâ-ı aşktan eyleme cüdâ beni!..” Herhalde, diyorum, “Dertten büyük bir derman mı var / Bir sebeb-i gufrân mı var?” diyen Alvar İmamı, Fuzûlî’nin yerinde olsaydı, şöyle derdi: “Belâ-ı derd ile kıl mübtelâ beni / Bir an belâ-ı dertten eyleme cüdâ beni.” Çünkü bela-ı derd ile amudî olarak, dikey olarak yükselecek. Adam, onun derdinde, esasen, Allah’a yaklaşmanın derdinde. Yani bir; belâ ve musibetin, insanı böyle yükseltici bir yanı var.

Bir de “Uff, puff!” etmeden ona karşı, hatta biraz evvelki ifadeyle, “Ooh!”lar ile karşılayarak, “Elhamdülillah! Cenâb-ı Hak, beni imtihan ediyor. Demek ki hâlâ nezd-i Ulûhiyetinde bana izafî olarak bir kıymet atfediyor; kurban olayım O’na!” diyorsun; içinden geliyor böyle. Dolayısıyla sabrediyorsun orada. Böylece, bir kanat sana o belâya katlanma olurken, bir diğer kanat da esasen sabır oluyor. Laf etmiyorsun orada, “Uff, puff!” etmiyorsun, “Ohh!” ediyorsun. Bunlarla insan, başka şekilde ibadet u taat ile elde edeceği çok yüksek pâyeleri elde ediyor, Allah’ın izni-inayeti ile.

Sizler, başınıza gelen bu şeyler karşısında inşaallah, “Ooh!” diyorsunuzdur. Bu “Oohh!” demeler, Cenâb-ı Hakk’a karşı da atılmış öyle isabetli adımlardır ki!.. Siz farkına varsanız da varmasanız da Cenâb-ı Hak sizi öyle bir noktaya ulaştırır ki, orada Ebdâl gibi, Evtâd gibi, Aktâb gibi, ağzınızı açıp dilinizden dudağınızdan döktüğünüz kelimeler hüsn-ü kabul görür izn-i İlahî ile ve Cenâb-ı Hak, duanıza icâbet buyurur.

“Nasıl ki sadaka, belayı ref eder; ekseriyetin hâlis duası dahi ferec-i umumîyi cezbeder.” diyor Çağın Sözcüsü. Onun için söz birliği yaparak, Cenâb-ı Hakk’ın, belaları def etmesi, kardeşlerimizin Hizmet’te yolunu açması, patikaları şehrâh haline getirmesi adına, gece başımızı yere koyalım; seccade, bizim gözyaşlarımızla ıslansın, şâhid olsun nezd-i Ulûhiyette. Ve Cenâb-ı Hak, bize bir ferec, bir mahreç ihsan eylesin!.. Vesselam.

Bamteli: ASIL HÜNER VE GERÇEK ZAFER

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Her türlü cefaya sabredin, şüphesiz hayırlı âkıbet müttakîlerindir; sonunda kazananlar, Allah’a saygıyla dopdolu bulunup O’nun himayesine sığınanlar olacaktır.

Umûr-i hayriyenin (hayırlı işlerin) muzır mânileri olur. Şeyâtîn-i ins u cin, bu hizmetin hâdimleri ile çok uğraşırlar.. ama her sınıf.. her birim.. dünyanın dört bir yanında. Ne var ki yerinde sâbit-kadem olanlar, sonunda kazanırlar.

Kur’an da o bişâreti veriyor; veriyor ve وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ diyor: “Sonuç, mutlu âkıbet, esasen, müttakîlere aittir.” Cenâb-ı Hakk’a karşı hiss-i mehâbet ve hiss-i mehâbet ile yaşayan ama yine de kurtuluş için O’nun vikayesine, himâyesine sığınan müttakîlere.. en acı günlerde de, en lezzetli, en tatlı günlerde de hep O’na sığınmayı birinci vazife bilenlere… O’nu bilenler, böyle yaparlar; O’nu bilmeyen nâdanlar ise, onlar da “sohbet-i nâdan ile eder telezzüz; divanelerin hemdemi divâne gerektir.”

Sonuç itibarıyla kazanılacak şeyi kazanmış olan insanlar, yürüdükleri yolda değişik kayıplara uğrayabilirler, zayiatlar verebilirler, yaralanmalar olabilir. Fakat netice itibarıyla, bir şehit gibi kazanacaklarını kazanmışlar ise şayet, bence müteessir olmamalılar. Ona kadar yolu var…

Hazreti Câbir’in babası Abdullah, Uhud’da şehit olanlardan. O, şehadetin şerbetini içince, mest-sermest kendinden geçiyor. Zât-ı Ulûhiyet de herhalde böyle kâmet-i bâlâlar ile hususî meşgul oluyor; iltifaten -“taltîfen” demek daha uygun- onlar ile hususî konuşuyor. O da Cenâb-ı Hakk’a rica ediyor: “Beni, dünyaya bir kere daha gönder; esasen bu yolda ölmenin lezzetini, halâvetini, tadını arkadakilere anlatayım!” Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “Gönderme yok, buruya geldikten sonra. Ama Ben senin bu duyduğun şeyi, Peygamber vasıtası ile onlara iletirim!” Evet, kazanıyor. Bir-iki senelik Müslüman; fakat dikey yükseliş ile öyle bir zirve yapıyor ki, dağlar, onun ayağının altında Lût Gölü’ne dönüyor; öyle bir zirve yapıyor.

Geriye dönelim: Sonuçta bir insan kazanıyorsa şayet, o yolda kaybettiği şeylere hiç müteessir olmamalı. Şâir Nefi’nin Dördüncü Murad karşısında, onu ölüme götürdüğü anda, dediği bir söz vardır: “Ne dünyadan safâ bulduk, ne ehlinden recâmız var / Ne dergâh-ı Huda’dan mâadâya bir ilticamız var.” İlticâ edilecek, yönelinecek bir yöne yönelmiş iseniz, zannediyorum dünyadaki bütün iltifatları ayaklarınızın altına alırsınız; ezerken onu az görürsünüz, üzerinde raks etmeye durursunuz. Eğer gözleriniz öbür âleme müteveccih ise, Güneşe doğru yürüyorsanız şayet, gölgeniz sizin ayaklarınızın altında veya arkanızdadır; birazı ayaklarınızın altında, birazı da arkanızdadır. Önemli olan, Güneşe doğru yürümektir. Cenâb-ı Hak, öyle yapsın!..

   Kulluk, hem bir şehrâhta (otobanda/ana yolda/caddede) yürümek kadar kolay hem de Sırât’tan geçmek kadar zordur.

Bu, çok kolay değil. Yine dendiği gibi, “Kulluk -bir manada- Sırât’tan geçmek gibi zordur.” Tekâlif-i İlâhiye var, ibadetleri hakkıyla yerine getirme gibi külfetler var; abdest alma var, namaz kılma var, oruç tutma var… Bunları, takliden o işi yapanlar gibi değil, aynı zamanda derinden vicdanında duyarak yapma var. “Ben, tam görülüyor olma mülahazası ile yapamadım!” deyip daha iyiye talip olma var. Bir arkadaşınızdan duymuştum, demişti ki: “Ben, dört yaşında namaza başladım. Fakat istibrâ mevzuunda abdestime tam dikkat etmiş miydim, etmemiş miydim? Namaza başladığım günden yirmi yaşıma, o meseleyi idrak edeceğim âna kadar kıldığım namazların hepsini -bazı günler kırk rekât, bazı günler elli rekât kılarak, hepsini- kaza etmiştim!”

Eğer namazı doğru kılıyorsanız, bir yönüyle bu da bir cehd, bir gayret ister. “Görülüyor olma” mülahazası ile… Tabiî bir de “görüyor olma” mülahazası var. O, Cenâb-ı Hakk’ın, sonunda lütfedeceği bir şeydir: Allah huzurunda kemerbeste-i ubudiyet içinde durarak.. kalb tir tir titreyerek… Biraz evvel dediğim gibi, gözler açık olacak ama orada hayal dünyanızda neler neler… Kur’an’ın ayetlerinde, ondan ona atlarken, kelimeden kelimeye atlarken, maktadan maktaya atlarken, değişik âlemlerde dolaşıyor gibi… Hep böyle “görüyor olma”ya namzet bir insan gibi hareket etmeli; “görülüyor olma” mülahazasını çok derince değerlendirmeli. Yüreği çatlayasıya… “Niçin öyle namaz kılamadım? Neden hayvanlığım yine üzerimde idi; öyle namaz kılamadım?!.” demeli. İşte zor; gördüğünüz gibi Sırât’tan geçmek gibi zor bir şey.

Zekât vermek de öyle… Alın teri ile kazanıyorsun, veriyorsun; yine zor. Hacca gitmek de öyle; yine kazandığın şey ile gidiyorsun, Hacda da bir kısım vazifeler var; yine zor. Allah yolunda yürüdüğünden dolayı başına sağanak sağanak belâ ve musibetler geliyor. Sözün bidayetinde ifade edildiği gibi, “umûr-i hayriyenin muzır mânileri olur.” Şeytanlar, ordularını seferber ederler; “Ateş!” derler. Bir atış poligonunda, onların hedefinde bulunuyor gibi olursunuz; şakır şakır mermiler yağar üzerinize. Ne mermileri yağar? “Terörizm” mermileri yağar.. “âsî insan” mermileri yağar.. yağar.. yağar.. “itibarsızlaştırma” mermileri yağar.. “sizi ademe mahkum etme” mermileri yağar… Bunlar, çok kolay şeyler değildir.

   “Allah’ım, tasa, hüzün, şikayet ve şiddetli elemimi, yürek yangınımı Sana arz ediyorum!..”

Bütün bunlar karşısında, فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ “Artık bana/bize düşen, güzelce sabretmektir. Sizin bu anlattıklarınız karşısında yardımına müracaat edilecek sadece Allah var.” (Yûsuf, 12/18) “Allah’ım! Sabr-ı cemîl!” “Sabr-ı cemîl” de Hazreti Yakub (aleyhisselâm) tarafından ifade edilmiş: إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللهِ “Ben, bütün dertlerimi, keder ve hüznümü Allah’a arz ediyor, O’na şikâyette bulunuyorum.” (Yûsuf, 12/86) Allah’ım! Dağınıklığımı ve tasamı, Sana arz ediyorum. Şikâyetim, Sanadır; ben, kendimi Sana şikâyet ediyorum. Ağır geldi bu işler… Eğer içime olumsuz bazı şeyler doğdu ise, kafama bazı şeyler girdi ise, nöronlarda bir kirlenme oldu ise, ben bu perişan halimi Sana arz ediyorum!.. إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللهِ

Bazıları, şikâyeti ilave etmişler, Kur’an’da yok; bazıları “kemedî” (hüznümün şiddetini, yüreğimin yangınını) sözünü ilave etmişler: إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي وَشِكَايَتِي وَكَمَدِي إِلَى اللهِ “Allah’ım, tasa, hüzün, şikayet ve şiddetli elemimi, yürek yangınımı Sana arz ediyorum!..” Belki bazıları da, günümüzde, şunları ilave ediyordur: إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي وَشِكَايَتِي وَكَمَدِي وَأَوْجَاعِي، وَأَسْقَامِي، وَأَمْرَاضِي، وَأَعْرَاضِي إِلَيْكَ “Allah’ım, tasamı, hüznümü, şikâyetimi, şiddetli elemimi, yürek yangınımı, ağrılarımı, dertlerimi, bünyeme musallat olan marazları, hastalıklarımı ve başıma gelen musibetleri Sana şikâyet ediyorum.” Maruz kaldığım bu şeylerin hepsini, Sana arz ediyorum!

Bu arz meselesi, “naz”lanma değil, “niyaz” sadedinde söylemedir. “Sabır kahramanı” -Hazreti Pir’e ait bu tabir- Eyyûb (aleyhisselam) gibi, رَبِّ إِنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Ey Rabb! Bana, zarar isabet etti; Sen, Erhamürrâhimîn’sin!” demektir. O (Hazreti Pîr) da o “Rabbî” (رَبِّي) kelimesini ilave ediyor; Kur’an’da öyle değil. وَأَيُّوبَ إِذْ نَادَى رَبَّهُ أَنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Bu arada, önderler içinde Eyyûb’u da an, hatırla. Hani O, ‘Rabbim, bu dert bana iyice dokundu (ve Sana gerektiği gibi ibadet edemez hale geldim). Sen, Merhametlilerin En Merhametlisisin!’ diye yalvarmıştı.” (Enbiyâ, 21/83) Ayette, “Rabbine nidâ etti” diyor. Rabbine nidâ ettiğine göre, her halde “Rabbî” (رَبِّي) demiştir: رَبِّ إِنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Rabbim! Bana zarar isabet etti; Sen Erhamürrâhimîn’sin!..” Arz-ı hâl; Sâhibine arz-ı hal.

Öyle birine arz-ı hâl edeceksiniz ki, problem nedir, onu çözebilsin; dolayısıyla, dilencilerin kapısına dilencilik mülahazasıyla gitmemek lazım. Dünyada sultanlığı ihraz eden insanlar bile dilenci sayılırlar. Onların elindeki şeylere zerre kadar tenezzül etmemek lazım; dünya sultanlığı bile olsa, tenezzül etmemek lazım. Çünkü Allah’a kulluk, hiçbir şeyle değiştirilmeyecek kadar çok yüksek bir pâyedir. Bütün kulluklardan sıyrılmanın yolu da Allah’a kulluktan geçer. Kendini bir şey zanneden insanlardır ki, esasen, Allah’a kulluğun tadını/zevkini duymamış ve tatmamışlardır. Onların, ne “ihsan”dan haberleri vardır, ne “ihlas”tan haberleri vardır, ne “marifet”ten haberleri vardır, ne “muhabbet”ten haberleri vardır, ne “aşk u iştiyâk-ı likâullah”tan haberleri vardır. Bildikleri bir şey varsa, o da yetiştikleri kültür ortamının kendilerine tepeden inme telkin ettiği “taklidî/sûrî/şeklî Müslümanlık”tır; ki Allah, öyle Müslümanlıktan muhafaza buyursun!..

Evet, “Bu yol, uzaktır.” Sırât kadar, Sırât’tan geçmek kadar zordur. “Menzili, çoktur / Geçidi, yoktur / Derin sular var.” Yedi asır evvel, Yunus Emre’nin dediği bir şey. “Bu yol, uzaktır / Menzili, çoktur / Geçidi, yoktur / Derin sular var.” “Kandan-irinden deryalar” sözü ile de ifade ediliyor; “aşılmaz gibi görünen uçurumlar” ile ifade ediliyor; “her köşe başında değişik gulyabanîler ile karşılaşma” gibi şeyler ile ifade ediliyor; ifade ediliyor…

Kulluk, Sırât’tan geçmek kadar zor; fakat insan bir kere de Cenâb-ı Hakk’a teslim oldu mu, her şey öyle kolaylaşır ki!.. فَإِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا * إِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا “Demek ki, her güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Evet, her güçlükle beraber bir kolaylık vardır.” (İnşirah, 94/5-6) Her zorluk ile beraber, bir kolaylık vardır. أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ ayeti ile başlayan beyân-ı Sübhânî içinde zikredilen bir hakikat. فَإِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا * إِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا Her zorluk ile beraber, bir kolaylık vardır. Zorluklar, bağırlarında kolaylığı beslerler, kolaylığı geliştirirler. Zorluklar, dölyatağında kolaylığı oluştururlar.

   Izdırap, en makbul niyazlardan daha değerli bir duadır; ızdırapsız bir sine, sökülüp köpeklere atılacak bir lokmacık etten farksızdır.

Onun için nazmen bu hakikati dillendiren اِشْتَدِّي أَزْمَةُ تَـنْـفَرِجِي demiş: “Şiddetlen, şiddetlenebildiğin kadar. Ben biliyorum ki, şiddetlilik zirve yaptığı zaman -esasen- Cenâb-ı Hak bir ferec, bir mahreç ihsan edecektir, lütfedecektir.” Biz bunu, biraz lâzımî mana ile tercüme ederek diyoruz ki: “Karar, kararabildiğin kadar, ey gece! Çünkü kararmanın son noktası, yalancı bile olsa, şafağın attığı ândır!” O kararma zirve yapınca, arkadan “fecr-i kâzib” tulu’ eder. O fecrin kendisi kâzibtir ama bu kâzibin şehadeti doğrudur; çünkü o, “fecr-i sâdık”ın şâhididir, şâhid-i sâdıkıdır. Kâzibin bir şâhid-i sâdık olduğu, orada görülür. “Fecr-i kâzib”, “fecr-i sâdık”ın şâhididir.

Evet, bütün bunlara katlanınca, Allah’ın izni ve inayetiyle, birden bire geçilmez gibi görünen şeyleri, böyle yüzüyor gibi geçersiniz, uçuyor gibi geçersiniz; üveyikler gibi uçar gidersiniz, birden bire. Öyle zevk-i ruhânîler duyarsınız ki!.. “Bir ân-ı seyyâle vücûd-i enver, binlerce sene vücûd-i ebtere müreccahtır.” diyor yine Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i Tâbân. Her ânınızı Allah’ın izni-inayetiyle öyle “vücûd-i enver” yaparsınız ve bunlar, âhiret hesabına size neler ve neler kazandırır!..

“Izdırap, en makbul dualardan daha makbul bir duadır. Izdırapsız sîneler, sökülüp köpeklere atılacak bir lokmacık etten ibarettir!” Dîn için, diyanet için ızdırap çekmek… Kardeşler için, bacılar için, evlatlar için, çocuklar için, gençler için, ihtiyarlar için, şerden kaçarken deryada boğulanlar için, eşkıya tarafından derdest edilip yakalananlar için ızdırap çekmek… Bu, önemli bir ibadettir Allah’ın nezdinde. Böyle bir muzdaribin iniltileri, sürekli لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ çekmeye mukabil nezd-i Ulûhiyette hora geçen hususlardandır. Ama bu mevzudaki duygusuzluk, hissizlik?!. O da biraz evvel arz ettiğim gibi… Kalb öyle ise şayet, bir bıçak çal, kes, onu şeylerin önüne at; bari onlar yesinler, onlar istifade etsinler. Senin işine yaramamış o, demek ki!..

Evet, أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ “Muztarrın yakarıp yalvarmasına icabet eden, Allah’tan başka kimdir?!.” O, öyle yalvarıyorsa, Allah (celle celâluhu) da o ızdıraplı, o ızdırarlı tabloyu değiştirir; Kendi inayeti ile, inşirah vesilesi olabilecek tablolar, pozisyonlar lütfeder; lütfedecektir.

   “Bazı peygamberler gelmişler ki, mahdut birkaç kişiden başka ittibâ edenleri olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar; demek hüner, kesret-i etbâ’ ile değildir, belki hüner rıza-ı İlâhîyi kazanmakladır.”

Yine o Hazret diyor: Bazı peygamberler gelmiş ki, belki hiç ümmeti olmamış; belki bir tane olmuş, belki iki tane olmuş. Ama bunu yanlış anlamamak lazım; o Hazret öyle diyor da esasen İhlas hususuna dikkatleri çekme mevzuunda diyor. Onlar, o peygamberliğin yüksek pâyesinin sevabı ne ise, nezd-i Ulûhiyette kıymet-i harbiyesi ne ise, mutlaka ona mazhar olmuşlardır. Üveyik gibi kanatlanmış, yine Rü’yet ufkuna yükselmişlerdir, “Ben razıyım!” sesi ile sermest olmuş, kendilerinden geçmişlerdir. Ama ihlasları esasen bir hakikati ikame etme mevzuudur. Fakat onların, işte Hazreti Zekeriya (aleyhisselam) gibi testere ile biçilmesi, Hazreti Yahya (aleyhisselam) gibi şehit edilmesi, Hazreti İsa (aleyhisselam) gibi -hâşâ ve kellâ- bir şakî gibi takibe maruz kalması…

O’nun (Hazreti İsa’nın) âkıbeti ile alakalı, Kur’an-ı Kerim’de geçen farklı iki ayet, Yuhanna İncili’nde anlatılandan farklı iki ayet var. وَقَوْلِهِمْ إِنَّا قَتَلْنَا الْمَسِيحَ عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ رَسُولَ اللّهِ وَمَا قَتَلُوهُ وَمَا صَلَبُوهُ وَلَكِن شُبِّهَ لَهُمْ وَإِنَّ الَّذِينَ اخْتَلَفُوا فِيهِ لَفِي شَكٍّ مِنْهُ مَا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ إِلاَّ اتِّبَاعَ الظَّنِّ وَمَا قَتَلُوهُ يَقِينًا “Yine, Allah’ın Rasûlü Meryem oğlu İsa (hakkında övüne övüne, “Onu) katlettik!” diye iddia etmeleri yüzünden -oysa onlar, İsa’yı öldüremediler, onu asamadı ve çarmıha geremediler; fakat şüpheye düşürülüp (bir aldanışa ve karışıklığa sürüklendiler). İsa ve dünyadan nasıl ayrıldığı konusunda ihtilâfa düşenler, asla bir gerçeğe dayanmayıp, zaten kendileri de hep şüphe içindedirler. Herhangi kesin bir bilgiye sahip bulunmadıkları için, ancak zanna tâbi olup gitmektedirler. Gerçek şu ki, onlar İsa’yı asla öldüremediler.” (Nisâ, 4/157)  إِذْ قَالَ اللهُ يَا عِيسَى إِنِّي مُتَوَفِّيكَ وَرَافِعُكَ إِلَيَّ وَمُطَهِّرُكَ مِنَ الَّذِينَ كَفَرُوا وَجَاعِلُ الَّذِينَ اتَّبَعُوكَ فَوْقَ الَّذِينَ كَفَرُوا إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ ثُمَّ إِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَأَحْكُمُ بَيْنَكُمْ فِيمَا كُنْتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ “O zaman Allah şöyle buyurdu: Ey İsa! Artık (rasûl olarak vazifen tamamlanmakla) seni eceline yetirip geri alacak ve (misalî vücuda bürünmüş bedenin ve ruhunla birlikte) nezdime yükselteceğim ve seni o küfredenlerin arasından alıp suçsuzluğunu, paklığını ortaya koyacak ve sana tâbi olanları Kıyamet Günü’ne kadar küfredenlere üstün kılacağım. Sonra, her halükârda hepinizin dönüşü Banadır; işte o zaman, ihtilâf edegeldiğiniz konularda aranızda hükmümü vereceğim.” (Âl-i Imrân, 3/55) Tefsirlerde, öldürülmediğini ifade eden zatlar, ayette geçen مُتَوَفِّيكَ kelimesini izah ederken -antrparantez arz ediyorum- “Allah (celle celâluhu), Hazreti İsa’ya vereceği her şeyi tastamam verdi, tevfiyede bulundu.” manasını veriyorlar. Her ne ise, bu detaylara girmeyelim.

Şimdi O (aleyhisselam) bile giderken, işte on bir insan arkada bırakıyor. Düşünün “Rûhullah”; Meryem validemiz gibi birinden dünyaya geliyor. Herhangi bir erkek değil, doğrudan doğruya “Rûhullah”ın telkihi ile meydana geliyor ve öyle yetişiyor aynı zamanda. Annesinin burnundan düşmüş gibi yetişiyor. Daha kucaktayken, dünyaya gelir gelmez, konuşuyor. O ses O’nun sesi ise…

   Hazreti Meryem’in İffeti, Hazreti İsa’nın Gür Sesi ve Hazreti Musa’nın Tûr Hadisesi

Kur’an-ı Kerim’de buyrulduğu gibi, hani anne, telaş içinde: فَأَجَاءَهَا الْمَخَاضُ إِلَى جِذْعِ النَّخْلَةِ قَالَتْ يَا لَيْتَنِي مِتُّ قَبْلَ هَذَا وَكُنْتُ نَسْيًا مَنْسِيًّا “Derken, doğum sancısı O’nu bir hurma ağacına dayanmaya zorladı. (Evlenmeden çocuk sahibi olmayı insanlara nasıl anlatacağının endişeleri içinde) ‘Keşke bu iş başıma gelmeden önce öleydim de adı sanı unutulup gitmiş biri olaydım!’ dedi.” (Meryem, 19/23) “Ah keşke, ölseydim de unutulup gitseydim!” diyor. Bu, iffetin söylettiği bir sözdür. Öyle yaşamış ki, mâbette, mihrâb gibi bir yere, bir odacığa kapanmış. Yahudilikte esasen kadınlar, havraya giremiyorlar. Fakat ayrı bir yerde kendisini Allah’a vermiş. Hazreti Zekeriya onun yanına girip çıkarken, önünde ekstradan semâvî yemekler görünce, “Nereden bunlar sana!” diyor. Kur’an ifade ediyor bunu; “Allah’tan, semadan!” diyor. Şimdi iffeti ile böyle yaşamış bir kadın; hep iffeti ile “müşârun bi’l-benân” olmuş veya “müşâratün bi’l-benân” olmuş. Şimdi ona o yapılan şey (itham ve iftira), öyle ağır gelir ki!.. يَا لَيْتَنِي مِتُّ قَبْلَ هَذَا وَكُنْتُ نَسْيًا مَنْسِيًّا “Keşke bu iş başıma gelmeden önce öleydim de adı sanı unutulup gitmiş biri olaydım!” deyince, aşağıdan bir ses geliyor: فَنَادَاهَا مِنْ تَحْتِهَا أَلاَّ تَحْزَنِي قَدْ جَعَلَ رَبُّكِ تَحْتَكِ سَرِيًّا “(Bir ses) alt tarafından ona seslendi: Üzülme; bak Rabbin senin alt tarafında akar bir su meydana getirdi.” (Meryem, 19/24) Daha çocukken, dünyaya gelir gelmez, ayağının dibinde böyle diyor. Ses O’nun sesi ise… Veya O’nu nefh eden Rûh’un sesi de olabilir. İki ihtimal de var burada.

Fakat Kıtmîr’e göre, doğrudan doğruya, Hazreti Mesih’in sesi; çünkü Hazreti Meryem validemizin -esasen- öyle bir referansa ihtiyacı vardı. Onu, beşikteki çocuğu kucağına alıp Musevîlerin karşısına çıktığı zaman, endişe duymayacaktı. Onun için “Nereden Sana!” dedikleri zaman, “Nereden bu çocuk sana!” dedikleri zaman… “Senin baban öyle birisi değildi, annen de öyle birisi değildi; nereden bu çocuk sana?!” dedikleri zaman, hiçbir şey söylemeden mübarek validemiz/anamız -Allah, bizi ona bağışlasın!- çocuğu işaret ediyor. “Beşikteki çocuk ile mi konuşacağız?!” dediklerinde; onun (Hazreti İsa’nın) sesi gürlüyor. O kadar emin ki validemiz!..

Hazreti Musa hadisesine benzetiyorum ben bunu hep, bu ayeti dinlerken. Çünkü en çok dinlediğim yerlerden birisi; Meryem sûre-i celilesi, çok dinlediğim yerlerden birisi. Hafızların hemen belki otuz tanesinden ayrı ayrı dinlemişimdir onu. Seyyidinâ Hazreti Musa’nın Tûr-i Sînâ’da kendisine referans olabilecek öyle bir şeyden geçmesi gibi… Birden bire “Al asâyı, git sihirbazların karşısına çık!” denseydi, orada birden bire asanın yılan olması, kobra gibi, dinozor gibi insan üzerine gelmesi neticesinde orada korkar, titreyebilirdi. İlk defa öyle bir şey ile karşılaştığı zaman… Yine, elin bembeyaz olması filan; bunlar, sürpriz şeyler, insanda ciddî heyecan uyarabilir. Hâşâ ve kellâ, her dediğini doğru diyen ve dediği şeyler ile başkalarını tesiri altına alan koca Peygamber orada -hâşâ ve kellâ- panikleyebilirdi. Cenâb-ı Hakk, evvelâ Tûr-i Sînâ’da, Mukaddes Vadi denen yerde, “Ayakkabılarını çıkar!” buyuruyor. Demek ki tecelligâh-ı İlahî orası; orada Cenâb-ı Hak tecelli buyuruyor O’na, إِنِّي أَنَا رَبُّكَ فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَ إِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًى “Bil ki, Ben senin Rabbinim; şimdi pabuçlarını çıkar; çünkü mukaddes Tuva Vadisi’nde bulunuyorsun.” (Tâhâ, 20/12) buyuruyor Tâhâ sûre-i celîlesinde. Fakat orada evvelâ bir tatbikat yaptırıyor. “At asânı yere!” diyor, “Çıkar elini!” diyor. Dolayısıyla Firavun’un karşısında yaptığı zaman, bunlar meydana geldiği zaman, sihirbazlar karşısında bunlar meydana geldiği zaman, onların oyunları karşısında “hîfê” (خِيفَةً) deniyor, hafif, çok küçük, cüz’î bir telaş yaşıyor ama Cenâb-ı Hak, لاَتَخَفْ “Endişelenme, korkma sen!” buyuruyor.

İşte, ben, hep ona benzetiyorum Meryem validemize Hazreti İsa’nın seslenişini. Nihayet, Hazreti Meryem, oraya geldiğinde, çok rahat, kalbi itmi’nan içinde, O’nu işaret ediyor. Bu, onun aynı zamanda hakikaten iffetli olduğunu da gösteriyor, onların da ağzına fermuar vuruyor; Onu ta’n edenlerin ağzına fermuar vuruyor: قَالَ إِنِّي عَبْدُ اللهِ آتَانِيَ الْكِتَابَ وَجَعَلَنِي نَبِيًّا “Derken bebek: Ben Allah’ın kuluyum, dedi, O bana kitap verdi, beni peygamber olarak görevlendirdi.” (Meryem, 19/30) Vukuu muhakkak olan şeyler, Arap dilinde mazi kipi ile ifade edilir. İleride Allah Kitap/İncil verecek ona, “Ahd-i Cedîd”i verecek: آتَانِيَ الْكِتَابَ وَجَعَلَنِي نَبِيًّا “O bana kitap verdi, beni peygamber olarak görevlendirdi.” İleride Peygamber yapacak; وَجَعَلَنِي نَبِيًّا diyor. Çocuk daha, henüz vazife gelmemiş ama mazi kipinin hususiyeti, vukuu muhakkak; وَجَعَلَنِي نَبِيًّا Sonra, وَجَعَلَنِي مُبَارَكًا أَيْنَ مَا كُنتُ “Nerede olursam olayım, Allah, Beni mübarek kıldı!” (Meryem, 19/31) diyor; onlara karşı diyor, Meryem validemizi itham edenlere karşı. Anasının şâhidi…

   Önceki gün havarîler, daha dün sahabîler, bütün meşakkatlerine rağmen Peygamber yolunda yürüdü ve geride silinmez izler bıraktılar; onların izlerini takip eden milyonlar hidayete erdi ve kurtuldular.

Evet, “Nâsıralı genç” deniyor, Eski Ahit’te de öyle deniyor. Nâsıralı genç, dolaşıyor her yerde. Hatta Hazreti Yahya da onu dinliyor. Onlar aynı zamanda halazâde (teyze oğlu), birbiriyle akraba. Onun konuşmalarını dinleyince sağda-solda… O da güzel konuşuyor; bir Peygamber, Peygamber gibi konuşuyor; fakat diyor ki, “Galiba bundan sonra söz onun.” “Söz Senin, devran Senin! Sen konuş!” diyor, Hazreti Mesih’e. Böyle diyor ama bu büyük insan, yürüyeceği yere -neresi ise, oraya- yürürken, arkada on bir insan bırakıyor.

Onlar (Hazreti İsa’nın havarîleri) da çok doğru izler bırakıyorlar. Yâsîn Sûresi ile alakalı Hammâm Tefsiri’nde de anlatıldığına göre; Allahu a’lem, Antakya’ya gelen elçiler de onun elçileri. Orada, o Habîb-i Neccâr, ona ilk inananlardan bir tanesi oluyor. Tâ Roma İmparatorluğu’nun içine giriyorlar, Romalıların içine. Onlar, onlardan rahatsız oluyorlar; Büyük Konstantin, Hıristiyanlığı din olarak kabul edeceği âna kadar işkence görüyorlar. Hatta vebanın, tâûnun, değişik hastalıkların sâri olduğu yerlerde, onları ölüme mahkûm ediyorlar. Fakat onlar, bıkmadan, usanmadan hakiki Hıristiyanlığı orada telkin ediyorlar. Şimdi böyle on bir tane insan bırakıyor; fakat sonra arkadan bir yönüyle sâhil-i selâmete çıkan, binlerce insan, onun bıraktığı o izlerde yürüyor, Hazreti Yahya’nın bıraktığı izlerde yürüyor, Hazreti Zekeriya’nın bıraktığı izlerde yürüyor.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, ruhunun ufkuna yürüdüğü dönemde -bazı Siyer kitaplarında- “Yüz bin insan vardı.” deniyor. Fakat en büyük “Tabakât” el-İsâbe kitabında, İbn Hacer, on bin insandan bahsediyor. Üsdu’l-Gâbe’de altı-yedi bin insandan bahsediliyor. Zannediyorum bu “elli bin, yüz bin” diyen insanlar, böyle yeni girmiş insanları da sayıyorlar. Daha dün girmiş, Efendimiz ruhunun ufkuna yürümüş… Kadın, erkek, çoluk, çocuk, hasta, alil, melûl… Bunların hepsini dâhil ediyorlar.

İnsanlığın İftihar Tablosu… Yüzü suyu hürmetine var olduğumuz İnsan… Peygamberlerin sultanı… Ki, Türkçemizde biz, Arapçasını kullanıyoruz “Sultân-ı Enbiyâ” diyoruz, “Peygamberlerin Sultanı” diyoruz. Üstad Necip Fazıl, O’nun adına yazdığı kitabın adını şöyle koydu: “O ki, o yüzden varız!” O ki, o yüzden varız. O, hadis diye rivayet edilen güzel bir sözün manası, (ha-dis di-ye ri-vâ-yet e-di-len gü-zel bir sö-zün mâ-nâ-sı): لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلأَفْلاَكَ “Sen olmasaydın, gökleri, yeri yaratmazdım!” Yüzü suyu hürmetine… Manası, doğru bunun; çünkü onların manasını, o Kitâb-ı Kebîr’in manasını, Cenâb-ı Hakk’ın murâd-ı Sübhânîsini bize anlatmasaydı şayet, gelip bize anlatmasaydı, belki her şey abes, boşu boşuna olacaktı. Her şeyin anlamlandırılması, mana kazanması, O’nun sayesinde oldu. O, bütün varlığa dil ve tercüman oldu. Konuşan, Kur’ân idi; fakat semadan alıp onu konuşturan O (sallallâhu aleyhi ve sellem) idi. “Sus! Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.” Ama onun tercümanı, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) idi, Hazreti Rasûl-i Zîşân idi.

Fakat ne oldu? Kendinden, Kendisi ruhunun ufkuna yürüdükten sonra, çok fazla değil hemen on dört, on beş sene sonra, iki tane süper güç, İslam’ın vesayeti altına girdi: Pers İmparatorluğu ve Roma İmparatorluğu. Ordular bozuldu, kaçtılar; tâ Konstantin’e kadar kaçtılar. Konstantin soruyor: “Niye kaçıyorsunuz?” “Bizim ölümden kaçtığımız gibi, onlar ölüme doğru koşuyorlar; nasıl kaçmayacaksınız ki?!.” Evet, öyle diyor. Zannediyorum Şiblî’de görmüştüm bunu, zannediyorum; yanlış da aklımda kalmış olabilir, Mevlânâ Şiblî, Hindistan’da.

Şimdi İnsanlığın İftihar Tablosu bile arkada bu kadar insan bırakmış ise şayet, bence, o mesele küçümsenecek bir mesele değil. Bırakılan izler, çok önemlidir; bugün olmazsa yarın, Allah’ın izni-inayetiyle…

   Hâbil-Kâbil hikâyesi hâlâ devam ediyor, Faust-Mefisto mücadelesi hız kesmeden sürüyor; ne mutlu zulme uğrasa da masum kalanlara ve müjdeler olsun insî-cinnî şeytanlara rağmen mü’mince davrananlara!..

Bir şey arz edeyim: Aslında, bu dünya çapındaki büyüklerin hiçbiri, yaşadıkları dönemde, daha sonraki durumları itibarıyla o parlaklığa şahit olmamışlardır. Efendimiz, onu görmüştür; “Benim adım, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır!” demiş, onu görmüştür; fakat dünya hayatındayken esasen onu görmemiştir. Çünkü yakın körlüğü yaşar insanlar. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, büyük bir insan. Ne kadar zaman sonra tanınmış biliyor musunuz, dünya çapında? Üç asır sonra… İmam Gazzâlî, beş asır sonra tanınmış; böyle büyük bir âlim, hâlâ da kıymet-i harbiyesine göre tanındığı söylenemez. Çağın Sözcüsü de öyle: Ta Meşrutiyet yıllarında yazdığı kitapları ile filan, yüz sene… Hâlâ Anadolu insanı tarafından tanındığı söylenemez. Hususiyle, evleviyetle tanıması gerekli olan, din adına eğitim görmüş insanlar ve hususiyle de teologlar -diğer bir ad (ilahiyatçı) ile anmıyorum ben onları, “teologlar”- tanımıyorlar. Zannediyorum, onların içinde takdir eden on insan yoktur. Siyasî mülahazalarına âlet etme maksadıyla birileri bazı kitaplarını neşretmek suretiyle kendilerine bir pâye kazandırmaya matuf bir tavırda, bir davranışta bulunmuşlardır. Ben söylerken, zannediyorum, resim/tablo, sinema şeridi gibi sizin gözünüzün önünde de canlanıyordur. Bunlar, münafık oyunları… Evet… Fakat tanınmamıştır, katiyen. Yakın körlüğü… Her devirde öyle olmuştur. Fakat hiçbir zaman bu körlük, devam etmemiştir.

Hadis ricali kritiği yapılırken, bir söz vardır: “Emsal arasında tenâfüs olur.” Aynı çağı, aynı devri, aynı dönemi paylaşan insanlar arasında, hafif hazımsızlık olabilir. Bu, ancak o büyükler arasında olmamış: Ebu Hanife, İmam Mâlik’i kıskanmamış; İmam Mâlik, Ebu Hanife’yi kıskanmamış; Ahmed İbn Hanbel, İmam Mâlik’i kıskanmamış; İmam Şâfiî, Ebu Hanife’yi kıskanmamış. Belki tanımadıkları dönemde, “Bir tanısak!” falan demişler ama birbirlerini tanıyınca, birbirlerinin takdirkârı olmuşlar. Fakat çok insan, emsallerini kaydırmak için ellerinden gelen her şeyi yapmışlar; inandıkları halde, ellerinden gelen her şeyi yapmışlar.

Nitekim günümüzde de değişik ülkelerde, İslam ülkelerinde hal böyle. Mesela doğruluğu temsil eden bir cemaate kötülük yapanlara karşı, “Meseleyi kökten kazımayınca siz rahat edemezsiniz; bunlar her zaman başınızı ağrıtır!” diyorlar. Birinin söylediği sözü naklediyorum burada. Evet, öyle biri ki, birisi bana iki defa fetva sormuştu da ben de biri vasıtasıyla “Ona sorsanız, daha iyi olur!” demiştim. Evet, o da onun karşılığını veriyor; diyor ki: “Şimdiye kadar yaptığınız bu meşkûr iş, şâyân-ı takdir iş, tarihte emsali, eşi bulunmayan bir iştir! Birilerini yok ediyorsunuz, fakat böyle biçme ile bu meselede yetinmeyin; hozan bile bırakmayın. -Ekinler biçildikten sonra geride bırakılana “hozan” denir.- Hozan bırakmayın. Bunları böyle bırakırsanız, çayırlar gibi, yeniden bir kere daha biter bunlar. İmkânı varsa, sürün; bunların köklerini de yok edin. Hatta bunları tanımış, bunları takdir etmiş insanları bile derdest edin, değişik yerlerden onları yakalayın, postalayın; bir yönüyle, bütününün kökünü kazıyın!” Arapça kelime, dilimizde de kullanılır, buna “tenkîl” denir; tenkîl, kökten kazıma. Veya “ibâde” denir; bir daha olmayacakları şekilde, bütün bütün yok etme. اَللَّهُمَّ مُقَابَلَةً لِتَنْكِيلِ أَعْدَائِنَا، تُغْنِينَا بِهَا عَنْ مُقَابَلَةِ مَنْ سِوَاكَ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ “Allah’ım bize karşı düşmanlık hisleriyle oturup kalkan ve Hizmet’in kökünü kazımaya çalışan zalimlere öyle bir mukabelede bulun ki, bizi başka hiçbir mukabeleye muhtaç bırakmasın. Duamızı kabul buyur ey Erhamerrâhimîn!..”

Nâdân insanlar… “Nâdânla sohbet, zordur, bilene / Zira nâdan söyler, ne gelirse diline.” Onlar, kendi karakterlerinin gereğini sergiliyorlar. Siz, Allah’a doğrudan doğruya inanmış, yürekten inanmış insanlar olarak, size yakışır şekilde davranacaksınız. Ama bilmiyorum tabii, öbür tarafta yükün ağırlığından dolayı meseleyi atf-ı cürüme getirir, “Yâ Rabbi, bunlar bize yaptılar!” der miyiz; o mevzuda teminat veremeyeceğim, kendi adıma bile teminat veremeyeceğim. Fakat şimdiki karakterimin gereği; ne yaparlarsa yapsınlar, bence Hâbil gibi hareket etmeli: Sen, bana, yumruğun ile gelsen, mızrağın ile gelsen, silahın ile gelsen, ben, sana dilimin ucuyla bile bir şey yapmayacağım!.. Evet, Hâbil, “Sen, esas, yaptığın şey itibarıyla, yaptığın şeyler ile Cehennem’e gideceksin!” diyor. Allah, Kâbil’in âkıbetinden muhafaza buyursun!..

Evet, belki bize yapılan tavsiye de bu. İnsanlar içinde, Hâbil-Kâbil hikâyesi hâlâ devam ediyor. Goethe, “Faust-Mefisto” demişti; şeytan ve insan oyunu. O manada, “Oyun, hâlâ devam ediyor, kıyamete kadar da devam edecek” diyor. Oyun, devam ediyor şu anda da. Bence orada aldanan ol da aldatan olma!.. İyilik yapan ol da kötülük yapan olma!.. Kötülük yapanlara karşı, iyiliğe ihtiyaç duydukları zaman, iyilik yapma mülahazası ile otur-kalk, onun rüyalarını gör; bir yönüyle, kendini ona göre hazırla!.. Bir yönüyle kendinde ön yargı oluştur; şartlandır kendini, iyilik yapmaya şartlandır. Kötülük mülahazalarını unut, kim olursa olsun!..

Ve şimdiye kadar sizin arkadaşlarınız öyle davrandılar. İçlerinde müfteriler çıkmış olabilir; o kadarmış onlar. Aldanmışlar onlar; İbn Selûl’ün yoluna girmişler. Bazıları İbn Selûl’ün arkasında saf bağlamış olabilirler ama zannediyorum bunlar binde birdir. Binde birdir; binde dokuz yüz doksan dokuz, belki virgül dokuz, Allah’ın izni-inayetiyle hakta, hakikatte sabit-kadem olmuş; Allah’ın izni-inayetiyle, doğru bildikleri yolda yürümeye devam etmişlerdir.

Burada antrparantez şunu da arz edeyim: Kim olursa olsun, esasen zerre kadar insanca davranıyorsa, Müslüman sıfatı ile davranıyorsa, Allah, katiyen onu karşılıksız bırakmaz. Vesselam.

Bamteli: TALEBİN KIYMETİ VE NİYETTEKİ DERİNLİK

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Sabreder de mukabele yerine af yolunu seçerseniz, böyle davranmak, hiç kuşkusuz daha hayırlıdır.”

İşin içine zerre kadar nefsânîliği karıştırmamak lazım. En başarılı, en muvaffak işlerimizde, “Allah Allah! Cenâb-ı Hak, benim gibi birisine de bu türlü lütuflarda bulunuyor! Demek ki bazen Cenâb-ı Hak, böyle, termitlere kuleler yapma imkânı da veriyormuş! Evet, ben, O’nun kudreti karşısında, kemâl-i tazim ile eğiliyorum; ‘Bu ne büyük lütuf!.. مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يَا مَحْمُودُ (Ey herkes tarafından hamd u sena ile yâd edilen Rabbimiz, Sana hakkıyla hamd edemedik.)’ diyor ve eğiliyorum!” demeli.

İşin içine nefsânîliği karıştırmamanın bir yanı da biri yakışıksız bir şey yaptığı zaman hemen mukabele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesinde bulunmamaktır. Çok tekerrür eden bir husus; söz, Üstad Bedîüzzamân’a ait fakat bu, Kur’an-ı Kerim’deki bir ayetin -bir yönüyle- manasının ortaya konmasından ibaret: وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Size yapılan bir haksızlık ve kötü muameleye mukabele edecek olursanız, size yapılanın aynısıyla mukabelede bulunun. Fakat sabreder de mukabele yerine af yolunu seçerseniz, böyle davranmak, sabredenler için hiç kuşkusuz daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126) 

Biri, size bir işkence ederse, bir azapta bulunursa, mukabelede bulunma hakkı doğar sizin için. وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ İkab; ceza, haksızlık, kötü muamele demektir, nâ-sezâ, nâ-becâ söz demektir. Birisi incitici, ajite edici bir şey söyleyebilir. “Ben de aynıyla mukabelede bulunayım! O, bana ‘Vandal!’ dedi, ben de ‘Vandal!’ diyeyim. O, bana ‘Terörist!’ dedi, ben de ‘Teröristin tâ kendisi sensin!’ falan diyeyim.” “Yaptığın işten, icraattan belli…” diye bir de şerh düşeceğim buna, hâşiyeler ile meseleyi besleyeceğim: “Yaptığın icraata bakılınca, kendi resmini çiziyorsun!” falan… Bunları deme gibi ilaveten şeyler söyleme… Böyle mukabele-i bi’l-misil (misliyle, aynı şekilde, benzeriyle karşılık vermek) hakkınız olabilir. Fakat civanmertlik odur ki, o mukabele-i bi’l-misil hakkını bile kullanmamalı insan.

Çünkü Kur’an, onun arkasından diyor ki: وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ Eğer sabrederseniz, dişinizi sıkar katlanırsanız o işe, mukabelede bulunmaz iseniz… Belki öyle bir şeyi savma adına “aktif sabır” esas olmalıdır. Üstad’ın tabiriyle “müspet hareket” ile onu savmaya gücünüz yetiyorsa, onu öyle savarsınız, sabırla… لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ Dişini sıkıp o meseleye katlananlar için, bu daha hayırlıdır. “Hayr” kelimesi, “ism-i tafdîl”dir, “çok daha hayırlıdır” manasına gelir. Demek ki öbürüne dair bir şey söylemiyor ama buna gelince, “Bu çok hayırlı bir şey!” diyerek o hayırlı şey (sabır) ufkunu gösteriyor.

   Allah Rasûlü, Hazreti Cüleybib’in ardından “Benim bir kaybım var!” demişti; bugün de ne çok kaybımız var!..

Bir örnek -akla geldiği için- arz edeyim: İşin içine nefis karıştığı zaman, hemen ondan adım adım geriye çekilme mevzuu. Savaş yapılıyor, adam, sizi öldürmek istiyor… İslam’daki savaşlar müdafaa amaçlıdır. “Ebedî Risâlet”inde Abdurrahman Azzam’ın ifade ettiği gibi, İslam’daki savaşlar, tedâfuî savaşlardır, müdafaa savaşlarıdır; ya muhakkak bir saldırıya karşı veya yüzde yüz ihtimal ile olması muhtemel bir saldırıya karşı bir tavır alma, bir yönüyle onları püskürtme demektir. Bunlar Siyer felsefesi açısından tahlil edildiğinde, bu kategoriye hepsi sokulabilir bunların. Savaş, savaşta insan öldürme… Hani şimdi de deniyor ya: “Savaşırken, yüz yetmiş, yüz seksen insan öldü!” Belki daha fazla öldü, belki daha fazla şehit oldular; inşaallah Cennet’e gittiler. İşin yapılması, yapılan işin keyfiyeti ayrı bir mesele… O insanların emir dinleyerek, o mevzuda denen şeyleri yaparken ruhlarını fedâ etmeleri, onları o şehadet kıymet-i harbiyesinden aşağıya düşürmez. Evet, bir realiteyi antrparantez ifade etmiş oldum burada.

Savaşın hususiyeti; o, onu öldürür, o onu öldürür, o da onu öldürür. Siz, kılıcınızı çeker, bir yere gidersiniz; orada şehit olmak da vardır. Hani bir yerde, herkes kendi medfûnunu, şehidini söylüyor, “Benim, bu; benim, bu; benim, bu!” Buyuruyor ki Allah Rasûlü: “Benim de bir şehidim var!” Ve geliyor başına onun. Yedi-sekiz tane insanın hakkından gelmiş; sonra o yedi-sekiz insan mukabelede bulunarak, onlar da onun ruhunun ufkuna kanatlanmasına sebebiyet vermişler. Onun öbür tarafa gidişi böyle bir gidiş; berikilerin gidişi de Gayya’ya yuvarlanış. Hazreti Cüleybib (radıyallâhu anh). Savaşta böyle bir ölme/öldürme de var; o onu öldürecek, o da onu. Geliyor biri, senin koluna bir kılıç indiriyor; diğer kolun duruyorsa, sen de ona mukabelede bulunacaksın.

Şimdi arz edeceğim misal farklı: Seyyidinâ Hazreti Ali işte böyle bir savaşta… Hazreti Ali gibi, ihkâk-ı hak eden, kılı kırk yaran bir insan… Hatta Hendek’te Amr İbn Abd-i Vüdd (veya Vedd) ile karşılaştığı zaman, evvela ona hamle yapma imkânı veriyor. Bu, büyük insanlardaki bir hususiyettir. Seyyidinâ Hazreti Musa (aleyhisselam) da sihirbazlara demiyor mu? “Ne marifetiniz/hüneriniz varsa, sergileyin de ondan sonra Ben yapacağımı yapayım!” Evet, büyük insanlara düşen şey, budur.

Küçük insanlar da, yapacaklarını yaparlar… Bir şey var mı yok mu; esasen onu dayandırdıkları bir mesnet söz konusu mu değil mi?!. Sonra derler ki: -Efendim, bu modern hukukun temel disiplinlerindendir (!)- “Sen, pâk olduğunu ispat et!” Bakın; görüyor musunuz hukuk disiplinini?!. Şimdiye kadar demek ki Hukuk Felsefesinde bu mesele yanlış anlaşılıyormuş: Suçu ispat etme esastır, bir insanı mücrim hale getirmek için… “Ben, evvela şöyle-böyle bir ihtimalden dolayı tutar seni atarım içeriye; sonra sen, temiz olduğunu anlat orada!” Ee ne diyecekler, ne edecekler; o, belli değil.

İşte orada Amr İbn Abd-i Vüdd için bile kendi hamlesini yapma fırsatını veriyor. Menkıbelerde anlatıldığı üzere, Hazreti Ali’nin kalkanına kılıcını indirince o kalkanı yarıyor. Sonra Hazreti Ali de kılıcı tepeden aşağı indirince, onu atından aşağıya indiriyor. Hendek vakasında vuku bulan iki üç vakıadan birisi bu. Böyle bir insan, Hazreti Ali…

   “Bana tükürdün, hiddete geldim; nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi. Onun için seni öldürmedim.

Hazreti Ali, bir savaş meydanında, yatırmış bir adamı yere. Yoksa adam onu öldürecek, şehit edecek. Hazreti Üstad, değerlendiriyor o meseleyi. Kılıcını çekip adamı tam öldürüleceği zaman, o, Hazreti Ali’nin yüzüne tükürüyor. Küfrünün muktezası; isterseniz buna “küfür onuru” diyebilirsiniz. “Onur” da Türkçe değildir; fakat o kadar bizim dil otağımızı işgal etmiş ki, Türkçe bir kelime diye kullanıyoruz. Yabancı bir kelimedir onur; gururun yerinde, şerefli olmanın yerinde kullanıyoruz. Merak edenler, sözlüklere bakabilirler. “Küfür onuru” diye, seyyidinâ Hazreti Ali’nin yüzüne tükürüyor. Tam kellesini alacakken; kılıcı, kellesine koymuş. Fakat müdafaa hakkını kullanıyor; o ona yapmasa, o Hazreti Ali efendimize yapacak. Adam tükürünce, hemen kılıcını kınına sokuyor, kalkıyor Hazreti Ali efendimiz. Diyor ki: “Ben senin yüzüne tükürdüm ki, bir an evvel yapacağın şeyi yapasın öfkeyle, işkence etmeyesin!” Kendileri gibi zannediyorlar; oysaki mü’min hiç kimsenin kendisi gibi değildir; zira o, kendisi gibidir.

Hazreti Ali, kılıcını kınına sokuyor, kalkıyor. Adam diyor: “Ben, seni öfkelendirmek, bir an evvel yapacağın şeyi yapmaya sevk etmek için yaptım bunu!” O (radıyallâhu anh) da diyor ki: “Ben, onu yapacağım zaman -yüzüme tükürmeden önce- Allah için yapacaktım. Sen bana kastetmiştin. Ben de cihâd ediyordum burada. Ben ölseydim, şehit olacaktım. مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ ‘Kim Allah kelimesi, O’nun adı ve dini yücelsin diye ceht ve gayret gösterirse, şüphesiz O Allah yolundadır.’ O mülahaza ile savaşıyordum; ölseydim, şehit olacaktım. Ama seni öldürdüğüm zaman da, gazi olacağım. Fakat yüzüme tükürünce, işin içine benim nefsim karıştı. Senin kelleni alırken, artık ben, bende hâsıl ettiğin öfkeden dolayı kelleni almış olacağım. Ondan dolayı vazgeçtim!”. Bunun üzerine adam “Vallahi, dininin ruhu bu ise, bu din haktır!” diyor: أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ Evet, Siyer, Hadis kitaplarında ifade edilen vakıa.

Şimdi, işin içine zerre kadar nefsimizi karıştırmadan götürme… Nefis karıştırmadan götürme… İşin kıymet-i harbiyesi, o. Bunu, ihlas ile telif ederken, Hazreti Pîr’in mülahazaları ile irtibatlandırmak yararlı olur: “Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır!” Anahtar bir ifade: “Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır!” İhlas, öyle bir iksirdir. İhlas nedir? Yaptığın şeyi Allah emrettiği için yapmandır ve Allah’ın emrettiği şekilde onu yerine getirmendir; Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine muvafakat içinde onu yerine getirmendir. İşin içine nefsini karıştırdığın zaman, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine muvafakat mevzuu zedelenmiş olur. Bir kazanın içine bir damla idrarın düşmesi gibi… Yahu kocaman bir kazan, içinde yüz litre temiz şey vardı ama işte o bir damla, onu kirletti. Bakın!.. Aynen onun gibi; işin içine Allah rızası mülahazasının dışında hiçbir şey karıştırmama…

Biraz evvelki hadis de onu ifade ediyor: مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ “Kim Allah kelimesi, O’nun adı ve dini yücelsin diye ceht ve gayret gösterirse, şüphesiz O Allah yolundadır.” Mefhum-u muhalifi -hadiste o yok- şu demektir: Bir insan, yaptığı mukâteleyi, İ’lâ-i kelimetullah mülahazasıyla yapmıyorsa, Allah emrettiği için yapmıyorsa, o, Allah yolunda değildir.

   “Dinî değerleri dünyevî kazanımlar adına kullanmak, küfür derecesinde bir günahtır; ‘kâfir’ demiyorum, küfür derecesinde bir vebaldir.”

Bunu “Niyet Hadîsi” ile de irtibatlandırabilirsiniz: إِنَّمَا اْلاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ وَ مَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لِدُنْيَا يُصِيبُهَا أَوِ امْرَأَةٍ يَنْكِحُهَا فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ “Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir ve kişinin niyeti ne idiyse, karşılık olarak onu bulur. Dolayısıyla kimin hicreti, Allah ve Rasûlü’nün rızasını kazanma istikametindeyse, onun hicreti Allah ve Rasûlü’ne olmuş demektir. Yine kim nâil olacağı bir dünyalık veya nikâhlanacağı bir kadına ulaşma uğruna hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye olmuştur.”

Bir insan, bir yerden bir yere giderken, yurdunu-yuvasını Allah için terk ediyorsa.. “Ben gideyim de sesleneyim oralarda! Sesimi-soluğumu, nağmemi duyurayım; onlara Hicaz’dan bazı şeyler duyurayım!..” diyorsa, o Allah yolunda demektir. Bu arada, Hicaz makamıyla yatsıda okurlar, çünkü bu makam insanlarda aynı zamanda uyku ilacı tesiri yapar. Zannediyorum, Ayhan Songar’dan mı dinlemiştim ya da herhalde bir yazısından okumuştum. “Hicazdan bir nağme duyurayım da ben, bunları yumuşatayım. Elleri gevşesin, artık üzerime gelmesinler!” filan… Dünyanın dört bir yanına gidiyorsunuz, bu mevzuda işin içine nefsinizi karıştırmadan, Allah’ın izni-inayetiyle.

Şimdi, esas hicret ediyorsunuz, bakın. Hicret… Şayet Allah için ise, Rasûlullah için ise, sesinizi-soluğunuzu duyurmak için ise… “Hicaz” dedim, bir Hicaz makamıyla ruhunuzun sesini duyurma.. veya milleti uykudan uyarma makamı diyebileceğimiz bir “Sabâ makamı” ile, o insanları tatlı bir sesle uykudan uyarma adına, dünyayı uykudan uyarma adına sağa-sola saçılıyorsunuz, gönderiliyorsunuz. İster iradî olur, ister cebrî olur bu mesele. Fakat nefsinizi işin içine karıştırdığınız zaman, bu defa o hicret, nefsiniz için olmuş olur. Çünkü Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mesele tam yerli yerine otursun diye, mefhum-u muhalifini de söylüyor: “Bir kimse dünya için hicret ediyorsa…” Ben, göçümü alıp falan yere gideyim; orada dünya adına bir şeyler kazanayım. Gideyim bir yerde, denizin kenarında bir tane villa yapayım, ehl-i gaflet, ehl-i dalalet ile beraber…

Birisine bir gün -antrparantez arz ediyorum- “Seni de plajda görmüşler, herhalde!” denmişti. Hiç unutmam, televizyonda dinlemiştim. “Ee canım, Peygamberimiz buyuruyor ki…” diye başladı söze. Maşallahı var, demagojide Nobel ödülü alacak kadar… Hemen yapıştırdı senedi itibariyle malul bir hadis-i şerifi; senedi itibariyle… Tabi adam sened de biliyor mu, bilmiyor mu? Hemen dedi: “Efendimiz buyuruyor ki, عَلِّمُوا أَوْلاَدَكُمُ السِّبَاحَةَ وَالرِّمَايَةَ وَالرُّكُوبَÇocuklarınıza yüzmeyi, atıcılığı, biniciliği öğretin.” Evet, yapıştırdı orada: “Peygamberimiz buyuruyor ki: ‘Çocuklarınıza yüzme öğretin!’ Ee ben Efendimiz’in o emrine uyarak, denizde o yüzme meselesini gerçekleştirmeye çalıştım!” Hafizanallah, bir de hadîsi, yalanına vasıta yapması.. dini değeri, dünyevî işleri için ayağını basacağı -hâşâ- kirli bir basamak haline getirmesi.. küfre yakın bir vebaldir bu. Dinî argümanları dünyevî kazanımlar adına kullanma, küfür derecesinde bir hatadır; “kâfir” demiyorum, küfür derecesinde bir hatadır, bir hata-i azîmdir, hafizanallah.

   “Bir insanın talip olduğu şeyin kıymeti, kendisinin kıymetini de aksettirir; şu halde siz neye talipsiniz?!.”

Evet, فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ، وَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لدُنْيَا يُصِيبُهَا Dünya adına bir şey elde edeyim diye gidiyor o da. Villalar, filolar bahsi de ondan çıktı orada. أَوِ امْرَأَةٍ يَنْكِحُهَا “Veya nikâhlanacağı bir kadına ulaşma uğruna.” Bir zat da öyle yapmış, Mekke’den Medine’ye hicret ederken; hicret edenlere karışmış o da. Fakat Allah, إِنَّ اللَّهَ لَا يَنْظُرُ إِلَى صُوَرِكُمْ، وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ “Allah sizin suretlerinize bakmaz; asıl, kalblerinize bakar.” Allah, sizin nöronlarınızda dönüp dolaşan şeylere bakar, ona göre size değer verir. Böyle tavırlarınıza, adım atmanıza, gitmenize değil, kalbinizin çarpmasına, ritmine bakar; sizin hakkınızda ona göre hüküm verir. Fakat o adamın kalbindeki o; “Ben oraya gideyim de -işte- o kadına ulaşayım; kaçırdık elden, orada ben ona kavuşayım.” Yani, Mecnun, Leyla’ya ulaşsın; Ferhat, Şirin’e ulaşsın; Vâmık, Azra’ya ulaşsın. Derdi, o… فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ Onun hicreti de, onadır. Bakın!..

Bir insanın talip olduğu şey ne kadar büyük ise, o, onun o mevzudaki büyüklüğünü aksettirir. Ne kadar büyük bir şeye, nâmütenâhî bir şeye talip olmuşsanız, bu aynı zamanda, sizin büyüklüğünüzün aksi demektir. Mesela, Cenâb-ı Hakk’ın rızasına talipseniz… اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق “Allah’ım, her amelimizde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana hâlis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyoruz!..” deyip duruyorsanız…

İnsafınıza sesleniyorum: Siz, imanınız zaviyesinden bakın.. imanınızı mercek yapın bu mevzuda.. veya merceğin de büyüğü ne varsa, rasathane yapın, temâşâgah yeri yapın ve meseleye öyle bakın!.. اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ Şuna mukabil bir şey söyleyebilir misiniz siz, bir mü’min için?!. اَللَّهُمَّ اَلْإِيمَانَ اْلأَكْمَلَ Türkçesini söylememe gerek var mı? “Allah’ım, mükemmeller mükemmeli bir iman…” Diğerlerini siz, Türkçesini söyleyebilirsiniz: اَللَّهُمَّ اَلْإِسْلاَمَ اْلأَكْمَلَ، اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ اْلأَكْمَلَ، اَللَّهُمَّ اَلْإِحْسَانَ اْلأَكْمَلَ، اَللَّهُمَّ اَلْمَعْرِفَةَ التَّامَّةَ، اَللَّهُمَّ اَلْمَحَبَّةَ التَّامَّةَ، اَللَّهُمَّ حَقَّ الْيَقِينِ “Allah’ım İslamiyet’i en mükemmel şekilde yaşamaya muvaffak eyle! Allah’ım en kâmil ihlasa muvaffak eyle! Allah’ım, ihsan ruhunun zirvesine muvaffak eyle! Allah’ım, tam marifete muvaffak eyle! Allah’ım tam muhabbete muvaffak eyle! Allah’ım hakka’l-yakîn ufkuna ulaşmaya muvaffak eyle.” Bunu üç defa diyeceğim, çünkü çok gerisinde olduğumdan dolayı, arzu ettiğim bir şey: اَللَّهُمَّ حَقَّ الْيَقِينِ، اَللَّهُمَّ حَقَّ الْيَقِينِ “Allah’ım hakka’l-yakîn ufkuna ulaşmaya muvaffak eyle.” اَللَّهُمَّ اَلصَّدَاقَةَ التَّامَّةَ، اَللَّهُمَّ اَلْاِسْتِقَامَةَ التَّامَّةَ، اَللَّهُمَّ التَّوَكُّلَ التَّامَّ، اَللَّهُمَّ اَلتَّسْلِيمَ التَّامَّ، اَللَّهُمَّ اَلتَّفْوِيضَ التَّامَّ، اَللَّهُمَّ اَلثِّقَةَ التَّامَّةَ، اَللَّهُمَّ خَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى ِلَقائِكَ وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وَأَحِبَّائِكَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ “Allah’ım tam sadâkat.. Allah’ım tam istikâmet.. Allah’ım tam tevekkül.. Allah’ım tam teslîm.. Allah’ım tam tefvîz.. Allah’ım tam sika lütfet!.. Allah’ım, Sana hâlis aşk u iştiyakla dolu bulunmayı, Habîb’ine (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Senin sevdiklerine kavuşmaya müştak olmayı diliyoruz; bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyoruz; lütfet!”

Cennetleri verseniz, bunun yanında deryada damla kalır. Şimdi siz buna talipseniz, hep bunu kovalayıp duruyorsanız, yürüdüğünüz güzergâhta buna doğru gitmeyi araştırıyorsanız şayet, bu aynı zamanda sizin kıymetinizi aksettirir. Melekler bakınca yeryüzüne gıpta ederler, İnsanlığın İftihar Tablosu’na baktıkları gibi.

Cibrîl öyle demişti… Cibrîl!.. Salât ü selamlarımda -Kıtmîr- anarken, O’nun adını anmayı ihmal etmemeye çalışıyorum. Cibrîl; acayip bir varlık.. bütün enbiyâ-ı izamın ruhuna, o İlahî nefehâtı getiren.. arızasız, işin içine şerare karıştırmadan, sinyali katiyen bozmadan, her şeyi olduğu gibi aksettiren.. Allah’ın en “emîn”i. Fakat emanetine rağmen öyle korkuyor ki; مُطَاعٍ ثَمَّ أَمِينٍ “O, kendisine uyulan, emîn bir elçidir.” (Tekvîr, 81/21) ayeti gelince, “Akıbetimden ben de endişe etmez hale geldim!” diyor Cibrîl. Bir taraftan seviye, o; beri taraftan da endişe, bu. Onda bile bir “Havf-Reca” dengesi var. Cibrîl; öyle bir varlık. Şimdi, diyor ki Miraç’ta Efendimiz’e, İnsan-ı Kâmil’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) -Süleyman Çelebi ifadesiyle- “Yürü, top Sen’in, çevkan Senindir bu gece! Ben, Seninle yürüyemem!” Hatta bir yerde diyor ki, “Bir adım daha atsam, yanarım ben!”

Herhalde o nokta “vücub ve imkân arası”; yani, fânileri Bâkî’den ayıran nokta.. Kâbe Kavseyni ev Ednâ; fâniyi Bâkî’den ayıran nokta.. فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى “Öyle ki araları yayın iki ucu arası kadar veya daha az.” (Necm, 53/9) ayetiyle işaret edilen noktaya ulaşıyor. Yok ötesi onun; kul ile Allah arasındaki münasebet açısından ötesi yok. Cibrîl, oraya ulaşamıyor; Mikaîl, oraya ulaşamıyor; İsrâfîl, oraya ulaşamıyor; Azraîl, oraya ulaşamıyor. Perdeler ile oluyor onlarınki. Fakat bir insan… Hâşâ, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) menşeine صَلْصَالٍ كَالْفَخَّارِ “salsâl-i ke’l-fehhâr” (pişmiş çamur gibi kuru bir balçık) demeyeceğim. Herhalde, O’nunki hususî idi; özel bir şey idi O’nunki. Vakıa, insan “salsâl-i ke’l-fehhâr”dan, “Tîn”den yaratılmıştır. Ama onun özü herhalde. “Genleri -belki- ondandı.” diyeyim. Fakat böyle bir varlık… Beşerî garîzeye açık, cismanî arzulara açık, fikrî mülahazalara açık. O bedenini nasıl aştı? O garîze-i beşeriyesini nasıl aştı? O ufka nasıl ulaştı?!. İnsanların içinde yaşadığı halde, meleklerin önüne geçti. Şimdi o, O’nun kıymetini aksettiriyor; öyle bir şeye talip olmuş ki, kıymetini aksettiriyor: “Vallahi, Senin kıymetine denk bir kıymet göstermek mümkün değildir.”

Bu disiplini bir kere daha hatırlatalım: Bir insanın talip olduğu şeyin kıymeti, o insanın kıymetini aksettirir, aynı zamanda onun kıymeti demektir. Şimdi bin tane filoya talip olsanız, hatta şu dünya hayatının tümüne birden, hem de bin seneliğine, iki bin seneliğine, estağfirullah, binlerce seneliğine talip olsanız, bu, biraz evvel bahsettiğim şeylere talip olmanın yanında deryada damla kalır, güneşte zerre bile ifade etmeyebilir. Çünkü bunların arkasında, “Cemâl-i bâ-Kemâl” vardır.

   “Mü’minler, ötede O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler; O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar.”

Evet, yine Bed’ü’l-Emâlî’nin sözüyle meseleyi ifade edelim:;

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ

فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!” (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.50-54)

Evet, يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ * وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالِ Mü’minler, bî-kemm u keyf O’nu (celle celâluhu) görürler. يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ * وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالِ Bir örnek, bir misal veremeyecek şekilde; akıl durgunluğuyla, fikrin ihatasızlığıyla. Nasıl olmaz ki?!. Kur’an diyor: لاَ تُدْرِكُهُ الأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ اْلأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103)

“Bî kemm u keyf” diyor: يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ * وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالِ Sonra, فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ * فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ Cennet nimetlerini unuturlar; “Yahu, benim falan yerde, bin tane köşküm vardı ve aynı zamanda da yetmiş tane Hûri vardı.” -Dünyadaki filolar, villalar ne yapar, ne kıymet ifade eder onların yanında?!.- “Vardı…” Bütün bunları unuturlar. Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i Tâbân, Ziyâ-i Himmet’in ifadelerine bağlayacak olursak: Dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, Cennetin bir saatine mukabil, bir dakikasına mukabil gelmez! Dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, öbür âlemin bir saatine, bir dakikasına mukabil gelmez! Cennetin de binlerce senesi, bir dakika Rü’yet-i Cemâline mukabil gelmez!.. فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ * فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ “Ehl-i İ’tizâl, ‘Allah’ı görmezler’ diyor; yazıklar olsun, yuf size!” der gibi bir şey diyor Bed’ü’l-Emâlî’de.

Şimdi bir insan, bu ulviyette olan şeylere, ulviyet üstü ulviyette olan şeylere talip olmuş ise, bu aynı zamanda -en azından niyet açısından- onun kıymet-i harbiyesini aksettirir. Bir insanın niyeti ne ise şayet, Allah, ona göre muamele yapar. “Hâlis niyetim benim, bu idi. Hâlis niyetim o idi ki, Seni bî kemm u keyf, bir kere temâşâ edeyim.” Fakat yolun yarısına kadar gittin; ancak o kadardı seninki. Yani, Kâb-ı Kavseyni ev Edâ ufkunu ihraz edemedin. Cenâb-ı Hak, yolu tamamlamışsın gibi muamele eder sana.

Buharî ve Müslim’de geçen sahih hadiste, Efendimiz’in, bir dolunay gecesi aya bakıp ifade buyurduğu üzere: “Siz şu ayı gördüğünüz gibi Rabbinizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O’nu görmede bir sıkışıklık da yaşamayacaksınız (herkes rahatça görecek)…” Dolunay olduğu dönemde… Bu, insanların izdihamdan dolayı birinin diğerinin görmesine mâni olmamasını ifade etme sadedinde, müteşâbih bir ifade. Yoksa Allah -hâşâ- dolunay gibi değildir ve görülmesi de dolunay gibi değildir. Fakat müteşâbih bir beyandır bu. Yani, bir gören, diğer görenin görmesine mani değil; bulundukları yerden baktıkları zaman herkes görür ve herkes gördüğü zaman da bayılır, kendinden geçer. Unuturlar evlerinin yolunu; Hûrilerin yolunu, eşlerinin yolunu, evlatlarının yolunu unuturlar. Buna talip olmak!.. Cenâb-ı Hak, onun talibi olmaya muvaffak eylesin. Bu, insanın kıymetini aksettirir.

Şimdi, siz bu ölçüde bir şeye talip olmuşsunuz. Hani o Kâb-ı Kavseyni ev Ednâ… Hayır, o ayrı; o, o Zât’a mahsus bir şey. O, mutlak manada İnsân-ı Kâmil’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) mutlak manada Cenâb-ı Hakk’ın hususî bir teveccühü. Fakat bir şeye talip olmuşsunuz: “Oraya girelim; en azından görenler gibi görelim!” filan; buna talip olmuşsunuz. Ee bir yerine kadar götürdünüz bu meseleyi. Cenâb-ı Hak diyecek ki: “Benim kulum -esasen- meselenin müntehasına niyet etmişti. Ama kabiliyeti, donanımı… Ayağına dalaşan/dolaşan bazı şeyler olmuştu. Bazı siyasîler ile cedelleşme olmuştu. Bazıları dünyevî bazı şeyler teklif etmişlerdi. Bazıları dünyevî levsiyât ile zihnini/nöronlarını kirletmişlerdi bunun. Elinde değildi onun; farkına varmadan; en azından o işin radyoaktif tesiriyle böyle bir kirlenmeye/buğulanmaya maruz kaldı. Fakat neye niyet etmiş idiyse şayet, Ben, onu bütünüyle ona veriyorum, bütünüyle!”

Anlatmaya çalıştığım nebevî beyan, Buharî’nin ilk hadisidir: إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ، وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى Hadîsin râvîsi de sahabe-i kiramın serkârlarından, sergüzidelerinden seyyidinâ Hazreti Ömer. Yahya b. Saîd el-Ensârî’ye kadar, hadis, âhâdî olarak gelir; Yahya b. Saîd el-Ensârî vasıtasıyla iştihar eder, meşhur hadis haline gelir; fakat öyle ki, dinin esâsâtındandır.

   “Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla, merhametle muamelede bulun!..”

Şayet bu türlü büyük iddialarda bulunan, bunları söyleyen insan, hakikaten O’nun tarafından görülüyor olma, kalbine bakılıyor olma mülahazasıyla söylüyorsa, gerçekten o ufka taliptir. Yok, dediği şeyler ile niyeti arasında bir tefavüt var ise, bir farklılık var ise, o da hiç farkına varmadan bir yerde şeytanın kündesine geliyor demektir, Allah muhafaza buyursun. Birbirimize dua edelim: Cenâb-ı Hak, bütün kardeşlerimizi bu mevzuda -şeytanın kündesine maruz kalmadan- imanda sabitkadem olarak devam ettirsin.

(Sözün tam burasında, binden fazla resmin dönüp durduğu elektronik tabloda) Ne geldi biliyor musunuz? رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ “Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhâb Sensin Sen!” (Âl-i Imrân, 3/8) رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً Ey Rabbimiz! Bizi, hidayete erdirdikten sonra kalbimizi kaydırma!.. Nezd-i Ulûhiyetinden bize, ihsanda, lütufta, atâyâ-i şahânede, ulûfe-i şahânede bulun!.. Keyfiyetini bilemeyiz; bizim diyeceğimiz, isteyeceğimiz şeyler, biraz, bizim idrakimiz ile alakalı.. Sen’in vereceğin şeyler, Sen’in büyüklüğün ile mebsûten mütenasip (doğru orantılı). وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ Nezd-i Ulûhiyetinden bize hibede bulun! Hibe, karşılıkla değil. Büyük zatlardan birinin dediği gibi, “Meccânen yarattın; meccânen rızıklandırdın, Müslüman ettin; meccânen bağışla!..” Bizi, bizim ortaya koyacağımız bedellere, kulluk münasebetlerine bağlama; büyüklüğünün muktezasına göre bize muamelede bulun!..

Sonra, ne diyor? إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ Bakın; bir “inne”, bu, mutlak ifade ediyor; “Şüphesiz, kat’î ve kâtibe, Sen!” Hem de “Sen!” deme imkânı veriyor. Sen… Fatiha’da verdiği gibi: “Sana, Bana ‘Sen!’ deme imkânını veriyorum!” Büyüklüğe bakın; “Sen, deme imkânını veriyorum.” “İnneke” (إِنَّكَ) “Mutlaka, şüphesiz, katiyen ve kâtıbeten, Sen, hibe edenlerin en mübalağalısı, eşi-menendi olmayanısın!” demek; “…eşi-menendi olmayanısın!” “Vehhâb” kelimesi, mübalağa kipi olması itibariyle, verilen şeyler hadd-ü bî-pâyân (sınırsız, sayılamayacak/belirlenemeyecek kadar çok).

İstidradî bir dua: اَللَّهُمَّ مُقَابَلَةَ مَكْرِ أَعْدَائِنَا، تُغْنِينَا بِهِ عَنْ مُقَابَلَةِ مَنْ سِوَاكَ “Allah’ım! Bize karşı adavetle oturup kalkanların aleyhimizde hazırladıkları tuzak ve planlara nezd-i Ulûhiyetine yakışır öyle bir karşılık ver ki, bizleri başkalarından gelebilecek karşılıktan müstağnî kılsın!..”

Şimdi bu türlü büyük şeylere talip olunmuş ise şayet, bu yolun kendine göre bazen dikenleri de olabilir, çalıları da olabilir. Çok tekerrür ettiği gibi, çok sevdiğim Yunus’un sözü. Yunus Emre… Öbür Yunus’u da çok severim, Yunus İbn Mettâ (aleyhisselam); لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhânsın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiyâ, 21/87) diyen âbide şahsiyet. Üstadımız, Lem’aların başında, Hazreti Eyyûb (aleyhisselam) ile beraber onu birer Lem’ada ifade buyurur. Yunus, sevilmeyecek birisi değil. “Bu yol, uzaktır / Menzili, çoktur / Geçidi, yoktur / Derin sular var.” İsterseniz, “Önünüzde aşılmaz gibi görülen uçurumlar var!” da diyebilirsiniz.

Ama O dileyince, üveyik gibi sizi kanatlandırır; uçar-gidersiniz, hiç farkına varmadan. “Allah Allah! Bu, ben değil miyim?!.” dersiniz; “Bana göre bir iş değildi fakat işin doğrusu, meseleyi O’na verince, olmaması için de hiçbir sebep yok.”

Şimdi birileri çelme takıyor, birileri el-enseye almaya çalışıyor, birileri yaptığınız şeyleri yıkmaya çalışıyor… Herkes karakterinin gereğini yapar. Kur’an, قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ فَرَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ أَهْدَى سَبِيلًا “(Rasûlüm, insanların farklı farklı tutumları karşısında sen şu gerçeği) beyan et: Herkes, (inanç ve dünya görüşünden kaynaklanan, kendine göre doğru ölçülerin şekillendirdiği) seciye ve karakterine göre davranır. Fakat kimin yolunun gerçekten doğru olduğunu ise en iyi Rabbiniz bilir.” (İsrâ, 17/84) buyuruyor. Herkes, ne tipte, ne tıynette yaratılmış ise, karakterinin gereğini yapar.

Kurbağa ile akrep, arkadaş olmuş. Karada güzel gidiyorlar, beraber. Sudan geçmeye sıra gelince, akrep yüzmesini bilmiyor. -Suda yüzermiş de sonradan öğrendik onu; akrebin tarihçe-i hayatını da öğrendik, çok şükür; öyle böyle bir bilgimiz de oldu, o suda yaşarmış.- Fakat kurbağanın sırtına biniyor orada. Efendim, keyfi gelince, “Ben bunu bir sokayım!” diyor. Sokuyor onu. Tabii sersemleşiyor kurbağa; “Yahu bu nasıl arkadaşlık?!.” diyor, “Hani senin ile karada arkadaş idik!” Akrep cevap veriyor: “Ee ne yapayım; huyum benim!” İdare edenlerin huyu…

Bamteli: NE GÜZEL YOL, NE İYİ ARKADAŞLAR!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Öbür tarafta Sırât’ı rahatlıkla geçebilmek, burada sırât-ı müstakîm üzere yaşamaya bağlıdır!..

Ötede, Sırât’ı rahat geçecek olanlar, burada sırât-ı müstakîm üzere yaşayan insanlardır! Sırat-ı müstakîm, yani “doğru yol” üzere yaşamak lazım. Kur’an-ı Kerim, bu yolun yolcularını şöyle anlatıyor: وَمَنْ يُطِعِ اللهَ وَالرَّسُولَ فَأُولَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَئِكَ رَفِيقًا “Allah’a ve Rasûlüne itaat eden kimseler, işte onlar, Allah’ın nimetlerine mazhar kıldığı nebîler, sıddîklar, şehitler, sâlih kişilerle beraber olacaklardır. Ne güzel arkadaşlardır bunlar!..” (Nisâ, 4/69) اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ * صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ beyanının tefsirinde -yukarıdaki ayete de işaret edilerek- hep bu söyleniyor; hemen hemen tefsirlerde ittifak halinde denebilir.

“Sırât-ı Müstakîm” nedir? Dosdoğru, eğrisi-büğrüsü olmayan şehrâh.. herkesin çok rahatlıkla gözlerini kapayıp yürüyeceği kadar rahat yol.. tepesi, tümseği olmayan yol. O, sırât-ı müstakîm. İfrat ve tefrite düşmeden yürüme, Allah’ın (celle celâluhu) emrettiği gibi yürüme ve Nebî’nin arkasında inhiraf yaşamadan yürüme: Sırât-ı Müstakîm.

O yol, kimin yolu? فَأُولَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ Allah’ın in’âmına mazhar olanların… أَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ diyor. Nimetsizlikten, nimet haline Allah’ın i’lâ buyurduğu insanlar; sağanak sağanak nimetlerini onların başlarından yağdırdığı insanlar. Bakın, bu beraat-i istihlal bir merak uyardı: “Allah Allah, kim bunlar?” أَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ Allah’ın, in’âmât-ı sübhâniyesini -insanların utûfet-i şahânesini, lütf-u şahânesini değil, Kendi utûfetini- sağanak sağanak başlarından yağdırdığı insanlar.. o sırât-ı müstakîm erbabı.. burada o yolu öyle düzgün götürenler.

Kim bunlar? فَأُولَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ O in’âm-ı İlahîye mazhar olanların bir kısmını “Nebîler” teşkil ediyor. Âyet-i kerimede geçen “min” (مِنْ) harf-i cerri, (“onlardan bir kısmı” manasına gelen) “teb’îz” için değil, (“onlar şu kimselerdir” manasına gelen) “beyan” içindir. Nebîlerin bütünü kastedilmektedir. Onun (Allah’ın nimetlerine mazhar olanların) bir kısmını nebîler teşkil ediyor, demektir.

Fakat nebîlerde kıskançlık ve hased yoktur. “Bu yolda sadece biz yürürüz, siz yürüyemezsiniz!” filan değil; arkalarında yürüyenlere de yollar açık, bilmem nereye kadar. Onun için, مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ Peygamberler topluluğu zikredildikten sonra, arkadan “sıddîkîn” geliyor; Allah’a karşı sürekli sadâkat içinde bulunanlar…

   Nübüvvetten sonraki en büyük mertebe sıddîkıyet, o makamın en âbide şahsiyeti de Hazreti Ebû Bekir’dir; bununla beraber, Allah her dönemde nebîlere ve peygamber vârislerine sıddîklar lütfetmiştir.

Onlardan bazıları, peygamberleri adım adım izliyorsa, diğerleri de her dönemde yaşayan sıddîkları öyle takip ediyorlardır. Her halde, Hazreti Âdem’in yanında da öyle bir sıddîk vardı; mesela, kardeşine “Ben sana elimi uzatmam!” diyen Hâbil de herhalde öyle birisi idi. Hazreti Nuh’un gemisine binenler arasında, öyle bir sıddîk vardı. Hazreti İbrahim’in yanında, Hazreti Lût vardı, amca çocuğu; Sodom-Gomore’ye gönderildi, Allah onu da peygamberlik ile serfirâz kıldı.

Sıddîk… Hazreti Musa’nın yanında, Mü’min-i Âl-i Firavun vardı. O, Firavun ordularının başkomutanı, Âsiye validemizin de ağabeyi idi. Hazreti Musa’ya bir kötülük yapılacak diye o güne kadar imanını -Kur’an diyor- ketmetmiş, sağlam saklamış. Halk arasında âdetâ halvet yaşamış; fakat kalbi hep Allah için çarpmış ve hep Hazreti Musa’nın yanında bulunmuş. Onların tuğyan ve dalaleti karşısında da en son sözü şöyle olmuş: فَسَتَذْكُرُونَ مَا أَقُولُ لَكُمْ وَأُفَوِّضُ أَمْرِي إِلَى اللهِ إِنَّ اللهَ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ “Bugün size söylediklerimi çok geçmeden hatırlayacak (ve bana hak vereceksiniz). Ben ise, tam bir teslimiyet içinde işimi Allah’a bırakıyorum. Allah, elbette kullarını çok iyi görmektedir.” (Mü’min, 40/44) Hani, onun için bir âkıbet görünür gibi oluyor. Ne var ki, orada, rivayet muhtelif. Bazı zayıf rivayetlere göre, ona bir şey yaptılar. Kuvvetli rivayetlere göre ise, ona bir şey yapmıyorlar; seyyidinâ Hazreti Musa, Beni İsrail’i yanına alıp da Mısır’dan ayrıldıktan sonra, Mısır’ın kaderine o hâkim oluyor.

Diş sıkıp sabredenler… مَنْ صَبَرَ ظَفِرَ Sabreden insan… Doğru, bu ifadede, biri hariç, bütün harekeler fetha; hepsi fetha, fetha, fetha: Fütuhât. Ondan sonra karşı tarafın belini kırar: Kesre. Aynı zamanda, kendi zaferini ortaya koyar, yine sonunda “ra” harfinde fetha.

Hazreti Îsâ’nın yanında da var öyle sıddîklar… فَلَمَّا أَحَسَّ عِيسَى مِنْهُمُ الْكُفْرَ قَالَ مَنْ أَنْصَارِي إِلَى اللهِ قَالَ الْحَوَارِيُّونَ نَحْنُ أَنْصَارُ اللهِ آمَنَّا بِاللهِ وَاشْهَدْ بِأَنَّا مُسْلِمُونَ “Ne zaman ki Hazreti Îsâ onların inkârlarında ısrar ettiklerini hissetti, ‘Allah’a giden yolda bana yardım edecek kim var?’ dedi. Havârîler: ‘Allah yolunda yardımcılar biziz. Biz Allah’a iman ettik. Ey Îsâ, bizim Müslüman olup Allah’a itaat ettiğimize sen de şâhid ol!’ dediler.” (Âl-i Imrân, 3/52) Böyle diyorlar, göğüslerini geriyorlar, o Sultân-ı Zîşân’a (aleyhisselam) kanat açıyorlar; kanatlarını geriyor, koruyor, sıyânet altına alıyorlar O’nu. O’nun nezdindeki sâdıklar da, onlar idi.

Evet, مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ İkisi de çoğul. Yine kıskançlık yok; مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ Onlardan sonra da şehitler geliyor. مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ “Kim, Allah adının/dininin en yüce olması için mukâtele ederse, o Allah yolunda demektir.” Kılıcın kınından çıkıp meselelerin -biraz- kılıç ile, mızrak ile, ok ile, yay ile halledildiği dönemde, o mevzuda göğsünü gererek güle güle ölüme yürüyen insanlar… Hani bir İbn Cahş heyecanıyla bir sahabî heyecanını değerlendirebilirsiniz. Uhud’da bir kayanın dibine sinmiş. Arkadaşlarından bir tanesi yanına sokulduğunda, “Allah’ım! Bir kılıç darbesiyle bir kolumu koparsınlar, öbür kılıç darbesiyle de öbür kolumu. Bir kılıç darbesi ile bacağımı kessinler; öbür bacağıma da bir kılıç darbesi indirsinler. Sonunda, boynumu koparsınlar. Nezd-i Ulûhiyetine geldiğim zaman, ‘Abdullah, sana ne oldu?’ diyesin. Ben de ‘Senin yolunda, Allah’ım!..’ diyeyim!” diyor. Ölesiye savaşıyor orada; göğsünü geriyor, Allah Rasûlü’nün önünde. Ve dilediği/istediği o şeyler, başına geliyor. Mus’ab İbn Umeyr ile beraber, âdetâ melekler hızında, Allah’a yükseliyor.

Şehit… وَالشُّهَدَاءِ deniyor. مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ Nâm-ı Celîl-i İlahî şehbal açsın ve nâm-ı celîl-i Muhammedî dört bir yanda câmi minarelerinde asılan mahyalar gibi, hep pırıl pırıl parıldasın diye mücâhede eden.. ve dünyanın dört bir yanına şedd-i rihâl için çantasını eline alıp ama ihtiyârî ama cebrî göç eden, dört bir yana tohumlar gibi saçılan, saçılıp toprakta çürüyen, çürüyüp başaklara yürüyen insanlar: الشُّهَدَاءِ

   Maddî kılıcın kınına girdiği günümüzde selâm ruhu bizim tek sermayemiz, Kur’an’ın elmas düsturları sağlam vesilelerimiz ve temsîl de en tesirli dilimizdir.

Günümüzde maddî kılıç kınına girdiğinden dolayı, Kur’an’ın elmas düsturları ile, o elmas düsturların hâle intikali ile, tabiatın bir derinliği haline gelmesi ile, hâl ve temsil diliyle doğru Müslümanlığı anlatmak esastır. İnsanlar, sazınıza, sözünüze, neyinize, nayınıza (sazınıza) bakarak değil, sizi gözleriyle temâşa ederek, tavırlarınızda sizi okuyarak Müslümanlığı tanımalılar. Ama bir sene, iki sene, üç sene, dört sene, beş sene… Çizgi aynı, hiç değişmiyor. Kalb, aynı ritimde hep, yetmişin üzerine geçmiyor; gayet ritmik, aritmi yok o kalbde. Nabzı tutuyorlar, aynen; her şey sağlam. Öyle bir inandırıcı tavır sergiliyorlar ki!.. İşte, o hal diliyle, temsil diliyle anlatmaktır. Allah, öyle anlatmada sâbit-kadem eylesin!..

“Tenzîl dili”ne, tebliğine mukabil, Allah Rasûlü’nün gürül gürül ayrı bir ikinci dili vardı; o da “temsil” dili. Hayat-ı seniyyelerinde kendine “Emîn” dedirtmişti, “Sâdık” dedirtmişti. Peygamberlerin sıfatları “sıdk”, “emanet”, “tebliğ”, “ismet”, “fetânet” diyebilirsiniz. Bir de “ayıplardan münezzehiyet/müberreiyet”; arkasında olan insanların tiksinti duymayacakları şekilde kıvamında insan olmaları; edalarıyla, endamlarıyla, görkemleriyle hep imrendiren tipler. Evet, bu da şimdiye kadar kabul edilen şeylerin dışında altıncı bir sıfat oluyor onlar için.

Sıdk ve sadâkat içinde, Allah Rasûlü, kendisine yüklenen o büyük, o ağır, o dağları paramparça edebilecek sorumluluğu her şeye katlanarak mübarek omuzlarında taşıdı. Omuzuna değil, O’nun ayaklarının altına kurban olayım!.. Kuddûsî’nin dediği gibi, “Ol Medine izi-tozu bu Kuddûsî’nin yüzüne tûtiyâdır.” Ayağını bastığı yerleri, İmam Mâlik gibi… Ayakkabısız gezerek, “Buraya belki basmıştır! Ama ben ayakkabı ile oraya basamam!” Medine’de, “Buraya basmıştır belki, buraya basmıştır!..” diyor. “Ol Medine izi-tozu, bu Kuddûsî yüzüne tûtiyâdır!”

Evet, Allah Rasûlü’nün temsili öyle müessir olmuştu ki, “Emîn” diyorlardı, “Sâdık” diyorlardı, “Vazifesini bihakkın yapıyor!” diyorlardı. Aynı zamanda, “Mâsum” idi; o gayr-ı meşru hiçbir şey karşısında eğilmemişti, Allah’ın izni-inâyetiyle; onlar da itiraf ediyorlardı bunu. Fakat hazımsızlıkları, başka şeyden dolayı idi: Onlar, öyle bir pâyeyi başkasına, mesela Velid İbn Muğîre’ye ve Tâif’teki Urve İbn Mes’ûd es-Sakafî’ye yakıştırıyor; “Nübüvvet olacaksa, bunlara gelmeli!” diyorlardı. Urve, Haccâc-ı Zâlim’in dedesi. Oğlu, Müslüman oluyor da, o olmuyor; Haccâc’ın babası, Müslüman. Kur’an-ı Kerim, ifade ediyor: وَقَالُوا لَوْلَا نُزِّلَ هَذَا الْقُرْآنُ عَلَى رَجُلٍ مِنَ الْقَرْيَتَيْنِ عَظِيمٍ “Ve şunu da söylediler: Bu Kur’ân, şu iki şehirden önde gelen büyük bir adama indirilmeli değil miydi?” (Zuhrûf, 43/31) Yani, siz belirleyeceksiniz Allah’ın takdirini?!. Hâşâ ve kella; O’ndan iyi bileceksiniz?!.

Maddî kılıç, kınına girdiğine göre, bundan sonra insanlar, anlatacakları şeyleri, hâl dili ile anlatacaklar. Millet, kulak kesilecek, onları “hal”leri ile dinleyecek; kulak kesilecek, onları “temsil”leri ile dinleyecek, onları “yaşayış tarzları” ile dinleyecek, onları “yürüdükleri yol” itibarıyla dinleyecek, onları haram-helal mülahazalarıyla dinleyecek. İslamiyet, “haram-helal” mülahazasını bilmeye bağlıdır. O mevzuda ne kadar hassaslar?!.

Sizin kardeşleriniz.. dünyanın değişik yerlerine sizden evvel açılanlar.. onlardan evvel açılanlar.. yirmi beş, otuz sene evvel açılanlar… Gittikleri yerlerde dikili bir taşları olmadı. Bunu görenler -bağışlayın- aptal değil; diyorlar ki: “Allah Allah! Bu insanların dünya adına bir beklentileri olsaydı, burada bir şey yaparlardı; bir makam kaparlardı, bir mansıp peşinde koşar dururlardı. ‘Üç beş kuruş bir şey elde edelim, dünya adına birkaç yere, birkaç tane taş dikelim!’ derlerdi. Hiç birini yapmadılar. Ya bu insanlar çok aptal!.. Fakat yaptıkları şeye bakınca, çok akıllılar. Zira yabancı bir ülkede eğitim faaliyetleri adına açtıkları okullar sürekli birinci oluyor. Talebeler, dünya birinciliğine seçiliyor. Aynı zamanda dünya olimpiyatlarında birbirleriyle sarmaş-dolaş oluyorlar ki, Hümanistler o meselenin rüyasını bile görmemişlerdir; ütopyacılar öyle bir meselenin rüyasını bile görmemişlerdir. Allah Allah! Bu adamlar, deli ise, deli bunu yapamaz! Bu adamlar, akıllı ise, dünya namına hiçbir şey arkasında koşmuyorlar. Demek ki bunlar, birer vefâ âbidesi, sadakat âbidesi, emanet âbidesi, ismet âbidesi, îsâr kahramanı… Yaşatmak için, dünyanın dört bir yanına açılıyorlar. Yaşamayı, buzdolabına koymuş; yaşatma hissi ile mahmuzlamışlar nefislerini. Koşmuşlar dünyanın dört bir yanına; dört bir yanı, tek bir yan haline getirmek için, öldürücü/kahredici kavgaları durdurmak için, boğuşmaları durdurmak için, insanca yaşama ufkunu göstermek için!..”

   Yakın dönemde, öz yurdunda zulmün paletleri altında kalmaktan, cebrî hicret yollarında farklı musibetlerden ve gurbet diyarlarında biraz da kederden vefat eden yüzlerce insan oldu ki, onlar da birer şehittirler.

Bakın, nereden geçtik buraya; مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ dedik. Şehitler… Şehitler, o dönemde oluyordu; şimdi de şehit olabilir. Evet, antrparantez ifade edeyim: Bu cebrî hicret içinde ve baskılar altında, Meriç’te boğulanların yanında, daha başka yollarda da tedavi imkânı bulamayan, hatta üzüntüden vefat eden insanlar oldu. Belki üzüntü de -zannediyorum- stresler de, anguazlar da metastazı hızlandıran sebeplerdir. Böyle olup vefat eden kahramanlar/şehitler oldu. Çok şehit oldu; zannediyorum Uhud şehitlerinin birkaç katı şehit oldu. Çocuk, şehit oldu; anne, şehit oldu; baba, şehit oldu. Zulüm diyarından başka bir diyara giderken -serbest nefes almak için, üç-beş yudum oksijen yudumlamak için, rahat bir hayat yaşamak için giderken- hayatından oldu bir hayli insan. Yüzlerce… Evet, onlar da yine şehit.

Ayet-i kerimede, şühedâdan sonra وَالصَّالِحِينَ deniyor bir de. Şehitlerin arkasında geliyor bunlar; şehit olmamış fakat aynı yolda koşmuşlar. “Yolumuz, peygamber yolu, başka yolda yürümek, bize haram olsun! Yaşama zevki, bize haram olsun! Allah, yaşatma duygusunu, şeker-şerbet gibi bize duyursun!” demişler; evet biz de diyelim. Dediler, diyeceğiz inşaallah, demeye devam edecek ve o yolda da yürüyeceğiz.

Zira zaten baştan kazanmış oluyorsunuz. Yola çıkarken, size vaad edilenler yazılmış oluyor: “Bunlar, geldikleri zaman, kapıda vize sormayın, içeriye alın!” Kazanmış oluyorsunuz. Üç-beş dakikalık dünya hayatında kaybettiğiniz şeylerin ne önemi olur?!. Öbür tarafa geçtiğiniz zaman, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, karşılıklı koltuklarda oturacak, birbirinize dünyada olan -Hazreti Pîr’in ifadesiyle- muhavereleri tekrar edeceksiniz: “Allah Allah! Ne komik şeyler idi. Bir kısım Şeddâdlar, zâlimler, Saddamlar, Kazzâfîler, Hitlerler böyle zulmediyorlardı. Ne komik adamlardı onlar! Hani biz de ayrılıyorduk ama yolumuzdan ayrılmıyorduk. Sevdiğimiz ülkeden, toprağının her parçasını gözümüze sürme diye çekebileceğimiz bir yerden ayrılıyorduk, içimiz sızlıyordu ama Sen’in için ayrılıyorduk. Ve ilk ayrılan da biz değildik zaten!”

Hazreti Nuh, ayrılmış mıydı, ayrılmamış mıydı? Hazreti İbrahim, Ulû’l-azim peygamber, Babil’de idi; o da ayrılmış mıydı, ayrılmamış mıydı? Seyyidinâ Hazreti Musa, ayrılmış mıydı, ayrılmamış mıydı? Hazreti Lût, ayrılmış mıydı, ayrılmamış mıydı? İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), -Ayağının tozuna kurban olayım!..- doğduğu maskat-ı re’sinden ayrılmış mıydı ayrılmamış mıydı?!. Kâbe’nin/Beytullâh’ın tev’emi/ikizi. Kâbe, Sidretü’l-müntehânın izdüşümü; Allah Rasûlü de onun ikizi. Dünyada, o yerden daha mukaddes bir yer olsaydı, İnsanlığın İftihar Tablosu, orada dünyada gelirdi; Âmine Hatun, orada olurdu; Hazreti Abdullah, orada olurdu; Abdulmuttalib, orada olurdu; Hâşim, orada olurdu. Orası idi; o mübarek yer, orası idi; orada dünyaya gelmişti. O da bir insandı; onun için orayı terk edip ayrılacağı zaman, emniyet alanına ayak bastığı ân, döndü, Kâbe’ye baktı, Mekke’ye baktı; gözleri dolu dolu oldu ve ağladı; “Çıkarmasalardı, çıkmayacaktım!” dedi. O da cebrî hicrete mecbur olmuştu.

Her devirde, Ebu Cehiller olmuştur, Utbeler olmuştur, Şeybeler olmuştur, İbn Ebî Muaytlar olmuştur. Yol, hep o olmuştur ve bu yol “peygamber yolu”dur. Ama -çok duyduğunuz, çok tekrar edilen bir söz- “Bu yol, uzaktır / Menzili, çoktur / Geçidi, yoktur / Derin sular var!..” Aşılması çok zor tepeler var, gâileler var, belâlar var, musibetler var, handikaplar var; var oğlu var… Ama O (celle celâluhu) var; size ebedî bir varlık vadeden Allah var! Cem Karaca ifade etti: “Allah, yâr!..” Allah, yâr; Allah, yâr; başkası, ağyâr; Allah, yâr!.. O, yâr olduktan sonra başka ayrılıklar ne ifade eder ki?!. Cenâb-ı Hak, Kendi “yâr”lığıyla bizi sâbit-kadem kılsın!…

Ve sâlihler… وَالصَّالِحِينَ Ha, siz de esas o meseleye teşne; yürümüşsünüz, “Ne gelirse gelsin! Gelsin başımıza, ne gelirse gelsin!” diyerek. Ama kimilerine sizden evvel öbür tarafa, ruhlarının ufkuna yürüme müyesser olmuş; kimilerine de olmamış. Ee canım, herkese müyesser olsa, o bayrağı oraya kadar taşımak mümkün olmaz ki! Sahabe-i Kirâm’dan da şehit olanlar oldu, Allah Rasûlü döneminde; aşağı-yukarı yüz yetmiş insana yakın insan, şehit oldu. Ama her biri dünyaya bedel insandı onların; bunları hafife almamak lazım.

Burada -antrparantez- Allah Rasûlü’nün savaşlarının tedâfuî savaşlar, müdafaa savaşları olduğunu bir kere daha hatırlatalım. Peygamber fetâneti ile, çizdiği stratejiler ile öyle savaştı ki, kan dökmeden hedefine ulaştı, her defasında; akıl almaz.

   “Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı -yâ Rab- şâd olsun; benimçün ‘Nâ-murad olsun!’ diyenler, bermurâd olsun!”

Fakat günümüzde Allah (celle celâluhu) size hayatınızı bağışlıyor ve gittiğiniz yerlerde bir şey yapma imkânı veriyor. Vüdd vaz’ edilmiş; millet, hüsnükabul gösteriyor. Dünyanın değişik yerlerinde, o küçük küçük kümeler, doğruyu kâmet-i kıymetine uygun, doğruluk içerisinde sergiledikleri zaman… Belki kendileri o âkıbeti görecek veya göremeyecekler. O mülahazalarını da şuna bağlayabilirler: “Sen, tohum at git! Kim hasat ederse etsin!” Bir gün mutlaka bastıkları yerler, o hâristanlar, bâğistana, gülistana, bostana dönecektir. Ve dünya, birer yâd-ı cemîl olarak yâd edecektir sizi, sizden öncekileri ve sizden sonrakileri; Allah’ın izni-inâyetiyle.

Varsın birileri kendileri adına Cehennem çukuru kazsın dursunlar. Yolunuz, Peygamber yolu olduğuna göre -hedefinizde de Cennet var, Cemâlullah var, Rıdvan var- kazanmışsınız, emin olun!.. Kur’an’ın düsturları, bunu söylüyor; bakmayın başkalarının mübalağalı ifadelerine.

Gönlümüzü kırmışlar, haysiyet ve şerefimizle oynamışlar, -yine Türkçe’mize gelmiş oturmuş, otağını kurmuş yabancı bir kelimeyle diyeyim- onurumuzla oynamışlar; varsın olsun, varsın olsun!.. “Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı -yâ Rab- şâd olsun!” Sebk-i Hindî tarikiyle olduğundan dolayı, orada bir oyun oynuyor şâir; “Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı…” diyor. Zaten yıkık olan, harabe olan benim hatırımı yıkan insanlar, yâ Rab, şâd olsun!.. “Benim-çün ‘Nâ-murad olsun!’ diyenler, bermurâd olsun!” Vird-i zebânınız olsun: “Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımızı -yâ Rab- şâd olsun / Bizim-çün ‘Nâ-murad olsun!’ diyenler, bermurâd olsun!”

Allah, Kendisini tanıttırmakla o zâlimleri de bermurâd eylesin! O yalancıları da bermurâd eylesin! Sabah, ayrı bir yalan; öğle, ayrı bir yalan; ikindi, farklı renkte bir yalan; akşam, farklı renkte bir yalan; söylememiş bütününü, bazılarını tehir etmişlerse, “Yatmadan evvel şunu da söyleyelim!” diye, yatmadan evvel söyledikleri yalan… Tenakuzlar dünyasında düşe-kalka yürüyen insanlar; varsın onlar, o bataklık içinde düşe-kalka yürüyedursunlar.

Fakat, Allah (celle celâluhu) onların da gözünü açsın! Kalblerinde şeytanlara açık kapıları kapasın! Ruhânîlere açık yeni -kale kapıları gibi- kapılar açsın! Kalbleri hep meleklerin konağı haline gelsin, ruhânîlerin konağı haline gelsin!..

Evet, hiç endişe etmeyin!.. Bunu da söyleyeyim: “Hak, tecelli eyleyince, her işi âsân eder / Halk eder esbâbını, bir lahzada ihsan eder!..” Bunu görünce, hepiniz vicdanlarınız ile, كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ der misiniz, demez misiniz?!. “Hepsi, Allah’tan. Bütün hayırlar, Allah’tan!” Varsa bizim biraz sürçmemiz veya az yüzüstü düşmemiz ya da bazı imkânları rantabl değerlendirmemiş/değerlendirememiş olmamız, Allah Teâlâ bunlardan dolayı kulak çekme mahiyetinde, Hazreti Pîr ifadesiyle şefkat tokadı.. veyahut da huzur-i Kibriyâsına tertemiz, arınmış olarak gitmemiz için -bir yönüyle- belâ kurnalarından geçiriyor, belalar ile bizi arındırıyor. Bu açıdan sabredersek, -başa döndük yine- مَنْ صَبَرَ ظَفِرَ Fethadan fethaya, fethadan fethaya, fethadan fethaya; sonra bir kırılma ama o kırılmadan sonra yine fetha.

   Her zaman inanç, ümit ve azmin sesi-soluğu olmuş Mefkûre Şairi bile hadiselerin boğuculuğu karşısında -istiğfarla bohçalayıp- “Yok musun ey adl-i İlahî?!.”demiştir; musibetlerin ilk şoku yaşanırken sabırlı olmak ve istikameti korumak gerektir.

Bela ve musibetler sağanak sağanak geldiği zaman, bazen insanın duygu ve düşüncesi, daha doğrusu “istikamet mülahazası” kayabilir. Bir yönüyle, o istikamet mülahazasını koruyacak şey de kalbdir, kalbin ruhânîlere ve melekûtî âlemlere açık olmasıdır. Melekûtî âlemlere açık olması lazım ki, mülkî âlemlere kapalı kalsın; melekûtî âlemlere açık olmalıdır ki, melekler, sürekli orayı kontrol altında tutsun ve şeytan oraya nüfuz etme imkânı bulamasın. Kalb, ciddî sıyanet altına alınmalı ve korunmalı. Fakat bazen hadiseler, öyle şok tesiri yapar ki, insan, işte o hadisenin şoku ânında orada istikametini koruyamayabilir.

Şok anında düşünce istikametini koruma, kalb selametini koruma, Allah ile münasebetini koruma çok zor olduğundan, İnsanlığın İftihar Tablosu, اَلصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الْأُولَى buyuruyor, “Sabır, hâdisenin şoku yaşandığı ândadır!” diyor. Hadisenin şoku yaşandığı ânda, özellikle o zaman, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Küfür ve dalaletten başka, her hale hamd ü senâ olsun!” demeli. Değişik musibetler karşısında “aktif sabır” demek, dişini sıkıp katlanmak; o hadisenin şokunu yediği ânda, orada dengeyi korumak…

Fakat bazen o zayıf iradelerin -benim gibi iradesi zayıf olan insanların- aklına öyle -İlahî takdiri tenkit ifade eden düşünceler- gelebilir. Onu hemen savmaya bakmak lazım. Bir nöron zehirlenmesi denebilir ona; bir zihin zehirlenmesi denebilir.

Evet, hadisenin şoku yaşandığı ân, denge korunamayabilir. Zannediyorum, milletine çok bağlı, değerlerimize çok bağlı, benim de candan sevdiğim M. Akif’in o sözü: “Yok musun ey adl-i İlahî?!.” Öncesinde de  “Ağzım kurusun!” diyor: “Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhî / Ağzım kurusun, yok musun ey adl-i İlahî?!.” Hatta söylerken, böyle evvelâ istiğfar edip sonra günah işleme… Oysaki mesele aksinedir; günah işlemekten uzak durmak lazım; işlemiş ise, sonra “Estağfirullah! Ağzım kurusun; keşke ağzımı o istikamette kullanmasaydım!” diyebilir. Bazen latife-vâri bunu da arz ediyorum.

“Nûr istiyoruz, Sen, bize yangın gönderiyorsun,

‘Yandık!’ diyoruz, boğmaya kan gönderiyorsun.

Esmezse eğer bir ezelî nefha, yakında

Yâ Rab, o cehennemle bu tufan arasında,

Toprak kesilip, kum kesilip âlem-i İslâm;

Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!”

Tarihin, yerin altına gömdüğü o putlar, bütünüyle bir kere daha hortlayacak. Ee Hazretin dediği de olmuş; bütün putlar hortlamış. Mahrutî bakış ile, bütüncül bir bakış ile bakınca, hadiselerin yoğunluğu onun üzerinde öyle bir tesir icrâ etmiş ki!.. Fakat hani ondan sıyrıldığı dönemler var, onu alıp bir kenara elinin tersiyle ittiği ânlar da var.

“Ey dipdiri meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’

Davransana… Eller de senin, baş da senindir!

His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?

Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.

Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?

Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?

Ye’s öyle bataktır ki, düşersen boğulursun.

Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar…”

Bir de böyle gürlediği, ezan sesiyle gürlediği, bir yönüyle her tarafta sesi mâkes bulacak şekilde gürlediği, yankılanacak şekilde sesini yükselttiği ânlar var.

İşte bizim de değişik şeylere maruz kaldığımız zaman, hadisenin şoku yaşanırken, ona sabretmemiz lazım. Yaramıza bir neşter vuruyorlar, bir bıçak vuruyorlar; burada bazen “Of!” dememek mümkün değildir. Onun için “Of!” dedirtmemek için, narkozluyorlar insanları, yarayı duymasın diye. Ee biz de bilemiyoruz, o meseleye karşı nasıl narkoz olacak? Bir de hele günümüzde olduğu gibi, böyle belâ sağanağı gelirse şayet, “Haydi şunun için narkozluyorlar; ya diğer bela?!.” Mesela müesseselerinizi kapattıkları ân beyninize bir balyoz iniyordu, narkozladılar sizi.. muallimleri içeriye attılar, bir daha narkoz.. karıyı-kocayı birbirinden ayırdılar, bir daha narkoz.. şu kadar yüz çocuğu, bin çocuğu içeriye attılar, bir daha narkoz.. narkoz, narkoz, narkoz… Zannediyorum narkozu icat eden insanlar, “Vallahi yetiştiremiyoruz artık!” diyeceklerdir. Evet, narkoz yetiştiremeyeceğiz o bela sağanağına.

   “Biz, muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur!” dedik, hep diyeceğiz; kaba kuvvetle üzerimize gelenlere mukabele etmedik, etmeyeceğiz; ahd ü peymânımız var, ezilsek bile, zalimler gibi davranmayacağız!..

Bu açıdan da aklımıza gelen şeyleri, Cenâb-ı Hakk’a olan güvenimiz ve itimadımız ile tadil etmeliyiz. Ne pahasına olursa olsun!.. Diyoruz ki, “Bugüne kadar lütfettiği şeyler, bugünden sonra lütfedeceği şeyler adına en önemli referanstır!” O (celle celâluhu) sizi, bir doğru yola hidayet buyurmuşsa, O’na doğru yürüyorsanız, O’na doğru yürüyenleri, O, hiçbir zaman yolda yüzüstü bırakmamıştır: Hazreti Âdem’i bırakmamıştır, Hazreti Nuh’u bırakmamıştır, Hazreti İbrahim’i bırakmamıştır, Hazreti Yakûb’u bırakmamıştır, Hazreti Musa’yı bırakmamıştır, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) bırakmamıştır. Çekmişler, çektiğinizin yüz katını; fakat lütuflara mazhar olmuşlar ki, mazhar olduğunuz lütufların bin katı; bin katı…

O en son dalgalarla bugün hâlâ bir dirilik sergiliyorsak şayet, o ne müthiş bir kazanımdır?!. Hâlâ bugün, şöyle-böyle, taklidî dahi olsa, o camilerde el-pençe divan durup اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ diyorsak, ani’l-merkez o nûr tayflarının bize doğru gelmesi, ne müthiş bir hadisedir ve O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) için ne büyük bir kazanımdır!.. Allah’a sizi yaklaştırma adına ne büyük bir kazanımdır! “Bir” çekmiş fakat Cenâb-ı Hak, “bin” lütfetmiştir.

Bu açıdan, meselelere böyle bakarak, muvakkat musibet dönemlerine sabretmek lazım; bir ay mı olur, iki ay mı olur, bir sene mi olur, iki sene mi olur?!. Ashâb-ı Kirâm, üç sene Şi’b-i Ebî Tâlip’te boykota maruz bırakıldılar. Hem de içlerinde inanmayanlar bile vardı; sadece mensubu oldukları kabileden dolayı, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mensup olduğu kabile Benî Hâşim’e mensup olduklarından dolayı boykota maruz kalmışlardı. Fakat bir tek kelime ile şikâyet ettiklerini bilmiyorum. Bazılarını ölüm çağlayanı önüne katmış, almış götürmüştü; oradan ayrıldıkları zaman, bizim bildiğimiz Ebu Tâlip ve mübarek validemiz, valideler validesi büyük vâlide, “Kübrâ” diyoruz, Hadîcetü’l-Kübrâ.

O nebîler, sıddîklar, şehitler ve sâlihler refakati adına nelere katlanılmaz ki?!. Balyozların değil, tankların paletleri altına atsınlar.. Bilâl-i Habeşî gibi, üzerinize kocaman kocaman taşlar koysunlar.. insanın beynini kaynatan o sıcakta, çölde, kumun üzerinde sizi yatırsınlar.. sizi tehdit etsinler, ölüm ile tehdit etsinler.. ve yanınızda ölen insanlar olsun… Yine her şeye rağmen, “Ehad, Ehad, Ehad!” (أَحَدْ، أَحَدْ، أَحَدْ) (celle celâluhu) diyeceksiniz; evet, “Tek, Sen’sin! Çifti olmayan tek, Sen’sin! Ehad’sin!”

Belâ ve musibetler sağanağı karşısında, o şokun olumsuz tesirini böyle kırıp Hazretin muvakkaten söylediği, “Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhî / Ağzım kurusun, yok musun, ey Adl-i İlahî!” demeyelim. Bizim için de söz konusudur ve Kıtmîr de çok korkuyor. “Allah’ım! Islah eyle onları!” diyor; “Kötülük yapanları, kalben ölmüş insanları, nefis ve enâniyet cihetiyle hortlamış insanları, Allah’ım, insanlık ufkuna hidayet eyle! Gönüllerine lüyûnet lütfeyle. اَللَّهُمَّ لَيِّنْ قُلُوبَهُمْ، لَيِّنْ قُلُوبَهُمْ لِلْإِيمَانِ، وَاْلإِسْلاَمِ، وَاْلإِحْسَانِ، وَالصَّدَاقَةِ، وَاْلاِسْتِقَامَةِ، وَالْمَحَبَّةِ، وَإِلَى خِدْمَتِنَا، وَحَرَكَتِنَا، وَجَمَاعَتِنَا، وَمُؤَسَّسَاتِنَا؛ وَإِلاَّ، اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِهِمْ “Allah’ım kalblerini yumuşat; iman, İslâm, ihsan, sadâkat, istikamet ve muhabbete karşı, hizmetimize, hareketimize, cemaatimize, müesseselerimize karşı kalblerini yumuşat! Şayet muradın bu değilse, Allah’ım onları Sana havale ediyoruz!..” diyoruz. اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِهِمْ، اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِهِمْ “Allah’ım onları Sana havale ediyoruz! Allah’ım onları Sana havale ediyoruz!..” Gücümüz yetmiyor, ne diyelim?!. اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِهِمْ

Gücümüz olsa bile, “Biz, muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur!” diyoruz. Silahla, hoyratlıkla üzerimize gelenlere, yumruğumuzla bile mukabele etmiyoruz. Yüz ekşitmekle bile mukabelede bulunmuyoruz, sert bir kelimeyle bile mukabelede bulunmuyoruz; çünkü bunları, insanî karakterimize aykırı buluyoruz. El-âlem yapmış bunu fakat biz yapmayacağız; ahd ü peymânımız var, yapmayacağız!.. Ezseler bile, onlar gibi davranmayacağız! Öldürseler dahi onlar gibi davranmayacağız!.. Onlar gibi davranmaktansa, on defa ölmeyi tercih edeceğiz, yirmi defa ölmeyi tercih edeceğiz, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Allah’a güvenmenin ve Allah yolunda olmanın gereği budur. Katlanacağız bunlara. Nöronlarımızı kontrol altına alacağız, şeytanın nüfuz etme deliklerini kapayacağız; meleklere nüfuz etme pencereleri, kale kapıları açacağız, Allah’ın izni ve inayetiyle. Ve Cenâb-ı Hak’tan gelen o şeyleri hep hoşnutlukla karşılayacağız: رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا، وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولاً diyeceğiz: “Rabb olarak, Sen’den razıyız, hoşnuduz; Peygamber olarak, Hazreti Rasûlullah’tan hoşnuduz; din olarak da İslam’dan tâ dünden hoşnud olageldik, bu gün de hoşnuduz.” Allah’ım, ebedlere kadar da Sen, hoşnut eyle! Âmin!.. Vesselam.

Yeis Zincirlerini Kırın!..

Herkul | | KIRIK TESTI

Halk arasında hayırlı işler için kullanılan “Allah tamamına erdirsin” ifadesinin muhtevasını da taşıyan “tamamiyet”in iki manası vardır. Birinci manası, bütünlük, tam olmak, bir meselenin küllî olarak ele alınması demektir; ikincisi ise, bir işi tamamlayana kadar devam ettirmek, bitirmek, neticeye bağlamaktır.

   Hangi konu olursa olsun, her hayırlı işte kararlılık, sabır ve sebat çok önemlidir.

Nitekim, Allah Teâlâ, İslâm’ı bize bir nimet olarak verdiğini ifade ettiği yerde; “İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin hakkınızda hoşnutluğumu İslâm’a bağladım.” (Mâide, 5/3) der; bize verdiği nimetini yani dinini tamamladığını, onun bütün emir ve yasaklarını bildirdiğini beyan eder. Öyleyse, İslâm, ancak bütün emir ve yasaklarıyla, cüzlerinin tamamıyla ele alındığı zaman Allah’ın bizim için seçtiği din ve tamama erdirdiği nimet olur. O bir bütün olarak yaşanmayınca kendisinden beklenen fonksiyonu hakkıyla yerine getiremez, bir din olarak misyonunu tam eda edemez. Çünkü, dinin bir bütün olarak yaşanması tıpkı bir insan vücudunun organlarının tamamının, bir organizmanın her azasının eksiksiz çalışması gibidir. Nasıl ki, bir eli çok sağlam ve güçlü olsa bile diğeri sakat olana ya da hiç olmayana özürlü veya bugün daha çok kullanılan ifadesiyle “engelli” deniyor.. nasıl ki, bir gözü çok iyi görse de diğeri hiç görmeyen ya da kulakları iyi duysa da ayakları sakat olan bir insan, kendinde bir eksiklik hissediyor; aynen öyle de, iman hakikatleri dinin birer uzvudur; kelime-i şehadet, namaz, oruç, hac ve zekat gibi ibadetlerin her biri ayrı bir organdır; ahlâk-ı hasene ve sosyal münasebetler adına vaz’ edilen esaslar dinin ayrı ayrı yanları ve onun birer parçasıdır. Bunlar, birbirini tamamlayan cüzler, bir hakikati tamamlayıcı unsurlardır. İşte, bunların herbiri Cenabı Hak tarafından nasıl tespit edilmişse o şekilde yaşanmalıdır ki din de kendinden bekleneni yerine getirsin. Ancak bu unsurların hepsi bir araya geldiği zaman, Müslümanlık tamam olarak ortaya konmuş olur.

Evet, ferdî, ailevî, içtimaî hayat adına dinden bazı şeyler bekliyorsak, onu bir bütün olarak ele almak zorundayız. Eğer, dini sadece vicdanlara hapsedersek, namaz, oruç gibi ibadetleri yok sayarsak, dinin kolunu, kanadını kırmış ve onu fonksiyonunu eda edemez hâle getirmiş oluruz. Ve dolayısıyla, din adına kusurlu ve eksik bir görüntü ortaya çıkar. Bu kusurlar, eksikler İslam’dan bilinir ve günümüzde bazılarının dediği gibi, “İslam niçin ekonomik durumumuzla alakalı şu problemlerimizi halletmiyor; neden bir kısım içtimaî dertlerimize de derman olmuyor.” denir. Oysa, siz onun kolunu kanadını kırmışsınız, kendisini ifade etmesine ve fonksiyonlarını ortaya koymasına fırsat vermiyorsunuz. Onun uygulanmasına imkan vermeniz lazım ki, ondan sonra “Neden şu fonksiyonunu eda etmedi?” diyebilesiniz. İşte bu manada tamamiyet hem Allah’ın teveccühüne vesile olması hem de dinin kendisini ifade etmesi açısından çok önemlidir.

Tamamiyetin diğer bir yanı da sabır, ısrar ve devamlılıktır. Kur’an-ı Kerim, “İnsanlardan bazıları da vardır ki, Allah’a kulluk etse de bunu sırf bir hesaba binaen yapar, imanla küfrün arasında bir yerde durur. Şayet umduğu faydayı elde ederse onunla huzur bulup sevinir, eğer bir sıkıntı ve imtihana mâruz kalırsa yüzüstü dönüverir. Bundan dolayıdır ki, dünyayı da âhireti de kaybeder. İşte besbelli olan hüsran budur.” (Hac, 22/11) buyurarak kulluğunu ganimet elde etme gibi bazı hesap ve çıkarlara bağlayan kimselerden bahsetmektedir. Öyle bir insan, iyi günlerde dinin kenarından, köşesinden tutar; “Bir parça da biz katkıda bulunalım.” der ama bunu derken bile “Amaaan, olduğu kadar olur!” düşüncesini terk edip onu bütünüyle kucaklamaya da yanaşmaz, dine tam sahip çıkmaz. Ona sağlam bir imanla değil de, âdeta pamuk ipliği ile bağlanmıştır. Tehlikeli dönemlerde ve sıkıntılı günlerde dini de dindarları da yüzüstü bırakıp kendi şahsî dünyasını garanti altına alacağını zannettiği yerlere ve kimselere sığınır.

Oysa, hangi konu olursa olsun, kararlılık, sabır ve sebat çok önemlidir. Siz belli bir mevsimde bütün himmet ve gayretinizi ortaya dökebilirsiniz. Mesela, ekim yaparken karlar erimiş olsa da hâlâ hava soğuktur ama siz ona katlanarak tarlaya tohumu atarsınız. Fakat, daha sonra onu koruma mevzuunda hiçbir tedbir almazsanız, sulama hususunda bir gayretiniz olmazsa, hasat mevsimini aktif sabırla beklemez ve tarlayı biçeceğiniz zaman da en iyi ürünü alabilmek için üzerinize düşeni yapmazsanız, işin ilk bölümünü ve bir yanını yapmış olsanız da katiyen ürün elde edemez ve dolayısıyla, avam ifadesiyle, hava alırsınız. İşe herhangi bir yerinden girseniz ve sadece bir faslını yapsanız, mesela, tarlayı sürseniz de hiç tohum saçmasanız ya da ekini biçseniz de onu harmanda dövmeseniz veya sapı-samanı birbirinden ayırmasanız yine beklenen semereyi elde edemezsiniz. Nasıl ki böyle dünyalık bir işte sabır, sebat ve devamlılık esastır; aynen öyle de, bir hakikati temsil etme ve insanlar arasında yerleştirme mevzuunda da sabır ve devam çok önemlidir. Rahat zamanda, kendinizi, duygu ve düşüncelerinizi ifade eder ama bir tazyike maruz kaldığınız an geriye durursanız, hem kader birliği ettiğiniz arkadaşlarınızı şaşırtmış, hem dostlarınızı tereddüde sevk etmiş, hem de imtihanın hakkını vermemiş ve tohum attığınız halde ürün elde edememiş olursunuz.

   En Mükemmel İnsan

Bundan dolayı, insanın tamamiyet peşinde olması, her şeyi kemale erdirmeye çalışması, kâmil olanı araması ve hatta insan-ı kâmil olmaya yönelmesi önemli bir esastır, dahası bir fazilettir. Çünkü, bugüne kadar kitleler, kâmil insanların rehberliğinde ebedî mihraplarını bulmuş, Hakk’a yönelmiş; onlar sayesinde varlık ve hadiseleri isabetli yorumlayabilmişlerdir. Ne var ki, o seviyede bir kemale erişmek her zaman herkese müyesser değildir. Varlık âleminde, Hazreti Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) ölçüsünde kemalât-ı insaniye ile tanınmış bir ikinci şahıs göstermenin mümkün olmadığını söyleyen Cîlî’nin “İnsan-ı Kâmil”ini mütala edenler, kemale ermenin ve insan-ı kâmil ufkuna ulaşmanın nasıl çetrefilli yollardan geçmeyi gerektirdiğini göreceklerdir. Fakat, o yol uzak olsa da, hedefe varmak için pek çok menzili aşmak icap etse de, bir insanın öyle bir mertebe-i kusvâyı ve aksâ’l-gâyâtı talep etmesinde bir problem olmasa gerek. Evet, o işi temsil eden zâtın bir hakikatı vardır; O nübüvvetle serfirazdır. Nübüvvet zincirinin halkaları bitmiştir; bundan sonra peygamberliğin rüyasına tâlib olmak bile bir saygısızlık ve bir küstahlıktır, hatta küfürdür. Peygamberâne evsâfa, bir nebide var olan güzel sıfatlara gelince, bir insanın o sıfatlarla müzeyyen olmayı istemesi ve peygamber ahlakıyla ahlaklanma ardına düşmesi bir fazilettir.

Mesela, Peygamber Efendimizin şahsında fevkalade bir sıdk, bir sadâkat görürsünüz. O, Allah kapısında sâdık, davasında sâdık, kardeşlerine karşı sâdık, İslâm’ı yaşamada sâdıktır, adeta sıdkın timsalidir; çünkü, peygamberlik hakikatı, sıdk dediğimiz, doğruluk çarkı ve esası üzerine döner durur. Allah Rasûlü, o kadar sözünün eridir ki, daha sonra sahâbe olma şerefine eren bir zat şöyle der: “Cahiliye devrinde Allah Rasûlü’yle bir yerde buluşmak üzere anlaşmıştık. Ben verdiğim sözü unuttum. Üç gün sonra hatırladığımda koşarak anlaştığımız yere gittim. Baktım ki Peygamber Efendimiz orada bekliyor. Bana ne kızdı ne de darıldı. Sadece, “Ey genç! Bana meşakkat verdin; üç gündür seni burada bekliyorum.” dedi.

Emanet de bir Peygamber sıfatıdır. Efendimiz o kadar emindi ki, Mekke halkı, henüz gün yüzü görmemiş kızlarını birine emanet edecek oldukları zaman bile akıllarına ilk gelen O’ydu. Çünkü, Efendimiz’in gözlerinin içine katiyen haram girmemişti, giremezdi; Mekkeliler bunu bilir, O’nun iffet ve ismetine şehadet eder ve O’nu “Muhammedü’l-Emin” diye çağırırlardı. Efendimizin hayatına ve ahlakına baktığımızda, O’nun tam bir emniyet ve güven insanı olduğunu görürüz. Emin olma, emanete hiyanet etmeme, herkese emniyet telkin etme ve aynı zamanda îmanın sadık temsilcisi olma gibi hususlar O’nun şahsiyetiyle bütünleşmiştir. Zaten, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden biri de “Mü’min”dir. Çünkü O, güven kaynağıdır. Peygamberleri güvenli kılan ve onları emniyet sıfatıyla serfiraz eden de yine O’dur. Öyle ise, emniyet, güven, emanet ve îman dediğimiz mesele, bizi peygamberlere ve önemli bir ölçüde peygamberleri de Allah’a bağlar.

Efendimizin çok ehemmiyetli özelliklerinden bir diğeri tebliğ vazifesini, yani, İslâm hakikatini anlatmayı veya “emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker”i hayatının gayesi bilmesiydi. O gelmeseydi, “Biz neyiz? Nereden geliyor ve nereye gidiyoruz?” gibi müthiş sorular, sürekli bir matkap gibi beynimizi delip duracaktı. Biz Efendimiz sayesinde anladık ki, dünyaya gelişimiz bir gayeye bağlı olduğu gibi, buradan gidişimiz de bir hikmete mebnidir. Ölüm, yokluk ve hiçlik değil, o sadece bir mekân değiştirmek ve vazifeden terhis edilmektir. Kabir ise, ahiret âlemine açılan bir kapı ve bir bekleme salonudur. Biz Peygamberimiz sayesinde öğrendik ki, bizim en büyük vazifemiz nâm-ı Celil-i İlahî’yi ve Efendimiz’in adını bayraklaştırmak, dünyanın dört-bir yanında dalgalanmasını sağlamak; bunu yaparken de akıllıca davranmak, O’nun hayatında örneklerini gördüğümüz fetanetle hareket etmektir.

Fetanet, peygamber mantığı demektir. Bu mantık, ruh, kalb, his ve letâifi bir araya getirip mütalâa edilecek hususu bütün olarak ve her yanıyla ele almanın adıdır. Efendimiz, Allah’tan getirdiği mesajları ve elçiliğine terettüp eden hususları insanlığa takdim ederken, onu yolunca ve usulünce yapmıştır. O, insanı bir bütün olarak ele almış ve vereceği mesajları da böyle bir bütünlük içinde takdim etmiştir. Onun için de, nebinin tebliğ vazifesinde, akıl, mantık, kalb, gönül, his ve duygulardan hiçbiri katiyen terke uğramamış ve vahyin aydınlatıcı tayfları dışında bırakılmamıştır. Ayrıca, Efendimiz’in emir ve tavsiyelerine muhatap olan insanlar da derece derecedir. Bunlardan bir kısmı, din ricalidir; bir kısmı, tamamen felsefî meselelere dalmış, âdeta bütünüyle bir mantık ve muhakeme insanıdır; bazıları, ticarî ve iktisadî sahada uzman olanlar; diğer bir kısmı harp meydanlarında yetişmiş kumandanlar, büyük siyasî dehalardır; büyük bir bölümü de bedevî insanlardır. Bunların hepsinin kendilerine göre problemleri vardır. Fakat, Allah Rasûlü, öyle söz söylemiş ve öyle izahlar yapmıştır ki, bedevîsinden en medenîsine kadar herkes, bu sözlerden kendine ait hisseyi alabilmiştir.

   Günahlar, Ahh Günahlar!..

İşte her insan, Efendimizde zirve noktada örneklerini gördüğü bu güzel sıfatların hepsine sahip olmayı isteyebilir. Bu âlî sıfatlara tâlib olarak diyebilir ki, “Allah’ım, Sen Efendimizden sonra peygamber yaratmazsın. Çünkü hatimeyi çekmiş, “bu son” demiş ve peygamberlik sarayının Sultanını göndermişsin. Fakat ben de, Peygamberimizi “üsve-i hasene” olarak gönderip O’nunla bize gösterdiğin güzel ahlakla ahlaklanmak istiyorum; O’ndaki evsâf-ı âliye’ye tâlibim. Beni de öyle sâdık eyle, Onun gibi emin kıl; beni de tebliğ insanı yap, o vazifeyi eda ederken fetanetli hareket etmeye muvaffak eyle. O’na yetişmem mümkün değil ama O’nun ardında yürümeme de bir mani yok. Peygamberliğe tâlib değilim, böyle bir talep en başta Sana karşı saygısızlıktır; fakat, peygamberâne evsâfa tâlibim. Bana da o evsâfı nasip et ki, elimi uzattığım her yerde Senin rızanı tahsile muvaffak olayım.”

Evet, bu duygu ve düşüncede olmak, tamamiyete ve kemale tâlib olmaktır. Fakat, siz tamamiyete tâlib olsanız da, niyetinizle bunu isteyip davranışlarınızı ona göre ayarlasanız ve insan-ı kâmil ufkunu yakalama yolunda gayret etseniz de hata etmek, bazen tökezlemek, kimi zaman eksik ve noksan yapmak mukteza-yı beşeriyettir. Bundan dolayıdır ki, Allah Rasûlü, “Küllü’n-nâs hattâûn” demiş ve “hattâûn” kelimesini özellikle kullanarak hata yapmanın insanın tabiatından olduğunu, onun çok büyük hatalar yapabileceğini ifade etmiştir. Daha sonra da, “Ve hayrul-hattâîne et-tevvabûn: Hata edenlerin en hayırlısı hata ettikten sonra hemen tevbe ile onu silmeye çalışandır.” buyurmuştur. Demek ki, bu yavuz hataları, bu sevimsiz kabahatları ortaya koyan insanların en hayırlısı hata eder etmez, kabiliyetine, seviyesine göre, tevbe, evbe, inâbe kurnalarına koşarak hemen arınıp yeniden Allah’a yönelendir. Öyleyse biz, mükemmeliyete tâlib olsak da, muktezâ-yı beşeriyet bazı zâaflarımız nüksettiği yerde, mânen hastalanabilir, sürçüp düşebiliriz. Önemli olan düşüp kalmamak, düşüp kalkmaktır. Düşer düşmez hemen kalkıp Seyyidina Hazreti Âdem gibi, “Rabbimiz kendimize zulmettik!” (A’râf/23)) deyip, nefsin zulmünden Cenâb-ı Hakk’a sığınmaktır.

Hata karşısında Âdem tavrı ortaya koymak çok önemlidir; Allah’ın kapısında akıllıca hareket etmeyi Hazreti Adem’den öğrenmek lazımdır. Onunki bir zelledir; mukarreb hatasıdır. Buna rağmen Hazreti Âdem, zellesinin hemen ardından Rabbine yönelmiş; şeytan ise, temerrüdünde devam etmiştir. İşte bu noktada, sürçüp düşen ile bilerek başkaldıran birbirinden ayrılmıştır. Biri, Cennetten çıkarılacağı sırada dahi kalbî teveccühünü devam ettirmiş, Hakk’ın kapısına karşı vefalı ve sadık olmuş, Rabbiyle münasebetlerini tamamlamaya çalışmıştır. Diğeri ise, mütemadi bir inişe geçmiş; kibir, gurur ve isyanından dolayı her geçen dakika biraz daha gayyâya yuvarlanmıştır.

Hazreti Âdem’in çocukları olarak biz de hataların ağına takılabilir ve onlar cibilliyetimiz üzerinde ciddi tesir icra edince, aradığımız mükemmeliyete giden yollarda bir tereddüt yaşayabiliriz. Kâmiliyet ve tamamiyeti yakalamak adına yürürken tökezleyebilir ve bir hendeğe düşebiliriz. Fakat, insan için, düşüp kalmak değil; düşse de hemen kalkmaktır esas olan. Değişik münasebetlerle arz ettiğim gibi; elden geldiğince günaha en az hayat hakkı tanıma civanmertliğini göstermek çok önemlidir. Gözün bir harama kaysa, bu günahın üzerinden bir dakika bile geçmeden, o günahtan sıyrılmak için hemen huzura koşmalı, Allah’ın huzurunda af fermanı arayacağın bir seccade bulmalı, başını yere koymalı ve tevbe etmelisin. Günahın canlı kalmasına meydan vermemelisin; çünkü Efendimizin ifadesiyle, işlenen her günah ruhta yaralar açar; kalbde bir leke bırakır ve aynı zamanda her günah bir başka günahın davetçisi olur. Eğer günah tevbeyle çabuk silinmezse, Üstad’ın dediği gibi, bir günah, bir günah, bir günah daha derken ona inzimam eden diğer günahlarla kalbde hatm olur, hafizanallah, kalb mühürlenir. Bundan dolayı, “Her günah içinden küfre giden bir yol vardır.” Evet, insan günah işlemekle ne kafir olur, ne de küfürle iman arasında bir menzile asılı kalır. Fakat şurası da bir gerçektir ki; günah işleyen insan imandan bir adım uzaklaşmış, küfre de bir adım yaklaşmış olur. Eğer, iki günah işlerse, iki adım atmış ve küfre iki adım yaklaşmış, kendisiyle küfür arasındaki mesafeyi daraltmış olur. Bundan dolayı, hakiki bir mü’min, özellikle alerjik bir insanın arı veya akrep sokması gibi şeylerden sakındığı gibi günahlardan sakınmalı; yılandan, çıyandan kaçtığı gibi günahların en küçüğünden bile kaçmalıdır. Çünkü, tamamiyetin ve kemâlin tâlipleri aradıklarını ancak böyle bir teyakkuzla bulabilirler.

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde, “Üç haslet vardır. Bunlar kimde varsa imanın tadını duyar: Allah’ı ve Rasûlünü her şeyden ve herkesten daha çok sevmek; bir kulu sırf Allah rızası için sevmek; Allah, imansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasip ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak.” buyurmaktadır. Demek ki imanın tadını almanın ilk şartı, “Allah’ı ve Rasûlü’nü her şeyden artık sevmek”tir. Bu sevgi, insanı “Allah için sevme” mülahazasına taşıyacaktır. Bunu da hidayet yolundan ayrılma korkusuyla tir tir titreme ve günaha, dalalete girme endişesiyle sürekli teyakkuzda yaşama hâli takip edecektir. Evet, sevgi iradî olarak başlar. Sonra gayr-i iradî bir muhabbete inkılap eder. İnsanlara karşı duyulan mecazî sevgilerin başlangıcında bile bir irade söz konusudur; bir görme, bir karşılaşma, bir görüşme vardır ve bunlar iradîdir. Bu mevzuda iradî bir adım atılınca zamanla gayr-i iradî alaka başlar. İşte, Allah’la olan münasebetlerimizi derinleştirme, Rasûlullah’a karşı alakamızı daha engin bir sevgiye dönüştürme mevzuunda da işin başı iradedir.

   “Hey Mübarek Allah Hey!”

Derin bir muhabbete yürümek istiyorsan iradenin hakkını verecek, Allah’ı tanımaya bakacak, O’nun nimetlerini düşüneceksin; kudret eserlerini seyredecek, arzı senin için nasıl bir beşik yaptığını görecek, bir meşher gibi yarattığı semalara nazar edecek, kâinatı okuyacaksın. Ve bu iradî bakmaların, düşünmelerin, okumaların neticesinde âdeta kendinden geçeceksin. Alvar İmamı’nın derslerine devam eden, ondan feyz alan yaşlı bir zat vardı. Cenab-ı Hakk’ın ef’âl, âsâr ve esmâsının tecellilerinden bahsedildiği zaman, Erzurumlulara mahsus o kendine has lisanıyla “Hey mübarek Allah hey!” der ve âdeta kendinden geçerdi. Sen de baktığın her şeyde O’nun mührünü görecek, için için coşacak ve “Hey mübarek Allah hey” demekten kendini alamayacaksın. Böyle hissedip, böyle görmeye irade adımıyla başlayacaksın ama bir gün gelecek, sen ilahi üns esintileri sağanağıyla sırılsıklam olacaksın. Öyle ki, artık O’ndan başka hiçbir şey duymayacak, hissetmeyeceksin.

Efendimizle alakalı bir kitap okusanız, bir şemâile baksanız; mesela, “Şifâ-i Şerif”e, “Sıfatu’s-Saffe”ye, hatta “Sonsuz Nur”a göz gezdirseniz, O’na karşı içinizde iradî bir alaka meydana gelecektir. Fakat, O’nun hakkında değişik kitaplar okumaya, O’nunla alakadar olmaya devam ederseniz bir süre sonra o iradî alakanız, gayr-i iradî bir sevgiye, aşkın bir muhabbete inkılap edecektir. Öyle ki artık O’nsuz edemeyecek, “Teveccühünden beni mahrum bırakma, Sensiz nefes alamam” diyeceksiniz. “Ben evsiz-barksız, yurtsuz-yuvasız, çoluksuz-çocuksuz edebilirim; fakat Efendimsiz edemem” diye inleyeceksiniz. Bir Peygamber aşığının “O’nun huzûr-u pürnurundan bir an mahrum olduğumu hissetsem ölürüm” dediği gibi siz de O’nsuz yaşayamayacağınıza kanaat getireceksiniz. Bir Şah-ı Geylânî’nin nabzını tutsanız; Hasan Şâzelî, Ahmed Bedevî, Şah-ı Nakşıbend, İmam Rabbanî, Akîl Menbicî, Şeyhu’l-Harrânî ve Ebu’l-Hasan Harakanî gibi Hak dostlarının nabızlarına el vursanız kalblerinin aynı hislerle attığını göreceksiniz. Öyle ki, onlardaki gayr-i iradî bu muhabbet, alaka ve irtibatı gönüllerinden koparmak için elli tane zincir atsalar, Cenâb-ı Hakk’ın bir mekri olmazsa, onu oradan koparmak mümkün olmayacaktır.

   Yeis Zincirlerini Kırın!..

Meselenin bir diğer yanına gelince; biz başkaları hakkında hüsn-ü zanna memur olsak ve onların tamamiyeti yakalamış olabileceklerini düşünsek de, kendi nefsimize “Ey eksik, pürkusur, zavallı nefsim, bir türlü olgunlaşamıyor, kemali yakalayamıyorsun” diyebiliriz. Fakat, bunu derken ye’se düşmemeye de dikkat etmeliyiz. “Yağmur” şairi gibi biz de,

“Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım

Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım

Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım

Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım!..”

diyerek O’na karşı aşk u alakamızı seslendirebiliriz. Ne var ki, zihnimizin bir köşesinde de sürekli “Olduğuma da çok şükür. Ya seni tanımasaydım, ya Senin nurundan mahrum kalsaydım.” mülahazasını canlı tutmalıyız. Hani Hazreti Ömer, Yemâme Savaşında kardeşi Zeyd bin Hattâb’ın şehid olduğu haberi karşısında, çok hayıflanmış; “Sabâ yeli estikçe Zeyd’in kokusunu alıyorum.” diyerek hüzünlenip ağlarmış. Bir gün şâir Mütemmem bin Nüveyre onu ziyârete gelmiş. Mütemmem’in kardeşi Mâlik de Yemâme Savaşında yer almış ama mürtedlerin safındayken ölmüş. Hazreti Ömer’in hüznünü gören Mütemmen, “Ey Ömer, Yemâme’de senin kardeşin şehid olup Cennet’e giderken benim kardeşim mürted olarak Cehennem’e girdi. Eğer benim kardeşim de senin kardeşinin gittiği yere gitseydi, ben ona hiç üzülmez ve hiçbir zaman ağlamazdım” demiş. Malumdur ki, Hazreti Ömer’in hüznü bunları bilmediği için değildi, ama kader-i ilahîye razı olmakla beraber sevdiklerden ayrılanın kalbinin hüzünlenmesi, gözünün yaşarması da insanın tabiatının icabıydı.

Evet, olduğumuza da hamd olsun; ya sokaklara korku salan şu serâzât, çakırkeyf insanlar gibi olsaydık; ya talihsizler safında yer alsaydık… bu hâlimize de hamd olsun, demeli. Mükemmeliyet ve tamamiyetin peşinde olurken diğer taraftan da meseleye böyle bir hamd u senâ mülahazasıyla yaklaşmalı ve katiyen ye’se düşmemeli. Tamamiyeti arama ve işin ciddiyetini görme insanı ümitsizliğe değil daha fazla gayret göstermeye sevketmeli..

Bildiğiniz gibi, hayatını ibadetle geçiren Esved b. Yezîd en-Nehâî vefat ederken çok korkuyor ve çok ağlıyor. Gelip diyorlar ki; “Nedir bu hıçkırıklar, günahlarından mı yoksa ölmekten mi korkuyorsun?” Bunun üzerine o büyük Hak dostu, “İnne’l-emra ciddün – Hayır hayır, iş çok ciddi; ben günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum” diyor. Vefat ettikten sonra rüyada görüyorlar; “Orada ne muamele gördün, nasıl karşılandın?” diye soruyorlar; “Vallahi, nübüvvet’le aramda dört parmak bir mesafe kalmış gibi muamele ettiler.” cevabını veriyor. Esved b. Yezid, Alkame, İbrahim Nehaî gibi insanlar rıza-yı ilahiye muhalif bir davranışta bulunma korkusuyla yaşamış, hayatlarını havf ufkunda sürdürmüş; hayır adına yapıp ettiklerine ve ibadet u taatlerine hiç bel bağlamamış, imanlı olarak ölememe endişesini hep taşımışlardır ama bütün bunlara rağmen ümitsizliğe de katiyen düşmemiş, rahmet-i ilahiyenin onların imdadına da yetişeceği recasını gönüllerinde hep canlı tutmuşlardır. Allah dostlarının hiçbirisi ye’se düşmemiştir; çünkü Hazreti Üstad’ın ifadesiyle; Yeis, mâni-i herkemâldir. Ümitsizlik hastalığına yakalananların kemale ve tamamiyete yürümeleri mümkün değildir. İnsanın kendisini yetersiz, eksik ve nâkıs görmesi onu ümitsizliğe değil, bilakis eksiklerini tamamlamak için daha ciddi bir cehd u gayrete sevketmelidir. M. Akif’in meşhur şiiri bu hususda ne tatlı ve yürekten bir çağrıdır:

“Ey dipdiri meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’

Davransana… Eller de senin, baş da senindir!

His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?

Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.

Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?

Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?

Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.

Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yûs olan rûhunu, vicdânını bağlar

Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar…

Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var.

Feryâd ile kurtulması me’mûl ise haykır!

Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!

‘İş bitti… Sebâtın sonu yoktur!’ deme, yılma.

Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma.”

Biliyor musunuz, korkudan yüreğimin ağzıma geldiği anlar çok olmuştur!.. “Acaba ölünce bir çukura mı yuvarlanırım, ne olur benim hâlim?” gibi endişeler zihnimi, hayâlimi sarınca saatlerce kıvrandığım, uyuyamadığım geceler vardır. Ama eksiklerime, daha iyi bir kul olma adına fevt ettiğim fırsatlara rağmen, hiçbir zaman ye’se, ümitsizliğe düşmedim. Rüyalarda insanlar bazen harikuladeden olarak uçar ya; koşuyorsunuzdur dolu dizgin, beklemediğiniz anda bir uçurum geliverir önünüze. Aslında o uçuruma yuvarlanmanız muhtemeldir; fakat, rüyadaki o fevkalâde uçma kabiliyetinizle aşar geçersiniz bütün uçurumları. İşte, ümitsizliğe düşebileceğim anlar olmuştur, mehib bir dağ gibi ufkumun önüne geçen ve onu karartan hadiseler yaşamışımdır ama Allah’ın rahmeti rüyadaki uçma kabiliyeti gibi imdadıma yetişmiştir her defasında Rahmet-i ilahiye iki kanat haline gelmiş, en çaresiz anlarımda bile rahmetin enginliğine bağlılık bir kurtuluş kaynağı olmuştur.

Hâsılı, kemâle ve tamamiyete tâlib olma kadar ye’se düşmeme de çok önemlidir. “Tam olamadım!” deyip sa’ye sarılma bir fazilet olsa da, “olamadım” duygusundan dolayı “olma” düşüncesinden bütün bütün vazgeçme de bir aldanmışlıktır.

Bamteli: BAHARIN VAKTİ VE SABR-I CEMÎL

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Bu dünyaya ait olan her şey, böyle gelip gidiyor. İnsanlar da bir bir geliyor, bir bir gidiyor; gelenleri, arkadan gelenler takip ediyor. Gitmeyen “Bir” (celle celâluhu) kalıyor, bütün gidenlere rağmen. Onun için çok güzel söylemiş birisi, anonim:

“Gelir bir bir, gider bir bir, kalır Bir,

Gelen, gider; giden, gelmez! Bu bir sır.

Gelirse, gelir bir kıl ile, eyleme tedbir;

Giderse, gider; eylemez bir koca zincir.”

   Ömrün uzunluğu kısalığı değil, onun yediveren, yetmiş veren başaklar gibi nemalandırılması esastır.

“Ben kalacağım!” iddiasında ve ısrarında bulunan insanlar, hiç beklemedikleri şekilde öyle yuvarlanır giderler ki, siz de hayret edersiniz. Gitme mukadderdir herkes için; fakat “iyi gitme”ye bakmak lazım. O da تَمُوتُونَ كَمَا تَعِيشُونَ، وَتُحشَرُونَ كَمَا تَمُوتُونَ “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz öyle diriltilir ve haşredilirsiniz.” hakikatinde belirtildiği üzere, iyi ve sâlih bir insan olarak yaşamaya bağlıdır. Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın beyanına tevfikan denebilir ki, nasıl ve hangi çizgide yaşıyorsanız, o çizginin sizi taşıdığı yerde, ya “yuvarlanma” olur veya “kanatlanma” olur; ya bir çukura tepetaklak gitme olur ya da zirvelerde kanat çırpma olur. Ve nasıl ölüyorsanız şayet, öyle dirilir ve öyle haşrolursunuz.

Bu açıdan da insanlar, öbür hayattaki dantelalarını örgülüyorlar; iradeleri, tığ ve ip. Onunla en güzel bir örgü örgüleme gayretinde bulunan, ona tam muvaffak olamasa bile, niyeti onu tamamlama istikametinde olduğundan, Allah, onu tamam olarak o kulunun karşısına çıkarır, orada/ötede. Çünkü “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.” Niyet, nâmütenâhîyi kucaklar. O niyet sayesindedir ki, insan kısacık hayatı vesilesiyle ebedî saadete nâil olabilir. Sanki o insan, o kısa hayatı boyunca şöyle demiştir: Allah’ım, beni bin sene yaşatsan, yine Sen’in karşında kemerbeste-i ubudiyet içinde duracağım. Yer yer rükûa varacağım; zaman zaman tevazu/mahviyet ve hacâletimi ifade etmek için secdeye kapanacağım. Ama o kadar sene olmadı, elli oldu, altmış oldu, yetmiş oldu. Beni binlerce sene yaşatsan, aynı çizgide kalma niyetindeyim. Beni aynı çizgide sabit-kadem eyle! يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلَى دِينِكَ * رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalblerimizi dininde sabit kıl!.. “Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhâb Sensin Sen!” (Âl-i Imrân, 3/8)

Vird-i zebân bu olunca, dile dolanan şey bu olunca, Allah (celle celâluhu) da muamelesini ona göre yapar. Ve o meselenin “zerre”sine -aynı zamanda- “güneş”ine bakılmaz; “damla”sına, “derya”sına bakılmaz. Saffetine, duruluğuna, o mevzudaki hulûsa, o mevzuda Allah rızasının gözetilmesine ve aşk u iştiyâk-ı likâullah ile oturup-kalkmaya bakılır. Onun için, ömrün uzunluğu kısalığı değil de onun yediveren başaklar, yetmiş veren başaklar gibi nemalandırılması esastır. Gerçek ömür odur; işte o ömür ile insan, öbür tarafta “muammer” olur. Ömür, muammer olmaya yaramıyorsa, bence bî-hûde (beyhude/boşu boşuna) yaşanmış bir şeydir. Fakat ebedî muammer olmaya, ma’mur olmaya, iltifat görmeye vesile oluyorsa ve insan bu dar damlacıkta, o minicik zerrecikte onu vuruyorsa, hedefi o ise şayet, Allah (celle celâluhu) kulunun hedeflediği şeye göre ona muamele yapar. Elverir ki samimi olsun, ihlaslı olsun ve şu tevazu anlayışıyla yaşasın: “Herkes yahşi; men, yaman / Herkes buğday; men, saman.” (M. Lütfî) İsterseniz buna şunu da ilave edebilirsiniz: “Aman Allah’ım, aman / Sen’den olmazsa emân / Doğrusu işimiz çok yaman!”

   Sürekli “Dünya!” der ve ektiğiniz her şeyi dünya adına hasat etmeyi düşünürseniz, hiç farkına varmadan sonunda kendiniz hasat edilirsiniz!..

Allah’a müteveccih olan insan, hiçbir zaman kaybetmez. Böyle ara sıra tsunamiler gelir, Texas’a geldiği gibi, İstanbul’u basan seller gibi, oraya yağan dolular gibi. Fakat bunların hepsi gelip-geçici şeylerdir; bunlar, ikaza müteveccih şeyler, uyarmaya matuf şeylerdir. Adeta “Aklınızı başınıza alın! Kulağınızı çekiyor, ensenize bir şefkat tokadı indiriyorum!” demektir. Yine o Rahmâniyet, Rahîmiyet, Hannâniyet, Mennâniyet; onlara ait bir utûfettir esasen. Uyarmaya matuf olunca… Sizi teheccüde kaldırmaya matuf olan bir “temcîd” -bir yönüyle- uykunuzu bölse bile, mübarektir o. Sizi bunlar ile tembih buyuruyor/uyarıyorsa, Kendine yönlendiriyorsa, “Amanın, eğri yolda gitmekten vazgeçin! Dünyaya takılmayın! Bana müteveccih yaşayın!” diyorsa!..

Dünya arkadan gelirse, zararı yok; fakat o, arkadan gelmeli. O, hedefiniz olmamalı.. dünya, mihrabınız olmamalı.. dünya, minberiniz olmamalı.. dünya, mutlak yörüngeniz olmamalı!.. O, arkadan kendi kendine gelirse, gelsin; o makbuldür. Öyle gelirse şayet, -zannediyorum zaten- onu da siz, ukbâ istikametinde değerlendirirsiniz. “O’ndan (celle celâluhu) geldi, O’na gitti!” dersiniz. Hazreti Osman (radıyallahu anh) gibi hareket edersiniz; beş yüz deveyi, birden, yükleriyle beraber; rahat armağan edersiniz de, yüreğiniz “Cızz!” etmez. “Acaba Allah, kabul buyurdu mu?!” Belki onun endişesini taşırsınız. Hazreti Ebu Bekir, her şeyini bir bohçaya koyup huzur-u Risâletpenâhi’ye getirdikten sonra, “Çoluk-çocuğuna bir şey bırakmadın mı?!.” Sorusuna “Onları, Allah’a bıraktım!” cevabını veriyor.

Böyle, arkadan gelen şeyler, çok rahatlıkla verilir. Fakat taparcasına “Dünya!” derseniz, ektiğiniz her şeyi dünya adına hasat etmeyi düşünürseniz, hiç farkına varmadan kendiniz hasat edilir kalırsınız. Değirmende dövülüyor, harmanda -eskiden harman vardı, şimdi biçer-döverler var- döverlerin altında dövülüyor, parçalanıyor gibi hasat olursunuz, biçiliyor gibi hasat olursunuz. Şu halde, dünyayı arkaya almak lazımdır.

Çok iyi bildiğiniz gibi, Kur’an-ı Kerim, Kârûn ile alakalı, o beş-altı ayeti ifade buyururken, şunu da der: وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللهُ الدَّارَ الْآخِرَةَ وَلاَ تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا “Allah’ın sana verdiği her şeyde âhiret yurdunu ara; ehh bu arada dünyadan da nasîbini unutma!” (Kasas, 28/77) وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللهُ الدَّارَ الْآخِرَةَ وَلاَ تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا Evet, Allah’ın sana verdiği şey ile sen âhiret yurdunun arkasında ölesiye, yüreğin çatlayasıya bir talep, bir arzu, bir istek içinde bulun! وَابْتَغِ kelimesi “taleb”in üstünde bir mana ifade ediyor; işin arkasından koşturmacasına bir talep. Berikine gelince, وَلاَ تَنْسَ “Unutma!” diyor. Ona, unutmama ölçüsünde sahip çıkacaksın…

Bazen, dünya kendi kendine çok gelebilir, sizin arkadaşlarınızın çoğuna öyle çokça geldi. Fakat onlar, onu, yüreklerine/gönüllerine yerleştirmediklerinden, ona tapmadıklarından, onun arkasından koşmadıklarından dolayı, o, onların arkasından -bağışlayın- dünya onların arkasından kuyruk sallaya sallaya koştu. Onlar da dediler ki, “Madem sen, O’ndan geldin, öyle ise müstahakkın şu senin veya hakkın şu; seni, O’nun yolunda kullanmak lazım. Şurada bir üniversite açalım, burada yoksul talebelere bir yurt açalım, bakalım onlara. Şurada bir okul açalım; kendi düşünce dünyamıza, kendi kültür dünyamıza yönelelim, kendimiz olmaya çalışalım. Yurtlarımız ile, pansiyonlarımız ile, okullarımız ile, üniversitelerimiz ile -bir yönüyle- kendi kimlik dantelamızı örmeye çalışalım!”

O dantela, iki-üç asırdan beri bir dejenerasyona uğramış. Ne tığ doğru işlemiş, ne kullanılan iplikler doğru kullanılmış, ne şu olmuş, ne de bu olmuş. En güzel unsurlar elde varken, maalesef, onlarla çok berbat şeyler ortaya konmuş. Ne o olmuş, ne bu olmuş; en çirkin şeyler ortaya konulmuş!.. Bunu -Allah’ın izni ve inayetiyle- bu heyete bakanlar, bu hizmete bakanlar tamir edeceklerdir. Bu arada, “Hizmet” kelimesi aslında “dal” harfi ile “hidmet” şeklindedir; dal’e bir nokta koyarak “zâl” yapmışız ve “Hizmet” diyoruz. Cenâb-ı Hak, nefsaniyet adına, işe bir nokta koymaya muvaffak eylesin!..

   Sabrın başlangıcı zehir-zemberek olsa da sonu şeker-şerbettir; şu kadar var ki, gerçek sabır, musibet başa geldiği ilk andan itibaren olandır.

Burada -elektronik tabloda- ne diyor: “İnsanların sabırlı olmalarını istiyorsan, sen, daha da sabırlı olmayı öğren!” Evet, tam günümüze göre bir ikaz; önemli disiplinlerden bir tanesi, belki önemli -Frenkçe ifadesiyle- argümanlardan bir tanesi, sabırlı olmaktır, bütün envaıyla. Hususiyle günümüzde, daha çok, belaya ve o bela dairesi içinde şöyle-böyle belli bir münasebetle bulunmaya karşı sabır… O bela dairesi içinde kendisi bulunabilir, eşi bulunabilir, çocukları bulunabilir, akrabası bulunabilir. Birisi o daire içinde bulununca, belki onunla şöyle-böyle alakalı herkes ondan elem duyar. Bazen bir insanın hakikaten yüksek bir itibarı vardır; o, çevresinde ciddî bir alaka uyarmıştır. Öyle birisi, öyle bir mağduriyete, mazlumiyete, mehcûriyete, mahkûmiyete, mevkufiyete maruz kalınca, bütün köy halkının yürekleri onun için “Cızz!” eder. Bazen o “Cızz!” etmeler, âdeta kalbdeki ızdırapla dile dökülür ve duaya dönüşür; “Allah’ım! Bunu, onun terakkisine, zirvelerde kanat açıp üveyikler gibi uçmasına vesile kıl!” olur.

Dolayısıyla herkese günümüzde çok ciddî sabretmek düşüyor, bu belalar ve musibetler karşısında. Elin-âlemin o mevzuda yatıştırıcı şeylerine değil, meseleyi Allah’a teslimiyetimize bağlayarak ve o sabrın getirilerine bağlayarak sabretmemiz gerekiyor. “Başlangıcı zehir-zemberek, sonu şeker-şerbet bir şey varsa, o da sabırdır!” Şu kadar var ki, musibet başa geldiği ilk andan itibaren sabır…

Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem), الصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الْأُولَى buyuruyor; “İşin şoku yaşandığı zaman… Sabır, işte o zaman sabırdır.” Daha sonra, öyle aktif beklentinin, aktif sabrın sonucunda elde ettiğiniz vâridata bakarak, analizlere girip “Yahu ne güzel olmuş! Ne güzel olmuş!..” filan demek de güzel bir şeydir. Fakat bu hiçbir zaman balyoz tepenize indiği an, “Oh elhamdülillah!” demeniz gibi değildir. Böyle Mus’ab İbn Umeyr gibi, Abdullah İbn Cahş gibi, kolu-kanadı bir bir koparken, “Elhamdülillah! Zaten ben de bunu istemiştim! O’nun yolunda değil mi?!. Rasûl’ün önünde değil mi (sallallâhu aleyhi ve sellem)?!.” diyebilmek gerçek sabırdır.

Cenâb-ı Hakk’a teveccüh-i tâm ile teveccüh edersek, bugüne kadar Cenâb-ı Hakk’ın oluşturduğu/geliştirdiği şeyler, bundan sonra da katlanarak gelişir, yediveren başaklar gibi, yetmiş veren başaklar gibi… Semerenin ve sevabın katlanması meselesini sadece sadakaya vermemek lazım; sizin tavırlarınız, davranışlarınız, kıvamınız, kıvam düşünceniz de yediveren, yetmiş veren, yedi yüz veren başaklar gibi olabilir. مَثَلُ الَّذِينَ يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ أَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِئَةُ حَبَّةٍ وَاللهُ يُضَاعِفُ لِمَنْ يَشَاءُ وَاللهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ “Mallarını Allah yolunda infak edenlerin hali, yedi başak bitiren ve her başakta yüz dane bulunan bir tohum gibidir. Allah, kime dilerse ona kat kat verir. Allah, (rahmet ve lütfuyla her varlığı) kucaklayan, (merhametiyle kullarına) genişlik gösterendir; (kullarının halini) hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/261) İşte yedi yüz, birden bire… Samimi, bir kuruş veriyorsunuz, Allah (celle celâluhu), yedi yüze ulaştırıyor onu. Bin kuruş veriyorsunuz, yedi yüz bine ulaştırıyor onu; bir milyon veriyorsunuz, yedi yüz milyona ulaştırıyor Allah (celle celâluhu).

   Yâd-ı cemîl olmak da var, lanetlenen cebbarlardan biri olarak anılmak da!..

Allah, şimdiye kadar bunu size yaptırdı. O’nun bir teveccühü idi; çok şey yaptınız. Büyük devletlerin yapamadığını yaptınız; seksen milyonluk Türkiye’nin onda birini yapamadığını, Allah, o bir avuç ama saf/temiz/duru insana yaptırdı. Değişik vesileler ile ifade edildiği gibi, yaptırdığı şeyler, yaptıracağı şeylerin en inandırıcı referansıdır. وَاللهُ يُؤْتِي مُلْكَهُ مَنْ يَشَاءُ “Allah mülkünü dilediği kimselere verir.” (Bakara, 2/247) Evet, isterseniz Âl-i Imrân sûre-i celîlesindeki ayetler ile bu hususu noktalayabilirsiniz: قُلِ اللهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “De ki: Allah’ım, ey mülk ve hâkimiyetin yegâne mâliki! Sen, mülkü dilediğine verir ve mülkü dilediğinden çekip alırsın; kimi dilersen aziz eder, kimi de dilersen zelil kılarsın! Sen’in elindedir ancak hayır. Şüphesiz Sen, her şeye hakkıyla güç yetirensin.” (Âl-i Imrân, 3/26)

Allah, mülkün sahibidir, o yegâne Mâlik’tir. Yegâne Melik. “Mâlikü’l-mülk” ismi, Esma-i Hüsna’dan; sona doğru zikredilen isimlerden bir tanesi. اللهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ “Allah’ım, ey mülk ve hâkimiyetin yegâne mâliki! Sen, mülkü dilediğine verirsin!..” Dilediğine mülkü verir Allah (celle celâluhu). Bu, dünyevî bir şey değil; işte biraz evvelki mülahazalara bağlı, dünya adına gelen şeyin bile, seyyidinâ Hazreti Musa mantığı ile, felsefesi ile, daha doğrusu “peygamberlik firaset ve fetânet”i ile değerlendirilmesi… Kârûn gibi “Saray!” deyip, “Villa!” deyip, “Filo!” deyip, ölmeyecekmiş gibi dünyaya dört elle sarılma şeklinde değil, Hazreti Musa gibi hareket etme!.. Allah’ın binlerce salat ve selamı İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, onun ve emsalinin üzerine olsun.

Mâlike’l-mülk… وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ “Allah’ım, mülkü dilediğinden de çekip alırsın; kimi dilersen aziz eder, kimi de dilersen zelil kılarsın!..” İnanın, Lenin, saltanatı eline geçirdiği zaman, bütün Asya’ya diş geçirdiği zaman, devamlı kalacağını zannediyordu. Dört beş sene sonra, çıktı bir tsunami, bir fırtına, kattı önüne; biraz evvelki mülahaza ile, sürükledi bir çukura. Çukura sürüklenme de var, Everest tepesinin zirvesine yükselme de var, Allah’ın izni ile.

Lenin, senelerce kaldı işin başında. Bir toplumu kendi özünden, kendi değerlerinden uzaklaştırmak için uğraştı; yattı onu düşündü, kalktı onu düşündü; hayatını onunla zehir-zemberek haline getirdi. Fakat ne oldu? Bir gün geldi, o sistem, gümbür gümbür yıkıldı. Fâni idi; fâni blokaj üzerine bina edilmişti, sağlam statiği yoktu. Sağlam statik, semâvîdir; o, peygamberlerin koyduğu statiktir. Gerçek bir blokaj, peygamberler tarafından ortaya konan blokajdır. Onun üzerine kurulmadığı için, arkadan gelen o müthiş değişimle heykelleri bir bir yıkıldı, her yerde adı silindi, lanet ile anılan cebâbireden biri haline geldi. Evet, lanet ile anılan cebâbireden biri haline geldi.

“Dünyayı, insansız, sana birkaç gün sonra teslim edeceğim!” diyen, Rus cephesinde, Hitler, 1945 yılında, şakağına kurşunu sıkmak suretiyle hayatına bir nokta koydu. Dünyasını harap etmişti zulümleriyle, i’tisaflarıyla, irtikâplarıyla, ihtilaslarıyla, şiddetleriyle, hiddetleriyle, insanları hapse atmasıyla, sürgün etmesiyle, evladı annesinden ayırmasıyla, karıyı kocasından ayırmasıyla, toplumu ayrıştırmasıyla… -Bu sözleri Picasso’ya verin, resim çizsin; karşınıza çok iyi tanıdığınız bazı devletlerin resmi çıkacaktır!..- Hitler de öyle hem dünyasını hem de ahiretini harap ederek yuvarlandı, bir çukura gitti ki, kimsenin onu oradan çıkarmaya gücü yetmeyecektir. Lanet ile anılan cebâbireden birisi de o oldu. Amnofisler ile, Ramsesler ile, Jull Sezarlar ile beraber anılıyor artık.

Öyle değil, esasen insan, yâd-ı cemil olmalı. Peygamberlerin babası Hazreti İbrahim (aleyhisselam) da bunu talep etmiş; وَاجْعَلْ لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْآخِرِينَ “Gelecek nesiller içinde iyi nam bırakmayı, hayırla anılmayı nasip eyle bana.” (Şuarâ, 26/84) demiştir. Öyle müstağnî bir insan.. dû cihandan el yuyan, “Hânümânım kalmadı!” diyen bir insan.. ateşe atılırken, Cibril’in desteğini bile istemeyen bir insan.. nâr-ı Nemrud’u berd ü selâma çeviren -Allah’ın izni ve inayetiyle- bir peygamber. وَاجْعَلْ لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْآخِرِينَ*وَاجْعَلْنِي مِنْ وَرَثَةِ جَنَّةِ النَّعِيمِ “Bana gelecek nesiller arasında hayırla anılmamı nasip buyur ve beni içinde nimetlerin kaynadığı Cennet’in mirasçılarından kıl.” (Şuarâ, 26/84-85) diye dua ediyor. “Arkadan gelen nesillerde, beni yâd-ı cemîl yap, hayırla yâd etsinler beni!” diyor. Siz, onu ortaya koyunca, zaten arkadan gelenler, yâd-ı cemîl olarak yâd edeceklerdir. O dua kabul olmuş ki, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) “salât u selam” tavsiyesi içinde, اللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ، كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى سَيِّدِنَا إِبْرَاهِيمَ، وَعَلَى آلِ سَيِّدِنَا إِبْرَاهِيمَ diyerek, günde beş vakit namazda, bir yâd-ı cemîl olarak, hoş bir anış ile anıyoruz ki, hepsinden haberdar oluyor. Hepsi -bir yönüyle- sizin defter-i hasenatınıza, bir diğer taraftan da onun defter-i hasenatına akıyor şakır şakır, gökten gelen rahmet gibi akıyor.

Bir böyle olma var; bir de arkadan gelenlere, “Ne kendi eyledi rahat / Ne halka verdi huzur / Yıkıldı gitti cihandan / Dayansın ehl-i kubur.” dedirtme var!.. Yılanların, çıyanların cirit attıkları bir yerde otağ kurma var!.. Ona “otağ” denir mi? Onların otağı da o. Mezarda rahat yok. Berzahta rahat yok. Ötesinde rahat yok!..

   “Allah’ım, tasamı, hüznümü, şikayetimi, şiddetli elemimi ve yürek yangınımı Sana arz ediyorum!..”

Öyle ise gelin, bir kere daha, فَصَبْرٌ جَمِيلٌ deyin, “Sabr-ı cemil”. قَالَ إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللهِ “Hazreti Yakup, ‘Ben, bütün dertlerimi, keder ve hüznümü Allah’a arz ediyor, O’na şikâyette bulunuyorum.’ dedi.” (Yûsuf, 12/96) “Ben, dağınıklığımı, tasamı, Sana arz ediyorum!” Hazreti Şâh-ı Geylânî diyor ya: عِلْمُكَ بِحَالِي، يُغْنِينِي عَنْ سُؤَالِي “Sen’in benim halimi bilmen, beni değişik şeyler söylemekten müstağnî kılıyor. Söylemeye ne gerek?!. Hâlime bak, neye muhtacım, Sen biliyorsun!..” Koca Hazreti Yakub (aleyhisselam) إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللهِ diyor. Evlatlarına karşı bunu dediği gibi, zannediyorum, daha büyük şeyler için onun yüreği her zaman “Cızz, cızz!” etmiş; her zaman Cenab-ı Hakk’a “Dağınıklığımı, tasamı Sana şikâyet ediyorum!” demiş. Hak dostları شِكَايَتِي وَكَمَدِي “şikâyetî” (şikâyetimi) ve “kemedî” (hüznümün şiddetini, yüreğimin yangınını) sözünü de ilave etmişlerdir ona ve “Sana halimi şikâyet ediyorum!” demişlerdir. إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي وشِكَايَتِي وَكَمَدِي إِلَى اللهِ “Allah’ım, tasa, hüzün, şikayet ve şiddetli elemimi, yürek yangınımı Sana arz ediyorum!..”

Bu, aynı zamanda İnsanlığın İftihar Tablosu’nun da üslubudur. Mekke’de yüz bulamayan o Güzel Yüz (sallallâhu aleyhi ve sellem), orada yüz bulamayan o Güzel İnsan, orada insanlardan yüz bulamayıp kendisini dinletemeyince, “Belki Tâif’te dinletirim, belki orada yüz gösterirler!” deyip oraya gittiği zaman, orada da çok hor muamelelere, çok hor muamelelere maruz kaldı. Ama ayrılırken, başını yere koydu, اللَّهُمَّ إِنِّي أَشْكُو إِلَيْكَ ضَعْفَ قُوَّتِي، وَقِلَّةَ حِيلَتِي “Allah’ım, kuvvetimin zayıflığını ve çaresizliğimi Sana arz ediyorum, Sana şikâyet ediyorum. Dayanamadım, demek zayıfım, demek kuvvetim o kadar benim!” dedi. اَللّٰهُمَّ إلَيْكَ أَشْكُو ضَعْفَ قُوَّتِي وَهَوَانِي عَلَى النَّاسِ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ أَنْتَ رَبُّ الْمُسْتَضْعَفِينَ وَأَنْتَ رَبِّي إلَى مَنْ تَكِلُنِي؟ إلَى بَعِيدٍ يَتَجَهَّمُنِي أَمْ إلَى عَدُوٍّ مَلَّكْتَهُ أَمْرِي. إِنْ لَمْ يَكُنْ بِكَ غَضَبٌ عَلَيَّ فَلاَ أُبَالِي، وَلَكِنْ عَافِيَتُكَ هِيَ أَوْسَعُ لِي. أَعُوذُ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي أَشْرَقَتْ لَهُ الظُّلُمَاتُ وَصَلَحَ عَلَيْهِ أَمْرُ الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ مِنْ أَنْ تُنْـزِلَ بِي غَضَبَكَ أَوْ يُحِلَّ عَلَيَّ سَخَطُكَ. لَكَ الْعُتْبَى حَتَّى تَرْضَى وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ “Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin; benim de Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun?!. Kötü sözlü, kötü yüzlü, uzak kimselere mi; yoksa işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, Sen benden razıysan, çektiğim belâ ve mihnetlere hiç aldırmam. Üzerime çöken bu musibet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza ve daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahut hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Veçhine sığınırım; Sen razı olasıya kadar affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Sen’dedir.”

O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendi öyle diyordu ama onu bir de benim gibi Kıtmîr’lerin kalbine sorun!.. Parmağını kaldırdığı zaman, Kamer’i paramparça eden bir Zat; elini sürdüğü zaman, en onulmaz dertleri Allah’ın izniyle gideren bir Zat; seyyidinâ Hazreti Mesih gibi, ölülere nida ettiği zaman, onların kıyamını sağlayan bir İnsan… Bir parmak işaretiyle Everest tepesini, Lût gölünün dibine atardı. Ama orada “Allah’ım! Kuvvetim adına zaafımı Sana şikâyet ediyorum; çaresizliğini Sana şikâyet ediyorum!” demek suretiyle, bize, sıkıştığımız zaman, çaresiz kaldığımız zaman başvuracağımız teveccüh üslubunu, Allah’a teveccüh üslubunu öğretiyor.

Hazreti Üstad da bu üsluba riayet ederek diyor ya hani: “Yâ Rab! Garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvânem, alîlem, âcizem, ihtiyarem, Bî-ihtiyarem, el’aman gûyem, afv cûyem, meded hâhem zidergâhet İlahî!” O da öyle diyor, halini Allah’a şikâyet ediyor.

   “Tebessümle yaşa, tebessümle öl!..”

Evet, فَصَبْرٌ جَمِيلٌ “Artık bize düşen, güzelce sabretmektir.” Bir dörtlükte dendiği gibi, “Bir gül gibi, gördüğün herkese gül / Renk ve kokunla ruhlara süzül / Hep bir sevgi sembolü gibi görül / Tebessümle yaşa, tebessümle öl!” Öyle yaşayanlar var ki, ölüm geldiği zaman… Hani hocalar, hocalarımız camilerde tevbe-istiğfar yaptırırken, bir şeyler söylerler orada: “El, el ile; ayak, ayak ile, elveda/elfirâk ettiği zaman… Buyurun ol kelime-i tayyibe-i münciye-i mübareke ki: أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ” derler. İşte öyle; el, el ile; ayak, ayak ile elveda/elfirâk ediyor. Can, çekiliyor. Kalb, artık ayaklara kan pompalamayınca soğuma oluyor, halk arasında “Canı, ayaklarından çıktı, şimdi dizlerinde, şimdi kalçalarında, şimdi göğsünde, biraz sonra gırtlağına gelecek!..” derler. İşte böyle bir ruh haleti içinde, öyle insanlar var ki, tebessüm ediyorlar orada. Kim bilir, Hazreti Azrail veya onun yardımcıları/avenesi nasıl Cennet kılık ve kıyafetleriyle geliyorlar; belki daha orada ona müjdelerde/muştularda bulunuyorlar: “Ne mutlu sana!.. Güzel yaşadın; şimdi çok güzel bir yere gidiyorsun. O yerin darlığına bakma; o, ahiretin engin âlemlerine açılmış sadece bir kapı. O delikten geçeceksin; o delikten geçtikten sonra bir daha delik görmeyeceksin! Bir daha öyle dar bir yer ile karşı karşıya kalmayacaksın!” Tebessüm ile gidiyorlar. Bazıları da öyle ekşiyorlar ki orada, dünyada en büyük bela ve mesâib karşısındaki ekşime, onun yanında basit kalır, ona ekşime denmez; öyle ekşiyerek gidiyorlar.

Burada dinlendirmek için bir şey arz edeyim: Çoklarınızın -belki- gördüğü, bazılarınızın da duyduğu, tanıdığınız bir büyük idi. O Hazreti Pîr-i Mugân’ın -bazıları bu ifadelerden rahatsız olsalar da diyeceğim, inatlarına, “Niye diyor?!” deseler de- şem’-i tâbân, ziyâ-ı himmet, Hazreti Üstad’ın ilk talebelerinden, Ahmed Feyzi, rahmetullahi aleyh. Kıtmîr, onu iyi tanımıştı. O, namaz kılardı. “Namaz kılardı!” diyorum. Ben, hayatımda üç-dört tane namaz kılan gördüm; bir tanesi o idi. Öyle kıvranırdı ki, böyle, kalbi duracak zannederdin. Şakır şakır gözyaşları akardı. Başını yere koyduğu zaman, âdeta kaldırmak istemezdi.

Ahmet Feyzi Ağabey, vefatından bir gün evvel, o kaldığımız yere gelmişti. Bize de üç sene mahkûmiyet, bir sene de sürgün vermişti mahkeme. Teselli için, rahmetlik Atıf Hoca’yı anlattı, ağlayarak anlattı. Dedi ki: Atıf Hoca müdafaasını hazırlıyor akşam; sonra yatıyor. Ertesi gün mahkemede kendini müdafaa edecek. Sabah kalkıyor, sabah namazına; müdafaa adına yazdıklarını alıyor, bağışlayın, halk öyle der, “Cırt cırt yırtıyor!” onları. Yanındaki soruyor: “Hoca, niye yırttın müdafaanı?” Diyor ki: “Bu gece Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) geldi, bana ‘Ne o Atıf? Bana gelmek istemiyor musun?!.’ dedi. Eğer beni asmaları suretiyle O’na gideceksem, O’na giderim!” Ağlayarak bunu anlattı. Sonra bizi teselli etti; “Varsın etsinler!” dedi. Ve sonra ayrıldı, Antalya’ya gitti.

Orada vefat ettiğinde, kefeni açarak yüzüne bakmışlar; “Hocam! Böyle, en tatlı tebessümlerle gülüyordu!” dediler bana. Hâlâ hayıflanırım, keşke gidip o güzel çehreye bir de ben baksaydım! Azrail, onun karşısına temessül edince, ona verdiği bişâret ile, o, tebessüm ederek ruhunun ufkuna yürüyor. Tebessüm ederek, ruhunun ufkuna yürüyor…

Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz, öyle dirilirsiniz. Allah (celle celâluhu) iyi yaşamayı, iyi ölmeyi ve hayırlı şeylere mazhar olacak şekilde öyle dirilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin!..

   Hiç şüphesiz bahar gelecek, ne var ki onun bir vakt-i merhûnu vardır; hâlis mümine düşen, sabr-ı cemil ve temkîn içinde tazarru ve niyazdır.

Ne var ki,

“Asırlar var, ruhun gibi rengin de sapsarı,

Bilinmez nasıl verecek Rabbimiz kararı,

Belli halinden, sen de bekliyorsun baharı,

Ve bağrında renk renk tüllenecek lâlezârı…”

Unutmayın!.. Bir gün, dünyanın bağrında renk renk bir bahar tüllenecek. Bahar düşmanları o zaman hazan yemiş ağaçların yaprakları türünden dökülüp toprağa, gübre olacaklar! Ama bu kasvetli havanın, tsunamilerin, fırtınaların dinmesi için bir vakt-i merhûn vardır. Her şeyi tevkît eden (belli bir zamana bağlı kılan) Muvakkit, bilir onu. Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâ’sı içinde öyle bir isim yok, fakat düşünülebilir. Belli bir vakte bağlayan, o vakti Kendi belirleyen, “Falan iş, falan zaman tahakkuk edecek; nokta konacak bu işe!” buyuran… Dolayısıyla biz bilemeyiz. O, geldiği zaman, kendi gelecek. “Gelir ise gelir, bir kıl ile, eyleme tedbir.” O’nun (celle celâluhu) tarafından, Meşîet-i İlahiye o istikamette tecelli ettiği an, hemen vücuda gelir o mesele. Şimdi, o vakt-i merhûna karşı sabretmek lazım.

“Acaba ne zaman bahar gelecek?” Herkes böyle bir beklenti içinde olabilir. “Şu gadre uğradı! Bu, zulme uğradı! Şu, ciddi i’tisaflara, irtikâplara, tagallüplere, tahakkümlere, tasallutlara, temellüklere maruz kaldı. Falanın malını gasp ettiler, haramiler gibi. Geldi üzerine oturdular; ‘Mülk, bizimdir!’ dediler, istedikleri gibi tasarruf yaptılar. Pazarlığa çıkardılar, meşherlerde teşhir ettiler, kendi hesaplarına…” Bütün bunlar karşısında, dişini sıkıp sabretmek esasen çok önemlidir. Birileri öyle yapacaklar; onlar, zulmün -bağışlayın- daniskasını irtikâp edecekler, siz de sabrın a’lâsını sergileyeceksiniz, katlanacaksınız. Böyle bir şey… “Yakın”larınızı tutup içeriye atacaklar. “Tanıdık”tır, “dost”tur, “kardeş”tir, “sempatizan”dır, “muhip”tir, “tanıyan”dır, “Hizmet’e omuz veren”dir, sizinle “aynı güzergâhı paylaşan”dır, “aynı yolda koşturup duran”dır, “aynı şehrâhta yarış yapan”dır… Her seviyede alakadar olduğunuz insanları zulme uğratacaklar. Bunların o hale maruz kaldığını, mü’min olarak sizin düşünmemeniz mümkün değil!.. Nasıl düşünmezsiniz ki!.. مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların dertlerini paylaşmayan, onlardan değildir.” O, başka bir cephenin insanı demektir.

Dolayısıyla bütün bunlar karşısında dişini sıkıp sabretmek, zordur; zehir-zemberek, fakat neticesi, şeker-şerbet. Bütün bunlar, Allah’ın izni ve inayetiyle, vakt-i merhûnu gelince savrulup gidecek. Böyle hiç erimez gibi zannettiğiniz granit gibi şeyler eriyiverecek. Bazı virdlerde de var, Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî hazretlerinin ve başkalarının virdlerinde var; “Ateşte buzun eridiği gibi, tuz-buz olup eriyecek!” Allah’ın izni ve inayetiyle; hiç tereddüdünüz olmasın. Fakat işte ona karşı da sabretmek lazım. Yoksa “Ne zaman, ne zaman?” diye tekrar etmek ve “Böyle dua da ediyoruz, olmuyor!” demek suretiyle, O’nun takdirât-ı Sübhâniyesine itiraz nev’inden laflar etmek, düşüncelere dalmak, tasavvurlar içinde bulunmak, taakkuller içinde bulunmak, O’na karşı saygısızlık olacaktır. Bundan dolayı, “vakt-i merhûn” mevzuunda da sabırlı ve saygılı olmak lazımdır.

Başkalarının seyr-ü sülûk-i ruhânî yoluyla ulaştıkları “temkîn” duygusunu, daha şimdiden yakalayarak “temkîn” içinde hareket etme… Temkîn, seyr-ü sülûk-i ruhânîde ulaşılan son noktadır ki, aynı zamanda “mehâfet” makamına ve “mehâbet” makamına bakar; insanı “naz”dan çeker alır, “niyaz”a sevk eder; insandaki yalvarma duygusunu, tazarru ve niyaz duygusunu tetikler, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Ve önemli şeylerden bir tanesi de şudur: Bazıları, gönül kaptıracağımız/kaptırılması gereken şeye gönlünü kaptırır; gözü hep ondadır. Cennet’in sekiz tane kapısı mü’minlere açılacak; birinde “Reyyân” olacak, birinde “Feyezân” olacak, birinde bilmem ne olacak; herkes, ameline göre bir kapıdan girecek. O sekiz kapısı birden açılsa, o Cennet’in içindeki huriler-gilmanlar görülse, akan çayların/ırmakların çağıltıları duyulsa, ağaçların üzerindeki bülbüllerin şakıması işitilse, güllerin size tebessümler yağdırdığı görülse… Sonra bir de dönseniz, burada Hizmet’e baksanız… Fakat cenderede bir Hizmet.. sıkıntılar içinde bir Hizmet.. canlar gırtlakta bir Hizmet… Tercihini o istikamette kullanan o insanlar şöyle derler: “Buraya, talimgâha, talim görmek üzere beni gönderen Sen’sin! Tezkere Sen’den geleceği âna kadar da ben kendi kendime tezkere uydurma niyetinde değilim! Sana iştiyak ile yanıp tutuşuyorum; gözüm görmüyor o Cennet’i!”

Dün, birisine birisi söylüyordu: “Kollarımdan tutsalar, bütün debdebe ve ihtişamıyla beni o Cennet’e zorlasalar, yemin de edebilirim, girmek istemem ben oraya! Şu sıkıntılı, kalbi her an durdurabilecek hadiselerin tazyikâtı karşısında, sizinle beraber o Hizmet şehrâhında yürümek üzere aranızda kalmayı Cennet’e girmeye tercih ederim! Sizin aranızda, nâm-ı Celîl-i İlâhî’nin dört bir yanda i’lâ edilmesi istikametinde…”

Evet, kesip diyeyim: اَللَّهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللهِ فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ، وَاسْتَخْدِمْنَا فِي هَذَا الشَّأْنِ، وَضَعْ لَنَا الْوُدَّ بَيْنَ عِبَادِكَ فِي السَّمَاءِ وَاْلأَرْضِ، وَاجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ، اَلْمُخْلَصِينَ، اَلْمُتَّقِينَ، اَلْوَرِعِينَ، اَلزَّاهِدِينَ، اَلْمُقَرَّبِينَ، اَلرَّاضِينَ، اَلْمَرْضِيِّينَ، اَلصَّافِينَ، اَلْمُحِبِّينَ، اَلْمُشْتَاقِينَ إِلَى لِقَائِكَ وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وَأَحِبَّائِكَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ، وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ  Allah’ım! Zâtında yüksek ve pek yüce olan kelimetullahı, kelimetülhakkı, “Lâilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah” hakikatini i’lâ buyur, onu dünyanın dört bir yanında ve hayatın her ünitesinde gökkuşağı gibi görülür ve herkes tarafından duyulur hale getir. Bizi bu vazifede istihdam buyur. Gökte ve yerdeki kulların arasında bizim için sevgi ve hüsnükabul vaz’ et. Bizi muhlis, muhlas, muttaki, vera’ sahibi, zâhid, kurbiyete mazhar, Rabbinden hoşnut ve Rabbi kendisinden hoşnut, kalbi temizlerden temiz, Seni seven ve nezdinde sevilen, Senin likâna ve Habîbi’nin vuslatına iştiyakla dopdolu bulunan kullarından eyle. Bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyorum Rabbim!..

Bamteli: DÜNYA ŞEFKATE MUHTAÇ

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

“Gelir bir bir, gider bir bir, kalır Bir.

Gelen gider, giden gelmez, bu bir sır.

Gelirse gelir bir kıl ile eyleme tedbir.

Giderse gider, eğlemez bir koca zincir!”

Buyurun, gelenleri savın! Buyurun, gelmek isteyenleri, gelmesini istediğiniz şeyleri, kendiniz getirin! Getiren de O (celle celâluhu), götüren de O; var eden de O, yok eden de O. Öyle bir kapı, öyle bir dergâh varken, bence başka kapıların ziline dokunmak, beyhude enerji harcamak demektir; karanlıkta türkü söylemek demektir. Öyle değil, sesimizi/sözümüzü O’na teveccüh, O’na münâcaat ile değerlendirmeliyiz. Kelimeler, O’nu ifade ettikleri zaman altına, gümüşe, zebercede, yakuta dönüşür; melekler, avuç açarlar onlara; “Benim avuçlarıma dökülsün!” diye. O’nu ifade eden kelimeler, O’nu ifade eden beyanlar, kıymet üstü kıymet kazanır.

   Neye namzet olduğunu bilmeyen insan, kuyumcular caddesinde kendisine kıymet biçilemediği halde, bakırcılar çarşısında talep arar.

İnsan, öyle şeylere namzet yaratılmıştır ki, “namzet olduğu” şeyleri bilmiyorsa, hiç farkına varmadan, kuyumcular caddesinde kendisine kıymet biçilemeyecek insan, bakırcılar çarşısında talep arar; kendi kıymetini düşürür, ayaklar altına almış olur.

Allah; insanı, sevilen bir varlık olarak yaratmıştır. “Mahlûk” demedim; çünkü dilimizde onu hakaret ifade eden bir tabir olarak kullanırız. Evet, insan, sevilen/sevilesi bir varlık olarak yaratılmıştır. “İnsan, sevilmek için yaratılmış bir varlıktır!” O (celle celâluhu), sizi de sever, yarattığı her şeyi de sever. Hazreti Pîr’in değişik yerlerde, farklı üsluplarla anlattığı gibi, “Sanatını sever!” Hele insanı, ahsen-i takvîme mazhar etmiştir.

Batılı birisi/bir düşünür -haşa- o tabiri kullanıyor, “Allah, insanı, özenerek yaratmış!” diyor. Belki bu ifade insanların yaptıkları şeyler, ortaya koydukları sanatlar için kullanılabilir; mesela Michelangelo (Mikelanj) veya bilmem kim, sanatına karşı ciddi bir alaka gösterir, özenir. Fakat bu tabiri Zât-ı Ulûhiyet için kullanmak, doğru olmayabilir. Ama onlar, sizin o ince kıstaslarınıza vâkıf olmadıklarından dolayı öyle diyordu, bir eserde görmüştüm: “Allah, insanı, özenerek yaratmış!”

İhtimal hesaplarına göre, milyarda bir, belki trilyonda bir, yüz şeklinin bu hali alması. Burun.. kulaklar ile münasebeti onun.. gözler ile münasebeti… Sadece bir kulak-burun-boğaz uzmanı açısından meseleye baktığınızda, ihtimal hesaplarına göre ancak trilyonda bir bu böyle olabilir. Belli ki bir meşîet-i İlahî var; belli ki bir ilm-i muhît programına göre her şey oluyor, kendi kendine değil. Bunların rastlantıya verilmesi mümkün değil; “ahsen-i takvim”e mazhar ediyor ve onu, o sanatı, severek yaratıyor. Sevilsin diye sahneye sürüyor. Ona karşı saygı duyulsun, alnından öpülsün, elleri sıkılsın, bağırlara basılsın diye yapıyor.

İnsanın da bunu anlaması lazım ki, bu, “makâsıd-ı İlâhiyeye göre hareket etme” demektir. İnsanın, Cenâb-ı Hakk’ın o mevzudaki murad-ı Sübhânîsine göre -evet, başka bir kelime olacaktı, onu da yakışıklı bulmadım, demedim- makâsıd-ı Sübhâniyesine göre hareket etmesi lazım.

   İnsan, sevilmek için yaratılmış bir varlıktır ve kişinin imandan nasibi, mahlûkata -hususiyle de insana- şefkatiyle doğru orantılıdır.

İnsan, sevilmek için yaratılmış bir varlıktır!.. Ve insanın imandan nasibi, mahlûkata, hususiyle insana şefkati ile -eski ifadesiyle diyeyim- “mebsûten mütenâsib”dir (doğru orantılıdır). Mahlûkata şefkati ne kadar varsa, insanları ne kadar seviyorsa, insanın imandan nasibi de o kadardır. Çünkü o mesele, Allah ile irtibatlıdır; Allah’ın sanatına karşı saygılı olma, Allah’ın en mükemmel yarattığı, ahsen-i takvîme mazhar ettiği sanat eserine, âbide sanat eserine saygı duymayla alakalıdır.

Başta, Allah (celle celâluhu), Hazreti Âdem’e karşı meleklere اسْجُدُوا “Eğilin, inhinâda bulunun onun karşısında!” buyurmuştur: “Ben, onu size bir ibre gibi yarattım, bir pusula gibi koyuyorum önünüze; ona eğilmek suretiyle, Benim karşımda eğilmiş sayılacaksınız!..” Hazreti Âdem, öyle bir “mihrab-nümâ”, O’nu gösteren bir ibre. Siz ona eğildiğiniz zaman, emre itaatteki inceliğin gereğini yapmış oluyorsunuz.

Bu konuda, Hallaç’ın -sorguladığım- bir lafı vardır: “Emre itaatteki inceliği Âdem’den öğrenmek lazım!” der. Bunun devamında, şeytan için de bir şey diyor, onu sorguluyorum: “Aşkı, O’na bağlılığı, O’ndan başkası karşısında eğilmemeyi de şeytandan öğrenmek lazım!” Adeta şeytan “Ben eğilirsem, sadece Senin karşısında…” demiş. İşte Hallaç’ın bu sözünü sorguluyorum. Şeytanınki öyle mi, yoksa “Ben, ateşten yaratıldım; ona (Hazreti Âdem’e) fâikım, eğilmem karşısında!” mülahazasından mı kaynaklanıyor; fîhi nazar.

Evet, insan, sevilmek için yaratılmış bir varlıktır! Allah; mü’minleri daha çok sever. Ve imtihanıyla bile -esasen- sevginin ayrı boyutunu ortaya koyar veya sevginin ayrı bir televvünü ile tecelli buyurur. İmtihan ederken bile, bir yönüyle arındırır mü’mini. İmtihanlar, âdeta onu arındırma kurnalarının altına sokmak, “Yıkan!” demek gibi bir şeydir; “Kirlerini at!” demek gibi bir şeydir. “Seviye kazan; mahiyet değişikliğine gir! Huzuruma çıkmaya ehil, layık, münasip hâle gel!” demek için, onu değişik haddelerden geçirir, değişik cenderelerden geçirir. Dolayısıyla O’nun şefkatinin, re’fetinin ayrı bir tecellisi olur bu.

Diğerlerine de şefkat ve merhametiyle muamele eder. İnanmıyordur, beyne-beynedir, ortadadır, âraftadır… Onlara da “imhâl, imhâl üstüne” vermek suretiyle yine re’fetinin ve şefkatinin bir çeşit tecellisini ortaya koyar. Kur’an-ı Kerim’de kaç yerde, bazen, بِمَا كَسَبُوا bazen de بِمَا ظَلَمُوا kaydıyla zulüm ve kötülük irtikâp edenlere mühlet tanındığı bildirilmektedir. Mesela, bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللهُ النَّاسَ بِظُلْمِهِمْ مَا تَرَكَ عَلَيْهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلَكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى “Eğer Allah, (şirkten daha başka hatalarına kadar) zulümleri sebebiyle insanları hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hareket eden tek bir canlı bırakmazdı; fakat O, onları takdir buyurduğu bir vadeye kadar bekletmektedir.” (Nahl, 16/61) Evet, “Eğer Allah, zulmettiklerinden dolayı o insanları helak etse, yeryüzünde bir dâbbe, bir canlı, debelenen bir şey kalmaz!” diyor. İmhâl üstüne imhâl ediyor; mehil veriyor, mehil veriyor, mehil veriyor… Bu, O’nun yarattıklarına karşı şefkatinin gereğidir. Kâfir, münkir, mülhid, materyalist, dinsiz, imansız da Cenâb-ı Hakk’ın bu türden bir şefkat tecelli dalga-boyu altında -esasen- imhâl imhâl üstüne, mehil mehil üstüne, uzun boylu yaşama imkânı buluyor, öleceği âna kadar.

Öbür tarafa gittiği zaman, mazereti yok onun. “Ben sana şu kadar zaman tanıdım, hak tanıdım. Hatta bir gün bile olsa, o bir günde Beni bulabilirdin, Beni bilebilirdin. Ama hiç aramadın!..” مَنْ جَالَ، نَالَ “Eğer bir şeyin arkasında isen, cevelanda olduğun sürece sen, onu elde edebilirsin.” مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ، وَجَدَ “Bir şeyin arkasına düşüyorsan, düşmede de ciddi isen, mutlaka onu bulursun.” مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ، وَجَدَ Bir gün bile yeter bunda. Fakat sen, bir günü değil de, hem de elli sene, onun bir miktarını bile ayırıp bu mevzuda hiç kullanmamışsın. Tekvinî emirlere bakmamışsın. Dimağını o istikamette değerlendirmemişsin. Biraz evvel arz ettim; çehrene baksaydın, yeterdi senin için, mahiyetine bakman kâfi gelirdi; zira senin anatomin hep Allah’ı haykırıyor.

“İnsan, Bu Meçhul” kitabında Alexis Carrel, insan anatomisi ile -esasen- Zât-ı Ulûhiyeti anlatıyor. Bir yönüyle, bakınca bir insan, mutlaka o mevzuda bir yere varır, bir şey der: “Bu mesele, öyle rastlantıya çok benzemiyor; var arkasında bunun bir sır. Sır değil, Sırlar Sırrı (celle celâluhu) var.” Onun için “sırri sırri sırri” diyorlar, üç defa; “Sırlar Sırrı” bu. Dolayısıyla o güzergâh takip edildiği zaman, sen, sırların sırlarına ulaşırsın. “Evet, sana çok az bir zaman bile yeterdi ama Benim sana olan şefkatimden dolayı Ben sana bir sene, iki sene, üç sene… mühlet verdim.” Kur’an-ı Kerim’de, أَوَلَمْ نُعَمِّرْكُمْ مَا يَتَذَكَّرُ فِيهِ مَنْ تَذَكَّرَ وَجَاءَكُمُ النَّذِيرُ “Size, düşünüp ders alacak kimsenin düşünüp ders alacağı (ve gereğini yapacağı) kadar bir ömür vermedik mi? Hem size, uyarıcı olarak peygamber de gelmişti.” (Fâtır, 35/37) buyurulur. Cenâb-ı Hak, “Düşünebilen insanın düşünebilmesi için, Ben ona ömür vermedim mi, onu ma’mur, muammer kılmadım mı, ömrünü uzatmadım mı?!.” der. İşte bunlar, hep “şefkat tecelli dalga-boyu”nda, Cenâb-ı Hakk’ın insana teveccühünün ifadesidir. İnsan, böyle bir varlıktır.

Demek ki, izafî olarak herkese karşı bir “İlahî şefkat” var. Öyleyse, تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ mülahazasıyla siz de “İlahî ahlak ile ahlaklanın!” Siz de sevin, herkese karşı bir şefkat tavrı sergileyin! Yumuşak gönüllerin avlayamayacağı insan yoktur, bugün olmasa yarın. Senin kalbin, öyle bir mülayemet içinde ise, herkese açık ise… Yine Levhalardaki sözlerden yürüyelim: “Vicdanınızda veya kalbinizde herkesin oturacağı bir sandalye olmalı! Sizin sinenize seyahate azmeden insan, ayakta kalacağı endişesine kapılmamalı!” Gönlünüze girdiği zaman mutlaka bir koltuk bulmalı; böyle bir koltuk da değil, Şah İsmail’in koltuğu gibi bir koltuk… Estağfirullah; Cennet’te Allah’ın “erâik” (erîke’nin çoğulu: Taht, koltuk ) ve “sürür” (serir’in çoğulu: Divan, kürsü, taht) gibi koltuklarından bir koltuk bulmalı ve oturmalı; ayakta kalma endişesine/paniğine kapılmamalı. İnsan, bunun için yaratılmıştır. Bir yönüyle, insanlara karşı böyle davranması, Allah’ın insanlara karşı o mevzudaki İrade-i Sübhâniyesi, bakışı ve tecellileri ile örtüşmesi içindir. تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ beyanı da öyle davranmayı gerektirmektedir.

   İlahî ahlakla ahlaklanıp mahlûkata karşı şefkatle dolu bulunduğundandır ki, İnsanlığın İftihar Tablosu, ulaşılmazlara ulaştıktan sonra bile – ellerimizden tutmak için- dert ve ızdırap yurduna dönmüştür.

Geçen sohbette ifade edildiği gibi; İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Tâif’te, o kadar saygısızlık, o kadar hakaret ve o kadar densizliğe maruz kalmasına rağmen; nefsini Allah’a şikâyet etmiştir. Arz etmiştim; şöyle niyazda bulunmuştur:

اَللّٰهُمَّ إلَيْكَ أَشْكُو ضَعْفَ قُوَّتِي وَهَوَانِي عَلَى النَّاسِ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ أَنْتَ رَبُّ الْمُسْتَضْعَفِينَ وَأَنْتَ رَبِّي إلَى مَنْ تَكِلُنِي؟ إلَى بَعِيدٍ يَتَجَهَّمُنِي أَمْ إلَى عَدُوٍّ مَلَّكْتَهُ أَمْرِي. إِنْ لَمْ يَكُنْ بِكَ غَضَبٌ عَلَيَّ فَلاَ أُبَالِي، وَلَكِنْ عَافِيَتُكَ هِيَ أَوْسَعُ لِي. أَعُوذُ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي أَشْرَقَتْ لَهُ الظُّلُمَاتُ وَصَلَحَ عَلَيْهِ أَمْرُ الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ مِنْ أَنْ تُنْـزِلَ بِي غَضَبَكَ أَوْ يُحِلَّ عَلَيَّ سَخَطُكَ. لَكَ الْعُتْبَى حَتَّى تَرْضَى وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ

“Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin; benim de Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun?!. Kötü sözlü, kötü yüzlü, uzak kimselere mi; yoksa işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, Sen benden razıysan, çektiğim belâ ve mihnetlere hiç aldırmam. Üzerime çöken bu musibet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza ve daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahut hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Veçhine sığınırım; Sen razı olasıya kadar affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Sen’dedir.”

Sonra, Allah (celle celâluhu) ta’zîb melâikesini gönderince, onlara “Hayır!” diyor. Bu, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) mahlûkata şefkatinin ifadesi. Kur’an-ı Kerim’de iki yerde, لَعَلَّكَ بَاخِعٌ tabiri geçiyor. Bir yerde, “İnanmıyorlar diye!..” لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ أَلاَّ يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ “O insanlar iman etmiyorlar diye üzüntüden neredeyse kendini helâk edeceksin.” (Şuârâ, 26/3) Diğer bir yerde ise, “Sana ineni kabul etmiyorlar diye…” فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا “(Ey Rasûlüm), o müşriklerin peşinde, bu Söz’e (Kur’ân) inanmazlarsa diye duyduğun üzüntüden dolayı kendini neredeyse helâk edeceksin.” (Kehf, 18/6) “Neredeyse kendini öldüreceksin!..” Öyle ki herkesi kucaklayıp Cennet’e sokmayı düşünüyor; çünkü ebedî hayatın orada olduğuna çok iyi inanıyor.

Evet, yine değişik vesilelerle ifade edildiği gibi, Miraç’a yükseliyor, “vücûd-i necm-i nûrânî”siyle, “vücûd-i necm-i sâkib”iyle, “vücûd-i necm-i hâkânî”siyle. Ve öbür tarafta olabilecek her şeyi inkişaf etmiş şekilde görüyor; görülmesi gerekli olan şeylerin en yücesini de görüyor; bazılarına göre, Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-Kemâlini müşahede ediyor. Ama dönüp geriye geliyor. Niye? Adeta kendini uğrunda öldürdüğü o yüksek “gâye-i hayal” adına geriye dönüyor. Abdülkuddûs’ün sözüne bakın: “Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), varılmazlara vardı, görülmezleri gördü. Allah’a yemin ediyorum ki, ben oralara çıksaydım, geriye dönmezdim!” O (sallallâhu aleyhi ve sellem) şefkatinin enginliğiyle, senin için, benim için dönüyor. Elimizden tutmak için dönüp geliyor. Ne kadar insana parmak uzatırsa… “Tut, sen de şuna yapış! O parmağın gösterdiği yere sen de yönel, teveccüh et! Rica ederim, güneşe sırtını dönme, gölgene takılma! Karanlıkla kendini boğma, ışığa doğru yürü!” Onun için dönüp geliyor. Dönüp geliyor, yine yeryüzünde çekmeye devam ediyor.

Ve hiç şikâyet etmiyor. “Hasımlarımın ettikleri şeyden şikâyet ediyorum!” demiyor. “Kaç insana ulaşır, bu mevzuda onlara ruhumun ilhamlarını duyursam, içimdeki heyecanları onların içine boşaltırsam, onları Allah’a yönlendirirsem, kazanmış sayılırım!” mülahazasıyla yaşıyor. تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ beyanını hayatıyla talim buyuruyor. Onun için, Allah O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kalem Sûresi’nde, وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ “Sen, yüksek bir ahlak üzerinesin!” (Kalem, 68/4) buyuruyor. Tebcîl, takdir, Allah’ın takdiri. Bu, öyle bir şeydir ki, insan bu mevzuda, bu uğurda bin defa ölse, yine karşılığı sayılmaz. وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ “Sen, gerçekten, Allah ahlakı ile ahlaklanmış yüce bir mütehallıksın!” (Kalem, 68/4)

   Dünya Allah Rasûlü’nün ortaya koyup talim buyurduğu şefkate ne kadar muhtaç!..

Sana kurban olayım ben, kurban olayım!.. Bu söz ifade etmez ki!.. Bin defa düşünmüşümdür, geçerken O’nun nâm-ı celîlinin yanından. Benim gibi bir günahkâr, köpek olamam O’na, olamam. “Fethi de benim köpeğim!” dese!.. Ama nâm-ı celîlinin yanından geçerken, o resmi kaç defa öpmek gelmiştir aklıma. Ama korkuyorum; siz bir şey yaparsınız, kalkar insanlar da öyle bir şey yaparlar. Putperestlik, bu mülahazalarla doğmuş, insanların ruhuna hâkim olmuştur. Sevin!.. Burunlarınızın kemikleri sızlasın!.. Ahiret sizin için “Şeb-i arûs” şeklinde algılansın!.. “Ben Efendimiz ile aynı sofraya oturacağım, kaşık çalacağım, O’nu göreceğim, müsaade buyururlarsa. Haftada bir mi olur, ayda bir mi olur, senede bir mi olur; O’nu göreceğim. Etrafındaki nurdan hâleyi göreceğim. O bir “Kamer-i Münîr”, etrafındakiler de O’nun ışıktan hâlesi. Onlarla beraber olacak, onlara karışacak, onlarla beraber oturup kalkacağım, onlarla…” mülahazalarıyla dolup taşın!..

Evet, وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ diyor; “Sen, ahlakın en yücesi üzerine yaratılmışsın!” (Kalem, 68/4) Şefkatin unutulduğu, re’fetin gömüldüğü, üzerine taş taş üstüne konduğu, “Aman bir daha dirilmesin!” dendiği; vahşetin, denâetin, zulmün müza’afının -hayır, Ziya Gökalp’ın ifadesiyle- “mük’ab”ının peşi peşine irtikâp edildiği bir dönemde, o şefkat iklimine ne kadar ihtiyacımız olduğunu daha iyi anlıyoruz. İnleyen çocukların sesinde, annesiz çocukların sesinde, o nağmeyi duyuyoruz!.. Annelerin çocuklarına karşı iniltilerinde… Derdest edilmiş, zindana atılmış; bir vehme binaen, bir cinnet saikasıyla, bir paranoya saikasıyla zindana atılmış. Aileler parçalanmış, toplum, didik didik edilmiş. Bir yönüyle bir kutbiyet, bir gavsiyet gayret ve ciddiyetiyle meseleyi tamir etmeye, yeniden restore etmeye kalksanız, inanın bana, bir nesil boyu yetmeyecektir bu işe. İslam dünyasında öyle korkunç bir tahribata, öyle korkunç bir deformasyona sebebiyet verilmiştir ki!.. Şefkat ayaklar altına alınmış; re’fet ayaklar altına alınmış; mülayemet ayaklar altına alınmış; Allah’ın değer atfettiği, yaratıp değer atfettiği, “Bu Benim sanat eserim! Buna, bunlar yapılmaz!” dediği varlığa karşı, hayvana yapılmayan şeyler yapılmış.

Aslında hayvana bir şey yapılırken bile şefkat esastır. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Keseceğiniz zaman…” der. Besin zinciri mülahazasıyla. Hayvanat âleminde de var; onlar da kendilerine göre -o besin zinciri mülahazasıyla- gıdalarını onun ile temin ediyorlar. Buyuruyor ki, “…Bıçağı iyi bileyin!” Diyor ki, “Ona eziyet çektirmeyin! Canını acıtmayın!” Şefkat Âbidesi, “Raûf ve Rahîm” diye Kur’an-ı Kerim’in anlattığı. Raûf ve Rahîm, içi tir tir titreyen, insanlar için. Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm, re’fetinin ve şefkatinin gereği, hayvanlara karşı bile, böyle davranılmasını tavsiye buyuruyor: “Bıçağı bileyeceksin, onu incitmeyeceksin, canını yakmayacaksın!” Bıçağı ilk çalışında hemen şoke olacak o, acıyı da duymayacak. Allah’ın kânunu, kuralı, cevaz verdiği şeydir, onların etinden istifade. Kur’an diyor: “Allah’ın helal kıldığını, kim haram kıldı?!.” Siz nasıl haram kılıyorsunuz onu; Allah, onları helal kılmış. Ama bizim burada üzerinde durduğumuz şey, şefkat âbidesi, re’fet âbidesi İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mevzudaki tavrıdır.

Ne kadar muhtacız o tavra?!. Yitirdik onu, belki birkaç asır evvel. Fakat şimdi, o yitirmenin âdetâ müza’afının, mük’abını yaşıyoruz; kat katını, iki buudlusunu, üç buudlusunu, dört derinliklisini, beş derinliklisini yaşıyoruz. Öyle ki, zannediyorum, aslanlar, kaplanlar, panterler, ayılar insanlara reva görülen bu şeye baksa, “Allah Allah! Bizden vahşileri de varmış!” diyecekler, zannediyorum. İsterseniz bir deneyin; bir ormana gidin, bakın; aslanın bakışında, kaplanın bakışında, panterin bakışında, ayının bakışında bunları göreceksiniz. “Allah Allah!” dercesine şaşkınlık ifadesi sergileyecekler. Hal diliyle, “Biz, bu insanları böyle bilmiyorduk. Hayret, bu ne vahşetmiş, bu ne denaetmiş, bu ne şenaatmiş!” diyecekler. Re’fete ve şefkate o kadar ihtiyacımız var.

   Günümüzde insî şeytanlar cinnî üstatlarını zil takıp oynatacak kötülükler yapıyorlar; “bir dolar” hikayesi ve bebek isimleri bahanesi sadece iki misal!..

Geriye dönelim; insanın, imandan nasibi, mahlûkata -hususiyle insanlara- gösterdiği/göstereceği şefkat ile mebsûten mütenâsiptir; ne kadar şefkat duyuyorsa, Allah ile münasebeti o ölçüde engindir/derindir. Ne kadar şefkatten, re’fetten, merhametten, mürüvvetten mahrum yaşıyorsa, daha doğrusu gırtlağına kadar vahşet içinde sürüklenip gidiyorsa, o kadar da şeytanı memnun ediyor demektir. Şeytanları memnun ediyor, hiç farkına varmadan; kendisi de insan suretinde -belki- bir şeytandır onun. Onun için Kur’an-ı Kerim “cinnî ve insî” diyor: وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ اْلإِنْسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا  “Böylece biz her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Onlardan kimi kimine, aldatmak için birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler.” (En’âm, 6/112) Aldatmak, şaşkınlığa sevk etmek için, o ona, o da ona bir fit sokar/sokuşturur. Dolayısıyla insanlar, şeytanın güdümüne girince, onu memnun edecek, zil takıp oynattıracak şeyler yaparlar.

İnanın, şu anda o kulağınız varsa, şeytanın zil takıp oynadığını duyacaksınız. Ben duymuyorum da fakat zannediyorum veli olan kullar, duyacaklardır. Allah’ın dostu olan insanlar duyup söyleyeceklerdir: “Şeytan, şu anda zil takmış oynuyor!” Amnofis döneminde, Ramses döneminde, İbnü’ş-Şems döneminde, Sezar döneminde zil takıp oynadığı gibi, şimdi de Kapadokya’nın değişik vadilerinde zil takmış, hep oynuyordur. “İşin doğrusu ben bu insanların bu kadar hayvanlaşacağına ihtimal vermiyordum. ‘Kandıracağım!’ diyordum, ‘Sürçtüreceğim!’ diyordum fakat böylesine balıklamasına, dalaletin, küfrün, küfranın gayyasına gireceklerine ihtimal vermiyordum!” diyordur. Zannediyorum, onun da kafası karışmış herhalde. Zannediyorum, kulak verip dinleseniz, şeytanın böyle dediğine şahit olacaksınız. Ama veliler/Hak dostları dinliyorlardır; dinleyip dedikleri gibi inlere girenleri, gorilleşenleri; onlar görüyorlardır, söylüyorlardır. Ama öyle olanlar, o işin farkına varmadıklarından dolayı, onlar da o işin “Hel min mezîd!” (Daha yok mu?) deyicisi olmuşlardır; vahşileştikçe yine “Hel min mezîd!” diyorlardır: “Daha, daha, daha, daha, daha!..”

Evet, bakın, sizin menkıbe gibi, ironi zannedeceğiniz bir şey söyleyeyim size: Hani bir dolar hikayesi var ya!.. Üzerinde bir rakamı olan, bir dolar meselesi. Onun ile derdest edilenler, bazı kimseleri o mevzuda ciddî israfa sevk etmiş; adamların ellerinde bir dolar varmış, çokça. “Başımıza iş açarız!” diye, götürmüş çöplükte yakmışlar o bir dolarları. Çünkü üzerlerinde bir dolar bulunması, “Suç tamam; öyle ise, ceza da tamam verilmeli!” diye, insanların derdest edilmeleri için yetiyor.

Bundan daha komik bir şey var: Şimdi nüfus kütüklerine bakılarak tespitler yapılıyor; şu beş on sene içinde dünyaya gelen insanların isimleri sizin tarafınızdan konuyor diye… “Baba ile oğlun isimleri birer şiir mısraına kafiye olacak şekilde birbirini tutuyorsa, bu da bu mevzuda yeterli bir suç sayılır.” Mesela “Hakan ve Orhan; “İşi başlattı Hakan / Devam ettirdi Orhan!” “Ha, tamam, belli!.. Bu da, bu uğursuz şebeke tarafından… Bu da onlardan, falan!..” Evet, hilaf-ı vâki beyanda bulunmuyorum. Bu işi takip etmek için ekip, hususi bir ekip kurmuşlar.

Şeytanın aklına gelmemiştir bu. Çünkü şeytanın dediği şeyler Kur’an’da anlatılıyor; ben biliyorum onun dediklerini, biliyorum ben onu. قَالَ فَبِمَا أَغْوَيْتَنِي لَأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ ثُمَّ لَآتِيَنَّهُمْ مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَنْ شَمَائِلِهِمْ وَلاَ تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِينَ  “Şeytan, devam etti: Öyleyse, madem Sen beni azdırıp saptırdın, ben de andolsun, o insanları saptırmak için Sen’in dosdoğru yolunun üzerine oturacağım. Oturup, kâh önlerinden, kâh arkalarından, kâh sağlarından, kâh sollarından kendilerine yaklaşacağım. Onların çoğunu şükredenler olarak bulmayacaksın!” (A’râf, 7/16-17) “Sağdan, soldan, önden, arkadan gelirim!” diyor, “Bunları, tepeden vururum, bazen!” diyor. Fakat aklına gelmemiştir böyle şey. Demek ki, bir müctehid derecesinde kötülük kabiliyeti var bunlarda. Sürekli, şeytanın borazanı haline geldiklerinden dolayı, dinlediğiniz nağmeler de şeytanın borazanından çıkan ses oluyor.

Böyle bir dönemde, siz, bu vahşeti, bu denâeti, bu şiddeti, bu hiddeti ancak re’fetinizle, şefkatinizle kırabilirsiniz. Zira mukabele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesine girerseniz, hatta sözünüzle/beyanınızla “Bunlara laf yetiştirelim!” derseniz, meseleyi büyütmüş olursunuz, ikiye katlamış olursunuz. Musibet ve bela, ikileşmiş olur. Basit iken, bir vâhid iken, bu defa muzaaf (katlanmış) olur. Siz, yerinizde durursanız, hatta onların uzaklaşmalarına rağmen, şöyle yarım adım, bir karış onlara yaklaşırsanız, mesafenin çok açılmamasına vesile olmuş olursunuz ve onun mükâfatını da mutlaka görürsünüz. Ama onlar kötülükleriyle on kilometre uzaklaştığında, “Biz de o kadar uzaklaşalım!” derseniz şayet, aradaki mesafe yirmi kilometre olur. Sonra bir gün pişman olursanız, onlar da pişman olurlarsa şayet, nedâmet duyarlarsa, yirmi kilometrelik bir mesafeyi kat’ etmek icap eder. Bence, arayı açmamak lazım; yeni mesafeler oluşturmamak lazım.

Durduğumuz yerde durmamız, yaptığımız şeyleri yapmamız, Allah’ın izni ve inâyetiyle, gelecekte karşımıza çıkacak devâsâ problemlerin halli adına çok önemli, müşkül-küşâ anahtarlardır, mülahazalardır. Hatta bazıları çok fazla bulabilirler: Bence şefkatiniz adına bile bir şey kaybetmeden, durduğunuz gibi durmalısınız, kucakladığınız gibi kucaklamalısınız. Bir gün birileri hiss-i nedâmetle dönüp geldiklerinde, hemen sizin bakışınıza, yüz çizgilerinize ve tebessümlerinize bakıp kendilerini sizin kucağınıza atmaya onları itmelisiniz. İtmeli mi? Çekmelisiniz!.. İle’l-merkez bir güç ile ki, bu “merkez-çek” demektir; “ile’l-merkez” bir güç ile kendinize çekmelisiniz. Çehrenize bakan, şayet önyargısı yoksa, inadında, temerrüdünde hâlâ ısrarlı değilse, güvenle dolacaktır. Abdullah İbn Selam gibi, bir kere bir çehreye bakış, yetecektir ona. Hemen kendisini o kucağa atacaktır; “Vallahi bu çehrede yalan yok, irdeme (beğenmemek, istememek, nefret etmek) yok, kovma yok, tard etme yok; emniyet var, güven var, şefkat var!” diyecektir.

   İmtihanlar da bir yönüyle Kuddûs isminin cilvesidir; arınmanın önemli bir vesilesi ise, musibet ilk tosladığı andan itibaren sabretmektir.

İsm-i Kuddûs’ün cilvesi… Kâinatta umum temizliğin esasıdır, Kuddûs ismi. Zât-ı Ulûhiyet adına, sıfât-ı selbiyeden münezzehiyete delalet eder. “…Yemez, içmez, zaman geçmez berîdir cümleden Allah / Tebeddülden, tagayyürden, dahi elvân u eşkâlden / Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.” (İbrahim Hakkı Hazretleri) “Sübhân” kelimesi, “Kuddûs” ismi, Zâtına bakan yönüyle bunu ifade eder; kâinata bakan yönüyle de altı tane isim: Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs. Evet, Kuddûs, Lem’alar’da ifade edildiği gibi, kâinattaki umum nezâhetin, nezâfetin, temizliğin, zerâfetin, inceliğin, dizaynın, peyzajın -esas- arkasındaki mukaddes bir isimdir. Zira bütün varlık/âsâr, Ef’âl-i İlahiye sonucudur; Ef’âl-i İlahiye, Esmâ-i İlahiye’ye dayanmaktadır; Esmâ-i İlahiye, Sıfât-ı Sübhâniye’ye ve o da Zât-ı Akdes-u Mukaddes’e.

İsm-i Kuddûs… İsm-i Kuddûs’ün bir cilvesi olarak, Cenâb-ı Hak, huzur-i kibriyâsına öyle arınmış şekilde çıkmaya muvaffak eylesin!.. Cenâb-ı Hak lütfeylesin!.. O zatın dediği gibi, Kıtmîr de hep onu tekrar ediyor: “Allah’ım, meccânen, meccânen, meccânen, meccânen! Allah’ım, lütfen, lütfen! Allah’ım, fadlen, fadlen, fadlen.” O ahlak da benim Efendim’in ahlakı (sallallâhu aleyhi ve sellem). “Hiç kimse ameli ile Cennet’e giremez!” buyurunca, sahabî soruyor: “Sen de mi yâ Rasûlallah?!” “Evet, Ben de. Ancak Allah’ın fazlıyla!..” buyuruyor. Hani buna isterseniz “Cenâb-ı Hakk’ın ekstradan lütfu” diyebilirsiniz, kudsî hadisin ifadesine bağlayarak/irtibatlandırarak: أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ  “Salih kullarıma gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç kimsenin tasavvur edemeyeceği sürpriz nimetler hazırladım.” “İşte bu kategoride, tutar elimden, beni öyle Cennet ile serfirâz kılar!” buyuruyor.

Cenâb-ı Hak, bir yönüyle, Huzur-i Kibriyâsına arınmış olarak çıkmaları için kullarını imtihanlarla arındırır. Zira ancak pâk ve temiz olanlar, O’nun cemâl-i bâ-kemâlini müşahede edebilirler. Bir yönüyle aklananlar.. bir yönüyle Allah tarafından kutsananlar.. Kuddûs ismine mazhar olanlar. Kuddûs isminin tecellisiyle bütün tekvinî daire temizlendiği gibi, insan da pak hale gelir. Şu kadar var ki, insanın temizlenmesi -şart-ı adi planında- iradî olur. Dolayısıyla insan bazen imtihanlarla arınır: وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الأَمْوَالِ وَالأَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ “Hiç şüphesiz sizi korku, açlık ve maldan, candan, hasılattan eksilme gibi unsurlarla bir şekilde imtihan ederiz. Müjdele o sabırlıları!..” (Bakara, 2/155)

İmtihan ile arınma… Korku ile.. açlık ile.. maldan, candan, hasılattan eksilme ile. Birileri gâsıbâne malınıza/mülkünüze el koyacaklar, üzerine oturacaklar. Buna eski ifadesiyle “tagallüp, tahakküm, tasallut, temellük” diyoruz. Hakları olmadığı halde senin evine sahip olacaklar. Birine müftüyü yerleştirecekler, birine vâizi yerleştirecekler. Dolayısıyla böylece o İlahiyatın onlara kazandırdığı sinerji ile de (!) daha bir katlanmış güce sahip olacaklar. Sizin yüzünüze hakaret edici bir bakışla bakacaklar; “Bakın, falanlar da bizimle beraber!” diyecekler. Nasıl beraber? “İşte görüyorsunuz ya, gasp edilmiş, temellükte, tagallüpte, tahakkümde, tasallutta bulunularak ele geçirilmiş, falanın evinde oturan insanlar, bizim dediğimizi diyorlar!” diyecekler. İşte, malınızla imtihan.

Korku… وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ “Hiç şüphesiz sizi korku ile imtihan ederiz.” Terör estirecekler.  Sindirecekler; “Dediğimizi deyin, yoksa canınıza okuruz!” diyecekler. “Bizim gibi düşünün, değiştirin kafanızı. Mümkünse bir nöroloğa gidin, beyninizdeki nöronları değiştirin. Şuuraltı müktesebatı kaldırıp atmak çok zordur; fakat o temiz nöronları değiştirin, bizim kirliliğimizle uyum sağlayabilecek farklı nöronlar yerleştirin! Bunu ayının kafasından mı alırsınız, panterin kafasından mı alırsınız. Dolayısıyla öyle farklı nöronlar yerleştirin, bizim gibi düşünün!..” Havf ile imtihan.

Açlık… وَالْجُوعِ Aç bırakılırsınız. Binlerce insan açlığın/susuzluğun pençesinde inim inim inliyorlar. Malına el konmuş, mülküne el konmuş, evine el konmuş. “Nerede oturursan otur; beni gönlünde oturtmadığına göre, nerede, hangi cehennemde oturursan otur!” mülahazası… Mantık bu.

Maldan, candan ve meyveden, semerâttan, hasılattan eksilme gibi unsurlarla da bir şekilde imtihan… Fakat mü’min bütün bunlar karşısında, sabra kilitlenmelidir. وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ “Müjdele o sabırlıları!..” diyor. Evet, bütün bunlar karşısında, اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ * اَلْخَيْرُ فِيمَا قَدَّرَهُ اللهُ * اَلْخَيْرُ فِيمَا وَقَعَ “Hayr, Allah’ın ihtiyar buyurduğundadır; hayr, Allah’ın takdir ettiğindedir; hayr, Allah’ın izin ve meşietiyle vukua gelendedir.” diyen insanlar müjdeleniyor. “Sen bunları müjdele, onlara bişârette bulun!” deniyor. Türkçemizde “beşâret” diyoruz, mahzuru yok, galat-ı meşhur. “Bişârette bulun!” diyor, “Müjdele bunları!” Ne ile müjdeliyor? Bir yönüyle, “Ahiretlerini teminat altına almakla müjdele. Cennet’e girmekle müjdele. Cemâl-i bâ-kemâli görmekle müjdele!” demek. الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ قَالُوا إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ “Ki onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, “Biz Allah’a aidiz (O’nun mahlûku, O’nun kulları, O’nun mülküyüz; O, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder) ve zaten O’na dönmekteyiz.” der (ve bu inançla, bu şuurla davranırlar).” (Bakara, 2/156)

İşte biraz evvel sayılan musibetlerden herhangi biri gelip tosladığı zaman, daha ilk tosladığında, sabırla mukabele etmek ve “Vardır bir hikmeti!..” demek lazımdır. إِنَّمَا الصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الْأُولَى Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) buyuruyor: “Sabır, meselenin şoku yaşandığı ândadır.” Daha sonra onun vâridatı ve mevhibeleri söz konusu olduğu yerde, döner; onu, sizi sevindirecek/güldürecek menkıbe şeklinde anlatmaya durursunuz. Ama ilk başınıza geldiği/çarptığı zaman… Malınıza eşkıya/kırk haramîler el koyduğu zaman.. mülkünüze el koydukları zaman.. evlerinizi sahiplendikleri zaman.. sizi vatandaşlıktan çıkardıkları zaman… İşte o zaman sabredeceksiniz. Hâdisenin şoku yaşandığı ân, sabredeceksiniz. “Sen’den geldi.” diyeceksiniz. “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de câna sefâ / Lütfun da hoş, Kahrın da hoş.” Sen’den hem o hoş, hem bu hoş; hepsi ne hoş!..

“Hoş!” diyeceksin musibetlerin hepsine. Ondan sonra, bir gün gelecek, onlar, vâridatını senin eteklerine döktüğü zaman, “Yahu ne isabetli imiş meğer bu!” falan diyeceksin. Bunu dünyada da diyeceksin, kabre girdiğinde de diyeceksin. Münkir-Nekir gelecek, diyecek ki: “Yahu bu arınmış insanlara ne soruyorsunuz? Bunlar, dünyada sorgulandılar. Kabrin sıkıştırmasına/tazyikine lüzum yok; bunlar dünyada sıkıştırıldıkları kadar sıkıştırılmışlar.” Evet, sıkıştırmaz kabir o zaman. Ne soru soracaksın bunlara? Dünyada istintaka tâbi tutulmuşlar; diyeceklerini demişler, çekeceklerini çekmişler! Ya “Nem!” diyecekler sana, hadisin ifadesiyle, “Sen, uyumana bak!” diyecekler. Veya bir de böyle teheccüd namazlarını kılmış, Evvâbînlerini kılmış, Duhalarını kılmış isen, berzah hayatını projektörlerle aydınlatmışsın demektir; o aydınlığın -bir yönüyle- varabildiği yere kadar, azm-i râh edeceksin. Evet, “azim”, azmetme, o Arapça; “râh” da Farsça “yol” demek. “O yola koyulacaksın!” diyebilirsiniz. O yola koyulacak, varman gerekli olan yere Allah’ın izni ve inayetiyle varacaksın.

BAMTELİ: ÜFLEMEKLE SÖNMEZ, SÖNDÜRÜLEMEZ!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Yarınsız dünyaperestler, ahiret hesabına mutlak güvendeymiş gibi yaşıyorlar; oysa, âkıbetinden endişe etmeyenin, âkıbetinden endişe edilir!..

Emîn olmak lazım, mü’min olmak lazım ama insan, tavır ve davranışları açısından âkıbetinden, edip-eylediği şeylerden emin olmamalı; “Âkıbetinden endişe etmeyenin, âkıbetinden endişe edilir!” Gerçekten öyle olma, onun cehdi/gayreti içinde bulunma başkadır; kendini gerçek bir emniyet zemininde, emniyet yolunda görmek daha başkadır.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ele alınıp yazılıp çizilip üzerinde durulması gerekli olan hususiyetlerinden biri de âkıbetinden endişe etmesi ve onu ifade eden sözleridir. Ben onu, O’na saygımın ve O’nun konumunun ifadesi olarak, “muktedâ bih” olması itibarıyla, arkasındakilere mesaj mahiyetinde yorumlamaya çalışıyorum. Sözlerinden öyle endişe dökülüyor ki, öyle benim diyen mü’minler onun onda biri kadar o endişeye sahip değiller. Hazreti Ebu Bekir endişe ediyor, Hazreti Ömer endişe ediyor, Hazreti Osman endişe ediyor, Hazreti Ali endişe ediyor…

Hazreti Âişe validemiz; bir nur hanede dünyaya geliyor, teşrif ediyor ve daha kendini henüz idrak etmeden, eder etmez kendini nur dairesi, nur helezonu, nur hâlesi içinde buluyor. Her gün sabah-akşam vahiy sağanaklarıyla arınıyor. Göklerin yere indiği bir evde, bir saadet hücresinde hayatını geçiriyor fakat o kadar endişeli ki!.. Yeğeni Hazreti Urve, onun namazda nasıl ağladığını, hıçkıra hıçkıra saatlerce nasıl ayakta durduğunu anlatıyor; onu birkaç kez ifade etmiştim. Validemiz, bir keresinde de Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Ehlinizi âhirette hatırlar mısınız?!” diyor. O (aleyhissalâtü vesselam), iyilik adına, tebşîrât adına veya inzâr adına diyeceği şeyleri hep Cenâb-ı Hakk’ın muradı istikametinde, O’nun demesi istikametinde icrâ ve edâ buyuruyor; “Üç yerde asla!” diyor, “Üç yerde asla!..” Âişe-i Sıddîkâ, ümmetin bi’l-icmâ “doğrulardan daha doğru” dedikleri mübarek bir anne ve hepimizin “anne” demekle iftihar duyduğumuz mübarek bir kadın, kadınların sultanı. O, kendi ameline/davranışına, saatlerce ayakta durmasına güvenmiyor, “Eşinizi, ehlinizi orada hatırlar mısınız yâ Rasûlallah?!” diyor; “Üç yerde asla!” buyuruluyor. Bu kadar endişe duymak lazım.

Enâniyetin hüküm-fermâ olduğu, insanların kendilerini çok emin, doğru yolda zannettikleri, vehim ve kuruntulara takılıp gittikleri bir dönemde yaşıyoruz. Virüs gibi o, bize de bulaşıyor; hepinize/hepimize de bulaşıyor, bir yönüyle. Hiç yarını düşünmüyoruz. Bugünün kulları gibi yaşıyoruz. Bugünün kulları… “Bugün saltanatım olsun, debdebem olsun, ihtişamım olsun, filolarım olsun, villalarım olsun!.. Bir villa da İngiltere’de, bir villa da Almanya’da, bir villa da Fransa’da yapayım!.. Ne olur ne olmaz, şimdi işler dümeninde gidiyor ama bakarsın yine birileri bir terslik çıkarırlar ve bana da bir uçağa binip oraya gitmek düşer. En iyisi dünyanın değişik yerlerine çuvallarla para taşımalıyım; oralarda yatırım yapmalıyım!.. Bu alternatiflerden tek birisi bile bana ölünceye kadar yettiği halde, ne olur ne olmaz, birkaç yerde aynı alternatifi değerlendireyim; ne olur ne olmaz!..”

Bugünün kulları, bugüne tapanlar, bugünün putperestleri… Zehirlenmiş insanlar; hırsla zehirlenmiş insanlar, tûl-i emel ile zehirlenmiş insanlar, kuvvetle zehirlenmiş insanlar, muvakkat hâkimiyet ile zehirlenmiş insanlar… Düşünmüyorlar ki bir gün, “Ben ona sahibim!” dediği şeyler, ellerinden uçup gidecek ve açıkta kalacaklar. Kendilerini zehirleyen o şeyler, uçup gidecek; bu defa maşerî vicdan karşısında hicaptan iki büklüm olacaklar. Allah karşısında iki büklüm olmayan, asâ gibi bükülmeyen bu insanlar, bugün güce, kuvvete, imkana, iktidara, arkasından sürüklenen sürülere güvenip kendine göre bir hayat çizgisi belirlemesine mukabil, yani Allah’tan kopmuş olmasına mukabil, o gün, öyle bir tablo meydana gelecek ki, utanacaklar arkalarındaki insanların yüzlerine bakmaya, utanacaklar!.. Söndürmek istedikleri nuru söndürme helecanının hacâletiyle iki büklüm olacaklar. Ama -diyeyim şunu, Kur’an dediği için- “Katiyen söndürmeye çalıştıkları nuru, söndüremeyecekler!” Çünkü onu, Allah yakmış…

   Küfre, şirke, zulme saplananların hoşuna gitmese de, Allah nurunu tamamlayacaktır!..

Bir meşale ki, bir şule ki, bir nur ki, Allah (celle celâluhu) onu yakmış, parlatmış; kimsenin haddine değil onu söndürmek!.. يُرِيدُونَ أَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler. Allah ise, nurunu tam parlatmaktan başka bir şeye razı olmaz. Kâfirler isterse hoşlanmasınlar!” (Tevbe, 9/32) Onlar, Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar ağızlarıyla; takavvülleriyle, laflarıyla, lakırdılarıyla, yalanlarıyla, tezvirleriyle, iftiralarıyla… بِأَفْوَاهِهِمْ “Ağızlarıyla” diyor. Hâinîn, fâsikîn, fâcirîn, zâlimîn, kâidîn, mâkirîn, mütekavvilîn, mütekellimîn, kâtibîn, nâşirîn; hepsi o kategoriye giriyor. يُرِيدُونَ أَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللهِ Allah’ın nurunu… Gökleri ve yeri nurlandıran.. “Nur”, Kendi ism-i şerifi olan.. “Münevvirü’n-Nûr” olan.. “Musavvirü’n-nûr” olan Hazreti Allah’ın tutuşturduğu bir meşaleyi söndürmek istiyorlar; zift akan ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. وَيَأْبَى اللهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ Allah, “Hayır!” diyor; وَيَأْبَى اللهُ “îbâ” buyuruyor; nurunu ikmâl ve itmam etme meşîet-i Sübhâniyesini ortaya koyuyor.

Ona “Hayır!..”, onların üflemelerine “Hayır!..”; “Ben, o nurumu tamamlayacağım!” diyor. وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ Nankörler… Bir dönemde kendilerine destek olanlara şimdi nankörlük yapanlar.. tutup destekleyip ayağa kaldıranlara nankörlük yapanlar.. milletin temel değerlerini dünyanın dört bir yanında, âdetâ bayrak gibi dalgalandıranlara karşı nankörlük yapanlar… وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Kafir”, nankör de demektir; esasen “bir şeyi örten” demektir. Olup-biten şeyleri setreden demektir. Onun için lügat manası itibariyle, “tohumu toprağa gömen” kimseye de “kâfir” denir. O da tohumu gömüyor fakat o mahzurlu bir gömme değil; bunlar, ayan-beyan hakikati gördükleri halde, ona karşı gözlerini kapıyorlar: لَهُمْ قُلُوبٌ لاَ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَ يَسْمَعُونَ بِهَا “… Onların kalbleri vardır ama bu kalblerle idrâk etmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler.” (A’raf, 7/179) Gözleri var fakat görmüyorlar. Kulakları var ama mesmû’âta karşı kapalı, duymuyorlar. Öyle olunca da, kalb sistemi, ruh sistemi çalışmıyor, yararlı bir ürün ortaya koyamıyor. Çünkü bu iki kanal çok önemli, oraya malzeme taşıyor; biri (sem’), gökten gelen semâvî emirler, onları değerlendiriyor; öbürü (basar) de tekvinî emirleri okuyor, bakıyor onlara, eşya ve hadiseleri hallaç ediyor, değerlendiriyor, malzeme üretiyor, kalbe ve ruha gönderiyor. O tezgâhlarda onlar işleniyor, “marifet”e dönüşüyor, “muhabbet”e dönüşüyor, “aşk u şevk u likâullah”a dönüşüyor.

Nankör… وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ Bu ilahî beyandan sonra şöyle buyuruluyor: هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ “O (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Rasûlünü hidayet ve Hak Din ile gönderendir.” (Tevbe, 9/33) “O Allah ki, elçisini, hidayetle ve din-i hak ile gönderdi.” Evet, o yolda iseniz, O’nun yolunda iseniz, tersyüz edilme endişesine kapılmamalısınız. Zorlayabilirler, itibarınızla oynayabilirler, onurunuzla oynayabilirler, baskı yapabilirler, kâğıtlar yazıp iftiraları “itiraf adı altında” önünüze koyabilirler, “İsimler verin, sizi salalım!” diyebilirler. Aynen Ebu Cehil gibi, Utbe gibi, Şeybe gibi, Firavun gibi davranabilirler. Her türlü kötülüğü yapabilirler… Bunlar, yapılan şeyler. Akla gelmeyen daha ne hesaplar, ne planlar, onun arkasında!..

Fakat, هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ “O Allah ki, elçisini, hidayetle ve din-i hak ile gönderdi; bütün dinlere, bütün sistemlere galebe çalsın diye!..” لِيُظْهِرَهُ beyanındaki “lâm”a, “ta’lil” için de diyebilirsiniz, “âkıbet” için de; sonuç itibariyle, esasen, bütün sistemlere galebe çalsın diye göndermiş. Sizin, saltanat, debdebe, güç ve kuvvet adına her şeyinize rağmen, Allah (celle celâluhu) netice itibariyle O’nun galebe çalmasını sağlayacaktır.

Bu, Tevbe Sûresi’nde. Ayetin sonunda وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ diyor, burada. “Müşrikler”, Allah’a eş/ortak koşanlar.. dünyaya tapanlar, servete tapanlar, şâna/şöhrete tapanlar.. bir yönüyle korkuyla bozgunculuğa girenler, çizgi değiştirenler.. “Bir şey kaybedeceğim!” diye dünya adına ahireti kaybedenler… Bütün bunlar, Allah’ı bırakmışlar, hafizanallah farklı şeylere taptıklarından dolayı gerçek tevhitten fersah fersah uzaklaşmışlar demektir. Ve hepsi, belli nispetlerle şirk içine girmiş demektir.

   Dünyada alınıp satılmayan insan sayısı çok azdır, çoğunda sadece fiyat farkı vardır; Allah sizi o peylenmeyen azlardan eylesin!..

Birine deniyor ki, münafıklardan, ser-münafık değil, münafıklardan birine: “Yahu ne diye gittiğin her yerde bu Hizmet’in, bu hareketin aleyhinde konuşuyorsun?” Cevaben “Ee, şakır şakır para yağdırıyorlar!” diyor. Soruluyor, “Bugüne kadar o yağan şeylerden ne kadar biriktirdin?” Vakıa, bir vakıayı anlatıyorum size. En yakın arkadaşına anlatıyor. Bir dönemde beraber koşmuşlar, soluk soluğa, aynı maratonu paylaşmışlar; onun için, içini tam olarak ona döküyor: “Şimdiye kadar yağan şeylerden ne kadar biriktirdin?” Efendim, yatırım yapmayı düşündüğü yer İngiltere ise herhalde, sterlin demektir. “İki yüz milyon kadar! Fazla değil ama bu bana zannediyorum, ölünceye kadar yeter!.. Böyle bu çizgide devam ederse, tabiî arkası da gelecektir onun!..” Hani burada birisine, yarım milyon veya ondan daha fazla bir şey vermek suretiyle, yalan söylettirmek, olumsuz bir iş yaptırtmak için, yaptıkları türden… Demek, alınıp satılabilen, hayvan gibi peylenebilen pek çok kimseyi peyleyebiliyorlar.

Evet, çok tekrar ettiğim bir şey… Antrparantez, sizi rahatsız etmesin; bir kere daha tekrar etmek istiyorum: Dünyada alınıp satılmayan, peylenmeyen insan sayısı çok azdır. Allah, sizin bütününüzü o alınıp satılmayan, peylenmeyen insanlardan eylesin!.. “Cenneti veriyoruz, hürriyetini ver! Duygu ve düşünceni ayaklar altına al!” dense, şöyle düşünen insanlardan eylesin: “Hayır, tevbeler tevbesi!.. Benim, Allah’a karşı ahd ü peymânım var!.. O’ndan başka hiçbir şeye, O’nun bana verdiği şeyleri vermem; ne aklımı, ne mantığımı, ne onurumu, ne şerifimi, ne haysiyetimi, ne doğru bildiğim yolumu… Katiyen… Ben, kendimi O’na peylemişim, O’nun rızasına… اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق “Allah’ım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana halis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyorum!..” demiş, ahd ü peymânda bulunmuşum. Tekrar ediyorum onu; her gün, defaatla ahd ü peymânımı tekrar ediyorum. Ondan dönersem, bana “dönek” derler. Mele-i a’lânın sakinlerince, ‘İşte size bir dönek!’ dedirtmemek için, dönmeme azm u cezm u kastı içinde bulunmam lazım!..” Allah, sizi bugüne kadar peylenmekten muhafaza buyurmuştur; ebedlere kadar da muhafaza buyursun!.. Alınıp satılma, hayvanlara, eşyaya, câmid şeylere mahsus bir şey. Ahsen-i takvîme mazhar, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasındaki insanların, din-i mübîn-i İslam’a ahd ü peymân ile bağlanmış insanların alınıp satılmaları söz konusu değildir. Alınıp satılmama mevzuunda azm u cezm u kast içinde bulunmak lazım.

Diğer bir sûrede, zannediyorum biraz da daha sonraki dönemler itibariyle aynı hakikat ifade ediliyor. O dönemde birileri ağızlarıyla üflüyorlardı, meşaleyi elinde tutan da Efendimiz idi. Meşaleyi yakan, Allah idi; elinde tutan da Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm idi; Hazreti Münevvir’in “münevvir” olarak yarattığı, âlemi nurlandırmak için yarattığı/gönderdiği Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm idi; أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي “Allah’ın ilk yarattığı benim nurumdur.” diyen insandı. أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ اَلْعَقْلَ “Allah’ın ilk yarattığı, akıldır.” diyen, Ehadiyyet sırrıyla “akl-ı evvel” kendisi olduğunu söyleyen insandı.

O zaman, O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) çekemeyenler, hazmedemeyenler yine aynı şeylerle zehirlenmişlerdi; güç ile, kuvvet ile, mensup olduğu şeyler ile… Bir Ebu Cehil, Beni Mahzum’dan; kendine göre, “Benim babam şu, dedem şu, öbür dedem de şu!..” diyor, yirmi dedesini sayıyordu; yirmi dedesine kadar hepsi o kavim içinde, o kabile içinde nam u şan sahibi idi. Utbe, Beni Umeyye’den, o da öyle diyordu. Şeybe, öyle diyordu. Velid, babası ve amcası gibi öyle diyordu, öyle diyordu. O günün -Allah belası- insanları.. ve daha dıştan da olanlar; bir yönüyle geçmişlerinde doğru yolda yürümüş fakat Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm’ı çekememiş kimseler. Bazen hased, küfrün yaptırtmadığını yaptırtır!.. Çağımızda Hizmet’e karşı, küfrün yaptırtmadığını bazılarına yaptırtan da o “hased” denen marazdır. Şeytanın, esasen, kullandığı argümanlardan, enstrümanlardan birisidir hased; onunla felç ediyor duyguları/düşünceleri ve hased edenler kâfirin yapmadığını yapıyorlar.

Orada o gün Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm’a karşı çıkan, o nuru söndürmek isteyenler, onlardı. Allahu A’lem, âhirzamanda daha farklı şeyler, hususiyle “Fiten ve Melâhim” kitaplarında anlatılan şeylerin bir kısmı, belki daha büyükleri de zuhur edecektir: Ölen, niye öldü, bilemeyecek; öldüren, neden öldürdü, bilemeyecek. Ben, başka şeyler ilave edeyim; içeri alınan, neden içeriye alındı, bilemeyecek.. mahkeme sandalyesinde oturan insanlar, “Bunlar neden karşıma geldi?” bilemeyecek.. avukat, müdafaa adına bir şey sundukları zaman, “Vallah başkaları böyle istiyor, benim bu mevzuda diyeceğim bir şey yok!” diyecek, bilemeyecek!.. Evet, demek ki “Kitabü’l-Fiten ve’l-Melâhim’de, ifade edilen Deccâliyet’e ait, Süfyâniyet’e ait dönmeler eliyle, yine aynı şeyler yapılacak, nur-i İlahî söndürülmeye çalışılacak.

   Dünden bugüne, Allah’ın -bir ağaç gibi- bitirdiğini, hiç kimse bitirememiştir, bitiremeyecektir!..

Onun için, orada (diğer sûrede) يُرِيدُونَ لِيُطْفِئُوا نُورَ اللهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyerek söndürmek isterler. Fakat kâfirlerin hoşuna gitmese de, Allah nurunu tamamlayıcıdır, (tamamlayıp dünyanın her tarafına ulaştıracaktır).” (Saff, 61/8) Netice itibarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar; hedefleri o, onlar onu hedeflemişler; yine “Lâm”a, “Lâm-ı âkıbet” diyecek olursak veya “Söndürmek için” esasen “Lâm-ı ta’lîl”. Fakat burada devamında isim cümlesi kullanılıyor, ism-i fâil. O, devam ve sebata delalet eder. وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ Sonu, fezleke diğeriyle aynı: وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ Onlar patlasa da… Kuvvetin zehirlediği insanlar, sarayın zehirlediği insanlar, sürülerin alkışlamasının zehirlediği insanlar, gücün zehirlediği insanlar, söndürmeye çalışsalar bile وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ Allah, o nurunu itmâmda devam buyuracaktır. Meşîet-i Sübhâniyesini, devam istikametinde tecelli ettirecektir. İrade-i Sübhâniyesini, onu devam ettirme istikametinde hep tecelli ettirecektir.

Yine, وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ ifadesinde, kafirûnun manası, aynı zamanda, nankörler, hakkı/hakikati göremeyenler, hak/hakikat adına duyulması gerekli olan şeyleri duyamayanlar, kalbe ve ruha malzeme gönderemeyenler, yarınsız/öbür günsüz insanlar, her şeyi sadece bugüne bağlayan kimseler… Bunlar, ağızlarıyla söndürmeye çalışsalar da Allah devam ettirecektir onu. Allah’ın devam ettirdiğini de kimse durduramayacaktır.

Hani var ya (bir tabloda), bir ağaç dikmişler, “Bitirdik!” sözünün karşısına, altına da yazmışlar: “Allah’ın böyle ağaç gibi bitirdiğini, geliştirdiğini, dal-budak saldırdığını, ser çektirdiğini kimse bitiremez!” Allah, bir ağaç gibi bitirmiş, büyütmüşse onu, söğüt gibi -Söğüt’teki söğüt gibi- değişik metamorfozlarla geliştirmişse şayet, o uğursuz ağızlarıyla, zift püskürten ağızlarıyla üflemek suretiyle söndüremezler. Aksine, onların üzerlerine gelen, o iklime giren, o atmosfere giren, o hâleye giren ziftler, bir yönüyle meşaleye dönüşecektir. Onlarda metafizik gerilimin artmasına sebebiyet verecektir. Bir dar yerde o mesele icrâ edilirken, bu defa evrensel bir mesele, dünyanın en büyük meselesi şeklinde bütün insanlık tarafından kemal-i hassasiyetle mercek altına alınan bir mesele haline gelecektir. Murad-ı İlahî de budur; murad-ı Nebevî de budur. وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ Saff Sûresi’ndeki bu ayetten sonra da az önce zikri geçen Tevbe Sûresi’ndeki ayetin aynısı geliyor: هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ “O Rasûlünü, diğer bütün dinlere üstün kılmak için, hidâyet ve hak dini ile göndermiştir. İsterse müşrikler bundan hoşlanmasınlar.” (Tevbe, 9/33; Saff, 61/9)

   “Halkın mallarını haksız yollardan yiyen, insanları Allah’ın yolundan uzaklaştıran ve altını, gümüşü yığıp infak etmeyen kimseleri acı bir azapla müjdele!..”

Yine Tevbe Sûresi’ne dönecek olursak; يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّ كَثِيرًا مِنَ الْأَحْبَارِ وَالرُّهْبَانِ لَيَأْكُلُونَ أَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللهِ وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلاَ يُنْفِقُونَهَا فِي سَبِيلِ اللهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ “Ey iman edenler! Doğrusu hahamların ve rahiplerin çoğu halkın mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah’ın yolundan uzaklaştırırlar. Altını, gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onları acı bir azabın beklediğini müjdele!” (Tevbe, 9/34) لَيَأْكُلُونَ أَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ O gün onlar, hakları olmadığı halde, milletin malını batıl olarak yiyorlar. Çalıyor, çırpıyor, saray yapıyor.. çalıyor, çırpıyor, filo oluşturuyor.. çalıyor, çırpıyor villalar yapıyor.. ve çalıyor, çırpıyor, insanların aklını çelmek için, insan peyliyorlar. Öyle yerlere paralar yatırıyorlar ki, bunlar tamamen din düşmanı, iman düşmanı, millî mefkûre düşmanı, tarihten tevarüs ettiğimiz değerlerin düşmanı. Onlara para yatırıyorlar ta dünyanın dört bir yanında ister din ve diyanetin, isterse millî mefkûremizin, geleneklerimizin ve an’anelerimizin bir şehbal gibi dalgalanmasını temin eden insanların oralarda yaktıkları meşaleyi söndürmeye matuf; her yere döküyorlar.

Ayrıca, وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللهِ “Allah yolunda, Peygamber yolunda yürümek isteyenleri engellemek istiyorlar.” Yirmi senedir, otuz senedir nabız tutulmuş; kalbler dinlenmiş, herhangi bir aritmiye rastlanmamış, “Bunlar doğru insanlar!” denmiş, çok farklı kültür ortamlarında. Siz yirmi-otuz sene sonra, otuz sene test edilmiş bu insanlar hakkında gidip Dudu ninelerin yaptıkları laflarla o işi söndürmeye çalışacaksınız!..

Bakın nasıl bahsediyor onlardan: وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلاَ يُنْفِقُونَهَا فِي سَبِيلِ اللهِ Altın ve gümüşü, hazine yapıyor, stokluyorlar, Kârûn gibi. Evet, bunlar, bir yönüyle paranın, servetin zehirlediği insanlar. Servet, Kârûn’u zehirlemişti. Bir kısım illüzyonlar, laf ebeliği, başkalarını laflarıyla tesirde bırakma; o da Hâmân zehirlenmesi. Güç ve kuvveti kullanarak, birilerini ezme, onları dize getirme; o da Firavun’un marifeti. O illüzyon da, Sâmirî’nin marifeti. Ve bütün bunların hepsi, zehirleyici faktörler. وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلاَ يُنْفِقُونَهَا فِي سَبِيلِ اللهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ “Canları yakacak elîm bir azap ile onları tebşîr et!..”

Aslında o servet ile, o sâmân ile, o imkan ile, değişik bişâretlere mazhar olma imkanı vardır. Fakat tevbîh için: Bakın, siz nasıl bir bişâret almanız gerekirken, nasıl bir “bişâret” alıyorsunuz?!. Cehennem, sizin için müjde!.. Oysaki Allah’ın size verdiği o aklı, o mantığı, o gücü, o kuvveti, o serveti, o imkânı, gerçek bir bişâret adına kullanabilirdiniz, değerlendirebilirdiniz. Ve onun için seçilen kelime; فَبَشِّرْهُمْ  بِعَذَابٍ أَلِيمٍ Can yakan, yüreğe oturan bir azap ile onları tebşîr et! Ne acı tebşîr!.. Ne acı tebşîr!.. Bir şey beklerken; servet, sâmân, debdebe, ihtişam karşısında, bir şey beklerken, tebşîr beklerken, müjde, yalın Türkçe ile “muştu” beklerken, al sana Cehennem muştusu!.. فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ

Bir de bunları destekleyen, bir yönüyle bu mesâîye, bu me’âsîye ortak olan, onları bir kısım dinî argümanlara dayandırmak suretiyle, işin blokajını hazırlamak suretiyle, statiğini hazırlamak suretiyle, onların ellerini güçlendiren insanlar var ki?!. Bir de böyle yarım yamalak, müsvedde insanlardan bir şeyler almak suretiyle işin blokajını oluşturuyorlarsa, statiğini ona göre oluşturuyorlarsa, artık bu gözü dönmüş katillerin, hainlerin, mâkirlerin, kâidlerin, kâtiplerin, nâşirlerin, müfsidlerin, mel’unların önünü almak mümkün değil. Alamazsınız!..

   Her şeye rağmen sinmemek lazım; zira “Aç canavara karşı tahabbüb, merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.”

Fakat bir şeyi de unutmamak lazım: Onların da Allah’ın yaktığı meşalenin önünü almaları mümkün değil! O meşaleyi, Allah yakmıştır. “Takdîr-i Hudâ, kuvve-i bâzû ile dönmez.” Kuvvet ile her şey halledilmez. “Bâzû”, bizim pazı dediğimiz şey. “Takdîr-i Hudâ, kuvve-i bâzû ile dönmez / Bir şem’â ki Mevlâ yaka, üflemekle sönmez!” Evet, söndüremeyecekler. Onun için yolunuza doğru yürüyün!..

İmmün sistemi zayıf bazı kimseler olabilir. Manevî anatominin immün sistemi; “iman-ı billah”, “marifetullah”, “muhabbetullah”, “aşk u iştiyâk-ı likâullah”tır. Bu konuda donanımı tam olmayan insanlar, yazılıp önlerine imzalanmak üzere bir kâğıt uzattıklarında, “Yahu beş-on tane masum insan söyle, onları da içeriye atalım! Şu anda bir hınç dönemi, bir intikam dönemi, bir hased dönemi yaşıyoruz. Şeytan bu dönemde, bu argümanları kullanıyor. Bizim de, o üstadımıza, o pîr-i mugânımıza muhalefet edecek halimiz yok ki; şeytan cenapları öyle buyurunca, bizim de ona uymamız lazım!.. Ezmek istiyoruz, bize ‘Pes!..’ demeyenleri, elini yere vurup ‘Yenildim!’ demeyenleri, -Kırkpınar’a gitmişseniz, güreşe- ‘Tamam’ demeyenleri…” Pes etmeyenleri pes ettirmek için önüne kâğıt koyuyorlar; dolayısıyla itiraf adı altında mü’min kardeşlerine iftirada bulunuyorlar.

Bunlar, bazılarını sarsabilir. Cenâb-ı Allah’ın Kur’an-ı Kerim’inde; وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْأَمْوَالِ وَالْأَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ “Andolsun, sizi biraz korku, (biraz) açlık, (biraz da) mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere (lütf-ü keremimi) müjdele.” (Bakara, 2/155) وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ “Kasem olsun, and olsun ki, imtihan edeceğiz sizi!” Allah, bilmediği bir şeyi öğrenmek için değil; bildiği o şeyi size de bildirmek için. “Bakın, karakteriniz bu sizin! İmmün sisteminiz bu! Kendinizi anlayın!.. Nereye kadar dayanıyorsunuz, nereye kadar dişinizi sıkıp sabrediyorsunuz?!.”

İmtihan… وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ Korku ile, tehdit ile… Birini içeriye atınca, diğeri “Beni de atarlar!” diye korkar. Birinin malına el koyunca, öbürü “Benim malına da el koyarlar!” diye korkar. Birinin müessesesi, tagallübe, tahakküme, tasalluta uğrayınca, öbürü “Benimki de uğrar!” diye korkar. Onun için Allah, böyle bir korkuyla imtihan eder.

Bakara sûre-i celîlesi… وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ “Açlıkla…” Şimdi onunla imtihan ediyorlar insanları. O insanların çoğunun her şeyleri ellerinden alınmış. Yüksek maaş alıyorlarmış, alınmış ellerinden. Bir yere girme imkânları kalmamış, imkân ellerinden alınmış. Mallarına el konmuş; malları ellerinden alınmış. İşletmelerine el konmuş, işletmeler ellerinden alınmış. Tamamen acz u fakr içinde; çocukları var, eşi var, annesi var, babası var. Bunu böyle yapmak, diğerlerini de vesayet altına alma adına, “Bakın, görüyorsunuz, bir örneği var. Size de aynı şeyi yapar ve öyle kolunuzu-kanadınızı kırarız sizin!” demektir. Katmerli intikam!..

İslam Hukuku ve Modern Hukuk, bir noktada birleşir: “Suçun hususiliği/şahsîliği”. Tamim edilemez o. “Sen de galiba öyle düşünüyormuşsun; üzerinden 1 dolar çıktı diye, demek sen de aynı mantığa sahipsin!.. ByLock’u kullandığından dolayı, demek ki siz, hep aynı çizgide insanlarsınız!..” demek gibi, vehimle, paranoya ile, cinnet mahiyetindeki ancak mecnunların verebileceği kararlar türünden kararlarla, insanlara eziyet etmek, zannediyorum Firavun’un da aklından geçmemişti, Ebu Cehil de bu şeytanlığı düşünememişti, Hitler de bunu düşünememişti. Lenin’in düşünüp düşünemediğini bilemiyorum; Stalin’in düşünüp düşünemediğini bilemiyorum. Onlar ne yaptılar o milletlere, Asya insanlarına?!. Onu, tarihi iyi bilenlere, o günleri adım adım takip edenlere sormak lazım. Ama Siyer’in, Megâzî’nin bize bildirdiği insanlar içinde ve yakın tarih itibarıyla bildiğimiz insanlar içinde, örnekleri var bunların. Fakat zannediyorum, onlar bile bu türlü şeylere tenezzül etmediler.

Efendim, bütün bunlar, sindirmek için. Sinmemek lazım. Sinerseniz, aç canavara karşı tahabbüb göstermiş olursunuz. Hâlbuki “Aç canavara karşı tahabbüb, merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.” Ey itiraf adı altında iftirada bulunan talihsizler!.. İmtihanda kaybedenler!.. Altın olma varken, posa durumuna düşenler!.. İki-üç günlük dünya hatırına ahiretini kaybedenler!.. الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الْآخِرَةِ “Bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih edenler!..”

Evet, meselenin bir yanı bu; bu mevzuda Cenâb-ı Hakk, sabr u sebat ve ikdam ihsan eylesin! Bizi, dinde sabit-kadem, Hizmet düşüncesinde sabit-kadem kılsın! İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mübarek beyanıyla; يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ Ben, mütekellim ma’a’l-gayr ile (birinci çoğul sigasıyla) diyeyim: يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قَلُوبَنَا عَلَى دِينِكَ * يَا مُصَرِّفَ الْقُلُوبِ، صَرِّفْ قُلُوبَنَا إِلَى طَاعَتِكَ آمِين يَا رَبِّي “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalblerimizi İslamiyet’te sabit kıl!.. Ey kalbleri halden hale koyan Rabbim, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!.. Amin yâ Rabbi!..”

   Câhiliyenin, küfrün ve çölün en olumsuz şartlarına rağmen, kızgın güneşin altında “Ehad, Ehad!..” diye inleyen o Ashâb-ı Kirâm’dan hiç kimse döneklik yapmamıştı!..

İkinci bir mesele: Bu umumî fırtına, bu tayfunlar, bu hortumlar, şimdilerde ilk defa esmiyor; öteden beri hep esegelmiş. İşte biraz evvel bahsettim. Tâ Hazreti Nûh döneminde esmiş; Hazreti Hûd döneminde esmiş; Hazreti Sâlih döneminde esmiş; Hazreti Şuayb döneminde esmiş; Hazreti Lût döneminde esmiş; Hazreti İbrahim döneminde esmiş; esmiş, esmiş, esmiş… En şiddetlileri, en sertleri, korkunç, her şeyi kökünden söküp savuran fırtınalar, İnsanlığın İftihar Tablosu döneminde esmiş. En güçlü immün sistemine karşı, imtihanın en ağırı.

On üç sene Mekke-i Mükerreme’de, o sıcakta, çoğu itibarıyla çölde, kumlar içinde, eziyete ve işkenceye maruz bırakılmışlar. Ben bu insanlardan dönen kimse bilmiyorum. Kur’an-ı Kerim’den beş-on ayet, birkaç sûre nâzil olmuş. O insanlar, bu kadarcık tutanakla ayakta kalmışlar. Esasen bunlara birer hablü’l-metin olarak, urve-i vüskâ olarak sımsıkı sarılmışlar. Bir tane dönek insan hatırlamıyorum. Dönmemiş, bir tanesi bile dönmemiş.

Ve hiçbiri paniğe kapılmamış, bunlardan. Onlar, baskı yaptıkça; bunların “Ehad, Ehad!” sesi, daha bir yükselmiş. Bir gün bir-iki insandan yükselen bu ses, gün gelmiş, korodan yükselen ses haline gelmiş. Âdetâ onların -serzâkiri diyeyim ben, koruyu idare eden değil- serzâkiri, Hazret-i Ruh-u Seyyidi’l-enâm, “Ehad!” deyince, dağ, taş, ova ve obadan -Dağ, taş, ova, oba Hazreti Davud aleyhisselam’ın sesine yankılarıyla cevap verdiği gibi- “Ehad, Ehad!” sesi yükselmeye başlamış, “Samed, Samed!” sesi yükselmeye başlamış. Paniklememişler; katiyen “dönme” akıllarından geçmemiş, her şeye rağmen.

O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bazılarına “Habeşistan’a gidin!” demeseydi, gitmeyeceklerdi. Nitekim gittikten sonra, havanın az yumuşadığı ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nun da mânen “Artık gelin!” der gibi bir hava içine girdiği mülahazasıyla, geriye dönenler olmuş. Onlara gitmiş, “Müşrikler de hepsi Müslüman oldu!” diye haber ulaşmış; “Madem oldular, biz de dönelim!” falan demişler, dönenler olmuş. Ama emre itaatteki inceliği her şeye tercih eden Hazreti Cafer ve arkadaşları, tâ Hayber fethine kadar Habeşistan’da kalmışlar. Nasıl bakıldılar, görüldüler, bilemiyorum. Zannediyorum şimdi yurt dışına çıkan insanlara bazı âlî himmet kimselerin sahip çıktığı gibi sahip çıkılmış. Kendi vatanlarında o ölçüde, onda biri kadar insan nazarıyla bakılmadığı bir dönemde, o insanlar, onda on, onlara kucaklarını açtılar. “Benim yedek bir evim de var, orada oturabilirsiniz. Onurlu yaşamışsınız, belli bir konuma gelmişsiniz; sizin burada böyle bir sefalete maruz olmanızı istemiyoruz, gönlümüz ona razı olmuyor!” demişler.

Evet, sahip çıkmışlar fakat bu herkes için değil. Tabiî orada hâlâ o sınırlar içinde kalıp, hâlâ “Bana da sıra gelir mi?!” endişesini taşıyan insanlar var. Hususiyle son zulmeden el, biraz daha güç kazanınca, belki panikleme, biraz daha fazla artmış olabilir. Ama sesin ulaşması kanalları bütünüyle tıkandığı için, aynı zamanda orada by-pass da yapılamıyor. Siz bir kanal bulup, onunla sesinizi-soluğunuzu ulaştırmak istediğiniz zaman, ânında kesiyorlar. Adeta “Hayır, burada sadece saksağanlar öter! Bülbüllerin sesi, bizim nağmemizi bozuyor! Evet, diken tarlasına saksağan yakışır. Biz burayı diken tarlası, hâristan haline getirdik; kimsenin tımar etmesini istemeyiz.” diyorlar. “Bir bağ ki, görmezse terbiye-tımar / Çalı-çırpı sarar; hâristan olur.” Problemler sarmalı içinde kalır. Bütün dünya tavır alır onlara karşı. Ellerindeki şeyleri, rehin olarak vermek suretiyle, bir şeylere sahip olmaya, ekonomiyi düzeltmeye çalışırlar. Sürçerken, yeni sürçmeler fâsid dairesi içine girerler. Sürçmeleri, sürçmeler takip eder.. takip eder.. takip eder. Kine, nefrete, gayza, hemze, lemze, hasede, intikama yenilmiş; kinin, nefretin, hasedin zavallı kulları!.. Evet, bazı kimseler, bu yeni tablo karşısında biraz daha sarsılmış olabilirler. Oysa, Allah’ın dediğinin dışındaki, olmaz!..

   Öyle şirk ifadelerine ve çirkin laflara göz yumdular ki, sonunda “Falanların eşleri bize helaldir!” diyebilen ahlaksız vandallar türedi!..

Geriye dönüyorum: İmtihan. وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْأَمْوَالِ وَالْأَنْفُسِ Öldürürler; nefislere de tecavüz ederler. İslam hukukunda ve aynı zamanda Modern Hukuk’ta “usûl-i hamse” (canı, dini, namusu, aklı, nesli korumak) esastır; “hürriyet” ile beraber, “usul-i sitte” esastır. -Bilmiyorum, usûl ilmini biliyorlar mı?- Fakat وَالْأَنْفُسِ “Enfüs” kaydının da ifade ettiği üzere, nefislere/canlara da kastedebilirler.

Bakın, bir vandal kalkıp bir şey dedi. Hani daha önce bir vandal, “Falan, Allah’ın evsâf-ı âliyesiyle muttasıf…” dedi. Yani, Sübutî sıfatlar; Hayat, İlim, Sem’, Basar, Kudret, İrade, Kelam, Tekvin sıfatlarıyla muttasıf demek bu. “Allah’ın evsâfıyla muttasıf!” demek, ne demek bu?!. Zâtî sıfatlar: Vücûd, Kıdem, Bekâ, Vahdaniyet, Muhalefetün Li’l-havâdis, Kıyam binefsihi. Ef’âl sıfâtı: Halk, İbda’, İnşâ, İhyâ, İmâte, Terzîk. “Bütün bu evsâf-ı âliye-i İlahîye ile ittisaf etmiş!” Buna sadece “küfür” denmez; buna, Ziya Gökalp’ın ifadesiyle, “mük’ab küfür” denir, “mük’ab”. Cephe hatırına kimse, “Yahu, sen biraz ayıp ettin, ileriye gittin!” demedi. Allah’a karşı mük’ab terbiyesizlik irtikâp edildiği halde, sesini kesen “dilsiz şeytan”lar!.. Dünyanın dört bir yanında dinlerini, diyanetlerini, iffetleriyle, ismetleriyle temsil eden insanlara karşı savaş ilan ediyor gibi, umumî harp ilan ediyor gibi, cihada gidiyor gibi yola çıkan insanlar!.. Onların, neyin peşinde oldukları belli!..

Efendim, biri öyle dedi; biri de “Bakara-Makara!” dedi. Gördünüz mü, o cepheden ona itiraz eden bir insan! Bir kişi kalktı sadece, bir câmi vaizi veya hatibi; sadece o, bu mevzuda bir şey söyledi. Belki bir-iki ceridede de çıktı. Fakat cephe hatırına Allah’a sövüldüğü zaman bile ses çıkarılmadı. Koskocaman bir yurdun masum çocukları tecavüze uğradığı halde, örtbas edildi. Efendim, uyuşturucu, onların kutsadığı mekteplere kadar indi; ilk mektep talebelerine kadar indi, seslerini çıkarmadılar. Bütün me’âsîye, mesâvîye “evet” dediler, “Olsun! Madem bizim cephemizde; biz affettik, Allah da affeder!” Allah’a inanıyorlar mı, bilmiyorum; tabiî onu, Allah bilir. Bakın bu denen şeylere!.. Daha neler dendi neler?!. “Elini sürmek ona, ibadettir!”; bu da ayrı bir küfür.

Bütün bunlara karşı sessizlik, dilsiz şeytanlık ve sesini çıkarmayan insanların hali, bu mevzudaki cüretkâr bir kısım saygısız ve terbiyesizleri daha da cesaretlendirdi. “Bu, yurt dışına kaçan insanların veya bizim içeriye attığımız insanların kadınları/kızları bize helaldir!” dediler. Biri dedi; ser-münâfıktan hâr-münafığa kadar, kimse sesini çıkarmadı. Cesarete geldi, bir başkası da aynı şeyi söyledi. Kim bilir kapalı kapılar arkasında daha niceleri aynı şeyleri tekrar ediyorlar?!.

    Ne olursa olsun, sarsılma; “Gamı, tasayı bırak, iraden canlı ise / Ümit kaynağı ol, olabilirsen, herkese!”

İslam dini, bu dönemde maruz kaldığı bu ölçüdeki tahkire, tezyife, tenkide, böylesine dünya adına kullanılmaya hiçbir dönemde maruz kalmamıştır! Bunu, bu hale getirenlerin Allah belasını versin! Bunların böyle olduğunu gördüğü halde susan dilsiz şeytanların, bunlara yağcılık yapan teologların, Allah onların da belasını versin! Çünkü tahribat, dinedir. Bunların din adına yaptıkları bu tahribatı, Hazreti Mehdi gelse, Hazreti Mesih gökten inse, zannediyorum çeyrek asırda, yarım asırda tamir edemezler. Vakıa şimdi çok Mehdi, çok Mesih de var ama esas onlar hakkında bile bir çift laf eden yok!.. Gördüğünüz gibi, bunlarla alakalı yarım kelimelik bir şey yok! Neden?!. Bütün kelime güçlerini, bütün tekavvülâtlarını, bütün tekellümâtlarını masum insanlar hakkında sarf ediyorlar. Bu kelimeleri “tefa’ul kipi”nden kullandım; çünkü zorlanarak, işin aslına/esasına kendileri de inanmadığı halde, “Belki böyle yaparsak, ahmakları da inandırırız!” diyerek yaptıkları için. Maalesef, inandırıyor da; ahmak çok. Cenâb-ı Hak, inayetini bizimle beraber eylesin…

Sarsılmamak lazım, Allah’ın izni ve inayetiyle. “Gamı, tasayı bırak, iraden canlı ise / Ümit kaynağı ol, olabilirsen, herkese!” Evet, “Gamı, tasayı bırak, iraden canlı ise / Ümit kaynağı ol, olabilirsen, herkese!” Eteklerini ümitle doldur; dünyanın dört bir yanına ümit tohumları saç; ümidini yitirme durumunda olan insanları ümitlendir, Allah’ın izni ve inayetiyle!.. “Yaşayanlar, hep ümitle yaşar / Me’yûs olan, ruhunu vicdanını bağlar.” (M. Akif) O duruma düşmelerine meydan verme, Allah’ın izni ve inayetiyle!..

Bütün zalimlerin geldikleri gibi gittikleri türden; çağın zalimlerini de -dünün Saddamları, Kaddâfîleri gibi- Allah (celle celâluhu) kazf edecek. Onlar da savrulup gidecekler, Allah’ın izniyle. Hak ve hakikat ise, ile’l-ebed pâyidar olacak, devam edecek; hiç endişeniz olmasın! Çünkü karşı taraf, neyi kullanırsa kullansın -biraz evvelki ayetlere meseleyi ircâ ederek- “O nuru Allah yakmışsa (celle celâluhu), kimsenin onu söndürmeye gücü yetmeyecektir!” Karşı tarafın hıncı, ne kadar olursa olsun, o nur söndürülemeyecektir!..

Cenâb-ı Hakk’ın rızasına dilbeste olmuş insanlar.. o ilahilerde, o münâcaatlarda, o nâatlarda ifade edildiği gibi, kime bende olduğunu ortaya koymuş insanlar.. dünyaya ait hiçbir şeye bağlanmamış insanlar…. Evet, onlar geleceklerinden endişe duymamalılar!.. Zayıf karakterliler, immün sistemi zayıf insanlar, “Şu olmasaydı da, bu olmasaydı da!” demek suretiyle, güft ü gû ile kadere taş atmak suretiyle meseleyi tamir edemezler. Ve aynı zamanda musibeti ikileştirmiş olurlar; kardeşlerini de küstürmüş olurlar. فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ “Artık bana düşen, ümitvar olarak güzelce sabretmektir. Ne diyeyim, sizin bu anlattıklarınız karşısında, Allah’tan başka yardım edebilecek hiç kimse olamaz!” (Yûsuf, 12/18) Allah, yegâne yardım edendir; Allah’ın yardım ettiklerine de kimse galebe çalamaz!..

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا أَنْتَ مَوْلاَنَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ

 فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ، فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ، فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْخَائِنِينَ، فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْمَاكِرِينَ، فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَائِدِينَ، فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكُتَّابِ مِنْ أَعْدَائِنَا، عَلَى الْكُتَّابِ مِنْ أَعْدَائِنَا، فَانْصُرْنَا عَلَى الْكُتَّابِ مِنْ أَعْدَائِنَا، فَانْصُرْنَا عَلَى الْمُتَقَوِّلِينَ عَلَيْنَا السُّوءَ، فَانْصُرْنَا عَلَى الْمُتَكَلِّمِينَ عَلَيْنَا السُّوءَ

يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَالْإِكْرَامِ، بِحَقِّ ذَاتِكَ، بِحَقِّ عَظَمَتِكَ، بِحَقِّ كِبْرِيَائِكَ، بِحَقِّ أُلُوهِيَّتِكَ، بِحُرْمَةِ وَشَفَاعَةِ صِفَاتِكَ، بِحُرْمَةِ وَشَفَاعَةِ أَسْمَائِكَ الْحُسْنَى، بِحُرْمَةِ وَشَفَاعَةِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْمُصْطَفَى، صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

“Rabbimiz, (Sana itaat etmeye çalışırken) eğer unuttuk veya kastımız olmadan bir yanlış yaptıysak ,, bundan dolayı bizi sorguya çekme! Rabbimiz, bizden önceki ümmetlere (zamanın, şartların ve mizaçlarının gerektirdiği terbiyeleri icabı) yüklediğin gibi, bize öyle ağır yükler yükleme! Rabbimiz, takat getiremeyeceğimiz hükümlerle bizi yükümlü tutma! Ve günahlarımızdan geçiver; bizi bağışla ve bize acı, rahmetinle muamele buyur! Sen, bizim efendimiz, yardımcımız, koruyucumuzsun; şu kâfirler ve nankörler güruhuna karşı ne olur, bize yardım et ve zafer ver!’” (Bakara, 2/286)

Fâsıklar, zâlimler, hâinler, komplocular, entrikacılar güruhlarına karşı bize yardımda bulun!.. Husumet ve düşmanlık duygularıyla aleyhimizde yalan ve iftiralar uydurup yazanlara karşı da bize yardım eyle!.. Bize düşmanlık yapan yazarlara ve dünyanın dört bir yanındaki Hizmet gönüllüleri hakkında iftira dosyaları hazırlayıp yayanlara karşı bize nusret ver. İçlerindeki husumeti kalemlerinden nefret olarak akıtanlara ve hariçte bunu kalbleri karartmak için kullananlara karşı bize inâyetini/yardımını yâr kıl!.. Hakkımızda kötü ve çirkin sözler uydurup yaymak için çırpınıp duranlara ve orada burada o bühtanları dillendirmek için koşanlara karşı bize medet et!..

Ey yegâne merhametli, ey Celâl ve İkrâm Sahibi!.. Zât’ının hakkına, azamet ve ululuğun hakkına, Ulûhiyet ve Rubûbiyetin hakkına, sıfât-ı Sübhâniyen ve esmâ-i hüsnân hakkına, en yüce ismin, İsm-i A’zam’ın hakkına ve hürmetine.. ve Efendimiz Muhammed Mustafa hakkı, hürmeti ve şefaatine dualarımızı kabul buyur. O’na salât ü selam dileyerek bunu Sen’den dileniyoruz, ey Erhamürrâhimîn Rabbimiz!.. Âmin.”

Bamteli: İTİRAFÇI KILIKLI MÜFTERÎLER VE MEDRESE-İ YÛSUFİYE

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Kırılmış kalblerinizi Kudret eli tamir edecek ve nurlandıracaktır!..

Yıkılmış kalbleri, O (celle celâluhu) tamir edecek. Onlar, kaybetmiyorlar; ehl-i dünyanın kirli eliyle yıkılıyorlar ama yed-i Kudret ile, nurlandıracak şekilde, imar ediliyorlar. Şu halde, kazanıyorlar mı, kayıp mı ediyorlar? Kirli elleriyle kalbleri yıkanlar, esas kaybedenler onlar oluyor.

Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor: لاَ حَوْلَا وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ كَنْزٌ مِنْ كُنُوزِ الْجَنَّةِ “Allah’ın havl ve kuvvetinden başka bir dayanak olmadığına inanıp bunu ikrar etmek Cennet hazinelerinden bir hazinedir.” O’nun havl ve kuvvetine dayanarak yürüyen insanlar, hiçbir dönemde, hiçbir şart altında takılıp yollarda kalmamışlardır. Baskı gördükçe; hızlarını artırmış, ihlasta derinleşmiş, kendilerini nefyetme/sıfırlama mevzuunda daha bir şuurlu hale gelmiş, kalb ve ruhun hayatına merdivenler koymuş, asansörler bağlamış; cismâniyetten uzaklaşma, hayvaniyeti terk etme, beşerî garîzelere ebedî veda etme mülahazasıyla kendilerini âdeta unutmuş ve unutulmaması gerekli olan şeye tutunmuşlardır. Evet, sizin yolunuz bu…

Yerinde sâbit-kadem kalanlar, bu hususta kazandıkları şeyleri kazanmışlardır. Belli baskılar altında -immün sistemleri o kadarmış- dayanamayıp zâlimlerin elini öpenler, önlerine konan iftira kağıtlarına “itiraf” adı altında imza atanlar ise, muvakkaten belki iki üç yudum oksijen yudumlayabilirler; fakat Cenâb-ı Hak tarafından öyle bir tokat yerler ki!.. “Benim yolumda yürümenin ne kötülüğünü gördünüz de zâlimlere ‘eyvallah!’ çekmeye durdunuz?!” der.

   Özellikle İslam dünyası nifak sisteminin, diğer bir tabirle Makyavelist anlayışın paletleri altında inim inim inliyor!..

Daha evvel kullanıldığını hatırlamıyorum, “tarihî tekerrürler devr-i dâimi” tabiri terminolojiye sizin döneminizde girdi. Artık yaygınca kullanılıyor ve ne manaya geldiğini de biliyorsunuz. Dünden bugüne hiç değişmemiş âdet-i İlahî.. لاَ تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللهِ İlahî âdet, hep öyle cereyan edegelmiş. Goethe’nin ifadesiyle, Faust ile Mefisto kavgası hep süregelmiş. Tâ seyyidinâ Safiyullah Hazreti Âdem’den bu yana, birileri güç ve kuvvet ile zehirlenince, iktidar ile zehirlenince, dünyaya tapmak ile zehirlenince olmadık zulümler irtikâp etmişler/ediyorlar.

O mevzuda, o gün ellerinde “Tevrat” varsa, onu o arzuları istikametinde basit bir vasıta gibi kullanıyorlar; gâye-i hayallerini -Makyavelist mülahaza ile- onunla realize etmeye çalışıyorlar. Ellerinde “Ahd-i Cedîd” varsa şayet, onu değerlendiriyor; bir yönüyle, yapacakları zulümleri ona göre yapıyorlar. Atalarından kalma (Hazreti Nuh dönemindeki) “Vedd, Yağûs, Ya’ûk, Nasr” gibi putları varsa veya Efendimiz dönemindeki “Lat, Menat, Uzza, Isaf, Nâile” ve daha bilmem kaç yüz tane put varsa, onları kullanıyorlar. Belli dönemde hangi uğursuz mülahazalarla ortaya çıkmış ve böylece insanların mihrabı haline gelmiş, teveccühgâhı haline gelmiş (ne ya da kim varsa) onlara bağlılık adına öyle olmayan insanlara akla hayale gelmedik şeyleri yapıyorlar. Bundan dolayıdır ki, mü’minler her defasında çok farklı kategorilerde ezâya, bazen cefâya, bazen de belâya maruz kalmışlardır. Şair Eşref’in sözü:

“Cihâna geldiğim günden beri pek çok cefâ gördüm.

Ezildim bâr-ı gam altında bin türlü ezâ gördüm.

Değil bigânelerden, âşinâlardan belâ gördüm.

Vücudum âlem-i sıhhatte bîmâre dönmüştür.”

“Taklit”, imana girmeye mâni olan şeylerden birisidir, muhakkikînin mülahazasına göre. حَسْبُنَا مَا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا “Biz, atalarımızı neye inanıp neyi uygular halde bulmuşsak, o bize yeter!” (Mâide, 5/104); بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا “Hayır, bilakis biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (âdet, görenek ve inançlarımıza) tâbi oluruz.” (Bakara, 2/170) Bu mülahazada olan insanlar tarafından.. bazen putlara tapanlar tarafından.. bazen ilhad ve küfür ehli tarafından samimi mü’minler zulme maruz kalmışlardır. Ulûhiyet kabul etmeme, peygamber tanımama, haşr ü neşir bilmeme… Bazen de inanıyor gibi göründükleri halde münafıkça davranmak suretiyle İslamî değerleri, İslamî argümanları dünyevî saltanatları adına birer paspas gibi kullanma, süpürge gibi kullanma, -hafizanallah- öyle görünme… Atalar ile, mazi ile irtibatlarını sık sık vurgulama… Hatta geçmişten adlar ve unvanlarla yeni organizasyonlar tesis etme ve böylece şuursuz sürülere kendilerini kabul ettirme adına İslamî değerleri basit birer partal eşya gibi kullanma… Öteden beri münafıkların yapageldiği şeylerdir. Buna, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i sahîhada “münâfıklık” deniyor. Makyavel bir sistem ortaya koymuş; “Hedefe ulaşmak için her vesileyi kullanmak, meşrudur!” Buna da Makyavelizm deniyor. Onu alıp kendi dünyanızda değerlendirdiğiniz zaman, “Übeyy İbn Selûl”izm diyebilirsiniz.

Hemen her dönemde, İslam dünyasında da bu nifak düşüncesi rol oynamış. Hususiyle enâniyetin çılgınlaştığı, dünya muhabbetinin bütün insanları sarhoş ve sürü haline getirdiği asrımızda… Ehlullahtan büyük bir zatın beyanına göre, الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الآخِرَةِ ayet-i kerimesi “bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete tercih eden” kimselere işaret etmektedir. Evet, bir taraftan enâniyetin, egoizmanın, egosantrizmanın, narsizmin çılgınlaştırılması.. bir diğer taraftan da “bilerek dünya hayatının ahiret hayatına tercih edilmesi” gibi kanserden daha kötü bir hastalığa müptela olma…

Ara sıra bunların yolu, camiye uğrayabilir, oruç tuttuklarını da gösterebilirler, bazen dinî argümanları da kullanabilirler; fakat bütün dertleri saltanatlarını devam ettirmektir. Dinî terminolojiye göre bunlara “münâfık” denir. Ve Münâfık, kâfirden daha tehlikelidir. Çünkü kâfirin ne yapacağına dair belli çizgiler vardır, belli argümanlar vardır; bilirsin, tanırsın, kendi çizgilerini ortaya koyarsın, tavır alırsın. Fakat münâfığın ne yaptığı belli değildir. مُذَبْذَبِينَ بَيْنَ ذَلِكَ لاَ إِلَى هَؤُلاَءِ وَلاَ إِلَى هَؤُلاَءِ “Onlar (mü’minlerle kâfirler) arasında bocalayıp dururlar” (Nisa, 4/143) Üstad Necip Fazıl, bu ayete kendince lâzımî mana gibi bir meal verirken “Zıp orada, zıp burada!” derdi. Böyle yüzen-gezen, ne olduğu belli olmayan, gerçek rengini belli etmeyen veya duruma göre renk alan, bukalemun gibi… Fakat bütün derdi, insanları aldatmak, esas kendi saltanatını, debdebesini, hâkimiyetini devam ettirmek… Kâfir sıfatıdır bu… Bu kâfir sıfatıyla ittisaf eden insanlar içinde, bazen oruç tutan, namaz kılanlar da olabilir. Yirminci asırda İslam dünyasında da emsallerinin çokluğuyla karşı karşıya kalabilirsiniz bunların. Bunlardan, gerçeğe inananlara ezâ gelebilir, cefâ gelebilir. Dişini sıkıp sabretmek lazım!..

   Dün olduğu gibi bugün de mazlum kazanıyor, mağdur kazanıyor, mahpus kazanıyor; kaybeden, zâlimler oluyor!..

Ashâb-ı Uhdûd’u, zannediyorum bilmeyen yoktur. Camilerde hocalardan şimdiye kadar dinlemişsinizdir. Cenâb-ı Hak, konuştukları şeylere inanmayı da lütfeylesin! Konuştuğumuz şeylere inanmayı da lütfeylesin!.. O devirde de inanan insanları sırf inandıklarından dolayı, uçurumlardan aşağıya atma, öldürme, diri diri gömme, hendeklere atma… قُتِلَ أَصْحَابُ الأُخْدُودِ النَّارِ ذَاتِ الْوَقُودِ إِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ وَهُمْ عَلَى مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِنِينَ شُهُودٌ وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ إِلاَّ أَنْ يُؤْمِنُوا بِاللهِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ “Ayât ve mucizeler zâhir ve bâhir iken, hazırladıkları çukurları, tutuşturulmuş ateşle doldurarak inanmış kimseleri içine atıp yakan, bu esnada hendeklerin çevresinde oturup dinlerinden dönmeleri için müminlere yaptıkları işkenceleri zevkle seyreden o zalimler kahrolsunlar. Onların müminlere bu işkenceyi yapmalarının tek sebebi, müminlerin göklerin ve yerin yegâne hâkimi, Azîz ve Hamîd (mutlak galip ve bütün övgülere lâyık) Allah’a iman etmeleriydi.” (Burûc, 85/4-7) İlahî beyan, iç musikisiyle de esasen, oradaki o gümbürtüyü, o patırtıyı, o bi-gayr-i hakkın yapılan irtikâbâtı, zulmü, tagallübü, tahakkümü, tasallutu ifade ediyor. Günümüzde olduğu gibi, temellükü (alın teriyle kazanılan şeylere kâfirce bir sıfat olarak gidip konmayı), canlara kıymayı, kadını çocuğu ile beraber ateşe/uçuruma atmayı, babasını oraya atmayı, çocuğu ağlatmayı, çocuğu atıp babasını-annesini ağlatmayı adeta seslendiriyor.

Ashâb-ı Uhdûd… Akla hayale gelmedik zulüm irtikâp ediyor. Malum tefsirlerde orada dininde sâbit-kadem bir kadın da anlatılıyor. Bugün de o dindeki sebatlarını yiğitçe gösteren bacılarımız var, annelerimiz var, kardeşlerimiz var. Yaş itibariyle, (benim dünya ile alakam olmadı pek) “evlatlarım” diyebileceğim mübarek insanlar var. Hiç umursamadılar, giderken gülerek gittiler. Ve gittikleri o yeri de İbn-i Beşiş gibi veya Hacı Bayram Veli hazretleri gibi, birer halvethane olarak tasavvur ettiler. “Yarım yamalak kıldığımız namazlar varsa, kaçırdığımız namazlar varsa, -Allah’a hamd olsun- onları burada kılarız!” dediler, “Oruç tutarız! Evrâd u ezkâr ile iştigal ederiz. Birlerimizi bin yapmaya çalışırız, Allah’ın izniyle!..”

İşte bugünün kahramanları gibi, o gün kahraman bir kadın… Onu da atmak istedikleri zaman, dönüyor, dönüyor, bir de yanındaki çocuğuna bakıyor. Çocuk konuşacak yaşta değil. Sahih hadis-i şeriflerde konuşan üç tane çocuk var, onlardan birisi de bu, bu çocuk. Anne, tereddüt ediyor, “Bu çocuğu kime bırakıp da gideceğim!”

Bugün de öyle çocuklarını arkada gözyaşıyla bırakan ama tebessümle giden kahramanlar var. رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا، وَبِاْلإِسْلاَمِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولاً “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, rasûl olarak da Hazreti Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) razı olduk.” diyerek, hiç görmedikleri ve hiç maruz kalmadıkları, onurlarıyla telif edilemeyecek şekilde hücrelere atıldıkları, namaz kılmalarına engel olundukları yerlere giderken, etrafa tebessüm yağdırarak gidiyorlar, o bacılar, o anneler, o evlatlar.

O da çocuğuna bakıyor, ağlayan çocuğuna. Çocuk dile geliyor, “At anne, kendini!” diyor. Çünkü o, bir çukura kendini atıyor, zalimlerin eliyle ama “cuppp” diye Cennete gidiyor. Fakat o zâlim eller, onu atanlar, onlar da “cuppp” diye Cehennemin gayyasına yuvarlanıyorlar. Mazlum, kazanıyor; mağdur, kazanıyor; mahpus, kazanıyor; mescûn, kazanıyor; muzdarr, kazanıyor.. Kaybeden, zâlim oluyor, mütegallib, mütehakkim, mütesallit, mütemellik oluyor. Milletin tepesine binen, malını elinden alan, değişik yerlerdeki imkânlarını bloke eden, onlara da el koyan, haramî gibi davranan insanlar, farkına varmadan âhiretlerini şimdiden kapkara hale getiriyorlar. Bembeyaz saraylarda oturuyor olsalar bile, bembeyaz villaları olsa bile, dünyalarını kapkara hale getiriyorlar; Ahiret ise zaten zindana dönüyor, hafizanallah.

   İtirafçı kılıklı müfteriler, ehl-i dünyaya şirin görünmekle yakalarını kurtarabileceklerini zannedip masumlara iftira atıyor ve ahiretlerini karartıyorlar!..

Bu arada immün sistemi bütün bu şeylere mukavemet edemeyecek ölçüde zayıf olan insanlar da var. Bazı tehditlere dayanamıyorlar. Tekme yiyor, tokat yiyor ama şâir-i şehirimizin dediği gibi “Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim / Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.” diyemiyorlar. “Tekme yerim, tokat yerim ama durduğum yer, durmam gereken yer ise ve dediğim şeyler, demem gereken şeyler ise şayet, orada her şeye katlanırım!.. Bilal-i Habeşî gibi katlanırım, üzerime kendimden on kat ağırlıkta taşlar konmasına rağmen!.. Yâsir gibi katlanırım.. Sümeyye gibi katlanırım.. Ammâr gibi katlanırım… Daha yüzlerce sahabe-i kiram (rıdvanullahi aleyhim ecmaîn) hazerâtı gibi katlanırım. O yetmiyor gibi, bir de boykot… Ona da katlanırım!” Üç sene çölde, âdeta suya da muhtaç, ekmeğe de muhtaç, gölgelenmeye de muhtaç. Hem öyle bir ihtiyaç ki, o ihtiyaç içinde o ağır şartlara dayanamayan Hatice validemiz, o işin bitmesiyle ruhunun ufkuna yürür, ruhum/ruhumuz ona fedâ olsun.

Evet, immün sistemi o ölçüde güçlü olmayan insanların önlerine yazılı bir kâğıt konuyor; “Sen şunu, şunu, şunu yaptın; şunlar şunu yapıyorlardı, şunlar şunu yapıyorlardı, şunlar şunu yapıyorlardı!..” ifadesine imza attırılıyor. Daha evvel Nur okuduğundan dolayı, bir araya gelip Kur’an-ı Kerim mütalaa ettiklerinden dolayı, bir araya gelip Hadis okuduklarından dolayı içeriye alınan insanlar, “Dini getirecekler!” diye zulüm görüyorlardı. Şimdi de din etrafında kümelenen insanlara gadrediliyor: “Bunlar, bizim istikbalimizi tehdit edebilirler. En iyisi mi, biz bunların başlarını baştan alalım da, muhtemel tehlikeyi savalım. Yüzde bir ihtimal, ihtimal hesaplarına göre, binde bir ihtimal; karşı çıkma ihtimalleri var. Geleceğimizi karartmayalım; en iyisi mi, bunların dünyalarını karartalım. Bütün engelleri bertaraf edelim. Şeytanî güzergâhta, güzergâh emniyetini tastamam sağlamış olalım. Şeytanca yürüyelim fakat karşımıza melek gibi biri hiç çıkmasın, bizi engellemesin!..” Böyle bir mülahaza ile…

Tehdide dayanamayan insanlar oluyor. Ona, o iftiraya, “itiraf” diyorlar. O düpedüz “iftira”. Ve iftira da “günah-ı kebâir”den. Kebâir işliyorlar. Onu mahzursuz görüyorlarsa, kâfir oluyorlar; ahiret kararıyor. Bir de Hazreti Pîr’in dediği gibi, “Ehl-i dünyanın baskıları altında, bazı kimseler, onlara mümâşât yapmak suretiyle, yakalarını kurtaracaklarını zannediyorlar!” Ehl-i dünya, çok şeytan gibidir; onlar, onların kalblerini okurlar. Ve nitekim hâl-i hazırda böyle kalb okuyanlar var. “Sakın o itiraf edenlere de (yani müfterilere de) inanmayın! Onları biz biliriz. Öyle derler ama onların gelecek adına -milyonda bir bile olsa- bizim şeytanî yolda güzergâh emniyetimizi tehlikeye atma ihtimali var. Öyle ise en iyisi mi, onların o bir milyonda bir ihtimal bir tehlike ile karşımıza çıkmalarından evvel, biz, onların haklarından gelelim!” Evet, bugünkü hukukî mantık bu; muhakeme mantığı bu; adalet felsefesi, bu. Böyle adalet felsefesi, böyle hukuk mantığı ve bunu uygulayanlar, yerin dibine batsınlar!.. Çünkü sistem, nifak sistemi, Makyavelizm.

   Durması gerekli olan yerde duran ve hep sâbit-kadem olanlar sonunda mutlaka kazanacaklardır!..

Bazıları böyle sarsılabilirler ama sâbit-kadem olanlar kazanacaktır. Kur’an-ı Kerim beyhude demiyor: رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ “Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhâb Sensin Sen!” (Âl-i Imrân, 3/8) “Ey Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra, zeyğ’e uğratma, kalbimizi kaydırma, hidayette sâbit-kadem eyle!” demenin yanı sıra, günde nafilelerle kırk defa, teheccüd namazıyla kırk sekiz defa, evvâbîn namazıyla elli küsur defa, kuşluk namazıyla altmış defa, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَAllah’ım, bizi, dosdoğru yola (nebîlerin, sıddîklerin, şehitlerin, salihlerin yoluna) hidayet eyle! O yolda sabitkadem eyle! O yolda derinleşmeye muvaffak eyle!” niyazını tekrarlıyoruz. O hidayetin değişik konumda olan insanlara göre manaları bunlar: “Hidayet eyle! Hidayette sâbit-kadem eyle! Hidayette derinleştir! Muzaaf hidayetten mük’ab hidayete, mük’ab hidayetten mük’ab der mük’ab hidayete ulaştır! Huzuruna kirlenmiş olarak çıkma fırsatı verme bize!..” اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ Günde elli defa, altmış defa böyle diyen bir insan, onda sâbit-kadim olmalı ve başa gelen o şeylere de katlanmalı!.. Ashâb-ı Uhdûd, katlanmış. Benim canım Efendim, Hazreti Ruhu Seyyidi’l-enâm, en-Nuru’l-Hâlid katlanmış.

Kâinat, O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmış. Biz bunu söylerken, bazıları, bazı densizler buna itiraz edebilirler. Hadis olur-olmaz, ayrı mesele fakat manası, mazmunu doğrudur onun. أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي “Allah’ın ilk yarattığı, benim ruhumdur (veya nurumdur).” diyor. Bir yönüyle, أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ الْعَقْلُ “Allah’ın ilk yarattığı, akıldır.” “Akl-ı küll”, O (sallallâhu aleyhi ve sellem). İlm-i İlahîde ilk defa, taayyüne eren esasen, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhudur. Dolayısıyla O’nun varlığı, bir “ille-i gâiyye”dir. Nizamî ifadesiyle, “Peygamberlik manzumesi, O’nun adına bestelenmiştir; hükmü, -kafiye gibi- sonunda gelmiştir.” Taayyün-i evveldeki durumu itibariyle, seyyidina Hazreti Mesih’in ifadesine göre, يَأْتِي مِنْ بَعْدِي اسْمُهُ أَحْمَدُ “…benden sonra gelecek ve ismi Ahmed olan… “ (Saff, 61/6) Sallallâhu aleyhi ve sellem. Bin canımız kurban olsun. “Ahmed” kelimesi, “gayr-ı munsarıf”; aktivitesini henüz icrâ buyurmuyor, dolayısıyla “tenvin”den münezzeh. Tenvinden münezzehiyet, bir yönüyle henüz aksiyon durumuna geçmemiş demektir. Ama “Muhammedun”, o munsarıf bir kelime; dünyaya geldikten sonra dedesi, farkına varmadan belki, O’na “Muhammed” ismini koyuyor. مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ Çünkü O (sallallâhu aleyhi ve sellem) artık gökten gelen mesajları temsil eden, imandan sonra aksiyonun bir numaralı temsilcisi, bir numaralı “hâl kahramanı”dır. Peygambere “kahraman” denmez fakat bir evsaf olarak söylenebilir.

Maruz bırakılmadığı işkence kalmıyor. Her şeyi yapıyorlar. Boğazını sıkıyorlar mı, sıkmıyorlar mı?!. Üzerine pis işkembeyi -başını yere koymuş secde ederken- koyuyorlar mı koymuyorlar mı?!. İbn-i Erkam’ın evini gözetim altına alıyorlar mı, almıyorlar mı?!. “Muhammedun Rasûlullah!” diyen insanlara çölde, sıcak kumda, üzerlerine taşlar koyarak eza ediyorlar mı, etmiyorlar mı?!.

Fakat dönmüyor kimse, dönmüyor… Hazreti Ammâr, dilinin ucuyla bir şey söylüyor. Daha Kur’an-ı Kerim adına üç-beş tane ayet nâzil olmuş; İslam adına bildiği şey, ondan ibaret. Fakat, onlar bırakınca, soluğu Efendimiz’in yanında alıyor, gözyaşlarıyla.. yüreği çarpa çarpa.. kalb, aritmiye girmiş, duracak gibi… “Yâ Rasûlallah, gözümün önünde babama kıydılar, anneme kıydılar, bana da böyle yaptılar, dil ucuyla böyle dedim!.. إِنْ عَادُوا فَعُدْ buyuruyor; kurban olayım… “Eğer aynı tazyiki yaparlarsa, döner aynı şeyi yaparlarsa, sen de aynı şeyi söyle!” buyuruyor; ruhsat yolunu gösteriyor, Allah Rasûlü. Fakat Ammâr, hiçbir zaman öyle demiyor. İlk günden itibaren, nasıl dimdik ayakta ise, İnsanlığın İftihar Tablosu ruhunun ufkuna yürüdükten sonra da o istikametini ve öyle sâbit-kadem olmasını devam ettiriyor. Öyle devam ettirenler, kazanıyorlar. Onlara o türlü ezayı ve cefayı reva görenler de hiç farkına varmadan kaybediyorlar.

Ey mu’terifler… Veya itiraf adı altında, müfteriler!.. Korkudan, baskıdan dolayı, yalancıların, esas Makyavelistlerin önünüze koydukları kâğıtlara imza atmak suretiyle mâsum, tertemiz bir kısım Anadolu insanına zulmediyorsunuz. Dini değerlerimizi, tarihî değerlerimizi, millî mefkuremizi dünyanın dört bir yanına götürme iktihamında bulunan, o ağır işlere katlanan kahramanları gammazlamak öyle bir vebaldir ki, öyle bir iftiradır ki, öyle bir küfür sıfatıdır ki, siz -bir yönüyle- öyle demekle ahiretinizi kaybediyorsunuz!.. Ve aynı zamanda ehl-i dünya da kat’iyen buna inanmayacaktır!..

Çünkü ehl-i dünya paranoya yaşıyor. Hatta günümüzde İslam dünyasında, diktatörlüklerini, tiranlıklarını devam ettirenlerinkine “paranoya” da denmez; bunlara “mutlak cinnet” denir. Bunlar, deli gibi hayatlarını sürdürüyorlardır. Zannediyorum, hep kâbus görüyorlardır uykularında. Tavanlarında tıkırtı duydukları zaman “Acaba oradan mı geliyorlar!” diyorlardır. Pencerelerine bir kuş konduğu zaman “Acaba bomba mı atıldı” falan, diye tir tir titriyorlardır. إِنْ تَكُونُوا تَأْلَمُونَ فَإِنَّهُمْ يَأْلَمُونَ كَمَا تَأْلَمُونَ “Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da tıpkı sizin gibi acı çekiyorlar.” (Nisa, 4/104) Siz acı çekiyorsanız, müzaafını çekiyor onlar. Çünkü dünyaya tapıyorlar. Ahiret ile irtibatları, onu bir kısım argümanlar olarak kullanıp dünyayı imar etmeye matuf. Dinin ve diyanetin zebercetten argümanlarını, moleküllerini, atomlarını, elektronlarını o pis binalarının sıvası gibi kullanıyorlar; pis, dünyevî binalarının sıvası gibi kullanıyorlar. Dine en büyük saygısızlığı yapıyorlar. Onları dinlemek, onların dediğini yapmak, ne kadar büyük bir cinayet olduğunu bununla değerlendirebilirsiniz.

Sabır, kurtuluşa ermenin sırlı anahtarıdır. اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ Dişinizi sıkın, Şi’b-i Ebî Talib’de boykota katlananlar gibi.. kumlar üzerinde yatıp dininden diyanetinden dönmeyen babayiğitler gibi.. Ashâb-ı Uhdûd gibi.. Hazreti Nuh gibi.. ateşe atılırken gözünü kırpmadan oraya atılan Hazreti İbrahim gibi.. arkasından canavarlar gibi diş gösteren, salya atan kafirler karşısında ülkesinden ayrılan Hazreti Lût gibi, Hazreti Hûd gibi, Hazreti Sâlih gibi… Yiğitçe, dimdik, sarsılmadan, gideceğiniz yere gitmeniz lazım. Tevakkufa meydan vermeden, durmadan, gitmeniz lazım.

Bu meselenin bir yanı… Döneklik, insana hiçbir şey kazandırmaz. Bırakın o dönekliği ehl-i dünya yapsın. Hayatlarını villaya, filoya, yalıya, saraya kaptırmış, bilerek dünya hayatını âhiret hayatına tercih eden, adına da “Müslümanlık” diyen, gaflet der gaflet içinde bulunan nâdanlar… Bırakın onu, onlar yaşasın!..

   Medrese-i Yûsufiyenin sabırlı kahramanları her gün yeni bir kurbet zirvesine dikey yükseliyorlar.

Meselenin ikincisine gelince… O gidilen yerler, “medrese-i Yûsufiye”. Bir gün “medrese-i Yûsufiye” deyince, onlardan bir tanesi, “Madem medrese-i Yûsufiye, sen de gelip girsene oraya!” demişti. Ben çok girdim, çok girdim; 60’tan itibaren, 70’te de, 80’de de, askerliğimde de girdim, tattım, gördüm. Oradaki o psikozlara şahit oldum. O zamanlar, “din” dediğinden dolayı masumlar dine karşı olanlardan zulüm görüyordu. “Neden sen ism-i Kuddûs’ün cilvelerini okudun, bir yerde, insanlara, Nûr Risaleleleri’nden!” Esasen mahkûmiyete/mahkemeye sebebiyet veren de bu idi. Allah, hepsinden sıyrılmaya muvaffak kıldı. Öbür tarafta da, “muhâkeme-i kübrâ”da, “ma’dele-i ulyâ”da, Erhamü’r-Rahimîn, Ekremü’l-Ekremîn, A’delü’l-Âdilîn, Asdaku’s-Sâdikîn (celle celâluhu) böyle sıyrılmaya sizi-bizi muvaffak eylesin!..

Medrese-i Yûsufiye… Orada sabretmek, çok önemli bir şey. Hani, sabır anlatılırken bir taksim yapılıyor. Bu taksimin mebdeini ta Eflatun’a götürüyorlar ama bizim bildiğimiz İbn Miskeveyh; değerlendiren ise Hazreti Pîr-i Mugan. “Üç şeye karşı sabır…” diyor. Bir, belalara karşı sabır; bir, ibadet u tâate karşı sabır; bir de,  günahlara karşı sabır.

İbadet ü tâate karşı sabır, kulluğun zorluklarına karşı dişini sıkıp katlanmak. إِسْبَاغُ الْوُضُوءِ فِي الْمَكَارِهِ buyuruyor bir yerde, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem). Şartların nâmüsait olduğu bir dönemde, hava soğuk, doğru dürüst abdest alma imkanı yok; şartlar çok zor.. o şartlara rağmen abdestini tastamam almak, öyle bir fazilet ki!.. Onda sebat… Her şeye rağmen, sana bir seccade bile vermedikleri bir yerde bile namaz kılmak… Gördük bunları; on metrelik bir yere otuz tane insanın doldurulduğuna şahit olduk. Şu kadarcık, bir yer ayırma arkadaşlara, diğerlerine sorarak; çünkü orada sosyal demokrat insanlar da var. Herkesi hoş görmek lazım. Bazıları namaz kılmıyorlar. Fakat koğuş, onların da bizim de. Bu kadarcık bir yer kazanıp orada namazı kılmaya çalışmak… Hepimiz birden kılamıyorsak, parçalanarak kılma, iki fasılda kılma, orada… Bunlar, ağır şartlar altında bu işi devam ettirme demektir. İbâdet ü tâati, bütün ağırlığına rağmen, yerine getirmede sabretmek. Sabrın birisi bu, esasen.

İkincisi; günahlara karşı sabır. Çarşıda-pazarda insan, günah işleyebilir, hafizanallah. Belki de çok defa konumumuz itibariyle göstermemiz/sergilememiz gerekli olan o ismet, o iffet hassasiyetini gösterememiş olabiliriz. Çarşıda-pazarda işimiz vardır, memuriyet alanında işimiz vardır; göz, kaymış olabilir; kulak, dinlememesi gerekli olan şeylere kulak kabartmış olabilir; dil, olmayacak şeyleri mırıldanmış olabilir; kafa, olmayacak kirli tasavvurlara kendini salmış olabilir… Bunların hepsi -bir yönüyle- insanın kalb ve ruh dünyasını kirleten şeyler. Şimdi bunlara karşı sabretmek, çok önemli bir ibadettir. Aksine bu mevzuda sabretmeme, bohemliktir; bağışlayın, daha açık, net ifadesiyle “hayvanca yaşama”dır. Gözün, her şeye açık olması, haram-helal bilmeden; kulağın, bütün muharremâta açık bulunması… Oysaki o, “mesmûât”a karşı açık olsun diye; öbürü “mübserât”a karşı, tekvinî emirlere karşı açık olsun diye; ağız, doğru şeylere tercüman olması için verilmiş. Kalb, doğru şeylerin heyecanıyla çarpmak için verilmiş. Dimağ, doğru şeylerin muhakemesini, mantığını yapmak için verilmiş… Eskiler “mâ hulika leh’inde kullanma” derlerdi; her uzuv, ne için yaratılmışsa, onu o istikamette kullanma ve o istikamette kullanma mevzuunda sabretme.. o çerçeveye riayet etme, onu kırmızı çizgi olarak kabul etme ve onun dışına çıkmamaya çalışma… Bu da sabrın önemlilerinden bir tanesi.

Şimdi dışta bunu iradî olarak yapacaksınız. A kurban olayım, biraz zorlanacaksınız bu mevzuda; dükkânda iseniz zorlanacaksınız; eczanede iseniz, zorlanacaksınız; bir vazifede, bir hayatî birimde iseniz, zorlanacaksınız biraz bu mevzuda. Haram görmeme, haram dinlememe, haram konuşmama, haram düşünmeme ve Allah’ın yasak ettiği daire içine girmemede zorlanacaksınız. Ama zorlanır da sabrederseniz, amudî (dikey) olarak yükselirsiniz.

Şimdi benim o mevkuf, o muzdarr, o mescûn kardeşlerimin iradî olarak sabredecekleri şeyler, bir yönüyle artık ellerinden alınmış. Ne göz fena şeyleri görebilecek durumda; ne kulak, fena şeylere açılabilecek durumda; ne ağız, fena şeyleri dırdır edebilecek durumda; ne kalb, fena şeylerin heyecanıyla çarpabilecek durumda; ne de zihin, fena şeyleri mülahazaya almak suretiyle nöronları kirletme durumunda… Bakın, ayrı bir kazanım oluyor burada, zorlanmadan. Sabra terettüp eden şey, bu defa, orada hapishane şartları. Allah (celle celâluhu) içeriye koyuyor, hürriyetini sağdan soldan makaslıyorlar senin; haysiyetini makaslıyorlar, şerefini-onurunu makaslıyorlar, bir yönüyle. Biraz zorlanıyorsun burada fakat aynı zamanda iradî zorlanacağın şeylere karşılık, yine burada sen, amudî olarak yükseliyorsun.

   Zalimin zulmünü kolaylaştırmak da bir çeşit zulümdür.

Bela ve musibetlere karşı sabra gelince: El-âlem, sizi bir yönüyle, değişik şeylere müptela ediyor. Biraz evvel dediğim gibi; “Cihana geldiğim günden beri, pek çok ezâ gördüm.” “Ne dünyadan safa bulduk, ne ehlinden recâmız var / Ne dergâh-ı Hûdâ’dan ma’âda bir ilticamız var.” (Nef’î) Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) buyuruyor: أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلْأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَاْلأَمْثَلُBelânın en çetini, en zorlusu, üstesinden gelinmezi, Enbiyâ-i izâma; sonra derecesine göre mü’minlere…” Bazen, dil ile ilişecekler size, salya atacaklar; bazen bakışlarıyla, bir yönüyle, sizi çarpacaklar; bazen kulağa gelip çarpan şeyler ile kalbinizi rencide edecekler… İnsansınız nihayet… Değişik şeyler karşısında teessür duyuyorsunuz. “Ben usanmam -gözümün nuru- cefâdan amma / Ne kadar olsa, cefadan usanır, candır bu.” (Keçecizade) Hepsi candır o insanların, cefadan usanırlar. Sürekli bela yağdırıyorlar; dolu gibi, kaya gibi, taş gibi bela yağdırıyorlar. Bunlar karşısında dişini sıkıp sabretmek…

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor: “Sabreden kimse zaferyâb olur.” مَنْ صَبَرَ ظَفِرَKim dişini sıkar, aktif sabra girerse, o, er geç zaferyâb olur!” “Aktif sabır” nedir? Durağanlığa girmeden, yürüdüğü yolda devam ederek, zorluklara tahammül göstermektir. Sağdan-soldan saldırmalar olmasına ve esirmiş develer gibi, çıldırmış filler gibi, saldıran gulyabaniler gibi, her köşe başında saldıranlar bulunmasına rağmen durmamak; sadece bir vites değiştirerek yola devam etmektir. Kat’iyyen durmamalı!.. Eşyadaki “atalet” kanunu, bir gerçektir; duran, savrulur!.. Hareket eden, mutlaka bir yörüngede hep hareket eder durur! “Güneş, silkinir, tâ etrafındaki meyveleri sağa-sola saçılmasın.” Silkinip durmak lazım. Hacda, metâfta, izdiham anında koşma (remel) veya sa’yde hervele imkânı olmadığı zaman “yerinizde zıplayıp duracaksınız” buyuruyor Peygamber Efendimiz, sallallâhu aleyhi ve sellem. Durduğunuz zaman, yeniden harekete geçmek zor olur. Durmadan, sadece vites ile oynayarak yolunuza devam etmelisiniz.

Yürüdüğünüz yol, Peygamber yolu; Cenâb-ı Hakk’ın hoşnut olduğu bir yol. Bu yolda yürümeye sabredeceksiniz, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bazen zindanda olabilir, mescûn, mevkûf, müstantak… Bazen ihtifâ şeklinde olabilir. O da ayıp değil!.. Niye saklanıyorsunuz?!. Ee seyyidina Hazreti Musa, Amnofis’ten ayrıldı gitti Medyen’e. İnsanlığın İftihar Tablosu, Mekkeli müşriklerin zulmünden ayrıldı, gitti; önce Sevr Sultanlığına sığındı, ondan sonra da Yesrib’i Medineleştirmek, medeniyet merkezi haline getirmek üzere Yesrib’e azm-i râh etti. İnsanlığın İftihar Tablosu da yaptı. Hazreti Nuh yaptı.. Hazreti Hud yaptı.. Hazreti Sâlih yaptı.. Hazreti Lût yaptı.. Hazreti İbrahim yaptı… Peygamberler yolu.

Dininden-diyanetinden dolayı baskı gördüğü için gidip zalimlerden özür dileyen bu büyük insanlardan bir tanesi var mı?! Bir tane gösterebilir misiniz?!. “Özür dilerim ey Ebu Cehil, ey Utbe, ey Şeybe, ey Amnofis, ey Ramses, ey İbnu’ş-Şems, ey Jul Sezar, ey Saddam, ey Kaddafî… Özür dilerim, ben sizin şerrinizden kaçmış, bir yerde saklanmıştım; beni düşündünüz, size zahmet oldu, beyin yorgunluğu yaşadınız, kusura bakmayın, geldim ben!..” falan… Yok, böyle bir şey.

Zalimin zulmünü kolaylaştırmak da bir yönüyle zulüm sayılır. Size haksızlık yapan insanın size karşı yaptığı haksızlığı kolaylıkla yapmasına fırsat vermeme, ayrı bir ibadettir. Zalimin eline geçmeme mevzuunda göstereceğiniz her gayret, o da ayrı bir ibadet sayılır. Bu ibadeti de ihmal etmeyin.

Bazılarına öyle ayrılma, “fârrîn”.. bazılarına saklanma, “muhtefîn”.. bazılarına bir yerde kendini anlatma, “nâtıkîn”… Herkes durumuna göre, konumuna göre, bu hadiselerin cereyan ettiği anda yapması gerekli olan şeyi yapacak ama kat’iyyen durağanlığa düşmeyecek, Allah’ın izni ve inayetiyle.

   Hizmet gönüllülerine “terörist” diyen, teröristin ta kendisidir; onları “firak-ı dâlle” gösterenin kendisi dalalete düşmüş bir zavallıdır.

Bir gün o zindandakiler, Yusuf gibi çıkacaklar, Allah’ın izni ve inayetiyle. Çünkü onlar, anarşistlerin, teröristlerin (!)… Hani “terörist” de dediler. Bir vandal yazdı, başka vandallar da imza attılar. Karıncaya basmayan insanlara “terörist” dediler. İnsan, Allah’tan korkmuyorsa, hiç olmazsa insanlardan utanır. Yahu, Allah aşkına, haramiler gibi tepelerine bindiğiniz zaman, gidip mallarının üzerine konduğunuz zaman, alın teriyle kazandıkları mallarına konduğunuz zaman, yurt dışında olan paralarını bile bloke ettiğiniz zaman, Allah aşkına söyleyin, birisi size karşı tükürük attı mı?!. Yumruğunu sıktı mı?!. “Allah’tan korkun!” dedi mi?!. Demedi!.. Çünkü hakiki mü’min.. çünkü efendi.. çünkü centilmen.. çünkü karakterinin gereğini sergiliyor. قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ “De ki; herkes, kendi karakterini sergiler!” Sen bu karakterde olan insana “terörist” diyorsan, teröristin teki senin kendindir. Sen, bu karakterde olan insana “firak-ı dâlle!” diyorsan, sen firak-ı dâllenin tâ kendisisin. Sen, bu karakterde olan insanlara “yeni bir din…” falan diyorsan, hayatında namazın sünnetini bile kaçırmamış, ağzına bir arpa kadar haram koymamış…

Bunları söylemekte mahsur var mı? Fakir, altı sene idarecilik yaptım Kestanepazarı’nda. Orada talebelik yapan insanlar var, şu anda da içinizde varlar. Çıksın birisi bana desin ki, “Talebe için pişen yemekten bir kaşık aldın!” Aldımsa, Allah canımı alsın. Almadım. Çünkü vakıf idi o. Ben, kendi maaşım ile geçindim. Altı sene, orada, günde altı saat derse girdim. Mütalaada başlarında bulundum, yedi-sekiz saat. O günün talebeleri var içinizde bugün. Mesai yaptım. Fakat bir kuruş almadım. Çünkü oraya yardım edenler, vakfa yardım ediyorlardı. Milletin malından arpa kadar şey, ağzıma koyamam. Kıtmir’in levhalarda gezen sözüdür: “Allah’ım, Sana, ağzıma bir arpa kadar haramdan koymuş olarak gelmeme fırsat verme!..

Ben, hiç birinizi, bu anlayışın iki adım gerisinde görmüyorum. Hayatınızı bu çizgide sürdürdüğünüze dair, bütün kalbimi -Allah’ın izni ve inayetiyle- ortaya koyarım. Hayatını bu anlayış, bu mantık ve bu felsefeye bağlı olarak götüren insanlara, “terörist” diyen insan, dünyada en aşağı insandır. “Firak-ı dâlle!” diyen, bir vandal, mahlûktur. “Farklı bir din ortaya koymaya çalışıyorlar!” diyen…

Nafileleri bile kaçırmayan.. hatta yirmi yaşına kadar kıldığı namazlarını kaza eden.. dört yaşından itibaren namaz kılan ama “Bazılarında belki istibraya dikkat etmemişimdir” diye yirmi yaşına kadar olanları kaza eden… Oysaki dört yaşında namaz zaten farz değil. Büyük çoğunluğa göre on beş yaşında namaz farz oluyor. Ama kendi kendine “Madem sen yaptın onu, belki dikkatli yapmamışsındır” diyerek, o süre zarfında kıldığı namazları bile, her gün kırk rekât ilave ederek yeniden kılan… Böyle bir insana sen “terörist” diyorsan, “firak-ı dâlle” diyorsan, dünyada senden daha alçak insan yoktur. O alçaklığınla haşrolacaksın. Evvela tarihe geçeceksin, tarihin sayfalarında, paragraflarında okuyanlar, o paragrafta senin yüzüne tükürecekler; sana, Ziya Paşa gibi, “Yufff!..” çekecekler. Vesselam..

Onun için ister “fârrîn”, ister “muhtefîn”, ister “mescûnîn”, ister “mevkûfîn”… Dişini sıkıp herkesin sabretmesi lazım, Allah’ın izni ve inayetiyle..

Bugünün yarını var, yarın Hakk’ın divanı var. Hakk’ın divanına varalım, Allah deyü deyü. Biraz değiştirdim, Yunus Emre’nin sözünü: “Miskin Yunus var dostuna / Koma bugünü yarına / Yarın Hakk’ın divanına / Varam Allah deyü deyü.”

Diğerlerine, zalimler gelince; şahsî hakkımı helal ediyorum. Kime? “Terörist!” diyene, şahsî hakkımı helal ediyorum. Ama bir zümreye, bir cemaate, geçmişiyle-geleceğiyle “terörist” diyene, o hakkı helal etmek, benim haddim değil, Allah’a karşı terbiyesizlik olur. O terbiyesizliği irtikâp edemem ben. “Firak-ı dâlle!” diyen o zavallıya, şahsi hakkımı helal ediyorum ama bir zümreye “firak-ı dâlle” diyorsa, teker teker hepsinin elini öpüp “Hakkını helal et!” demedikten sonra, o hakkın helal edilmesi mümkün değil; o, “cuppp” diye Cehenneme düşecektir. Sürü halinde bunların arkasından sürüklenenler de, o gün yürekleri “cızzz” diye inleyecektir. Şahsî haklarımı helal ediyorum, kim olursa olsun.

Dua ile noktalayalım: رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ “Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhâb Sensin Sen!” İnsanlığın İftihar Tablosu ifadesiyle, يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَEy kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi İslamiyet’te sabit kıl! يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلَى دِينِكَEy kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbilerimizi dininde sabitleyip perçinle!.. يَا مُصَرِّفَ الْقُلُوبِ، صَرِّفْ قُلُوبَنَا إِلَى طَاعَتِكَ  “Ey kalbleri halden hale koyan Rabbim, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!” وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا وَسَنَدِنَا وَشَفِيعِ ذُنُوبِنَا وَمَوْلاَنَا مُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

Bamteli: DÜNYA HAYATINDA TÛBÂ VE ZAKKUM

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

  “Hevâ”yı “hüdâ”ya çevirebilmiş Hak dostları, her an ayrı bir “kurbet” kevseri içer ve hep “Daha yok mu?” deyip ziyade iştiyak arz ederler.

“Zulmet-i hicrinle bîdâr olmuşum yâ Rab meded,

İntizâr-ı subh-u didâr olmuşum yâ Rab meded!..” (Niyâzi-ı Mısrî, 1618-1693)

Hep “Yâ Rab meded!.. Ayrılığın hicranıyla kavruluyorum!” deme.. bir yönüyle, Arş’ın örtüsüne başını koysan bile “Ötesi yok mu yâ Rabbî!” diyecek kadar derin bir hicran hissiyle hep kavrulup durma… Ufuk bu olmalı. İstidadın ve arş-ı kemâlâtın seni nereye kadar götürmeye müsait ise, oraya kadar gidersin. Arada belli boşluklar kalabilir fakat azmin ve niyetin ile, Allah (celle celâluhu) onu doldurur ve tıpkı başını oraya koymuş gibi kabul buyurur.

“Başı oraya (Arş’ın örtüsüne) koyma” meselesini, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in Hazreti Musa (salavâtullâhi ve selâmuhu ala nebiyyinâ ve aleyhi) için kullandığı bir tabirden mülhem ifade ediyorum. (Sahih-i Buhari’de nakledilen bir hadis-i şerifte, Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) -ihtimal- hem kendi tevazuunun ifadesi olarak hem de ümmetine diğer peygamberlere karşı saygı telkin etme gibi hikmetlerle buyuruyor ki: “Beni Musa’ya tercih etmeyin, ondan daha hayırlı olduğumu söylemeyin. Haşr u neşir olduğunda onu arşın kaidelerine tutunmuş olarak göreceğim. Bilmiyorum, daha önce yaşadığı (Tur’daki tecellî neticesinde meydana gelen) baygınlıktan dolayı mı yeni bir baygınlık yaşamadı, yoksa önce mi haşroldu?” (Buhâri, Enbiyâ, 31; Müslim, Fezâil, 157.)

Cenâb-ı Hak, dini, imanı, ihsanı, ihlası, marifeti, muhabbeti, aşk u iştiyakı içtenleştirmeye, tabiatımızın bir derinliği haline getirmeye ve dinin delisi olup O’nu başkalarına da sevdirmeye bizi muvaffak kılsın.

Ama gönül arzu ediyor O’nu, gönül. Hazreti Hanzala gibi.. Efendimiz’in huzurunda olunca mest u sermest, kendinden geçiyor, adeta bayılıyor. Dışarıya çıkınca, çoluk-çocuk, evlâd ü iyâl, çarşı-pazar… Halini Hazreti Ebu Bekir efendimize açıyor; o da aynı şeyden şikâyet ediyor. Bildiğiniz bir mevzu, muteber kitaplarda zikrediliyor: O, نَافَقَ حَنْظَلَةُ “Hanzala münafık oldu!” deyince, Hazreti Ebu Bekir “Neden?” diye soruyor. Allah Rasûlü’nün huzurundaki o enginleştirici, o derinleştirici, o sonsuz ufuklara açılma imkânı sunan atmosfer dışarıda bulunamıyor. Bir yönüyle, dünyanın içine açılınca, o seviye, o kıvam korunamıyor; Hazreti Hanzala, kendi ufku itibarıyla, azıcık kırılmalar hissediyor kendi içinde, “Nöronlarıma bir kısım toz-duman bulaştı!” diyor ve bunu nifak sayıyor: نَافَقَ حَنْظَلَةُ

Hazreti Ebu Bekir’e derdini açıp sebebini de söyleyince; o koca insan da kendi hakkındaki endişesini dile getiriyor. Şayet Hazreti Ebu Bekir, peygamberler devrinde yaşasaydı, peygamberlerden bir peygamber olurdu; رَغْمًا عَلَى الزَّرْدُشْتِيِّين (Onun faziletine inanmayan Zerdüştîler’e (!) rağmen bu böyledir.) İşte o insan (radıyallahu anh) diyor ki: “Yahu Hanzala, bende de oluyor bu! Demek ki ben de öyle…” Dertlerini Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) arz ediyorlar. Buyuruyor ki, o büyük insibağ sahibi İnsan, “Bazen öyle, bazen böyle!..”

  “Allahım, bize bizi aşan istidatlar ve o istidatlarda inkişaflar ver!”

“İnsibağ” dediğimiz, O’nun boyasıyla boyanma… Huzurunda oturunca, O’nun bakışlarında, gözünün “iris”inde, gözünün siyahının oynamasında, dudaklarının kıpırdayışında, mübarek kulaklarının duruşunda, çehresindeki ciddiyette derin manalar okuma… Şayet ön yargınız yoksa, şartlanmış değilseniz, O’nu gördüğünüz ân, Abdullah ibn Selam gibi, hemen diz çöküp لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demeniz mukadder… Öyle bir insibağı var. Bir kere görme, size öyle bir boya çalıyor ki, hemen onun rengine bürünüyorsunuz.

İşte Hanzala, huzur-u nebevîde bulunurken, o renge bürünüyor insibâğ-ı nebevî ile, huzurun insibağı ile. Oysaki oradan ayrılınca, bu defa dünya -şöyle böyle- üzerinde tesirini icrâ ediyor ve Hazret ona “nifak” diyor. Huzur-u Risaletpenâhî’de mesele sorulunca, Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Eğer zamanın her parçasında benim yanımda olduğunuz gibi olsaydınız, huzurumda duyduğunuz şeyleri dışarıda, çarşıda-pazarda da duysaydınız, melekler sokaklarda sizinle musâfaha ederler, sizi gezdiğiniz her yerde selamlarlardı!..” Evet, inerler, size selam vermek için kuyruğa girerlerdi. “Şu mübareğe bir selam da ben çakayım, bir selam da ben çakayım!..” demektir bu. (Bu son söylediğim, o meseleden mülhem sadece, meselenin haşiyesinden, şerhinden ibaret.)

İnşaallah kalblerimiz o ufka müteveccihtir; Allah, o ufka tam müteveccih kılsın!.. Arş-ı kemâlâtınızın üzerinde size yeni arş-ı kemâlâtlar, daha yüksek seviyeler bahşeylesin!.. (Âmin) Bu Kıtmîr’i de… O’nun kıtmîri de olur, heyetin kıtmîri de olur. Şahs-ı mânevînin kıtmîri olmayı şeref bilirim, şahs-ı mânevînin kıtmîri… Kıtmîr’i de Allah, size bağışlasın.

  “Mü’min, temiz kalbli, hüsn-ü zanlı ve kerimdir; fâcir/münafık ise hilekâr ve leîmdir (ayak oyunlarıyla hayatını sürdürür, hep alçakça davranır.)”

Biz hüsn-ü zannın gereği olarak herkesi kendimizden aziz biliriz/bilmeliyiz. Kimler hüsn-ü zan edebileceğimiz ölçüde namazını kılıyor, orucunu tutuyor, haram yemiyor, yalan söylemiyor, iftirada bulunmuyor, Makyavelist gibi gayr-ı meşru yolları hedefine ulaşmak için kullanmıyorlarsa, onları kendimizden aziz biliriz. Bu, meselenin bir yanıdır. Fakat bazı kimseler haram yiyor, yalan söylüyor, iftirada bulunuyor, makamını korumak için her türlü gayr-ı meşru vesileye başvuruyor, tam bir Makyavelist gibi hareket ediyor, diyalektikten diyalektiğe koşuyor, demagojiden demagojiye koşuyor ise, bunlar hakkında hüsn-ü zan etmek, aldanmışlık olur.

Bazen aldandığımız da olabilir: İyi yanlarını görürüz, bir لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demelerini nazar-ı itibara alırız. Kurban olayım o ikrara; biri onu ağzına aldığı zaman, bir kere öyle deyince, en azından o anda, o meselenin telaffuzu karşısında, telaffuz edilen şeyin hatırına, benim gönlümdeki -aysbergler gibi- buzlar erir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de buyurmuyor mu: الْمُؤْمِنُ غِرٌّ كَرِيمٌ، وَالْفَاجِرُ خِبٌّ لَئِيمٌ “Mü’min, saftır (temiz kalbli ve hüsn-ü zanlıdır), kerimdir; fâcir/münafık ise hilekârdır, leîmdir (ayak oyunlarıyla hayatını sürdürür, alçakça davranır.” Dolayısıyla da aldanmış olabiliriz. Çend defa, böyleleri Müslümanlar içinde göründüğünden, İslamî argümanları kullandığından dolayı, aldandık; çend defa…

Evet, şimdiye kadar çend defa aldanmışızdır biz bu mevzuda. Böyle iyi bir yanlarını görünce hemen inandık. Tavus kuşu insanları gördüğü zaman, bütün renkleriyle kendini salıverir; o zaman, gel de sen ona “güzel” deme! O türlü tavırlar içinde bulunan insanlar hakkında da aldandığımız olabilir, yanıldığımız olabilir. Allah, o yanılmaları bağışlasın! Yanılmış, kapı kapı dolaşmış ve onlar için olumlu şeyler söylemiş, onlar için çok pozitif davranışlarda bulunmuş, dünya adına kazanacakları şeyleri kazanmaları mevzuunda el-etek açmış, yüzsuyu dökmüş, dilencilikte bulunmuşuz. Aldanmışız. Aldanabilir mü’min.

Arz ettim: وَالْفَاجِرُ خِبٌّ لَئِيمٌ “Fâcire gelince, o sürekli ayak oyunları sergiler, her türlü demagojiye ve yalana başvurur.” Günümüzde bazı medyada gördüğünüz bir kısım kimselerin yaptıkları gibi… Sesli, sözlü, kalemli, tuşlu, yazılı, İnternet’li, Twitter’li, bir sürü yalanlar, tekzipler, tehcirler, tahkirler, tezyifler görebilirsiniz. Bunlar devam ve temadi ediyorsa şayet, devam ve temadi, insanda imanın zırnığını bile bırakmaz. Zırnığı bile kalmaz ki, çağrı olsun diğerlerine!.. “Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır!” Hemen tevbe, inâbe, evbe ile o günah silinmezse, o, bir lekeye çağrı olur; bir leke de başka bir lekeye…

  “Demek iman, bir manevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise, manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.”

Hadis-i şerif ifade buyuruyor, Hazreti Pîr de hadisin manasından mülhem şöyle söylüyor: “Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nûr-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.” Lem’alar, s.9 / İkinci Lem’a) Bu defa tabiplerin “fâsid daire” dedikleri, sadeleştirip “kısır döngü” sözü ile ifade ettikleri “günah kısır döngüsü” oluşur. Her günah, bir ikincisine çağrı olur; ikincisi üçüncüsüne çağrı olur. Bir kere yalan söyleyen, ikincisine doğru da bir adım atmış olur. İkincisine adım atan, bu defa müzaafa geçer; dördüncüsüne.. dördüncüsünü yapan, sekizincisine.. sekiz defa yalan söylemiş olan, on altıncısına.. ve artık bu kadar yalan söyleyen, iftirada bulunan, tezvirde bulunan, tahfifte bulunan, tahkirde bulunan, her mü’mini her şeyiyle hafife alan, hatta günümüzün bir kısım sapıklarının dedikleri gibi, mü’mine “mürted” diyen, “firak-ı dâlle” diyen insanlar, hiç farkına varmadan, -Allah korusun- küfrün gayyası içine yuvarlanmış olurlar. Bu da meselenin diğer bir yanı.

Bir de bazı kimseler de vardır ki, hakikaten ümmîdir; gördüğünüz ve Kur’an’ı eline verdiğiniz zaman, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ beyanını bile doğru telaffuz edemez; “Rabbi’l-elemin” der, “ayn”ı da “elif” okur, “Ha”yı “he” okur. Öyle okur; öyledir, bilgi ufku o kadardır. Evet, çok kitap görmemiştir. Fakat Allah ile öyle bir irtibatı vardır ki, bildiğini öyle pratiğe dökmekte, amele dökmekte ve إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (iman edip sâlih ameller işleyenler hüsrâna uğramaktan ve esfel-i sâfilîne/en aşağı derekeye düşmekten hâriçtirler) hakikatine öylesine merbût yaşamaktadır ki… “İman ve aksiyon” birbirinden kopmaz, bir hakikatin iki farklı yüzü gibi. Evet, iman varsa, mutlaka aksiyon da olmalı, amel-i sâlih de olmalı. Öylesine merbut o mevzuda, öylesine bağlı!.. Baktığınız zaman, hakikaten onların ikliminde de, o engin insibağı görebilirsiniz. Bakışlarıyla, duruşlarıyla -bir yönüyle- inandırırlar sizi. Fakat idrak ufukları itibariyle sınırlıdırlar; çok kitap karıştırmamışlardır. كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا “… tıpkı ciltlerle kitap taşıyan merkebe benzerler…” (Cuma, 62/5) denilen insanlardan değillerdir. Çok kitap sırtlamamışlar, fihriste bakmamışlar, fihrist fişlememişler, sonra onlardan kitaplar işlememişler, işledikleri kitaplarla övünmemişler. O mevzuda çok geri kalmışlar. Fakat kalbî enginlikleriyle öylesine derinliklere açılmış, öyle cevher adalarında, mercan adalarında dolaşıyorlar ki, o zenginlikler artık onların gözlerini kamaştırmıyor, “Ne olacak bunlar!” diyorlar. Çünkü gördükleri çok farklı zenginlikler var, kalblerinde müşahede ettikleri çok derin zenginlikler var. “Demek iman, bir manevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor.”; o cennet çekirdeğinde her zaman cenneti müşahede ediyorlar. “Küfür ise manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.”; onu da o kadar çirkin görüyorlar.

  İmanın O Derin ve Doyulmaz Tadını Duyabilmenin Üç Şartı

Evet, tam şu hadisin mealine uygun: ثَلاَثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ حَلاَوَةَ الإِيمَانِ “Üç şey vardır ki, kimde bulunursa, o, imanın o engin, o derin, o doyulmaz tadını tatmış demektir.” Kimde bu hasletler varsa, imanın o engin, o derin, o tattığınız zaman bir daha elinizden bırakmayacağınız, bırakamayacağınız, duyulmadık, doyulmadık tadını tatmıştır. ثَلاَثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ “Üç şey vardır ki, kimde bulunursa.. وَجَدَ حَلاَوَةَ الإِيمَانِ “İmanın halâvetini tam tatmış demektir.” Artık onun nazarında, o imana muhalif en küçük şey, -bağışlayın- zehir zemberek gibi gelir, kezzap gibi gelir. “Amanın, bunu ben dilime, dudağıma, dişime dokundurmamalıyım; o, dokunduğu yeri öyle bir yaralar ki, bir daha onulması imkânsız olur.” der. Küfrü, küfre götüren yalanı, iftirayı, tezviri, dünyaperestliği, nefsânîliği, hevâ-i nefse uymayı, bohemliği, hayvanca yaşamayı öyle bir kerih görür ki!.. Çünkü kendini o iman halâvetine salmıştır. وَجَدَ حَلاَوَةَ الإِيمَانِ

  Bir: أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُمَا “Allah’ı ve Rasûlü’nü, -Allah ve Rasûlü müstesnâ- her şeyden fazla sevme.” Allah ve Rasûlü’nü öyle sevme ki, işte Hazreti Ömer efendimize, Efendimiz’in buyurduğu gibi; “Beni kendinden de artık sevmedikten sonra gerçek iman etmiş olamazsın!” Bir hakikat dersi veriyor. Allah’ı ve Rasûlullah’ı -istekleri ve emirleri istikametinde- kendi arzu ve isteklerinize tercih edeceksiniz. Seveceksiniz. Öyle bir sevgi içinizde olunca, imanı da tatmış olacaksınız. Cenâb-ı Hak, kalblerinize, kalblerimize, derinlemesine taklidî iman taşıyan, şeklî Müslümanlığa takılıp kalan, bir yönüyle (hadislerin ifadesiyle) Sırat’ta kancalara takılıp kalmış kimseler gibi nefsâniliğe ve taklide takılıp kalmış olan insanların kalblerine bu engin imanı ihsan eylesin, lütfeylesin.

  İki: وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لاَ يُحِبُّهُ إِلاَّ لِلَّهِ “Bir insanı seviyorsa, ancak Allah’tan dolayı sevmek..” Buna اَلْحُبُّ للهِ “Allah için sevgi” denir. Bir kelime ilave edebilirsiniz; اَلْحُبُّ لِرَسُولِ اللهِ Rasûlullah’tan dolayı sevgi. Efendimiz’in hatırına Ehl-i beyti sevmiyor musunuz?!. Geçen gün Kıtmîr ifade etti, İmam Şâfii’nin sözüyle: Ehl-i beyti sevmek, Alevîlikse şayet, yedi cihan şahit olsun, Hasan’a da bayılırım, Hüseyin’e de bayılırım, Zeynü’l-âbidin’e de bayılırım, İmam Caferü’s-sâdık’a da bayılırım, Muhammed ibnü’l-Hanefiyye’ye de bayılırım.. bayılırım.. bayılırım. Perslerin “İmam-ı müntazır” dedikleri zat gerçekse şayet, ona da bayılırım. On ikinci evladı değil, yüz yirminci evladı, ona da bayılırım. O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) nispeti olan herkese bayılırım. Bu ayrı bir mesele..

Bir insanı severken, وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لاَ يُحِبُّهُ إِلاَّ لِلَّهِ Allah’tan ötürü, Rasûlullah’tan ötürü, dininden ötürü, diyanetinden ötürü sevmek. اَلْحُبُّ للهِ وَالْبُغْضُ للهِ sözüyle ifade etmişler bunu; Allah için sevmek ve buğz edeceksen Allah için buğzetmek.

Bu arada buğz meselesine de bir tahşiyede bulunmak lazım. Tahşiye kelimesi de tehlikeli ya!.. Mahkemeye veriyorlar; burada vermişlerdi. Bir avukat da tutmuşlardı, ona milyonlar da vermişlerdi, mahkûm etmek için Kıtmîr’i. Hâkim de o iddianameyi, o avukatın yüzüne çarptı; “Böyle bir dava olmaz!” diye, burada.

  Allah için buğz etmek ne demektir; öyle bir buğzun gerekleri nelerdir?

Allah için buğz etme, esasen insana buğz etme demek değildir, sıfatlara buğz etmektir. “Her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez.” diyor büyük Hak dostu.

İnsanlara ve insanlığa karşı mürüvvetli hareket etmek.. insanî değerlere karşı saygılı olmak.. insanları sevmek.. insan Allah’ın elinden çıkmış âbide bir varlık olduğu için, en azından San’atkar’ın sanatına saygı duymak… Bunlar esastır. Fakat ille de bir şeye buğz edilecekse, insanın evsâf-ı deniyyesine buğz etmek gerekir: Yalana buğz etmek, iftiraya buğz etmek, bohemliğe buğz etmek, haram yemeye buğz etmek, dünya hayatını ukba hayatına tercih etmeye buğz etmek, tûl-i emele buğz etmek, tevehhüm-ü ebediyete buğz etmek, dünya adına doyma bilmemeye buğz etmek… Bunların hepsi şeytan dürtüsüyle insanın içinde filizlenmiş “şeytanî fideler”dir. Şahsa değil de bu evsâf-ı deniyye-i hasiseye buğz etmek, Allah için buğz etmektir. Böyle bir buğzun gereği de “Yahu nasıl yapsam ki, bu insanı bu pislikler sarmalından kurtarsam?! Kendini -zavallı- yüz tane öyle şeytanî sarmal içine atmış ki, bu, bunların içinde ölür giderse…” deyip o kötü sıfatların izalesine çalışmaktır.

Dünden bu yana birkaç defa aklıma geldi: Zulmedenler, haksızlık yapanlar, tagallüpte, tahakkümde, tasallutta, temellükte, kıyımda bulunanlar, alın teriyle kazanılan şeylerin üzerine konanlar, onları satışa-pazara çıkaranlar… Yaptıkları bu şeylerle zâlim olduklarında şüphe yok, fâsık olduklarında şüphe yok. Evet, fâsık ve zâlim olduklarında şüphe yok; çünkü bu sıfatlar kâfir sıfâtı. Bunlar aklıma geldiğinde dedim ki, “Yâ Rabbi! Bahtına düştüm, kurban olayım Sana. Bu büyük günahların cezasını ahirete bırakma; birer tokatla, birer kulak çekmekle bu zalimleri vazgeçirteceksen, bir de beni orada yakma. Cehennem’de alev alev yanarlarken, onları öyle göstermek suretiyle, canımı yakma ya Rabbi!” Yemin ederim size, kaç defa aklımdan geçti. Ve derdimi döktüm, Rabbim’e karşı derdimi döktüm..

Evet, olumsuz sıfâta karşı tavır almak, اَلْبُغْضُ فِي اللهِ Allah için buğz etmek ama sıfata buğz etmek. Ve buğzu da bir yönüyle onu, o şeytanî sarmaldan kurtarma istikametinde kullanmak. Hangi argümanları değerlendirerek, hangi güzel şeyleri bir meşhere sergiliyor gibi sergileyerek o işi yapacaksanız, onu yapacaksınız. Ev mi açacaksınız, okul mu açacaksınız, üniversite mi açacaksınız, evinize mi davet edeceksiniz, telefonla hatırını mı soracaksınız, ne yapacaksanız, yapacaksınız. Elli türlü alternatifiniz olacak; sadece a-b-c planı değil, hece harflerini aşacak şekilde; yirmi sekiz tane değil, alternatif yollarınız yöntemleriniz olacak.

“Ne yapmalıyım ki ister kendi ülkemde, isterse bütün âfâk-ı âlemde, enhâ-ı âlemde, nevâhiü’l-hayatta, bu insanları o şeytan sarmalından kurtarayım?!. Acaba ne yapmalıyım?!.” Bu niyetin seni kurtaracaktır. Gerçek kurtarmaya gelince, o Allah’a aittir: إِنَّكَ لاَ تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ “Her arzu ettiğin kişiyi doğru yola iletmek senin elinde değildir.” (Kasas, 28/56) Kime diyor?!. Huzurunda durduğun zaman, içindeki küfür aysbergleri eriyen İnsan’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) diyor. إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَن يَشَاء وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ “Her arzu ettiğin kişiyi doğru yola iletmek senin elinde değildir; ancak Allah’tır ki, kimi dilerse onu doğru yola iletir. O, hidayete lâyık ve yatkın olanları çok daha iyi bilir.” (Kasas, 28/56) Sen, o yolda olacaksın ama kalbleri yumuşatmak, onları sırat-ı müstakîme hidayet etmek, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ hakikatiyle serfiraz kılmak sadece Allah’a ait bir şeydir.

  Üç: وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِى الْكُفْرِ بَعْدَ أَنْ أَنْقَذَهُ اللَّهُ مِنْهُ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ (يَعُودَ) فِي النَّارِ ِ “Allah onu küfürden kurtardıktan sonra yeniden küfre düşmeyi ateşe atılmaktan daha kerih görmek.” Allah (celle celâluhu) hidayet buyurup -hepimizi hakiki hidayet ile serfiraz kılsın- iman nuru ile onu taçlandırdıktan sonra, küfre dönmeyi, Cehennem’e giriyor gibi kerih görmek!.. Hafizanallah, Allah hidayet ettikten sonra, yeniden küfre düşmek ne kötü bir akıbet!.. وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ بَعْدَ إِذْ أَنْقَذَهُ اللَّهُ تَعَالَى كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يَعُودَ فِي النَّارِ Ateşi görmüş, ateşin ne demek olduğunu anlamış, tatmış. Kim bilir, ilme’l-yakînin ötesinde, belki hakka’l-yakîni görmüş. Böyle bir şeyden sonra, ateşin içine dönmeyi nasıl kabul edemiyor, vicdanen kerih görüyor. Aynen öyle, imandan sonra küfre dönmeyi, öyle kerih görüyorsa bir insan, gerçekten imanın tadını tatmış demektir.

Bu üç esas çerçevesinde, Cenâb-ı Hak, imanın tadını tatmış olanlar zümresine bizleri ilhâk buyursun!..

  Sabredin; her gecenin bir nehârı, her kışın da bir baharı vardır!..

Sabırlı ol!.. اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ “Sabır kurtuluşun sırlı anahtarıdır.” Ezecekler, üzecekler.. ayaklarının altına alıp üzerinde gezecekler.. üzerine çizgi çizip çizecekler, vatandaşlıktan çıkararak çizecekler.. mallarının üzerine iz koyacaklar, “Bize kaldı!” diyecekler.. haramı “helal” diye yiyecekler.. sizden aldıkları şeyleri kendi urbaları gibi giyecekler.. edecekler… Bütün bunları göreceksiniz, tiksinti duyacaksınız, ürpereceksiniz. Fakat ye’se düşmeyeceksiniz, inkisar yaşamayacaksınız. “Her gecenin bir nehârı, her kışın da bir baharı vardır!” diyeceksiniz. “Her hazanı bir nevbahar, bir gülizar takip etmiştir!” diyeceksiniz, “Hâristanlar, mevsimi gelince, emin ellerle tımar görünce, gülistana, baharistana, bostana dönecektir!” diyeceksiniz. Ve yürüdüğünüz yolda, doğru bilerek yürüdüğünüz yolda, hep yürüyeceksiniz!..

(Elektronik tabloda) Bakîü’l-ğarkad resmi çıktı; deniyor ki:

“Âbâd ettiniz bizi, siz de olunuz âbâd,

Mü’min sineler, şükranla bunu ediyor yâd;

Şimdilerde birer “yâd-ı cemil”siniz mûtâd,

Şâd olun ey kutsîler, Hak maiyetiyle, şâd.”

Yolunuzu, çizginizi korursanız, Amerika’ya gömülseniz dahi, Türkiye’ye gömülseniz dahi, Bakîü’l-ğarkad’da ashaba komşu olursunuz. Ehl-i keşif öyle müşahede etmiş; başka diyarda vefat eden nice sâlih zatı, Hazreti Hasan efendimizin yanında, Hazreti Osman efendimizin yanında, on bin sahabînin medfun bulunduğu yerde, onların yanında medfun görmüşler. Başka yerde ölmüş fakat ufku o olduğundan dolayı, oraya dâhil edilmiş. Yerin altında mesafe yok, orada mesafe, sıfır; milyonlarca kilometreler, orada birden bire “zero”laşıyor. Allah, inayetini üzerimizden eksik etmesin!..

Dünyada başkalarının sizi “zero”laştırmasına bakmayın. Evet, Allah sol tarafınıza bir rakam koyar, birden bire olursunuz, on. Rahmeti, gazabına sebkat etmiştir. وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ “Ve rahmetim her şeyi kuşatmıştır.” (A’raf, 7/156) buyuruyor. İki rakamı koyar, birden 20 olursunuz. “Ee bu ikiyi buraya koyduğuma göre, ben, sağ tarafa bir tane daha sıfır koyayım!” der, 200 olursunuz. Oraya bir sıfır daha, bu defa 2000 olursunuz. Önünüzde böyle bir yol varken, bir kısım zalimlerin, gaddârların, hattarların, fâsıkların, fâcirlerin, haram-horların, haram-zâdelerin, bohemlerin, müfterilerin, aynı zamanda “itiraf” adı altında iftira edenlerin, müfteri olan mu’teriflerin… deyip ettiklerine aldanmayın!..

Evet. Önemli değil dünyada cefa görme, ezâ görme, belâ görme. أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلأَنْبِيَاءُ ثُمَّ الْأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ “Belânın en şiddetlisi, en çetini, en başa çıkılmazı Peygamberlere, sonra da sırasıyla yakın olan insanlara gelir.” deniyor hadis-i şerifte.

Ali Cuma Hoca efendi hazretleri de ifade buyurdular; Allah uzun ömür ihsan eylesin, Efendimiz’e komşu eylesin. Yakın körlüğü yaşayanlar, “mürted” derken, o, tâ Mısır’da kalktı, müdafaa etti sizi. Arkasından daha başkaları da, niceleri… Belki yarınlarda, öbür günlerde daha öbür günlerde insaflı ehl-i iman, ulemâ-i benâmın yüzlercesi, aynı şeyi söyleyecek: Mü’mine “mürted” diyenin mürted olduğunu.. Ehl-i sünnet ve’l-cemâat çizgisinde yaşamayı hayatının gayesi görmüş, “Amanın!.. Böyle zerre kadar muhalefet edersem, Allah canımı alsın!” diyecek kadar o mevzuda vefalı davranmış insanlara “firâk-ı dâlle!” diyen, Süfyan ordusunun düşük neferlerinin dalaletini… Bunları sorgulayan dünya kadar insaflı ulemâ-i benâm zuhur edecektir. Ve bir de o çirkin lafları edenler, gelecekte tarihin sayfalarında birer kirli satır halinde, tek satırla bahsedilecekler; “Vefasız, gayyâ insanları!” diye, tek satırla bahsedilecekler. Bugün, kendilerini nasıl -böyle- kin ve nefret sarmalı içinde bulmuşlarsa, öbür tarafta da öyle olacak.

Ama her şeye rağmen, bizim duamız: اَللَّهُمَّ إِنَّكَ عَفُوٌّ كَرِيمٌ، تُحِبُّ الْعَفْوَ، فَاعْفُ عَنَّا، وَاعْفُ عَنْهُمْ * وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ Allahım, şüphesiz Sen affetmek şanından olan Afüvv, ikram u ihsan denince akla gelen yegâne Kerim’sin; affetmeyi çok seversin. Bizi affeyle; bize zulmü reva görenleri de affına mazhar olacakları yola sevk et. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, onun güzide aile fertlerine ve Ashâb-ı kiramına salât ü selam ederek bunu Sen’den diliyoruz. Kabul buyur Rabbimiz!..

Bamteli: DEFİNEYE MÂLİK VİRÂNELER VE ÇAĞIN GARABETİ

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

  Bize şah damarımızdan daha yakın olan Allah’a kurbetin yolu kendi uzaklığımızı aşmamızdan geçer.

Kudsî hadis olarak rivayet edilen bir mübarek söz:

“Ey insanoğlu! Nefsini bilen Beni bilir. Beni bilen, Beni arar. Beni arayan, mutlaka Beni bulur. Ve Beni bulan, bütün arzularına ve dahasına nâil olur. Nâil olur ve Benden başkasını Bana tercih etmez!”

Evet, hadis-i kudsî diye rivayet ediliyor; hadîs-i kudsî diye.

Kur’an-ı Kerim’de bu meseleyi te’yid eden hususlar var; mesele pozitif yanıyla ele alınarak veya negatif yanıyla ele alınarak. Ezcümle, نَسُوا اللهَ فَأَنْسَاهُمْ أَنْفُسَهُمْ “Onlar Allah’ı unuttukları için, Allah da öz canlarını kendilerine unutturdu.” (Haşir, 59/19) Onlar, Allah’ı unuttular, göz ardı ettiler; Allah da onlara, unutma mukabelesinde bulundu. Buna “mukabele” denir, belagat ilmine göre; “müşâkele” de diyebilirsiniz. Onlar nasıl O’nu unuttular, O da öyle bir mukabelede bulundu.

O’nu bilme, çok önemlidir. O’nu bilmeme, O’ndan kopma demektir; kendi uzaklığımızı hazırlama demektir. O, bize, şah damarından daha yakındır. Cismaniyetimiz, hayvaniyetimiz, beşerî garîzelerimiz ve hevâ-i nefsimiz açısından uzaklığı biz kendimiz icat ediyoruz. Aşmamız gerekli olan da “kendi uzaklığımız”dır. O, yakındır; o Yakın’a (celle celâluhu) yakın olmanın yolu, kendi uzaklığımızı aşmaktan geçer.

Kendi uzaklığına takılan ne kadar çok insan var!.. Hüsn-ü zanna binaen, namazını kılan/kaçırmayan, orucunu tutan, hacca giden, yalan söylemeyen, iftira etmeyen, zulümde bulunmayan, irtikâpta bulunmayan, ihtilasta bulunmayan şahıslar hakkında “Bunlar, yakınlıklarını koruyan insanlar!” diye düşünmek lazım. Böyle düşünmek, حُسْنُ الظَّنِّ مِنْ حُسْنِ الْعِبَادَةِ “Hüsn-ü zan sahibi olması, kişinin kulluğunun güzelliğindendir.” fehvasınca, mü’minin hüsn-ü zannının gereğidir ve o en güzel bir ibadettir.

Fakat genele bakışta.. umumî ahvâle bakışta.. kuyruklu yalanların kol gezdiğine bakışta.. iftiralara bakışta.. haram-helal demeden irtikâplara, ihtilaslara bakışta.. tagallüplere, tahakkümlere, tasallutlara, temellüklere, milletin malına el koymalara bakışta… Hüsn-ü zannımız bizi onlar hakkında da aynı şekilde güzel düşünmeye zorlarken, vicdanımız da “Yalana evet demeyin!” diye bir davul sesiyle, belki bir mehter sesiyle bizi ikaz ediyor; tenbihte bulunuyor, “Ha, zinhar, sakın, sakın!” diyor. Çünkü münafığa “mü’min” demek, yalancıya ve müfteriye mü’min nazarıyla bakmak, dinî kriterlere, o münciyâta (insanı kurtarıp sahil-i selâmete ulaştıracak amellere) karşı saygısızlık sayılır. Mühlikât ve mûbikât (helâk eden ve felâkete sürükleyen hususlar) avenesine en azından sükûtla mukabelede bulunarak, onların hallerini Allah’a havale etmek -zannediyorum- selametli bir yol olsa gerek.

  Cennet’e ancak Hakk’ın rahmeti ve fazlıyla girilir; bununla beraber, vesilelik açısından kurtuluşumu aranızda sıradan bir fert olmaya bağladığımı Allah biliyor.

Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ * وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ “Her kim atom ağırlığı bir hayır yaparsa, onun mükâfatını görür; Allah (celle celâluhu), onun karşılığını verir! Kim de atom ağırlığı kötülük yapmışsa, onun cezasını görür!” (Zilzâl, 99/7-8) Atom ağırlığı, molekül ağırlığı veya elektron ağırlığı. “Zerre” deniyor; en küçük parça; “cüz-i lâ yetecezzâ” sözüyle ifade ederlerdi; “artık parçalanmayan şey” olunca, biraz elektron gibi. Onun da altında bir şey var, iyonlar ve eter, bizim dilimize felsefe yoluyla “esir” olarak geçen şey. Evet, hâlâ mevcudiyeti münakaşa mevzuu. O kadarcık şey bile olsa, Allah, iyiliğin mükâfatını, kötülüğün de cezasını verir. Ceza vermemesi, rahmetinin vüs’atine emanet, fazlına emanet.

“Fazl” kelimesinde vüs’at kullanılmamış; fakat Efendimiz “fazl” kelimesini kullanmış; kendisinin dahi Allah’ın lütfuyla, fazlıyla Cennet’e gireceğini belirtmiştir. Evet, kendi Cennet’e girişini bile, o “fazl”a bağlamıştır:  وَلاَ أَنَا، إِلاَّ أَنْ يَتَغَمَّدَنِيَ اللهُ بِرَحْمَةٍ مِنْهُ وَفَضْلٍ“Ben bile, amelimle cennete giremem! Ancak, Allah’tan bir rahmet ve fazl ile sarıp sarmalanırsam ancak onunla girebilirim!” buyurmuştur.

Demek ki, ekstradan bir bakış, bir teveccüh, bir iltifat. Zât-ı Ulûhiyet’in insanlara bu şekildeki teveccühlerini beşer arasındaki muameleler ile ifade etmek, onu daraltmak sayılır. Fakat bir misal teşkil etmesi açısından “ulûfe-i şâhâne” diyebilirsiniz. Padişahların cömertliklerini sergiledikleri yerde, layık olan olmayan herkes toplanır oraya. Sizlere “atayâ-i şâhanede bulunulduğu gibi, benim gibi kıtmirlere de “Madem bunlarla beraber gelmişsin, al, sen de al!” falan denilir.

Evet, kendi hakkımda hep böyle düşündüm. Cenâb-ı Hakk’ın fazlı, lütfu, keremi ve Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm’ın şefaatiyle, Cennet’e girme meselesi mukadder olur inşaallah. Fakat onu çok defa sizin içinizde âhâd-i nâstan bir fert olmaya bağladığımı, Allah da biliyor, kirâmen kâtibin de biliyor, mütelakkiyân da biliyor, Cibrîl de biliyor, (salat u selâmlarımda ismen anıyorum) İsrafil de biliyor, Mikâil de biliyor, Azrail de biliyor, hamele-i arş da biliyor. Bilenlerin bütün bildiklerini bilen, “Âlim”, “Alîm”, “Allâm” diye üç kiple bildiğini bildiren Hazreti Allamü’l-guyûb (celle celâluhu) da biliyor.

  “Harabât ehline hor bakmayın; defineye mâlik virâneler var!..”

Nice derbeder gibi görünen kimseler vardır ki, onların içleri define doludur. Bu hakikati İbrahim Hakkı Hazretleri bir şiirinde şöyle ifade eder: “Harabât ehline hor bakma Şâkir / Defineye mâlik viraneler var!..” Bu da bizdeki hüsn-ü zannın blokajlarından birisi sayılır. Falanı derbeder, perişan, yıkık-dökük, sürüm sürüm görünce, hemen onun hakkında olumsuz bir hükme varma!..

“Hakkı, gel, sırrını eyleme zâhir,

Olayım der isen, bu yolda mâhir,

Harabât ehline hor bakma Şâkir, (büyük oğlu)

Defineye mâlik virâneler var!..”

Hazreti Hızır ile Hazreti Musa kıssasında da defineye mâlik bir viraneden bahsedilir. Antakya’da olduğu söylenir, Allahu a’lem. Hızır ile Musa (aleyhimesselam) sergüzeştisi içinde, vak’ayı noktalayan husus, mâil-i inhidam olan bir duvarın düzeltilmesi. O mâil-i inhidam duvarın altında babaları tarafından saklanmış hazine var.

“Harabât ehline hor bakma Şâkir / Defineye mâlik virâneler var!..”

Derbeder, perişan, mukassî gördüğünüz nice kimseler vardır ki, hiç belli değil, bakarsınız bin velinin kalbî ve ruhî hayatını, sırrî hayatını, hafâ-ahfâya ait ufkunu, vicdanının enginliğinde taşıyor. Rasat ediyor edilmezleri; görüyor görülmezleri; duyuyor duyulmazları; biliyor ufkumuzun idrakinden âciz olduğu şeyleri…

Evet, biz, مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ “Ey bütün mahlûkat tarafından bilinen Rabbimiz, Seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık!..” diyeduralım.. مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ “Ey ibadete layık yegâne Ma’bud, Sana hakkıyla ibadet edemedik!..” diyeduralım.. مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يَا مَحْمُودُ “Ey herkes tarafından hamd u sena ile yâd edilen Mabud-u Mutlak, Sana hakkıyla hamd edemedik.” diyeduralım.. مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يَا مَشْكُورُ “Ey her dilde meşkûr olan Rabbimiz, Sana gereğince şükredemedik!..” diyeduralım.. مَا سَبَّحْنَاكَ حَقَّ تَسْبِيحِكَ يَا سُبْحَانُ “Ey yerde ve gökte her varlık tarafından adı anılan ve tesbih edilen Rabbimiz, şanına lâyık zikr u tesbihi yapamadık!” diyeduralım.. مَا قَدَرْنَاكَ حَقَّ قَدْرِكَ يَا اَللهُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ، يَا اَللهُ اْلأَحَدُ الصَّمَدُ، يَا اَللهُ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ “Ey Hayy, Kayyûm, Ehad, Samed, Rahman, Rahim Allah’ımız, zâtını, esma ve sıfatını, nimet ve lütuflarını hakkıyla takdir edemedik!..” diyeduralım. (Antrparantez; Zâtî ismini, izafeten çok defa bu kelimelerle yeniden isimlendirdiğinden dolayı, onları betahsis zikrettim, zikrediyorum.) “Biz O’nu (celle celaluhu) hakkıyla takdir edemedik!..” diyeduralım… Çokları -bir yönüyle- o takdirin, o tahmîdin, o teşekkürün, o irfanın çağlayanları içinde sonsuza doğru bir yelken açmışlar ki, deryaya varacakları mukadder, tebahhur edecekleri (yani “fenâfillah-bekâbillah” olacakları) mukadder, rahmete dönüşmeleri mukadder, başımızdan aşağıya rahmet gibi sağanak sağanak boşalacakları mukadder. Bazıları da öyle…

  Mahlukâta kulluktan sıyrılmanın yolu, Allah Teâlâ’ya kul ve Hazreti Rasûl-i zîşân’a bende olmaktan geçer.

Ve bunların başında, Abdulkerim el-Cîlî (v. 805 H.) deyişiyle, “mutlak insân-ı kâmil” olan, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm var. Sonra enbiyâ-ı izam içindeki diğer “ulu’l-azim” peygamberler: Hazreti Nuh’lar, Hazreti İbrahim’ler, Hazreti Musâ’lar, Hazreti Îsâ’lar.. ve bütün peygamberler. Allah bizi, onlara bağışlasın, onlara kapıkulu eylemekle taçlandırsın. Desinler ki, “Bunlar, bizim kapımızın halâyıkı!” Varsın bazıları çevrelerinde şeytanlardan, şeytanın avenesinden mele’ler (yani, mâbeyn-i hümâyün tasmalıları) oluştursunlar ve onlara dediklerini yaptırsınlar.. onların dediklerini de yapadursunlar…

Evet, biz, Allah kapısında, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm’ın âzâd kabul etmez, boynu tasmalı köleleriyiz. Ve böyle bir kulluğu, böyle bir bende olmayı, dünyada sultanlığa çoktan tercih eden insanlardanız. Bu ses, bu soluk, bu kelimeler, kalbin sesi değilse, zerreden hesabın sorulduğu o gün, bunların hesabı da sorulur, Kıtmir’e de sorulur.

Tercihimizi çoktan yapmışız; kimin kapısının halâyıkı, kulu, ayağı prangalı boynu tasmalı köleleri olduğumuzu çoktan ilan/ifade etmişiz, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ hakikatiyle, مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ tekmil cümlesiyle. O, onsuz olmaz; biri, diğerinin lâzımı. Allah’a öyle bir dellâl lazım. Dolayısıyla, أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي “Allah’ın ilk yarattığı, benim nurumdur.” Hiçbir şeyi yaratmadan evvel, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) nurunu yaratmış. Kendini (celle celâluhu) hakkıyla îlân edecek; ef’âliyle, âsârıyla, esmâsıyla, sıfatıyla îlân edecek birisini belirlemiş ve varlığı öyle yaratmış. Yoksa o güzellikler ve O’na ait hususiyetler bilinmedikten sonra, esasen, o varlık hakkında çokları bigâne kalırlardı. Ama O (sallallâhu aleyhi ve sellem) evsâfıyla, esmâsıyla, ef’âliyle, âsârıyla, O’nu (celle celâluhu) bize talim etmek suretiyle, verilmesi gerekli olan derslerin akademiler üstü, en üstününü bize talim buyurdu. Herkes, vicdanının enginliğine göre, alacağı şeyi aldı, ona göre tanıdı, ona göre bende oldu.

Başkalarına kul olmaktan sıyrılmanın yolu, Allah’a kul ve Hazreti Rasûl-i Zîşân’a bende olmaktan geçer. Kendini O’nun kapısında boynu tasmalı halâyıktan bir halayık görmeyen, Allah kapısının âzâd kabul etmez kölesi olarak görmeyen bir insan, elli bin türlü şeye kul olur. “Servet”e kul olur.. “alkış”a kul olur.. “intikam”a kul olur.. “hırs”a kul olur.. “hased”e kul olur.. “hemz”e kul olur.. “lemz”e kul olur.. “ta’yir”e kul olur.. “ta’yib”e kul olur.. “tahkir”e kul olur.. “tenkîl”e kul olur.. “ibâde”ye kul olur… Kul olur. Saymakla bitmez, o kadar çok şeyin kuludur ki o zavallı! O kadar şeyler karşısında bel kırar, boyun büker, asâ gibi iki büklüm olur ki, hiç sorma!..

Mekkeli müşriklerin 360 küsur putu vardı, senenin günlerine göre. Bunun o kadar putu vardır ki!.. 360 değil, 3600 küsur putu vardır. Dünyaya ait câzibedâr güzellikler, mâlâyâniyâta ait şeyler, bohemliğe ait şeyler, şehevânî duygulara bağlılık gibi şeyler, beşerî garîzeye bağlılık gibi şeyler, haram-helal bilmeme gibi şeyler, saltanat sürme duygusu gibi şeyler… O kadar çok şeyin arkasından koşturur durur ki, -hafizanallah- saymakla bitmez putları. Öyle bir putperesttir ki bu, onu Ebu Cehil görseydi, Utbe görseydi, Şeybe görseydi, İbn Ebi Muayt görseydi, “Biz bile bu kadar ahmaklığa kendimizi salmadık!” derlerdi. Öyle bir gaflet, öyle bir dalalet, öyle bir putperestlik!.. Öyle çok ilah çağlayanına kendisini salmış ki zavallı, Cehennem deryasına varacağı âna kadar da aklı başına gelecek gibi görünmüyor.

  Bir garabet, bir garabet, bir garabet!..

Kur’an buyuruyor: مَا جَعَلَ اللهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ “Allah, hiçbir adamın içinde iki kalb yaratmamıştır.” (Ahzab, 33/4) Fakat “insan”lar da vardı Cahiliye döneminde, çağımızın Tiranları, Firavunları gibi, “Hem dünya hem âkibet/ahiret, ikisini beraber götürüyorum!” derlerdi. Gafiller; gözü olduğu halde görmeyen körler, kulağı olduğu halde mesmûâtı duymayan sağırlar, kalbi var gibi göründüğü halde ondan habersiz yaşayan nâdânlar; sohbet-i nâdân ile telezzüz eden nâdanlar.

“Nâdânlar eder sohbet-i nâdanla telezzüz,

Divânelerin hemdemi divâne gerektir.”

***

Zâlimler eder sohbet-i zulüm ile telezzüz,

Zâlimlerin hemdemi zâlim gerektir.

***

Hâinler eder sohbet-i hâinle telezzüz,

Hâinlerin hemdemi hâin gerektir.

Çağa baktığınız zaman, onu mahrutî bir bakışla temaşa ettiğiniz zaman, İslam dünyasında, o kocaman, o geniş resimde, dikkatinizi çekecek şeyler bunlardır.

Ve işin hiçbir devirde olmayan, mutlaka garabetle karşılayacağınız yanına gelince, o da şudur: Bir dönemde o mezâlimi, Allah kabul etmez, Peygamber kabul etmez, dini din olarak kabul etmez, dinin kurallarına karşı saygısız davranır kimseler, din adına edepsizler yapıyorlardı. Dini kabul etmeyenler yapıyorlardı. Günümüzdeki bu mezâlimi, bu mesâvîyi, bu mûbikâtı, bu mühlikâtı ise, Müslüman görünen insanlar yapıyorlar. Ayağa kadar düşen ve size kadar gelen mülahazalara bakın. İsterseniz, mevcut manzarayı tecrid mülahazasıyla ehline resmettirin. Tecrid mülahazasında en iyi resim çizenin Picasso olduğundan bahsedilir. İslam’daki sanat da tecrid (soyut) mülahazaya dayalıdır. Evet, bu tabloyu bir sanatkâra resmettirmek istediğiniz zaman, karşınıza çok korkunç şeyler çıkar; yılanlar çıkar, sırtlanlar çıkar, goriller çıkar, hınzırlar çıkar, maymunlar çıkar. Çünkü insanı değerlendirecekseniz, tecrid mülahazasıyla resmedecekseniz; karakteri, ahlakı, tavırları, davranışları, düşünceleri, dün başka bugün başka yalanları, iftiraları, karalamaları, yapılmış ümranları yıkmaları, dalgalanan ruh-u revân-ı Muhammedî’yi, Seyyidinâ Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek bir şehbal gibi dalgalanan bayrağını aşağıya indirmeleri… Meseleyi bu mülahazalara bağlı resmettiğiniz zaman, karşınıza çıkacak olan, insan değil, başka türlü mahlûklardır.

Bu, işin en garip yanıdır. Çok garip. Ebu Cehil’de, Utbe’de, Şeybe’de, İbn Ebî Muayt’da görünmeyen bir garabet.. Stalin’de görünmeyen bir garabet.. Lenin’de görünmeyen bir garabet.. Troçki’de görünmeyen bir garabet.. Bir garabet, bir garabet, bir garabet… Bundan daha garibi de, bu garabetleri görmeden, bu resmi okumadan, bu beyinsizlerin arkasından sürüklenip giden insanların garip durumu; onların da onların arkasından şuursuzca sürüklenip gitmeleri. Tarihte bunun da eşi görülmemiştir.

  “Sabır, kendisinden daha acısına sabredeceğimi bileceği âna kadar dişimi sıkıp sabredeceğim!..”

Bütün bunlara karşı size düşen, اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ “Sabır kurtuluşun sırlı anahtarıdır.” hakikatine binâen, her şeyi görüp bilip mızraklandığınız halde, süngülendiğiniz halde, dişinizi sıkıp aktif sabır içinde, aktif sabrı ferecin sırlı bir anahtarı bilerek sabretmektir. Hazreti Ali’ye dayandırılan bir sözde ifade edildiği gibi: سَأَصْبِرُ حَتَّى يَعْلَمَ الصَّبْرُ أَنِّي صَبَرْتُ عَلَى شَيْءٍ أَمَرَّ مِنَ الصَّبْرِ “Sabrın sabırdan daha ötesine/acısına sabredeceğimi bileceği âna kadar dişimi sıkıp sabredeceğim.”

Öyle bir sabredeceğim ki, sabır, kulak kesilip dahasına sabredeceğimi anlayacak!.. Kolumu koparmışlar, Hallâc gibi.. ayağımı kesmişler.. veya Mus’ab b. Umeyr gibi, bir kol gitmiş, öbür kol da gitmiş, bir bacak da gitmiş. Boynunun gittiğini bilmiyorum fakat inandığım bir hocaefendiden dinlemiştim; bunu, Siyer’de görmedim: Boynuna kılıç inerken, hicap duyarak, ağlayarak başını yere koymuş, “Hâlâ bir boynum varken, O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) koruyamadım; O’na kalkan olamadım!” demiş. Böyle bir muamelede bulunsalar… “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de cana safâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş.” Değil mi ki Sen teveccühte bulunurken, Kendine imrendiriyorsun, Kendini sevdiriyorsun! Değil mi ki Sen, tedip ederken, bizi günahlarımızdan arındırıyor, huzuruna pîr u pâk olarak almak istiyorsun. Bizim için o da hoş, o da hoş!..

Ashâb-ı Uhdûd gibi eziyet etseler, cenderelere koysalar, günün tankları altında, paletleri altında ezseler… Yol, Rasûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolu ise; ferman, Allah’ın fermanı ise; yürünen yol, Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in yolu, “Bû Bekr u Ömer u Osman u Ali”lerin (radıyallahu anhüm elfe merrâtin) yürüdüğü şehrâh ise… Şehrâh, çok şeritli, yürümeye çok müsait, trafik olmayacak şekilde yürümeye müsait hazırlanmış bir ana cadde. Yol o ise ve o yolda yürüme adına yöntem de onlara ait ise, bence ne olursa olsun, hepsi hafif gelir. Şu halde, gelin, etmeyin, câhil ile ülfet!..

Tâ 17-18 yaşındayken, bir dava vekilinden duymuştum; Tokat’ın Artova’sında dinlemiştim; hafızamda kalmış:

“Câhil ile etme ülfet, aklının miktarı yok,

Sırtı çullu, kendi merkep, boynunun yuları yok!..”

Belki bu tabiri kullanmam doğru değildi, size karşı saygısızlıktı; gönlünüzü rencide etmiş olabilir. Neyse…

  “Ey müminler! Hepiniz toptan Allah’a tevbe ediniz ki felaha eresiniz!..”

“Tevbe ya Rabbî, hata râhına gittiklerime,

Bilerek ettiklerime, bilmeyerek ettiklerime!”

Doğru sanarak yanlış yollara gittiklerime, tevbe yâ Rabbî!.. Hepsine tevbe yâ Rabbi.. Hepsine tevbe yâ Rabbi!..

Allah Teâlâ, bizi yaratırken, tevbeyi de arınma adına bir kurna olarak lütfetmiş: وَتُوبُوا إِلَى اللهِ جَمِيعًا أَيُّهَا الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ “Ey müminler! Hepiniz toptan Allah’a tevbe ediniz ki felaha eresiniz!” (Nûr, 24/31) buyurmuş. يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا تُوبُوا إِلَى اللهِ تَوْبَةً نَصُوحًا “Ey iman edenler! Samimî ve kesin bir dönüşle Allah’a tevbe ediniz!” (Tahrîm, 66/8) beyanıyla da “tevbe-i nasûh”u vurgulamış: Bir daha günaha dönmeme azmi, cehdi ve kastıyla, O’na teveccüh-ü tâmm ile yönelin!.. “Tevbeler tevbesi geyik avına!” deyin ve bir daha da yanlış yollara girmemeye kararlı davranın!.. Allah öyle eylesin!

M. Akif diyor ki;

“Sus ey divane! Durmaz kâinatın seyr-i mu’tadı.

Ne sandın? Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryadı?

Bugün sen kendi kendinden ümit et ancak imdadı;

Evet, sen kendi ikdâmınla kaldır git de bidadı.

Cihan kanun-i sa’yin, bak, nasıl bir hisle münkâdı!

Ne yaptın? “Leyse li’l-insani illa mâ se’a” vardı!..”

Evet, “İnsana sa’yinden başka ne vardır ki!” Necm Sûresi’nde buyuruluyor: وَأَنْ لَيْسَ لِلإِنْسَانِ إِلاَّ مَا سَعَى * وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرَى * ثُمَّ يُجْزَاهُ الْجَزَاءَ اْلأَوْفَى “İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez. Bu gayretinin semeresi de ileride ortaya çıkacaktır. Emeğinin karşılığı kendisine tam tamına ödenecektir.” (Necm, 53/39-41)

Cenâb-ı Hak, hayırlı işlere muvaffak kılsın ve o hayırlı işlerin karşılığında öbür tarafta sizleri, (Fakir’i de size bağışlayarak) bizleri mükafatlandırsın!.. Vesselam.

BAMTELİ: EZİYETLER, HÜZÜN VE İLAHÎ EMİRLER

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

  Kur’an-ı Kerim’de insî ve cinnî şeytanlara dikkat çekiliyor ve şeytanların kendi dostlarını fitledikleri ifade ediliyor.

Şeytan, günümüzde, gemi azıya almış. Çünkü insî şeytanlardan ordular teşkil etmiş. Kullandığı argümanlar da İslamî argümanlar. Formalara bakınca, İslamî forma fakat oynadığı oyun, insanları şirazeden çıkarma istikametinde. Sanki “Siyasî İslam!” deyince, her şey tamam oluyor; ondan sonra başka yerde birileriyle -bağışlayın- bohemce bir hayatınız olabilir: Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir! Öyleyse, irtikâpta bulunabilirsiniz.” Doğru, Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir; kurban olayım o Gafûr’a, o Rahîm’e!.. Fakat, heyhat, bu hakikat nerelerde, nasıl suiistimal ediliyor?!.

Hazreti Pîr de bu tehlikeye işaret ediyor; şeytanın önemli oyunlarından bir tanesi; size öyle fısıldar: “Allah Raûf’tur, Rahîm’dir.. Latîf’tir, Kerîm’dir, Rahmân’dır, Azîz’dir, Mu’iz’dir, Râfi’dir… Dolayısıyla endişe etmeyin günah işleseniz de!” der. Fakat günah uyuşturucu gibidir; insan bir kere o istikamette yola çıktı mı, açıldı mı, ilk adımı attı mı, o sonra atılacak adımların bir yönüyle dürtükleyici, zorlayıcı referansıdır. Neylersiniz ki, “Yahu yapılıyor böyle! İşte Allah Tevvâb’dır; tevbeleri kabul eden Zât-ı Akdes-i Ecell u A’lâ’dır. Niye bu kadar endişe duyuyorsunuz?!.” derler. Hatta bir de size sitem ederler: “Ne diye günah işleyen insana karşı böyle olumsuz şeyler söylüyorsunuz? Allah Tevvâb değil mi? Niye ümidini kırıyorsunuz? Neden onu ye’se atıyorsunuz!..” Bu da şeytanın kullandığı ayrı bir argümandır.

En tehlikeli şeytan, Hazreti Âdeme zelle yaşatan şeytan değildir, insan suretindeki şeytanlardır. Onlardan daha tehlikelisi de “Ben Müslümanım!” diyen fakat şeytanî yolda adım adım onu takip eden kimselerdir. Onun için “Şeyâtîne’l-insi ve’l-cinn” (En’âm, 6/112) denmiş, “insî ve cinnî şeytanlar.” O, cinnî.. “Mâricü’n-nâr”dan (Rahman, 55/15), “ateşin özü”nden yaratılmış. Dolayısıyla da herhalde “Ateş umurumda değil benim!” diyor. Amma oraya gittiğin zaman görürsün, seni kerata.. umurunda mı değil mi, anlarsın o zaman onu. Fakat arkasından sürüklenen sürüler, onlara ne demeli? Ne demeli?!.

Asrı, Müslümanlık hesabına, şeytanın avenesi böyle kirletti. Bütün İslam dünyasında aynı kirliliğe şahit olmak mümkündür. Aynı sürçmelerin, -hayır estağfirullah, sürçme değil tepetaklak gitmelerin- her yerde olduğuna şahit olabilirsiniz. Belki başka şeyler değil de, -zannediyorum- Müslümanlığın yeniden gelip hayata hayat olması mevzuunda, bu türlü şeyleri görme, sizi inkisara uğratır, ümidinizi kırar. Öyle bir ümit inkisarı yaşadığından dolayı Akif:

“Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile,

Âlemi aldatmaksa maksat, aldanan yok, nâfile,

Kaç hakiki Müslüman gördüm, hep makberdedir,

Müslümanlık bilmiyorum amma galiba göklerdedir.”

diyor. Allah, inayetini bizlerle beraber eylesin. İnsî cinnî şeytanların şerlerinden muhafaza buyursun; bizi Müslüman görünüp de şeytanın rolünü/senaryolarını oynayan kimselerden yapmasın.

Senaryo, bir yönüyle Kur’an dayanaklı, Sünnet dayanaklı, öyle gösteriliyor; “Allah!” deniyor, “Peygamber!” deniyor Ama -bağışlayın, lütfen bağışlayın- her türlü “halt” yeniyor.

  Ahirete Dair En Büyük Arzularımdan Biri

Yanlış dediğimiz, ettiğimiz, söylediğimiz şeylerden dolayı, Sana sığınırım Allah’ım. Denen her şey Sana doğru bir adım attırmalı. Her şey birkaç santim daha ileride Sen’i sevdirmeli!

Evet, diyeceğimiz şeylerle O’nu sevdirmeliyiz ki, O da bizi sevsin. حَبِّبُوا اللهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللهُSevdirin Allah’ı kullarına ki, sevsin Allah da sizi!” Siz sevince, sizi serfiraz kılar. Dünyanız da ma’mûr olur, ukbânız da ma’mûr olur. Hiç farkına varmadan, sürpriz aşamalarla birdenbire kendinizi Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında, O’na uymuş muktedîlerden biri gibi görürsünüz. Allah, orada bizi O’nunla haşr u neşr eylesin. Liyakat var mı, yok mu?!. Kıtmir’in en büyük arzularından bir tanesi: Oraya gittiğim zaman, hani cennetin hurisi, gilmanı benim çok umurumda değil. O’nun mübarek ayaklarına kapanıp doyasıya onları yalamak.. O’nun ayaklarına kapanıp doyasıya onları yalamak… İçimin sesi olduğu kanaatindeyim! İster inanın, ister inanmayın! Başka sevdam da olmadı; olsaydı zaten siz onun emarelerini de görürdünüz..

Sevdam o oldu. Amma, önde öyle insanlar var ki, benim o sevdama bakınca, onu deryada damla gibi görüyorum. O mevzuda o deryaları sinelerinde taşıyan insanlara Allah bizi bağışlasın.. Ebu Bekr u Ömer u Osman u Ali’lere bizi bağışlasın.. Şâh-ı Geylâni’lere, Şeyhü’l-Harrânî’lere, Ebü’l-Hasan el-Harakânî’lere, Marufü’l-Kerhî’lere, Menbicî’lere, Nakşibendî’lere, Hazreti Pîr-i Mugân Şem’-i Tâbân Ziyâ-i Himmet Bediüzzaman’lara, hâs talebeleri Tâhir Mutlu’lara, Hasan Feyzî’lere, Hafız Ali’lere, Albay Hulusî beylere, Zübeyir Gündüzalp’lere.. arslanlara… Allah bizi onlara bağışlasın!..

  SORU: Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, mahiyet ve şahsiyeti itibariyle fevkalade duyarlıydı; hem menfi hem müspet hadiseleri çok derinden duyuyordu. Ayrıca, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) izzet, sabır ve hilm gibi sıfatları en mükemmel şekilde temsil ediyordu. Bu iki hususa rağmen, Cenâb-ı Hak, O’na, “Onların lafları seni üzmesin.” (Yûnus, 10/65); “Onların söylediklerine karşı sabret, onlardan güzel bir tavırla uzak dur!” (Müzzemmil, 73/10); “Sen af ve müsamaha yolunu tut, iyiliği emret, cahillere aldırış etme!” (A’râf, 7/199) buyuruyor. Bu emirler Efendimiz’e ne ifade ediyordu, bugün de bize neler ifade etmeli?

  CEVAP: Estağfirullah… Meseleyi -min gayri haddin- dar idrak, iz’an ve kavrayışımla ifade edecek olursak:

Birinci husus: Yüksek bir donanıma sahip Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem).. Türkçemize geçmiş ve Türkçeleşmiş bir kelime var, “onur” dediğimiz şey. O, büyük insanlarda ziyadesiyle mevcuttur. Onlarda o izzet, o itibar, o şeref, o onur duygusunun içtenleştirilmesi söz konusudur. Yani bir sinek bile gözlerinin önünde terbiyesizce uçsa, ondan bile rencide olurlar. Evvelâ o tabiat zarafeti, o tabiat inceliği, o “melekleşme” göz önünde bulundurulmalı. Ne gibi? Hazreti Cebrail’e kalkıp deseler ki “Sen biriyle bohemlikte bulunmuşsun!” Estağfirullah… Nefyederken bile söylemekten hicap duyuyorum. Ona ne kadar dokunur bu mesele. لاَ يَعْصُونَ اللهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ “(Melekler) asla Allah’a isyan etmezler ve kendilerine verilen bütün emirleri tam yerine getirirler.” (Tahrim, 66/6) Allah’ın emrettiği şeyi, kılı kırk yararcasına yaşarlar; yasakladığı şeylerden de fersah fersah uzak dururlar.

İşte öyle birine öyle bir gayyayı gösteriyorsun, öyle bir gayyayı diyorsun ki, şimdi onun o mevzuda duyacağı rahatsızlığı biraz kendi donanımıyla, meseleleri içtenleştirmesiyle, Allah karşısındaki konumuyla değerlendirmelisin. Bir hükümdara “Sen birinden şöyle bir şey çalmışsın!” demek.. düşünün bunu… Bu, sıradan, sokaktaki insana, bir haramiye, bir hırsıza demek gibi değildir. Ona ne kadar batar. Bakmayın bugün hırsızlık, irtikâp karşısında utanmayanlara!.. Bütün bütün hayâ hissinden mahrum kimseler olabilir ama mesele öyle değil. “Senin urban, numarası-drobu itibariyle sana uymadı!” demek bile, öyle bir sultanı, öyle bir rencide eder ki!.. Evvela bu zaviyeden, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yüksek donanımı itibariyle onların dedikleri şeyler karşısında çok rencide oluyordu.

  Allah Rasûlü, sadece şahsı ve onuru adına değil, insanların âkibeti hesabına da hüzün duyuyordu.

İkincisi: Onların dedikleri şeyler, sadece O’nun nübüvvetiyle, peygamberliğini ilanıyla ve mesajıyla alakalı değildi. Allah’ı tanıtmasıyla da alakalı.. bu dünyanın fani olduğunu ifade etmesiyle de alakalı.. ve bekânın öbür âlemde olduğunu anlatmasıyla da alakalıydı… Bunlar ise, onu öyle üzüyordu ki!.. Neden? Çünkü akıbete bakarak meseleyi değerlendiriyordu.

Hani her zaman âcizane arz ettiğim gibi: Mirac’a çıkıyor, orada o baş döndürücü, bakış bulandırıcı şeylere şâhit oluyor. Zât-ı Ulûhiyeti gördüğü bile çokları tarafından ifade ediliyor; Kadı Iyaz, Şifâ-ı Şerif’inde ifade ediyor, Aliyyü’l-Kârî yazdığı şerhte ısrarla üzerinde duruyor, Nizâmî Mahzen-i Esrâr’ında “Başlarındaki gözleriyle gördü!” diyor. Bu mevzuda daha değişik insanlar da sayabilirim. Şimdi Bed’ü’l-Emâlî’deki ifadeye bakın:

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ

فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!” (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî, s.50-54) Hazreti Üstad’ın ifadesiyle de, binlerce sene mesudane yaşanan dünya hayatı Cennet’in bir saatine mukabil gelmediği gibi, Cennet’in de binlerce sene hayatı Cemâlullah’ı rü’yetin bir dakikasına mukabil gelmeyecektir.

Fakat O (sallallâhu aleyhi ve sellem) -kurban olayım- görüyor O’nu (celle celâluhu). Bütün kâinatın çehresine serpiştirilen güzellikler ne ise, Mir’ât-ı ruhuna aksediyor. “Mir’ât-ı Muhammed’den, Allah görünür dâim.” Ama gördükten sonra, insanların o türlü ilahi lütuflardan, o türlü mazhariyetlerden mahrum kalmamaları için dönüyor. İşte Abdulkuddüs onu diyor: “Vallahi öyle makamları ihraz etti ki, yemin ediyorum, ben o makamları ihraz etseydim, geriye dönmezdim!” O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) büyüklüğü… Neden? Elinden tutup herkesi oraya götürmek için…

Şimdi düşünün, insanlar, başlarını almış gidiyorlar. Bir sele kendilerini kaptırmış gidiyorlar ki, şâirin ifadesiyle, “isyan deryasına yelken açmışlar, kenara çıkmaya koymuyor onları!..” Bunu görünce O (sallallâhu aleyhi ve sellem), mahzun olur mu olmaz mı, tasalanır mı tasalanmaz mı?!. Bu zaviyeden de sadece şahsı ve onuru adına değil, “insanların âkibeti” adına da hüzün duyuyordu

  Onlar ne derlerse desinler, bütün izzet, üstünlük ve şeref Allah’ındır.

Bir de göz göre göre O’nun çok iyi bildiği, marifetini çok iyi içtenleştirdiği, karşısında el-pençe divan dururken bayılacak hale geldiği Zât-ı Ulûhiyet’e karşı, öyle hakaretler ediliyor ki!.. Hâşâ ve kellâ, onun yerine Lât’lar, Menât’lar, Uzzâ’lar, İsâf’lar, Nâile’ler konuyor. O Mahbub-u Mutlak, O Memduh-u Mutlak, O Sübhân-ı Mutlak, O Allah-ı Mutlak. O’na (celle celâluhu) yapılan bu hakaretler karşısında, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) üzülmeyecek de kim üzülecek?!.

O açıdan, dar dairede sadece böyle “gelip kulağına çalan şeyler, olumsuz ve negatif sözler karşısında tasalanıyordu, üzüntü duyuyordu” şeklinde anlamak, meseleyi kendi darlığımız çerçevesinde ele almak olur. O’nu, Muhammedî Ruh, Muhammedî ufuk (sallallâhu aleyhi ve sellem) açısından ele almak lazım. Bunların hepsine birden bakarak ve daha başka hususlara da ihtimal vererek وَلاَ يَحْزُنْكَ قَوْلُهُمْ beyanını okumak lazım. “İşte onların bu mevzulardaki -onlara ait olması itibariyle, sizin huzurunuzda söylemem, sizi rahatsız etmesin- dırdırları, güft ü gû’ları, seni mahzun etmesin, tasalandırmasın!” (Yûnus, 10/65)

Bakın ona da işaret var, meseleyi siyaka bağladığınız zaman görüyorsunuz: “İzzet, Allah’a aittir.” Varsın onlar, Zât-ı Ulûhiyet’i, -hâşa ve kellâ- dâire-i Ulûhiyet, dâire-i Rububiyet, dâire-i Zât altına çeksinler; kendilerine göre, başka yerlere koysunlar; mekân isnadında bulunsunlar; -hâşâ- “Melekler O’nun kızlarıdır!” desinler, “Putlar, bilmem nesidir!” desinler. Esas “izzet”, Allah’a aittir. Yegâne gâlibiyet, aziz olma ona aittir. Hâşâ ve kellâ, ne “esmâ”sına, ne “sıfat”larına, ne “Zât”ına, ne “şuûnât”ına, ne “itibârât”ına zerre kadar lekenin konmayacağı bir tek Zât vardır, o da Ehad u Samed, Hayy u Kayyûm, Rahmân u Rahîm, Rabbü’l-âlemîn Allah’tır.

Bir de şimdi, bu siyaktaki meseleye bakın: إِنَّ الْعِزَّةَ لِلَّهِ جَمِيعًا هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ “Şurası bir gerçek ki, bütün izzet, üstünlük ve şeref Allah’ındır. O, Semî’ (her sözü hakkıyla İşiten)dir, Alîm (her şeyi hakkıyla Bilen)dir.” (Yûnus, 10/65) Allah öyle Azîz, bütün izzet O’na ait. Fakat o insanlar, kendi seviyelerinden O’na karşı öyle saygısızca, öyle edepsizce laflar ediyorlar ki, buna Hazreti Ruhu Seyyidi’l-Enâm’ın gönlü dayanamıyor ve tasalanıyor. Onun için Cenâb-ı Hak, tesliye, teselli, ta’dil sadedinde buyuruyor: “Çok üzülme, kendini helak etme bu mevzuda. Allah Azîz’dir; onlar öyle deseler de, demeseler de. Allah, yegâne Azîz’dir, izzet bütünüyle O’na aittir!

  “Onların söylediklerine karşı sabret, onlardan güzel bir tavırla uzak dur!”

Diğer meseleleri de, kısmen bu kategori içinde mütalaa edebilirsiniz: وَاصْبِرْ عَلَى مَا يَقُولُونَ وَاهْجُرْهُمْ هَجْرًا جَمِيلًا “Onların söylediklerine karşı sabret, onlardan güzel bir tavırla uzak dur!” (Müzzemmil, 73/10) Diyegeldikleri -yine- güft ü gû’ları karşısında, Sen, sabırlı ol!. “Dedikleri şey üzerine”, o sanki onun üzerine gelmiş gibi… Elinden geldiğince, -böyle- güzellikle onlardan uzak durmaya bak!

Bu meseleyi de umumî olarak ele alabilirsiniz. Hani günümüzde de oluyor: Sizin için şöyle böyle demişler; mesela “terör örgütü” demişler, mesela “paralel” demişler, mesela “haşhaşî” demişler, mesela “sülük” demişler… Şimdi her denen şeyi üzerinize alırsanız, “Ha bunu dedi, acaba ben ne desem?!” derseniz, hatta açıktan açığa yazmasanız, çizmeseniz bile bunlar nöronlarınıza çarpıp orada iz bıraktığı zaman, korteksinize çarpıp veya hafızanıza çarpıp orada kaldığı zaman, sizi rahatsız eder. Elden geldiğince bu türlü şeyleri güzellikle savmaya bakın.

Başka bir ayette ifade buyurulduğu gibi: وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen, kötülüğü en güzel karşılıkla savmaya bak. Bir de görürsün ki, seninle arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiştir.” (Fussilet, 41/34) Hasene ve seyyie bir değildir. Hasene, güzelliktir; seyyie de kötülüktür. Birileri, sana karşı kötülük yaptı, sen iyilikle sav onu! Hepsi olmasa bile, çokları bakarsınız, birden bire candan dost haline gelir. Onlar kötülük yapıyorlar diye ille de o şekilde karşılık vermek değil, evvela yapılması gerekli olan şey, iyilikle savmaya bakmak.

  Allah Rasûlü’nün Vicdan Enginliğini İfade Eden Bir Cümle: “Ateş nereye düşerse, beni yakar!”

Evet, o dönemde de maddî manevî ezâ ve cefâ oluyor; balyozlar inip-kalkıyor. Allah Rasûlü, ashabının çektiği şeyleri görüyor. Engin bir vicdanı var. Hani bir söz var, o mülahazayla meseleyi ele alabilirsiniz, biraz O’nun vicdanının enginliğini ifade eden bir ifade: “Ateş, düştüğü yeri yakar. Bu doğru, objektif, herkes için. Fakat bütün âlemi kucaklayan engin bir vicdan için esas olan duygu: Ateş nereye düşerse, beni yakar!” Myanmar’a ateş düşmüş, beni yakar o.. Endonezya’ya ateş düşmüş, beni yakar.. Irak’a ateş düşmüş, beni yakar… Ha “ben!” derken, “kâmil mü’min”i kastediyorum, benimle alakası yok, ben Mü’min’lerin Kıtmir’iyim. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun engin vicdanını, O’nun ruh enginliğini, kucaklayıcığını, re’fetini, şefkatini bu zaviyeden ele alacaksınız, bu zaviyeden alma mecburiyetindesiniz.

Allah, Kendine (celle celâluhu) ait iki ismi, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında da kullanıyor; O’na رَءُوفٌ رَحِيمٌ diyor. Raûf ve Rahîm. Râif değil, Râhim değil; “Raûf” ve “Rahîm” mübalağa kipidir; “çok şefkatlidir, çok içtendir” manalarına gelir. Olumsuz bir şey karşısında cayır cayır yanar O.. ve “çok merhametlidir, herkese kucağı açıktır.” (Tevbe, 9/128) Şimdi böyle bir insanı alın, böyle bir tipi düşünün… Haşa, Frenkçe tabirle “prototip” demek doğru değil. Doğrusu, “insân-ı kâmil”. Cîlî’nin ifadesiyle “insân-ı kâmil”; eksiksiz, kusursuz, mutlak insan dediğiniz zaman, aklınıza gelecek bütün Peygamberlerin hususiyetini câmî, makam-ı cem’in sahibi, hatta cem-u cem’in sahibi Hazreti Ruhu seyyidi’l-enâm.

Şimdi böyle bir fıtratı, böyle bir tabiatı düşünün: Bilal’in göğsüne taşlar konmuş -canım çıksın- ve aynı zamanda sıcak kumda beyni kaynıyor.. Yâsir’i öldürüyorlar orada, Sümeyye’yi, kadını öldürüyorlar… Yani günümüzün canavarları gibi, kadın-erkek demeden herkesi derdest edip içeriye atıyorlar.. insanları çarmıhlara geriyorlar.. boykotlar ilan ediyorlar.. her türlü mahrumiyete maruz bırakıyorlar… Bütün bunları o ince vicdan, o kucaklayıcı vicdan, o raûf ve rahîm görüyor, biliyor. Allah, Kendi ismini vermiş; “Ben Raûf’um, Rahîm’im.. Benim Habibim de Raûf ve Rahîm’dir..لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ أَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ “Size kendi aranızdan, (bizzat içinizde doğup büyümüş) bir Rasûl geldi: bırakın azaba düçar ve müstahak olmanızı, bir sıkıntıya bile uğramanız O’nun yüreğine oturur; size çok düşkün olup üzerinizde titrer; mü’minlere karşı son derece şefkatli ve son derece merhametlidir.” (Tevbe, 9/128) “Raûf, Rahîm” diyor, Allah’ın ismi bu.. İşte böyle bir vicdanın başkalarının maruz kaldığı eziyetlerde duyacağı ezâyı, cefâyı siz varın hesap edin!..

  Başlangıcı zehir zemberek, neticesi şeker şerbet bir şey varsa, o da, zalimlerin eliyle çekilen azaplar karşısında dişini sıkıp sabretmektir.

“Onların söylediklerine karşı sabret, onlardan güzel bir tavırla uzak dur!” (Müzzemmil, 73/10) Dedikleri ve ettikleri neler varsa, neler söylüyorlarsa.. Zât-ı Ulûhiyet hakkında, öbür dünya hakkında, nübüvvet hakkında, Kitap hakkında… Kur’an-ı Mucizü’l-beyan’a “şiir” demek, “kehânet mahsulü” demek, “cin, peri ifadesi” demek… O’nun Allah’tan geldiğine kat’iyyen inanan temiz ve engin bir vicdan (sallallâhu aleyhi ve sellem).. Allah ile münasebet içinde olan bir vicdan.. O’na (celle celâluhu) mir’ât-ı mücellâ olan bir vicdan… O’nun bunlardan ne kadar teessür duyduğunu/duyacağını siz hesap edin!.. Allah (celle celâluhu) burada yine O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) diyor ki: وَاصْبِرْ Sabret!..

“Sabir”, esasen çölde, zehirli bir otun adıdır; “sabır” kelimesi de oradan alınmış, fiilleştirilmiştir. Onun için bir sözde deniyor ki: “Sabır, mebdei itibariyle zehir-zemberek bir şeydir; neticesi itibariyle de şeker ve şerbettir.” Başta katlanmak, bir yönüyle bir tohum atmaktır, toprağa tohumu atma gibi bir şeydir ki işte o zehir zemberektir. Zehiri zembereği toprağa atıyorsun, sonra üzerinde raksediyorsun; onun sonucu olarak, مَنْ صَبَرَ ظَفِرَ “Sabreden zafere erer.” sırrı görünüyor; birdenbire güller açıyor, bakıyorsun üzerlerinde şebnemler var ve bakıyorsun yanı başında bülbüller şakıyıp duruyor..

Evet, وَاصْبِرْ عَلَى مَا يَقُولُونَ “Onların söylediklerine karşı sabret!” (Müzzemmil, 73/10) Fiil, müzari kipiyle gelmiş, süreklilik ifade ediyor; bugün, yarın, yarından sonra da diyecekler, öbür gün de diyecekler; bugünün kefere, fecere ve münafıkları da diyecek, yarınkiler de diyecekler. Tabiat-ı beşeriyeyi doğru okuduğundan dolayı, kendi muasırlarının o mevzudaki güft u gû’ları karşısında rahatsız olduğu gibi, genetik olarak arkadan gelen nesillerde de aynı dırdırı duyuyor ve aynı zamanda o mevzuda da dişini sıkıp sabretmek -kurban olayım!- O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) düşüyor. Bütün bunlar karşısında, bir taraftan, dişini sık, sabret; bir diğer taraftan da “mukabele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesi” ile mukabelede bulunma!.. Elden geldiğince o meselelerin çok içine dalma!.. Bir yönüyle bâtılı tasvir etmek suretiyle, kendi saf zihnini de başkalarının zihinlerini de idlâl etmemeye bak!..

  “Sen afv yolunu tut, örf ile emret ve kendini bilmezlerden yüz çevir!..”

Zaten şu ayet de bu hususlara cevap gibi; خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ “Sen afv yolunu tut, örf ile emret ve kendini bilmezlerden sarf-ı nazar eyle!” (A’râf, 7/199) Sen af yolunu tut, ona sımsıkı sarıl!.. Örfü, marufu, Allah’ın emirlerini de emret, tavsiye et, yaygınlaştır.

“Örf” tabiri iki manada kullanılır: a) Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği şeylerdir ki, bu, ümmetin hâssasıdır: كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ “(Ey Ümmeti Muhammed!) Siz, insanların iyiliğine olarak ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayar, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin önünü almaya çalışırsınız.” (Âl-i İmrân, 3/110) b) Bir de “örf”, gelenek ve an’ane demektir. Dinin kalibre edici, süzgeçlerinden süzülmüş olan, sizin âdetlerinizden dinin mahsurlu görmediği ne varsa, ona da aynı zamanda “örf” denir.

“Sen afv yolunu tut.” وَأْمُرْ بِالْعُرْفِÖrf ile emret!” (A’râf, 7/199) Yani, onların da yadırgamayacağı, aklın da maruf bulacağı, aynı zamanda vicdan-ı selim’in “evet!” diyeceği, hiss-i selim’in “evet!” diyeceği şeyleri onlara söyle!.. وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ “Kendini bilmez cahillerden de sarf-ı nazar eyle!..” Burada عَن, bu’d-i mücâvezet içindir, “i’râz et, yüz çevir!” demektir.

Câhillerden, elden geldiğince, sarf-ı nazar edin!.. Çünkü, sürekli onlara döner, onlara bakar, onlara kulak verir, onları dinler, hep bir şeyleri onlarda okumaya çalışırsanız, çok rahatsız edici şeyler gelir çarpar size.. onlardan gelen şimşekler, çarpar. Dolayısıyla da, esas konsantre olmanız gereken meseleye konsantre olamazsınız.. hizmetinizde aksamalara sebebiyet verirsiniz. Onun için Hazret-i Pîr-i Mugân, “Çoktan beri elime gazete almıyorum, başkalarından duydum!” diyor Lahikalar’da. Neden? Çünkü o dönemde de, aynen zift medyası gibi, hep iftiralar, tezvirler savuruyorlar. Onlarla meşgul olunca, Kur’an-ı Kerim’in içine, deryalara derinlemesine dalan bir dalgıç gibi, dalıp da oradan inci-mercan çıkarmak mümkün olmaz. Benim kafam, sokakta ayağa düşmüş laflarla meşgul olduğu takdirde, ben konsantre olmam gereken hususlara yoğunlaşamam; im’ân-ı nazarda bulunmam gerekli olan şeyler -bir yönüyle- tâlî derecede kalır. Oysa iki elimiz var, dört elimiz dahi olsa, esas, sarılıp ikame etmeye çalıştığımız dâvâya yetmez! Diyor ya: “İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!” Önemli ölçüler bunlar.

Bu açıdan da, “Falan şöyle demiş! Filan böyle demiş!” Bütün bunlar güft ü gû’dan ibarettir. (Daha “dırdır”ı tekrar etmem, sizi rahatsız eder; “güft ü gû” da Farsça; o da aynı manaya geliyor, Türkçemize geçmiş; “güft ü gû”, “dedikodu”.) Böyle dedikodularla iştigal ederseniz, zihin dünyanız, düşünce dünyanız, tefekkür dünyanız, bunlarla işgale uğrar; dolayısıyla yapmanız gerekli olan şeylerde değil de sermayeyi orada kullanmış olursunuz. Bir-iki insan, elden geldiğince tashih adına, tavzih adına, tekzip adına, tazminat adına, o türlü densizce lafları, güft ü gû’yu takibe vazifelendirilebilir; onlar takip ederler tâ umumun hakkı yenmesin.. kuzu-koyun kurda kaptırılmasın.. ve bu arada “ezhân-ı nezîhe” de onların telvisâtıyla kirlenmesin. Bu maksatlarla bir-iki insan meşgul olabilir. Aksi halde, herkes televizyonda, İnternet’te, şimdi telefonlarda, o türlü levsiyâta dalarsa, zannediyorum, nezîhata dalmaya fırsat kalmaz.. nezîhâtın hakkı, nazîfâtın hakkı çiğnenmiş olur.

Ona meydan vermemek için, وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَCahilin cehlinden i’râz et!” (A’râf, 7/199) deniyor. Evet, anonim bir söz vardır; çok eskiden, tâ on sekiz yaşımdayken, bir daktilocudan duymuştum. Eskiden avukatların yerinde onlar dilekçe filan yazarlardı. Bir süre Artova’da kalmıştım, orada böyle bir dava vekili vardı, görüşüyordum, ondan kulağımda kalmış; o levhalara da yazdım onu, kendi elimle: “Câhil ile etme ülfet, aklının miktarı yok / Sırtı çullu, kendi merkep, boynunun yuları yok!” Sâdi-i Şirâzî de Gülistan’ında der ki: “Sohbet-i bâ nâdan, alâmet-i nâdânist.” Yani; câhillerle sohbet etmek, câhillik alametidir. Yine Türk şiirimiz içinde vardır: “Nâdan ile sohbet, zordur, bilene / Zira nâdan, söyler ne gelirse diline!” Câhillerinin laflarının durumu bu ise, bunlarla meşgul olmak, füzûliyatla iştigal sayılır.

  Bırak onları, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar, bir süre daha batakçılarla düşüp kalksınlar!..

Son bir husus da şudur: Kur’an-ı Kerim buyuruyor ki: ثُمَّ ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ “Sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar!..” (En’âm, 6/91) Münkirler, o türlü faydasız iş ve sözlere dalıyorlar; Zât-ı Ulûhiyet (celle celâluhu) için şunu diyorlar, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için bunu diyorlar, vahiy için onu diyorlar.. dinin emirleri için şöyle, ukbâ için böyle diyorlar… Bir yönüyle böyle pisliğe dalmayı Kur’an-ı Kerim başka bir yerde şöyle nazara veriyor: مَا سَلَكَكُمْ فِي سَقَرَ قَالُوا لَمْ نَكُ مِنَ الْمُصَلِّينَ وَلَمْ نَكُ نُطعِمُ الْمِسْكِينَ وَكُنَّا نَخُوضُ مَعَ الْخَائِضِينَ وَكُنَّا نُكَذِّبُ بِيَوْمِ الدِّينِ “Sorarlar: ‘Nedir sizi Cehennem çukuruna sürükleyen?’ Diğerleri: ‘Biz namaz kılanlardan değildik’ diye cevap verirler. ‘Yoksullara yemek vermez, ihtiyaçlarıyla ilgilenmezdik. Bâtıl bataklığına dalanlarla birlikte biz de dalardık. Din Günü’nü (hesap ve cezayı) yalanlar dururduk.’ derler.” (Müddessir, 74/42-46)

Cehenneme girenlere soruluyor da, onlar dört beş şey sayıyorlar, bir tanesi de bu: وَكُنَّا نَخُوضُ مَعَ الْخَائِضِينَBatakçılarla düşüp kalkıyorduk!” Gayyalara gömülenlerle, duygu-düşünce inhirafı yaşayanlarla, ağzı- gözü bozuk kimselerle; kalbi selim değil, ruhu selim değil, düşüncesi selim değil, hissi selim değil.. duygusunda, düşüncesinde, bütün muhakemelerinde neseb-i gayr-ı sahih sözler eden kimselerle beraber oluyorduk.

İşte bu ayet-i kerimede, iyilikleri görmeyen ve nasihatlere kulak vermeyen öyle kimselerden uzak durmak ve onları kendi bataklıklarında bırakmak gerektiği anlatılıyor: ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ Bırak onları, terk et onları; daldıkları şey içinde oynayadursunlar! Bir kere daldıkları şey, bir “gayyâ”.. “zift gayyâsı”; yalanlarıyla, iftiralarıyla, tezvirleriyle, zihinleri kirletmek için. Tabir-i diğerle, kendi zihinlerinin kirini, ruhlarının kirini, hislerinin kirini, vicdanlarının kirini başkalarına da atmak için. Onları onun içinde bırak; onunla oyalanadursunlar, oynayadursunlar!.. Oyundan sonuç alınmaz çünkü oyun esasen bir fiil değildir; amel değil, san’at değil, fiil değil, “oyun” diyor, (لُعْب) diyor. Zaten dünyaya bakan yanıyla hayat da bir oyun: إِنَّمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ “Dünya hayatı, ancak bir oyun, oyalanma ve eğlenmeden ibarettir.” (Muhammed, 47/36) Onlar da o “le’ib u lehv”e dalmış, baş aşağı gayyaya yuvarlanmışlar.

Şu halde, ذَرُوهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ، يَلْعَبُونَ، يَلْعَبُونَ  Bırak onları, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar.. oynayadursunlar.. oynayadursunlar!.. Bugün kim onlar? Zift medyası ashabı!..

Bamteli: TEVEKKÜL İÇİNDE SABREDECEĞİZ!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

 Müslümanların birkaç asırlık en büyük yitiği, dinî hayatı şekle boğmayan hal âbideleri ve temsil kahramanlarıdır.

Demiş ki Büyük Adam (Hazreti Bediüzzaman): “Tatmaya izin var, doymaya yok” (“… O meyveler, nümunelerdir; tatmaya izin var, tâ asıllarına talib olup müşteri olsun; yoksa, hayvan gibi yutmaya izin yoktur.” Sözler, s.61). Teşekkür için de, tadıp doymama bir esastır. Tıka-basa yediğiniz zaman, midede ne havaya yer kalır, ne suya yer kalır, ne de şükre yer kalır. Çünkü arkasından gelirse, gaflet gelir; esner durursunuz. Amma Allah’ın nimetini tadarsanız kuvve-i zâkia ile, hâlâ içinizde yeme arzusu ve isteği vardır; “Allah’ım! Bu yemekler ne güzelmiş! Bu içecekler ne güzelmiş! Bu soğuk su ne güzelmiş!” dersiniz. Bunları değerlendirip takdir etme, bir yönüyle mizana vurma, “Tat alma hissi, lisan, dil, dudak… Ne yerinde şeylermiş bunlar!” deme, bütün bunları icmâlen bile olsa, mülahazaya alma, öyle derin şükürdür ki, bunların hepsi gider, gider, gider, şu arşa ulaşır: لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ “Eğer şükrederseniz, Ben de nimetimi artırırım.” (İbrahim Sûresi, 14/7)

Ne var ki, midesi için yaşayanlarda bunlar olmaz.. bedenî zevklerini takib eden insanlar için bunlar olmaz.. dünyayı ebedî gören insanlar için bunlar olmaz.. tevehhüm-ü ebediyetle sarhoş olan, tûl-i emel ile mest u mahmur yaşayan insanlar için bunlar olmaz… Bunlar, “basiret”e, Cenâb-ı Hakk’ın lütfudur. Her zaman “uyûn-u sâhire” (göz kırpmadan, sürekli O’nu kollayan veya O’nun tarafından kollandığı mülahazasıyla yaşayan insanlar) için söz konusudur. Namazında, niyazında, kıyamında, rükûunda ve secdesindeki haliyle dıştan bakan bir insana “Bu adam Allah’a inanıyor görünüyor!” dedirten kullar için bahis mevzuudur.

Hani bazılarımız, -biraz da kendime benzetiyorum, Allah affetsin- elleri duada ama “O nasıl yapıyor, bu nasıl yapıyor?” dercesine sağa-sola bakıyor. Peygamber Efendimiz, namazda etrafa bakınmaya, göz ucuyla olsun çevreye bakıp durmaya “şeytanın, insanın namazından çaldığı şeyler” manasına “ihtilâs-ı şeytan” buyuruyor. Şeytan, başkalarını kullanıyor, “Bir miktar da bana!” diyor, “Hepsini Allah’a verme!” diyor, “Azıcık böyle yap, bir miktar da bana ver!” diyor. O da mahrum etmiyor şeytanı; onun da gönlü hoş olsun diye şeytana veriyor.

Hâlbuki اَلْمُؤْمِنُ إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللهُHakiki mü’min, görüldüğü yerde, Allah’ı hatırlatan insandır.”; oturuşunda, kalkışında, kıyamında, rükûunda, secdesinde, mâbede girdiğinde benzinin renk atmasında, bakışının bulanmasında Allah’ı hatırlatan; dilden, dudaktan, beyandan öte “bir beyan insanı”dır, “Allah’ı hatırlatan insan”dır, “hâl âbidesi”dir, “temsil kahramanı”dır. Firdevsî’nin destanı ölçüsünde destanlarla anlatamayacağınız şeyleri, bir kereliğine öyle birini görmekle hissedersiniz. Zannediyorum, içinize oturur her şey; “Elhamdülillah, demek böyle insanlar da varmış!” dersiniz. Belki bizim, birkaç asır evvel yitirdiğimiz, hasretini çektiğimiz şey de o; “hâl âbideleri”, “timsal kahramanları”, “temsil kahramanları”.

 “İslam, İslam, İslam…” diyen bir kısım nadanlar İslam’ın canına kıydılar.

Yalan ve gösteriş, gürültülü; hakikat ve samimiyet, sessizdir. Yıldırımlar, gök gürültüsünden evvel hedeflerine varırlar”. Gürültülü değil, içten fokur fokur kaynama, mağmalar gibi.. aşkını, heyecanını içinde boğma.. “Âşık’ım!” dersen, belâ-yı aşktan âh eyleme / Âh edip, ağyârı âhından âgâh eyleme!” Bunu “Şuara leşkerine mir-i livâdır sühânım” (Sözüm, şâirler ordusuna bayrak emîridir.) diyen, şâirlerin sultanı Fuzûlî söylüyor.

Evet, yan, yakıl, ocaklar gibi amma gam izhar eyleme! Bilmesin âlem onu. Fakat tavır ve davranışlarınla öyle bir irtibat tavrı sergile ki!.. Bir insan Allah’a inanıyorsa, tavırlarına-davranışlarına da o inanç yansır. Aksine, ayağını ayağının üstüne atan, âlemi hafife alan, kaykılıp arkasına -başkalarının yanında- yayılan, namaz kılarken sağı-solu kollayan, namazda mı değil mi belli olmayan, tavırlarıyla “amel-i kesir”den bir türlü sıyrılamayan insan, zannediyorum, başkalarını da namazdan ürkütür, namaza karşı sinelerde tiksinti hâsıl eder. Neden Türkiye’de, düne kadar devamlı namaz kılma nispeti yüzde 40-45 iken, şimdilerde yüzde 25’e düşmüş?!. Örnek Müslüman eksikliğinden…

İslam, İslam, İslam..” diyen insanlar “İslam”ın canına kıydılar. Şekil ve surete onu bağladılar. Onun bir iç meselesi, içtenleştirme meselesi olduğunu düşünemediler. Öndekileri millet öyle gördü, “Bu da böyle olur!” dediler. Çok defa hiç namaz kılmadılar amma Müslümanlığı da hiç dillerinden düşürmediler. Dolayısıyla onların arkasından sürüklenenler de, “gerçek mü’min tabiatı”nı, “ahsen-i takvime uygunluk halleri”ni, yolda bir yere bıraktılar, yitirdiler. Hem öyle bir yitirdiler ki, dönüp arama duygusunu da yitirdiler. Acaba Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (radıyallahu anhüm ecmaîn) Müslümanlığı nasıldı? Onu da yitirdiler. Hazreti Muhammed Mustafa Müslümanlığı nasıldı? Onu da yitirdiler. Yalan söylediler, Kendilerini takip edenleri aldatıp çektiler bir vadiye.. karanlık bir vadiye.. İslam’ın ışığının olmadığı bir vadiye.. kalbî ve ruhî hayatın olmadığı bir vâdiye.. cismaniyetin, hayvaniyetin, beşerî garizelerin boy gezdiği bir vadiye çektiler. İnsanları bohemleştirdiler. Onlar da düşünemez oldular; kimin arkasında bulunduklarının da farkına varamadılar. Alkış tuttular, onlara destanlar kestiler. Ve onlar gibi düşünmeyenlere “kâfir, münafık” dediler. Arkadakiler de o Abdullah b. Übeyy b. Selül’leri adım adım takip ettiler; Peygamber yoluna karşı, Ebu Bekir yoluna karşı, Ömer yoluna karşı.. hâlâ da takip ediyorlar.

 İslam coğrafyasında en büyük tehlike, nifaktır!..

En tehlikeli şey, şeytanın kâfiri, kâfir yapması değildir; münafıkı, Müslüman göstermesidir. En tehlikeli şey, odur. Haçlının ülkenizi işgal etmesi, çok tehlikeli değildir; çünkü sizin ve onların arasında kırmızı çizgiler vardır. Bir kere onlar, sizin kadınlarınıza kızlarınıza ilişmezler, mâbedinize ilişmezler; ilişmemiş Haçlılar. Fakat münafık, meseleyi öyle bir karıştırır ki, Müslümanlık ile kâfirlik, bir harcın parçaları gibi, farklı kimyevî şeylerin bir araya gelmesi gibi olur. O güzellik, o beriki çirkinlikle bir araya gelince, kömür-elmas birbirine karışır. Siz, anlayın artık meselenin ne olduğunu!.. Günümüzün İslam dünyasında, bu şenaat, bu denaet yaşanıyor. Bazı yerlerde de katmerli yaşanıyor. Bazı yerlerde “müfret” yaşanıyor; bazı yerlerde “müza’âf” yaşanıyor, bazı yerlerde, -Kapadokya gibi- “mük’ab” yaşanıyor. Münafıklar, gemi azıya almış öyle gidiyorlar ki, hakiki Müslümanlara fırsat vermeme, canlarını alma, “Aman vurun, iflah etmeyin!” mülahazasıyla yaşama adetâ şiar haline, ideal haline, gâye-i hayal haline getirilmiş. Böyle bir dünyada, dış dünyadaki insanların Müslümanlığa imrenmesine imkân yoktur. Onun mübarek, dırahşan çehresini, değişik terör örgütleri gibi, bu değişik terör devletleri de öyle kirlettiler ki!.. Zannediyorum yarım asır, bu kirleri yıkamak için uğraşacaksınız, yine de dıştakilerine Müslümanlığın gerçek çehresini göstermede çok zorlanacaksınız; göbeğiniz çatlayacak, şakaklarınız zonklayacak, kasıklarınızı tutacaksınız, Üstad Necip Fazıl ifadesiyle, “öz beyninizi burnunuzdan kusacaksınız!”

Bunları dedim ama… “Ger günahım Kuh-i Kaf olsa ne gam yâ Celil / Rahmetin bahrine nisbet ennehû şey’un kalîl”. Belki de bizim günahlarımızdan, münafıklar böyle yüz aldı ve yol aldılar, mesafe aldılar, fırsat buldular. Şimdi hadiselerin lisanıyla “Niye firasetinizi kullanmadınız? Neden doğruyu doğru, eğriyi eğri göremediniz?” deniyor ve dolayısıyla Allah, zâlimin eliyle ensenize şamarlar indirmeye başladı, kulağınızı çekmeye başladı. Adeta, “Mü’min, bu kadar aptal olmamalı! Münafığın arkasından gitmemeli! Aptal koyunlar gibi kurdun arkasından sürüklenmemeli! Karanlık derelere yuvarlanmamalı! Aklınızı başınıza alın da, bir daha münafıkların arkasından sürüklenmeyin! Kendi yolunuzda yürüyün!.. Yürüyün ve önünüzde her zaman Ebu Bekir u Ömer u Osman u Ali’nin sesini-soluğunu duyun!” deniyor. Onların sesi-soluğu, parçalanmış Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın sesi-soluğudur; bir derinliğiyle Ebu Bekir’de, başka bir derinliğiyle Ömer’de, başka bir derinliğiyle Osman’da, başka bir derinliğiyle Haydar-ı Kerrâr, Şâh-ı Merdân, Dâmâd-ı Nebî Hazreti Ali’dedir. Onları (radıyallahu anhüm ecmaîn) takip ederseniz, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) rehbere ulaşabilirsiniz. O’na ulaştığınız zaman, Allah’la aranızdaki münasebeti tesis etmiş olabilirsiniz. Sadece, yarım yamalak namazla değil, yarım yamalak oruçla değil, “Müslümanım!” demekle değil, “Biz, İslamî bir idare istiyoruz!” demekle değil… Gerçek Müslüman olmakla.. gerçek Müslüman olmakla, Râşid halifelere ulaşırsınız… Onlar da, elinizden tutarlar, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a götürürler. “Referansız Yâ Rasûlullah!” derler. Onlar referans ise şayet, Allah Rasûlü, dergâh-ı nebevisinden sizi kovmaz. Rasûlullah’ın referans olduğunu da, Allah, dergâhından kovmaz.

Şeytanın referansıyla, tûl-i emel içinde, tevehhüm-ü ebediyet dalgınlığıyla yaşayan, şatafattan hoşlanan, alkışlanmayı cana minnet bilen, şeytanın oyuncağı, Müslüman görünen zavallılar… Böyle görünmekle onlar, hiç farkına varmadan cehennemdeki gayyalarını derinleştiriyorlar. Bir kuyu kazıyorlar başkalarına fakat kazmayı her yere çalışla, esfel-i sâfiline doğru bir derinlik açıyorlar. Çünkü Kur’an diyor ki: إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الأَسْفَلِ مِنَ النَّارِMünafıklar, cehennemde, kâfirlerin de altında, en derin derekededirler!”. (Nisâ Sûresi, 4/145) Mü’mine kuyu kazmak için kazma çalan insanlar, onları zindanlara atan insanlar, mallarına el koyan insanlar, “Başkalarının yolunda kuyu kazdım!” zannettiklerinde, esasen, nifakları adına, esfel-i sâfiline doğru kuyu kazıyorlar. Öbür tarafta göreceksiniz.

 Soru: Hazreti Nuh, Hazreti Hud ve Hazreti Salih (alâ Seyyidinâ ve aleyhimüssalâtü vesselam) efendilerimiz gibi pek çok peygamberin, tehdit ve hakaretler karşısında وَمَا لَنَا أَلَّا نَتَوَكَّلَ عَلَى اللهِ وَقَدْ هَدَانَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَلَى مَا آذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ dedikleri anlatılıyor. Önceki ayetler de nazar-ı itibara alınarak, hemen bütün peygamberlerin bu ortak beyanıyla dikkat çekilen iki noktaya (tevekkül ve sabra) dair ayette kullanılan kayıtlar ışığında neler söylenebilir?

Hazreti Bediüzzaman da قَالَتْ رُسُلُهُمْ أَفِي اللهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ (İbrâhîm, 14/10) ayet-i kerimesini bir risalesine (23. Lem’a / Hüccetü’l-lahi’l-Bâliğa Risalesi / Üçüncü Hüccet-i İmâniye) serlevha yapmış. Ayette geçen “Fâtır”, gökleri ve yeri yaratan, onu şekillendiren, kesen-biçen, kıvamına getiren; sadece “ol!” demekle onu öyle bırakmayan, aynı zamanda tam bir kıvama koyan manalarına geliyor. Kâinattaki bütün kesmeleri, biçmeleri, yontmaları ifade ediyor. Teşbihte hata olmasın, kâinat da eli-ayağı, gözü-kulağı, dili-dudağıyla âhenk içinde meydana getirilen bir âbide gibi. Kâinat, Hazreti Pîr’in ifadesiyle,  “büyük bir insan”, insan da “küçük bir kâinat”; kâinat bir kitap, insan da onun fihristi. “Âdeta insan, câmiiyetiyle kâinatın küçük bir fihristesi ve bir misal-i musaggarası hükmünde olup, umum esmanın nakışlarını gösteriyor.” (Lem’alar, 354) Dolayısıyla çok yerde “Fâtır” kelimesi kullanılıyor ki, o, “kesen, biçen, şekillendiren, kıvama koyan, her şeyi yerli yerine yerleştiren; ne aklın-mantığın istiğrab edeceği/yadırgayacağı bir tavır, ne de beğenilmeyecek bir hal bırakan; الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ “O, her şeyi en güzel şekilde yaratır.” (Secde, 32/7) fehvasınca, sistemlerden o sistemlerin fihristi, özeti, hülasası olan insana kadar her şeyi en mükemmel vaziyette halk eden manalarının tamamını ihtiva ediyor.

 “Gökleri ve yeri var edip, değişmez bir sistem ve prensipler üzerine oturtan Allah hakkında şüphe etmek ha!..”

Öncelikle, Peygamberlerin kavimlerinden müşrikler diyorlar ki: وَإِنَّا لَفِي شَكٍّ مِمَّا تَدْعُونَنَا إِلَيْهِ مُرِيبٍ “Gerçekten biz, bizi kabul etmeye çağırdığınız bu şeyler hakkında çok derin bir kuşku içindeyiz.” (İbrâhîm, 14/9) Biz bir şekk/tereddüt içindeyiz. Hatta onun da ötesinde, -ism-i fâil sigasıyla ifade ediliyor- “mürîb”, bir “septist”, “sofist”iz yani, “reyb” içindeyiz. Bizimkiler o septizmi, sofizmi “reybîlik” kelimesiyle ifade etmişlerdi. Zannediyorum Ahmed Naim merhum da “İlmü’n-nefis”te ve diğerleri de kendi kitaplarında “reybîlik” sözüyle ifade ediyor, bu “mürîb” kelimesinden dolayı.

قَالَتْ رُسُلُهُمْ أَفِي اللهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ “Kendilerine gönderilen rasûller ise onlara şöyle karşılık verdiler: Gökleri ve yeri var edip, değişmez bir sistem ve prensipler üzerine oturtan Allah hakkında şüphe etmek ha!” (İbrâhîm Sûresi, 14/10) Bir kere, yarattığı yerlerle ve göklerle O, öyle bir mesaj ortaya koyuyor ki; “Bir kitab-ı a’zâmdır serâser kâinat / Hangi harfi yoklasan, manası Allah çıkar.” Ayette adeta “Göklere, yıldızlara, semaya, nizama, âhenge, zeminin onlarla münasebetine bak!” denilerek, bir yönüyle o koca kitapta icmâlen makro âlemden mikro âleme, normo âleme doğru bir geliş ifade ediliyor. Sonra da diyor ki, …يَدْعُوكُمْ “O, sizi (Kendisine inanmaya) çağırıyor ki, neticede günahlarınızı bağışlasın ve (içinde bulunduğunuz helâki hak eden durumdan sizi kurtarıp, Kendi katında) belli bir sona kadar size süre tanısın.” (İbrâhîm Sûresi, 14/10) İşte bu gökleri ve yeri Yaratan -ki, size “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorulduğunda, siz de “Allah” diyorsunuz.” (Bkz. Mü’minûn Sûresi, 84-90; Yunus Sûresi, 31)- يَدْعُوكُمْ لِيَغْفِرَ لَكُمْ Sizden bir şey istemiyor; sizi yarlığamayı diliyor. Muktezâ-i beşeriyet olarak sağınıza, solunuza, yüzünüze, gözünüze bulaşan, tabiatınıza aykırı kirlerden sizi arındırmak için, günahlarınızı yarlığamak için çağırıyor.

Bir de وَيُؤَخِّرَكُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّىBelli bir süreye kadar size mehil üstüne mehil veriyor”. Burada da esasen, akla değer atfediyor. Bugün olmadı.. yarın olmadı.. öbür gün bir şeyle karşı karşıya kalırsınız, gözünüz açılır. Bir yerde görmemişsinizdir, başka bir yerde basiretiniz bir şeyi sezer. Bir yerde bir imhâli değerlendirirsiniz, orada bir kere daha ama farklı bakarsınız. فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ ayetinde ifade edildiği gibi, tekrar tekrar bakarsınız. Dön bir kere daha bak canım!.. Dön bir kere daha bak!.. Âhenge bak, nizama bak, düzene bak!.. Bu açıdan da وَيُؤَخِّرَكُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّىNankörlüğünüz karşısında, zulmünüz karşısında, nifakınız karşısında, sizi hemen, çarçabuk yerin dibine batırmıyor” diyor. Peygamberlerin müşterek mesajı, bu.

 “Allah, kulları içinde her kimi dilerse ona hususî bir ihsanda bulunur.”

Onlar ise şöyle karşılık verdiler: قَالُوا إِنْ أَنْتُمْ إِلاَّ بَشَرٌ مِثْلُنَا تُرِيدُونَ أَنْ تَصُدُّونَا عَمَّا كَانَ يَعْبُدُ آبَاؤُنَا فَأْتُونَا بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ “Dediler ki: Siz de bizim gibi ancak birer beşersiniz; bizi atalarımızın tapageldiği ‘ilâh’lardan vazgeçirmek istiyorsunuz. (Eğer iddianızda doğru iseniz,) haydi bize açık ve karşı çıkılmaz bir delil (bizi inanmaya mecbur edecek bir mucize) getirin!” (İbrâhîm Sûresi, 14/10) “Siz de bizim gibi insansınız!” Sathî bakış öyle.. Doğru; el-ayak, göz-kulak, dil-dudak görünce, öyle diyor; bu, sathî bakış.. bakıp görememe. تُرِيدُونَ أَنْ تَصُدُّونَا عَمَّا كَانَ يَعْبُدُ آبَاؤُنَاSizin derdiniz, bizi, babalarımızın ibadet edegeldiği (hani meşhurları olan Lat, Menat, Uzza, İsaf, Nâile) bu putlara tapmaktan alıkoymak.. (Kâbe’nin çevresini ve içini kirleten) 360 küsur putlara tapmaktan alıkoymak; derdiniz bu!” (Efendimiz için olunca böyle..) فَأْتُونَا بِسُلْطَانٍ مُبِينٍBize apaçık, gözü açan, bâriz, beyyin bir bürhan, bir delil, bir sultan getirin!” “Sultan” kelimesine, Kur’an-ı Kerim tefsirlerinde, bu manaların hepsi veriliyor; “bürhan” deniyor, “ilzam edici bir şey” deniyor, “bir mucize” deniyor, “bir harika” deniyor. Hani “gökten bir taş gelsin!” (İsrâ Sûresi:92; Şuarâ Sûresi:187), “Ay parçalansın!” diyorlar. Bütün bunların hepsi, o sultan.

Kâfirler, münafıklar, putperestler, mülhitler, böyle diyedursunlar; Peygambere gelince: قَالَتْ لَهُمْ رُسُلُهُمْ إِن نَّحْنُ إِلاَّ بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ وَلَكِنَّ اللّهَ يَمُنُّ عَلَى مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَمَا كَانَ لَنَا أَن نَّأْتِيَكُم بِسُلْطَانٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَعلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ  “Rasûlleri onlara şöyle karşılık verdi: Biz, evet, sizin gibi ancak birer beşeriz. Fakat Allah, kulları içinde her kimi dilerse ona hususî bir ihsanda bulunur. Sonra, Allah izin vermedikçe size herhangi bir delil getirmemiz de söz konusu olamaz. Mü’minler, (her meselede) ancak Allah’a dayanıp güvenmelidirler.” (İbrâhîm Sûresi, 14/11)

Bu ayetlerde قَالَتْ “Kâlet” denilerek kelimenin müennes olarak kullanılması insanın kafasına takılabilir. Evet, niye müennes kelimeyle ifade edilmiş? Hani كُلُّ جَمْعٍ مُؤَنَّثٌ filan dersiniz. “Cem-i müzekker-i sâlimin gayrı her cemi, cemaat tevili ile te’nis hükmündedir.” denir. Fakat enbiya-i izâm için, “cem-i müzzekker-i gayr-ı sâlim” demek doğru değildir. Allahu A’lem, onlar kavimleri karşısında, zâhiren, bir zaafa uğradıklarından dolayı, “cemaat halinde” ama öyle bir cemaat halinde, “Hiç olmazsa öyle bir cemaati dinleyin!” manalarına işaret edilmektedir.

Ayette رُسُلُهُمْ “Rusülühüm” denilmek suretiyle, aynı zamanda bütün Peygamberlerin de mesajı olduğu yeniden vurgulanıyor. قَالَتْ لَهُمْ رُسُلُهُمْ إِنْ نَحْنُ إِلاَّ بَشَرٌ مِثْلُكُمْBiz, evet, sizin gibi ancak birer beşeriz.” Bu doğru. Bakın, objektif; birine bir şeyi anlatırken, onların doğrularını da doğrulamak lazım; tâ bir yönüyle sizin insafınız, objektif düşünceniz, aynı zamanda, onları da objektif düşünceye sevk etsin. Doğru, o açıdan doğru. قَالَتْ لَهُمْ رُسُلُهُمْ إِنْ نَحْنُ إِلاَّ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ Biz de sizin gibi birer insanız, “misl”iniziz… Fakat burada da aynı zamanda “misl” kelimesi kullanılıyor; mesela إِنْ نَحْنُ إِلاَّ بَشَرٌ عَيْنُكُمْ değil. “Aynen sizin gibi” değil, “misil”; dış ve heykel itibarıyla, fizyolojik ve anatomik açıdan bakınca, “Evet, sizin gibi; el-ayak, göz-kulak, dil-dudak bakımından “misl”iniziz; fakat “aynı” değiliz sizinle. Onu da müşrik kafası anlar mı, anlamaz mı? Amma, Kur’an-ı Kerim, anlasınlar diye söylüyor.

 İnsanlığın İftihar Tablosu’na Allah’ın ilmi ve malumatı sayısınca salât ü selam olsun!..

وَلَكِنَّ اللهَ يَمُنُّ عَلَى مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ “Lakin, Allah (celle celâluhu) kullarından, dilediğine ekstradan lütuflarda bulunur.” خَارِقَةً، كَرَمًا، إِكْرَامًا، كَرَامَةً، مُعْجِزَةً Harika, cömertlik eseri bağış, ikram, keramet, ve mucize olarak, Allah birilerine بِحَيْثُ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve tasavvurları aşkın ihsanlarda bulunur. Birisini çıkarır; Hazreti Nuh’u çıkarır; onun torunu sayılan, وَإِنَّ مِنْ شِيعَتِهِ لَإِبْرَاهِيمَ veya yolunun yoldaşı olan Hazreti İbrahîm’i çıkarır; Hazreti Musa’yı çıkarır; Hazreti İsâ’yı çıkarır. Allah’ın binlerce salat ve selamı, binlerce salat ve selam kendisine az gelen İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ve onların üzerine olsun.

Antrparantez; şimdilerde “binlerce” değil de بِعَدَدِ عِلْمِ اللهِ وَبِعَدَدِ مَعْلُومَاتِ اللهِ “Allah’ın ilmi ve malumatı sayısınca” diyorum. Salat ü selam okurken, اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَأَوْلاَدِهِ وَأَزْوَاجِهِ وَعَلَى إِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلَى الْمَلاَئِكَةِ الْمُقَرَّبِينَ وَعَلَى عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ مِنْ أَهْلِ السَّمَاوَاتِ وَأَهْلِ اْلأَرَضِينَ رِضْوَانُ اللهِ تَعَالَى عَلَيْهِمْ أَجْمَعِينَ بِعَدَدِ عِلْمِ اللهِ وَبِعَدَدِ مَعْلُومَاتِ اللهِ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ demeyi tercih ediyorum. Bazı Hak dostları (…ألفُ ألفِ صلاة) “elfu elfi salâtin..” demişler; o da kesretten kinaye. Belki (…ألفُ ألفِ صلاة) “elfu elfi salâtin..” derken onlar, bir milyon değil de, “trilyon.. trilyon…” demek istemişlerdir, kesretten kinaye.. Fakat kinayeden daha ziyade sarîhi söylemek hoşuma gidiyor. Aynı zamanda, Hasan Basri Çantay, إِنَّ اللهَ وَمَلاَئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا ayet-i kerimesinin mealinde, salât u selam ile alakalı diyor ki: En derin salât u selam, اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ عِلْمِ اللهِ وَبِعَدَدِ مَعْلُومَاتِ اللهِ “İnsanlığın İftihar Tablosu’nun üzerine Allah’ın ilmi sayısınca ve Allah’ın malumatı sayısınca, salat, selam ve bereket olsun. Allah’ın o kadar salât u selamını, başta bir yönüyle bütün peygamberlerin çekirdeği olan, hükmü sonunda kafiye gibi gelen; ağacında/temelinde fide olarak bulunan, başında da bir meyve şeklinde arz-ı endâm eden Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm hak ediyor. Dolayısıyla da ondan ötürü, öbürlerine de salât ü selam demek, kadirşinaslığın ifadesidir.

Bir tane daha antrparantez diyeyim: Ben o enbiya-i izama, evliya-ı fihama, onların ümmetlerine, evlatlarına, torunlarına salat u selam okurken, biraz da rikkatime dokunuyor. Diyorum ki: “Onları -böyle- rahmetle yâd eden yeryüzünde kimse kalmadı. Şu kadar mürsel, şu kadar nebi.. şu kadar Kur’an-ı Kerim’de geçen peygamber… Bunların arkasında giden bir sürü insan… Fakat onların hayrına hiçbir şey yapmıyorlar. Dolayısıyla, zannediyorum, onları hayırla yâd etmek de, onların hayırla yâd edilmesi üzere gönderilen, bütün hayırların kaynağı, Hazreti Muhammed Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetine düşüyor.

 Meccânen Allahım.. meccânen.. meccânen!..

Konuya dönelim: وَلَكِنَّ اللهَ يَمُنُّ عَلَى مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِAllah, kullarından dilediğine meccanen lütuflarda bulunur.” Var ya el-Kulubu’d-Dâria’da: اَللَّهُمَّ خَلَقْتَنِي مَجَّانًا، وَرَزَقْتَنِي مَجَّانًا، فَاغْفِرْ لِي مَجَّانًاAllah’ım, beni meccânen yarattın.. Allah’ım, beni meccânen rızıklandırdın.. Meccanen de mağfiret buyur!” Çoğaltabilirsiniz; Allah’ım, beni meccânen Müslüman yaptın.. meccânen insan şeklinde yarattın.. meccânen Hazreti Muhammed’e ümmet yaptın.. meccânen âhirzamanda “kardeşlerim!” dediği zümre içinde gönderdin.. meccânen din-i mübin-i İslam’a hizmet etme imkanları verdin.. meccânen bir cemaat-i uzmâ içinde -şom ağızların “terör örgütü” demesine bakmayın-, nâm-ı Celîl-i İlahî’yi güneşin doğup battığı her yere götürmeye kararlı bir cemaat içinde beni yarattın.. meccânen.. meccânen… Allah’ım, biz karşılığını ortaya koyamasak bile bu işi tamamlamayı da meccanen bize lütfeyle.. Kereminle, lütfunla, Nâm-ı celil-i sübhanîni, Nâm-ı celil-i nebevîyi, güneşin doğup battığı, hatta Kıtmir’in mülahazasıyla, Güney Kutbu’ndaki penguenlere kadar götürmeyi nasip et. Onlara da fısıldayalım: “Biliyor musunuz penguenler! Muhammedun Rasûlullah.. Allah’ın şanlı, nâmlı, nişanlı, adlı, ünvanlı bir kulu vardı! İnsanlık, O’nunla ışığa gözlerini açtı.. O’nu size fısıldamaya geldik. Buralarda da fısıldayalım O’nun adını buralar, bu buzullar da duysun!..”

Peygamberler sözlerine devam ederler: وَمَا كَانَ لَنَا أَنْ نَأْتِيَكُمْ بِسُلْطَانٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللهِSize hemen bir sultan (delil, mucize, burhan) getirmek de bizim elimizden gelmez.”. Zira mucize, bildiğiniz gibi, Peygamberin, dava-i nübüvvetini ispat etmek üzere, Peygamberin eliyle Allah’ın yarattığı harikulade şeydir. Birilerinin gözünün açılmasını ve hakka hakikate uyanmasını sağlamak üzere velinin vilayetini izhar etmek için o velinin eliyle, onun gayret ve iradesini ortaya koymasıyla, Allah’ın yarattığı hârikulade şeye de “kerâmet” denir. Hazreti Pîr bir basamak aşağıya çekerek ona “ikrâm” diyor. İsterseniz bir basamak daha aşağıya çekerek “kerem” diyebilirsiniz. “Kereme teveccüh” de diyebilirsiniz.. Şahsınız hakkında düşünürken böyle düşünmeniz uygun olabilir.

  “Başkasına değil, tevekkül edeceklerse mü’minler, ancak Allah’a tevekkül ederler!

Bu, peygamber mülahazası.. Onlar “metluv” veya “gayr-ı metluv” vahiy ile konuşuyorlar; hevâ-i nefislerine göre konuşmuyorlar: وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى إِنْ هُوَ إِلاَّ وَحْيٌ يُوحَى عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى ذُو مِرَّةٍ “O, asla heva ve hevesinden konuşmaz; O’nun size söyledikleri, ancak kendisine vahyolunan vahiyden ibarettir. (Kur’ân’ı) O’na o pek güçlü ve kuvvetli (Cebrail) öğretti; pek metin, kemal ve üstün melekeler sahibi.” (Necm, 53/3-6) Diyorlar ki: وَعَلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَBaşkasına değil, ancak Allah’a tevekkül eder mü’minler.” Evet, وَعَلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ denmek suretiyle, “alâ” harf-i cerri, lafz-ı celâle başında hasr ve inhisara delalet ediyor: “Başkasına değil, tevekkül edeceklerse mü’minler, ancak Allah’a tevekkül ederler!

“Sen Hakk’a tevekkül ol / Tefvîz et ve rahat bul / Hakkına razı ol / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler..

Hakk’ın olicak işler / Boştur gam u teşvişler / Ol, istediğini işler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler..”

Nihayet Peygamberler diyorlar ki: وَمَا لَنَا أَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللّهِ وَقَدْ هَدَانَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَلَى مَا آذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ “Hem niye Allah’a dayanıp güvenmeyelim ki, takip etmemiz gereken yollara bizi ileten O’dur. Bize verdiğiniz her türlü eza ve sıkıntıya hiç şüpheniz olmasın ki sabredeceğiz. Zaten tevekkül sahiplerine de düşen, ancak Allah’a dayanıp güvenmektir.” (İbrâhîm Sûresi, 14/12)

وَمَا لَنَا أَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللهِNe diye Allah’a tevekkül etmeyeceğiz ki?!” Bir kere, önce verdiği şeyleri şükranla yâd ederseniz şayet, Allah (celle celâluhu) ekstra lütuflarda bulunur. Biraz evvelki mülahazayı, tasdî’ye bâdi olsa (başınızı ağrıtmaya açık bulunsa) bile -ben öyle görmüyorum- bir kere daha tekrar edeyim: بِحَيْثُ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ، كَرَمًا، إِكْرَامًا، كَرَامَةً، خَارِقَةً Gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, insan hafsalasının alamayacağı bir şekilde, keremen, ikrâmen, kerâmeten, hârikaten… Allah neler ve neler başımızdan aşağıya yağdırır, kendi lütfuyla, keremiyle, fazlıyla…

 “Bu, dilediği kimselere Allah’ın lütfedeceği bir ihsanıdır.”

Allah’ın “fazl”ı, O’nun ekstradan lütfetmesi demektir. Hazreti Pîr Mektubat’ta bir yerde, ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ “Bu, dilediği kimselere Allah’ın lütfedeceği bir ihsanıdır.” (Hadid, 57/21) beyanına işaret ediyor. Yani, niye kendinden biliyorsun? ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ Allah, bunu, dilediğine verir. Cenâb-ı Hak, size bir ilham veriyorsa, bir ihtarda bulunuyorsa, bir iş yaptırtıyorsa, bir şey konuşturuyorsa, ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ Arkadaşlarımız, cennete girme mevzuunda, o tabiri kullanıyorlar ama istiğrab edilecek bir şey değil. Cenâb-ı Hakk’ın fazlı olmadan kimse cennete giremez. O, “ekstradan bir lütuf” demektir. En küçük, zerre kadar bile karşılığı takdim edilmemiş bir lütuf, bir ihsan, bir ulûfe-i şahane demektir.

Cennet’e yalnızca ekstra lütufla, sadece Allah’ın fazlıyla girilebileceğini beyan eden Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e “Sen de mi ey Allah’ın Rasûlü?” denilince, En Doğru Sözlü İnsan وَلاَ أَنَا، إلاَّ أنْ يَتَغَمَّدَنِيَ اللهُ بِرَحْمَةٍ مِنْهُ وَفَضْلٍEvet, Allah’ın fazlı ve rahmeti olmazsa, beni sarıp sarmalamazsa, ben de cennete giremem!” buyuruyor. Sana kurban olayım; hem tevazuuna kurban olayım, hem hakikate tercüman olmana kurban olayım!.. Sen öyle deyince, a be imamım, ben arkadan nasıl düşünmeliyim?!.

وَمَا لَنَا أَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللهِ وَقَدْ هَدَانَا سُبُلَنَا “Hem niye Allah’a dayanıp güvenmeyelim ki, takip etmemiz gereken yollara bizi ileten O’dur.” Sebil değil, sübül; yol değil, yollar. Çağlara göre, bir yönüyle zamanın gerektirdiği yorumlara göre, insanların idrak ve irfan ufuklarına göre, farklı farklı zamanlarda, semadan farklı farklı mesajlar sağanağı gelmiştir. Dolayısıyla burada bir de “sübül” سُبُل denerek bu husus vurgulanıyor. Başka bir yerde, وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاBizim uğrumuzda gayret gösterip mücahede edenlere (kendisini mücahedeye adamışlara) elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz.” (Ankebut, 29/69) Yan, “katele” yerine “câhede” ifadesini kullanarak diyeyim: مَنْ جَاهَدَ لِتَكونَ كَلِمَةُ اللهِ هي العُلْيَا ، فَهوَ في سبيلِ اللهِNam-ı Celîl-i İlâhî’nin yeryüzünde şehbal açıp dalgalanması uğrunda mücâhede eden insan Allah yolundadır.” İşteBiz o Allah yolunda mücahede ehlini farklı farklı yollara hidayet ederiz” buyuruyor Cenâb-ı Hak. Farklı farklı yollar.. mizaca göre, mezâka göre, mezhebe göre, anlayışa göre… Usul’de müttehid fakat detayda, teferruatta, zamanın yorumunu yanına alan farklı farklı yollar… O kadar çok yollar açarız ki onlara, hangisinden yürürlerse yürüsünler, Allah’a ulaşırlar. Hazreti Nuh yolundan, Hazreti İbrahim yolundan, Hazreti Musa yolundan, Hazreti İsa yolundan, Hazreti Davud yolundan, Hazreti Süleyman yolundan… Ve makam-ı cem’in sahibi Hazreti Rasûl-i Zîşân yolundan, Allah’a ulaşırlar.

Evet, burada bir de وَمَا لَنَا أَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللهِ وَقَدْ هَدَانَا سُبُلَنَا “Allah (celle celâluhu) bizi sıkıştırmadı, dara zora koşmadı; yürüdüğümüz yolun o kadar çok şeridi var ki, hiçbir trafikle karşı karşıya kalmadan yürüyorsun; oradan da, oradan da, oradan da… Önemli olan, o yolun bütün şeritlerinin Allah’a ait olması..” manası vurgulanıyor.

 Sabır, sabırdan daha ağırına sabredeceğimizi anlayacağı âna kadar sabredeceğiz!..

Sonra; وَلَنَصْبِرَنَّ عَلَى مَا آذَيْتُمُونَاBize verdiğiniz her türlü eza ve sıkıntıya hiç şüpheniz olmasın ki sabredeceğiz.” Buradaki “Lam” harfi hakkında “te’kid” için diyebilirsiniz, “kasem” için de diyebilirsiniz: “And olsun! And olsun ki, biz, sizin bize yaptığınız bu eziyete karşı sabredeceğiz. Evlerimizi basmalarınıza karşı, mallarımıza el koymalarınıza karşı, alın teriyle kazandığımız şeylere kayyım tayin etmelerinize karşı, ‘sana da bulaşmıştır’ diye adamın suçu daha belli olmadan tutup içeriye atmalarınıza karşı, bir iddianame hazırlamadan insanları mahkûm etmenize karşı… And olsun veya muhakkak, biz dişimizi sıkıp sabredeceğiz. Sabır, sabırdan daha ağırına sabredeceğimizi anlayacağı âna kadar sabredeceğiz. Bu son cümle Hazreti Ali’ye aittir. Sabır, sabırdan daha giriftine, daha çetinine, daha zorlusuna katlanacağımızı anlayacağı âna kadar, dişimizi sıkıp sabredeceğiz. “Gelse Celâlinden cefa / Yahut Cemâlinden vefa” sabredeceğiz. Testereyle biçmeler, tırmıklarla etimizi kemiklerimizden ayırmalar, evlâdı babayı birbirinden koparmalar, yuvaları yıkmalar, her gün SS’ler gibi yuva basmalar… Bunları katlayarak devam ettirseniz dahi, ey hiç değişmemiş olan o zalimler, o SS’ler, dişimizi sıkıp, mutlaka sabredeceğiz!..

Sizin bize yaptığınız o eziyetlere karşı Allah’a gönülden tevekkül edip sabra tutunacağız. Zaten, وَعَلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ “Başkasına değil, sadece Allah’a tevekkül eder tevekkülün manasını bilen gerçek mütevekkiller!..”

518. Nağme: İman, Ümit ve Sabır

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi şu hususları dile getirdi:

* Ümit her şeyden evvel bir inanç işidir. İnanan insan ümitlidir ve ümidi de inancı nispetindedir. Hele insan, inanacağı şeyi iyi seçebilmiş ve ona gönül vermişse, artık onun ruh dünyasında, ümitsizlik, karamsarlık ve bedbinlikten asla söz edilemez.

* Allah’ın sonsuz kudretine inanan insanların ümitsizliğe düşmeleri düşünülemez. Zira bizi mülkünde istihdam eden O’dur. Mülk O’nundur ve O, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. İsterse gecede gündüz; kışta da bahar yaratır. Dilerse gündüzü geceye, yazı da kışa çevirir.

* Ayet-i kerimenin ifadesiyle, وَلَا تَيْأَسُوا مِنْ رَوْحِ اللهِ إِنَّهُ لَا يَيْأَسُ مِنْ رَوْحِ اللهِ إِلَّا الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ “Allah’ın rahmetinden asla ümidinizi kesmeyin. Şurası bir gerçek ki, O’na inanmayan kâfirler güruhu dışında hiç kimse Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” (Yûsuf Sûresi, 12/87)

* Ümit, Allah’a güvenin ifadesi olduğu gibi, iradenin hakkını vermek de demektir. Allah bir irade vermişse, niye ye’se düşelim ki?!. M. Akif ifadesiyle:

“Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.

Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yûs olan rûhunu, vicdânını bağlar.”

* Hazreti Üstad, ümitsizliği çok büyük bir engel olarak anlatmış; “Yeis, mani-i her-kemaldir.” demiş; inşirah verici beyanlarıyla hep ümidin sesi soluğu olmuştur.

* Denebilir ki iman zayıfladıkça yeis güçlenir. Aksine, insan imanda ne kadar derinleşirse ümidi de o ölçüde pekişmiş olur.

* Mü’minlerin birbirlerine sabır tavsiye etmeleri gerektiği gibi ümit takviyesinde bulunmaları da lazımdır.

* Şayet yürüdüğünüz yol Peygamberlerin ve Hak dostlarının yürüdüğü doğru yol ise, Allah katiyen sizi yolda bırakmaz, size yolsuzluğun acısını tattırmaz.

* Yol O’nun yolu ise, o yolda çekilenler bile nimettir. Hiç öyle olmasaydı, Peygamberlere ve onların arkasında yürüyenlere o kadar ağır şeyler çektirilir miydi?!.

* Ashâb-ı Kiram efendilerimiz işkence ve eziyetlerin her türlüsünü çekmişlerdi. Yerinde boykotlara maruz kalmışlar, yerinde tehcirlere, tehditlere, tenkillere, ibâdelere uğramışlardı. Yurtlarını yuvalarını terk etme mecburiyetinde bırakılmışlar, farklı beldelere hicret etmek zorunda kalmışlardı.

* Boykot yaklaşık üç sene sürdü. İzdivaç yok; gökte yağmur, yerde nebat yok; alışveriş yok, yardım yok, yiyecek yok, ilaç yok… Müslümanlar sabır ve metanetle güneşin doğacağı ânı bekliyorlardı. O dönemde -günümüzde olduğu gibi- yaş kuru tefrik edilmeden, değmiş değmemiş denmeden herkese çektiriliyordu.

* Ondan sonra da gönülden inananlara kan kusturan o Ebu Cehiller, o Utbeler, o Şeybeler hiçbir dönemde eksik olmamıştır; belki sadece isimler değişmiştir ama hemen her zaman bir kısım zalimler zulümlerine devam etmişlerdir.

* Boykot döneminin sonunda, hüzün senesinin ardından Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in Miraç’la mükâfatlandırılması gibi, her sıkıntı fevkaladeden bir iltifatla taçlandırılmıştır. Meselenin sonucu bu ise, mü’min kaybetmiyor demektir; kaybeden zalimlerdir.

* Başlangıcı zehir zemberek, neticesi şeker şerbet bir şey varsa, o da, zalimlerin eliyle çekilen azaplar karşısında dişini sıkıp sabretmektir. Fasbirû.. fasbirû!.. (Öyleyse, sabrediniz.. sabrediniz!..)

Bamteli: SABRIN KADARSIN!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu konular üzerinde durdu:

 “Allah’a yemin ederim ki, ben sizin fakr u zarurete düşmenizden endişe duymuyorum. Fakat…”

* Aşere-i Mübeşşere’den Ebu Ubeyde b. Cerrah (radıyallahu anh) Bahreyn’den çok miktarda mal getirdiğinde Ashâb-ı Kirâm’dan bazıları, ondan pay almak için beklerken, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), mealen şöyle buyurmuştu: “Allah’a yemin ederim ki, ben sizin fakr u zarurete düşmenizden endişe duymuyorum. Ben asıl, sizden evvelkilerin sahip olduğu gibi geniş imkânlara sahip olmanız ve onların birbirini çekemeyip, rekâbet edip helâk olmaları gibi sizin de birbirinize haset edip helâk olmanızdan korkuyorum.” 

* Evet, çok mal elde etme arzusu, bu konuda kıskançlık duygusu ve rekabet hissi de insanın manevi hayatını tehdit eden bir zehirdir. İnsanı öyle bir zehirler ki, artık o kimse himmetini bütünüyle ona sarf eder; tabii onun dışındaki bütün değerlere de sırtını döner. Müslümanlara karşı sırtını dönme.. dine, imana hizmet edenlere karşı sırtını dönme.. milletin ikbal bayrağını sağda solda dalgalandırmaya karşı sırtını dönme..  hatta sırtını dönme şöyle dursun, kinle nefretle üzerlerine yürüme, o insanın hali olur ki bütün bunlar öyle bir zehirlenmenin sonucudur.

* Servet edinme düşüncesi, mal mülk arzusu ve para hırsı tarih boyu insanların büyük çoğunluğunun en ciddi zaaflarından biri olmuştur. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde bu hakikati şu ifadeleriyle beyan buyurur: “Âdemoğlunun bir (diğer rivayette iki) vadi dolusu altını olsa bir vadi daha ister, onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz, gözünü doyurmaz. Şu kadar var ki, Allah tevbe edenin tevbesini kabul buyurur.” Evet, doyma bilmeyen bir hırsla sürekli daha fazlasını isteme ve her şeyi ele geçirme gayreti içine girme çoğunluğun zaafı olan bir husustur. Esasında toplumdaki pek çok kavga ve çatışmanın arkasında da böyle bir menfaat yarışı yer almaktadır.

 Sabır; hem zirve insanların hâli hem de zirveleşme yolunda olanların güç kaynağıdır.

* İbn-i Hacer el-Askalânî hazretlerinin “Münebbihât” adlı eserinde, Hazreti Ali’ye (radıyallâhu anh) isnat edilen şu hakikatler dünyanın cazibedar güzelliklerine aldanmamayı ve hep akıbet endişesiyle yaşamayı gerektirmektedir:

يَا مَنْ بِدُنْيَاهُ اشْتَغَلْ    قَدْ غَرَّهُ طُولُ الْأَمَلْ

أَوَلَمْ يَزَلْ فِي غَفْلَةٍ    حَتَّى دَنَا مِنْهُ الْأَجَلْ

اَلْمَوْتُ يَأْتِي بَغْتَةً    وَالْقَبْرُ صُنْدُوقُ الْعَمَلْ

اِصْبِرْ عَلَى أَهْوَالِهَا    لَا مَوْتَ إِلَّا بِالْأَجَلْ

“Ey dünya meşgaleleriyle oyalanan zavallı! Upuzun bir ömür ümidiyle hep aldandın!

Yetmez mi artık bunca gaflet ve umursamazlığın? Zira bak, yaklaştı ötelere yolculuk zamanın!

Unutma, ölüm çıkıp gelir bir gün ansızın! Seni bekliyor kabir, o ki amel sandığın.

Öyleyse, dünyanın sıkıntı ve belâlarından sabra sığın! Bilesin ki ecel gelmeden gerçekleşmez ölüm ayrılığın!”

* Bir sabır çeşidi de, mubah çerçevede görünse bile dünyanın cazibedar güzelliklerine karşı sabırdır. Evet, dünya göz kamaştırıcı şualarıyla gözümüzün içine yöneldiği zaman, ona karşı kararlı ve dimdik durabilme de çetin sabırlardan bir tanesidir. 

 Allah ötede “Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim!..” diyecek kimselerden eylemesin!..

* Furkan Sûresi’nde mahşer gününe ait bir tablo anlatılırken zâlimlerin Peygamber yolunda yürümediklerinden dolayı çok pişman olacakları, nedametle ellerini ısıracakları ve “Keşke, keşke!..” diye yanıp yakılacakları ifade buyuruluyor:

وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلَى يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلاً يَا وَيْلَتَى لَيْتَنِي لَمْ أَتَّخِذْ فُلَاناً خَلِيلاً لَقَدْ أَضَلَّنِي عَنِ الذِّكْرِ بَعْدَ إِذْ جَاءَنِي وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْإِنْسَانِ خَذُولاً

“O gün zalim, parmaklarını ısırır der ki: Eyvah! Keşke o Peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur’ân’dan) beni o uzaklaştırdı. Zaten şeytan, insanı işte böyle uçuruma sürükleyip sonra da yüzüstü, yalnız bırakır.” (Furkan Sûresi, 25/27-29)

* Manevi hayat ve ahiret açısından, kazanma kuşağında kaybetmemek için mebdede de müntehada da teyakkuz ve temkin insanı olmak lazımdır.

 “Yalnız Bir’i iste; başkaları istenmeye değmiyor. Bir’i çağır; başkaları imdada gelmiyor.”

* İnsan, imanı hesabına, beden ve cismâniyetin öldürücü atmosferinden uzaklaştığı ölçüde Allah’a yaklaşmış ve kendine karşı da saygılı ve anlayışlı davranmış sayılır.

* “Yokluğunda var olan, varlıkta bilmez yokluğu / Sohbet-i yâr lezzetini bilmez beyim, ağyâr olan!” (İsa Mahvî)

* Hazreti Üstad der ki: “Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlâna Câmi, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak ne güzel söylemiş: Yalnız Bir’i iste; başkaları istenmeye değmiyor. Bir’i çağır; başkaları imdada gelmiyor. Bir’i talep et; başkaları lâyık değiller. Bir’i gör; başkalar her vakit görünmüyorlar, zevâl perdesinde saklanıyorlar. Bir’i bil; mârifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır. Bir’i söyle; Ona âit olmayan sözler, mâlâyânî sayılabilir.”

* Ebu’l-Feth El-Büstî hazretleri ne güzel söylüyor:

أَقْـبِـلْ عَلَى النَّفْسِ وَ اسْتَكْمِلْ فَضَائِلَهَا فَأَنْـتَ بِالنَّفْسِ لاَبِالْجِسْـمِ إنْـسَانٌ

“Ruhuna (mahiyet-i insaniyene) yönel, onun faziletlerini kemâle erdir! Zira sen cisminle değil kalbinle/ruhunla insansın.”

BAMTELİ: ASR’A YEMİN OLSUN Kİ!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

 “İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda savmaya bak!..”

* Belki birileri, kafaları çok katı, mülâaneyi anlamıyorlar, mübaheleyi anlamıyorlar, mukabeleyi anlamıyorlar. Bu anlamayanlar, anlamamada ısrar edecekler. Aldırmayın. Bir gün, bugün olmazsa yarın, arkadan gelen nesiller dediğiniz şeyleri anlayacaktır. Siz, kendiniz gibi davranın. Sahabeyi karşınıza bir ayna gibi koyun. Sık sık tavır ve davranışlarınızı o ayna karşısında bir kere daha gözden geçirin.

* Kötülükleri dahi iyilikle savmaya çalışmak bir mü’min ahlakıdır. Kur’an-ı Kerim’de bu husus farklı şekillerde nazara verilmektedir. Bu cümleden olarak şöyle buyurulmaktadır: وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ “İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet, 41/34)

* Evet, iyilik ile kötülük birbirinden farklı şeylerdir; bunlar müsavî değildir. Siz, kötülük gördüğünüz zaman onu iyilikle savın, iyilikle mukabelede bulunun. Başkaları bin tane yalan söylemiş olsalar da siz “Yahu ben de bir taneyle onlara mukabele edeyim!” demeyin.

* Bazen böyle, bağışlayın, yalan furya gittiğinde, iftiralar çok ucuz pazarlarda yer bulduğunda, insanlar zannedebilirler ki, bu böyle de oluyor. Hayır, o iş hiç öyle olmuyor. Hele bir mü’minin işi asla yalan, iftira, karalama, entrika olamaz.

* Hedefiniz doğru olduğu gibi, vesileleriniz de meşru olmalıdır. Doğru hedefe ancak doğru argümanlarla varılır. Bağışlar mısınız? Merkeple sultanın huzuruna gidilmez.

 “Yemin olsun asr’a (zamana); insanlar hüsranda.. ancak şunlar müstesna!..”

* Merhum Mehmet Akif der ki:

“Hâlık’ın nâmütenâhî adı var, en başı Hak,

Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak;

Hani Ashab-ı Kiram, ayrılalım derlerken,

Mutlaka Sure-i ve’l-Asr’ı okurmuş, bu neden?

Çünkü meknûn o büyük surede esrâr-ı felâh,

Başta iman-ı hakikî geliyor, sonra salâh,

Sonra hak, sonra sebat, işte kuzum insanlık,

Dördü birleşti mi yoktur sana hüsran artık.”

* “Hâlık’ın nâmütenâhî adı var, en başı Hak / Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak.” Hak şimdi yerde mi değil mi?!. Bâtıl gemi azıya almış mı, almamış mı?!. Fitne-fesat zirvede mi değil mi?!. Ahir zamanı resmederken Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu fotoğrafı ortaya koyuyor. O dönemin insanına, “Herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde, imar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun!” buyurarak işaret ediyor. Onlar, bir kısım bozguncuların her tarafta yangınlar çıkarmasına karşılık ıslah için çalışan insanlardır. Onlar, arının ölümü karşısında bile ağlayan, karıncaya basmayan, hâlâ bir damlacık hayatı vardır diye bir sineği hayata kavuşturmak için çırpınıp duran insanlara terörist diyen edepsizlere karşılık, ıslah duygusundan, arayı bulma duygusundan, insanca davranma duygusundan asla vazgeçmezler.

* Allah Teâla Asr Sûresi’nde “Yemin olsun zamana; insanlar hüsranda.. ancak şunlar müstesna: İman edip makbul ve güzel işler yapanlar.. bir de birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler.” buyurmuştur. Bu sûrede mü’minlerin birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeleri kurtuluşlarına bir vesile olarak gösterilmekte; dolayısıyla sürekli kafa kafaya vererek kolektif şuuru harekete geçirmeleri, her zaman birbirlerine hayır ve sabır tavsiyesinde bulunmaları ve bu suretle her konuda hakkı ikâme etmeleri istenmektedir. Onun içindir ki, değişik vesilelerle bir araya gelen Ashâb-ı Kirâm efendilerimizin Asr sûresini okumadan ayrılmadıkları rivayet edilmektedir.

 “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh…”

* Günde kaç defa kuvvetin O’na ait olduğunu dillendiriyor; Efendimiz’in bir cennet hazinesi olarak beyan buyurduğu “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” ikrarıyla soluklanıyoruz. تبرأنا من حولنا وقوتنا والتجأنا إلى حولك وقوتك يا رحمان (Teberra’nâ min havlinâ ve kuvvetinâ / Veltece’nâ ilâ havlike ve kuvvetike Yâ Rahmân!) diyor ve bununla şu manaları kastediyoruz: Varsa bütün güç ve kuvvetimiz Senin havlin, evirip çevirmen, yoluna koyman, bir yere sevk etmen sayesindedir. O kudret-i kâhiren ile yaptığın şeyleri Senden başka hiç kimse yapamaz. Yok hükmünde, gölge hükmünde, gölgenin gölgesinin gölgesinin…. gölgesi hükmünde olan kendi havl ve kuvvetimizden teberri ediyoruz. Sa’y u gayretten geri durmuyoruz, şart-ı adi planındaki irademizin hakkını vermeye çalışıyoruz. Bununla beraber, Allahım, kendi havl ve kuvvetimizden fersah fersah uzaklaşıyoruz; Senin havl ve kuvvetine sığınıyoruz. Madem Sen, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh”ı kenzün min künüzi’l-cenneh (cennet hazinelerinden bir hazine) yapmışsın, biz de o cennet kenzine teveccüh ediyor, her şeyi ondan bekliyoruz.

* Allah Rasûlü’nün ashabı, başka insanların telaşa kapılıp paniklemesi beklenen şartlarda dahi paniklememiş, aksine Peygamber efendimizin haber verdiği musibetler cereyan ettikçe onların imanları ve teslimiyetleri ziyadeleşmiştir. Şu ayet-i kerime onlardaki bu iman, cesaret, metanet ve teslimiyeti destanlaştırmaktadır:

وَلَمَّا رَاَ الْمُؤْمِنُونَ الْاَحْزَابَ قَالُوا هٰـذَا مَا وَعَدَنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْليمًا

“Mü’minler saldıran o birleşik kuvvetleri karşılarında görünce, ‘İşte bu, Allah ve Rasûlü’nün bize vâd ettiği (zafer)! Allah da, Rasûlü de elbette doğru söylemişlerdir.’ dediler. Mü’minlerin, düşman birliklerini görmeleri onların sadece iman ve teslimiyetlerini artırdı.” (Ahzâb, 33/22)

 “İşte bu, Allah ve Rasûlü’nün bize vâd ettiği!.. Allah da, Rasûlü de elbette doğru söylemişlerdir.”

* Mü’minler biliyorlardı ki; tarihî tekerrürler devr-i daimi mülahazasına bağlı olarak, ayniyet şeklinde olmasa bile misliyet çizgisinde bir kısım musibetlerle karşı karşıya kalacaklar. Öteden beri “Eğer ben kuvvetliysem, güçlüysem, imkânlar elimdeyse, herkes bana biat etmek mecburiyetindedir!” düşüncesine sahip mütemerritlerin hakkı kuvvette görmeleri esprisine bağlı olarak yaptıkları gibi, bir gün birileri de bir ahzab (birleşik gruplar) halinde bir araya gelecek ve onların üzerine yürüyecekler. Bu realiteyi bildikleri için, Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali (radıyallahu anhüm ecmaîn) ve o çizgide olanlar, Hendek’te de “İşte bu, Allah ve Rasûlü’nün bize vâd ettiği!.. Allah da, Rasûlü de elbette doğru söylemişlerdir.” dediler. Diğer taraftan, onlar, gelip çarpan her şeyin Allah’ın izni ve inayetiyle darmaduman olup sağa-sola savrulacağı hakikatine de kalbleri gibi inanıyorlardı: Savrulacaklar Allah’ın izniyle!..

* Bununla beraber, herkes aynı seviyede değildir. Bir de onların en zayıfları dediğimiz kimseler vardı. Bu gruptakiler, tam şirazeden çıkmamış, bütün bütün çözülmemiş ve bağı kopmuş tesbih tanesi gibi dağılmamışlardı; fakat muvakkat bir tereddüt yaşamış ve bir “Acaba?” demiş olabilirler. Böyle olması, her devirde de meselenin böyle olacağına işarettir.

 Allah (celle celâluhu) Kendisine müteveccih olanları hiçbir zaman ziyasız ve desteksiz bırakmamıştır, bırakmayacaktır.

* Bir misal vermek gerekirse: Hazreti Musa’nın (aleyhisselam) ashabı arasında da zaman zaman benzer tereddütleri yaşayanlar olmuştu. Firavun’un etrafındaki mabeyn-i hümayun diyorlardı ki “Ey koca Firavun! ‘Ene rabbükümü’l-a’la!’ diyordun. Musa’yı serbest bırakıp kendi gücüyle baş başa mı koyacaksın?” O da “Ben onu takibe koyulacağım. Onların erkeklerini öldüreceğim, kız çocuklarını bırakacağım.” demişti. “Bunlar (beni) tanımadıklarında dolayı malları ganimet, avratları ve çocukları da cariyedir!” sözü onun tarafından da söylenmişti.

* Firavun, Hazreti Musa ve İsrailoğulları’nın arkalarına takılmıştı; güneş doğup ortalığı aydınlatırken Firavun’un ordusu onları takibe koyulmuştu. Onlar o dev cesametleriyle, sistematikleriyle, Ahzab’ın Hendek’e geldiği gibi gelip kovalıyorlar; berikiler de cebrî hicret yapıyor, sadece kaçma adına yanlarına aldıkları şeylerle uzaklaşıyor, göç ediyorlardı. Böylece gelip ırmağa dayanınca ve iki topluluk birbirini görecek kadar yaklaşınca Hazreti Mûsâ’nın arkadaşları: “Eyvah! Bize yetiştiler!” dediler. Çok ciddi bir sarsıntı yaşadıklarından dolayı te’kid içeren ifadelerle “Hiç kuşkusuz, mutlaka biz yakalandık, idrak edildik.” demeye durdular. İşte o anda bile Hazreti Musa “Kellâ!..” dedi; “Hayır, asla!.. Rabbim benimledir ve O muhakkak ki bana kurtuluş yolunu gösterecektir!”

* Hazreti Musa, bu tevekkül, teslim, tefviz ve sikasını ortaya koyunca, Allah’la arasındaki münasebet tamam olmuştu. Cenâb-ı Hak da ona, “Asânı denize vur!” diye vahyetti. Vurur vurmaz kudret tecelli etmiş, bütün sebepler tuz buz olmuş ve deniz yarılmıştı. Öyle ki birer koridor gibi açılan yolun iki yanında sular büyük dağlar misillü yükselmişti. Bunu görünce Hazreti Musa ve ashabı iman ve itminanla tepe şeklindeki su kütleleri arasında yürüyüp karşıya geçmişlerdi. O arkadan gelen gafil zannediyordu ki, mü’minin geçtiği yerden kendisi de geçebilir. Bu düşünceyle o da dalmıştı suya ama boğulup gitmişti. (Şuara Sûresi, 29/60-66)

* Hâsılı; Allah (celle celâluhu) Kendisine müteveccih olanları hiçbir zaman ziyasız ve desteksiz bırakmamıştır, bırakmayacaktır.

516. Nağme: Hak Yolun Sabırlı Yolcuları Olun!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Türkiye’deki kanlı darbe girişimini şiddetle kınamış ve şöyle demişti:

“Fiilen darbeyi bin defa telin ederim. Darbe teşebbüsünü de telin ederim. Darbe yapalım mı mülahazasına karşı da makas gibi kollarımı açarım. Benim kanımı içmek isteyen insanlar bile demokratik usullerle şayet iktidara gelmişlerse, onların anti-demokratik bir yolla bertaraf edilmelerini hiçbir zaman düşünmedim.”

Dünya medyasına verdiği röportajlarda, darbe girişiminin ve şiddetin şahsıyla ve Hizmet gönüllüleriyle ilişkilendirilmesinin de büyük bir iftira olduğunu kesin bir dille ifade etmişti.

Bununla beraber, tam bir vahşet olan darbe teşebbüsünden hemen sonra ortaya konan cadı avı, nefret suçu ve yargısız infazların bütün dünya kamuoyunca bir “senaryo”nun parçası olarak algılandığını belirtmişti.

Muhterem Hocaefendi, elim hadiseden sonra ilk kez sohbet etti. O hasbihali arz ediyoruz.

Bamteli: RAMAZAN, ORUÇ VE TAKVA

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

 “Dediler ki: Derttir dermanın seni!..”

*Dermanı derdin içinde aramak lazım. Kalbi tetikleyen ve gözü açan dert, dermandır. Bu manayı dile getiren çok güzel sözler vardır: Bunlardan biri şu mısralardır: “Derd-i derunuma derman arardım / Dediler ki: Derttir dermanın senin / Dergâh-ı dildare kurban arardım / Dediler ki: Canın kurbandır senin.”

*Hakka hizmet yolunda bulunan insanların öncelikle şu realiteyi kabul etmesi gerekir. Dün olduğu gibi bugün de kin, nefret, haset ve çekememezlik gibi kötü hasletlere sahip insanlar, paranoyak ruh hâliyle, kendileri gibi düşünmeyen kesimleri düşman ilân edecek, sürekli sağa sola saldıracak, çıkarlarını koruma adına da çeşit çeşit şenaat ve denaatleri işleyecektir.

Fakat adanmış ruhlar, tam bir tevekkül ve teslimiyet içinde sürekli Cenâb-ı Hakk’a sığınmalı, bütün faaliyetlerini O’na (celle celâluhu) bağlı götürmeli, daima Güller Gülü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) müteveccih bulunmalı, her türlü kötülük ve engellemeye rağmen bütün insanlığı kucaklayacak şekilde engin bir vicdanla sarsılmadan hak bildikleri yolda yürümeye devam etmelidirler.

 Allah’ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdine “takva” denir.

 Soru: Kur’an-ı Kerim’de, orucun farz oluşu anlatılırken, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ “Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı ki, (nefsinizin gayrı meşrû ve aşırı arzularına karşı) Allah’ın koruması altına girip takvaya ulaşabilesiniz.” (Bakara, 2/183) buyuruluyor. Fezlekede “takva”nın nazara verilmesinden hareketle Ramazan, oruç ve takva münasebetini lütfeder misiniz?

*Takva, vikaye kökünden gelir; vikaye de gayet iyi korunma ve sakınma demektir. Şer’î ıstılahta takva, “Allah’ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdi.” şeklinde tarif edilmiştir.

*Bir de takvanın oldukça şümûllü ve umumî mânâsı vardır ki, şeriat prensiplerini kemal-i hassasiyetle görüp gözetmeden, şeriat-ı fıtriye kanunlarına riayete; Cehennem ve Cehennem’i netice veren davranışlardan kaçınmaktan, Cennet’i semere verecek hareketlere; sırrını, hafîsini, ahfâsını şirkten, şirki işmam eden şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce ve hayat tarzında başkalarına teşebbühten sakınmaya kadar geniş bir yer işgal eder.

 İster iman, İslam, ihsan mevzuunda isterse de hizmet konusunda iki günü eşit olan aldanmıştır.

*Kur’ân-ı Kerim,  يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اٰمِنُوا buyuruyor. (Nisâ, 4/136) Bu ayet-i kerimede “Ey iman edenler!” buyurulurken mazi kipi kullanılıyor. Fiillerde, teceddüt esastır. Bu açıdan burada mü’minlere yönelik olan hitap şu şekilde anlaşılır: “Ey imanını yenileyerek iman eden insanlar!” Fakat böyle olmakla birlikte, Cenâb-ı Hak bunun arkasından yine اٰمِنُوا “Yeniden bir kere daha iman edin” buyuruyor. Demek ki, insanın sürekli imanını kontrol etmesi, mârifet ve muhabbet açısından sürekli kendisiyle yüzleşmesi gerekiyor.

*Aslında herkes hem de her sabah gözlerini açarken yeni bir günün idrakiyle, dinini yeniden bir kere daha duymalıdır. Bugün ruhta, kalbde, histe duyulan din dünkü olmamalı. Yarın da bugünkü olmamalı. Öbür gün de yarınki olmamalı. Her gün ama her gün daha derin olmalı. Zât-ı Ulûhiyet ve eserleri vicdanda daha engince duyulmalı. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “İki günü müsavi olan aldanmıştır.” beyanı bu açıdan da çok önemlidir. Buna göre ister iman, İslam, ihsan mevzuunda isterse de hizmet konusunda iki günü eşit olan aldanmıştır.

 Oruç, sizden öncekiler için bir vazife olarak yazıldığı gibi size de farz kılındı.

*Levh; yassı, düz, üzerine yazı yazılabilecek bir cisim demektir. “Levh-i Mahfuz”; Allah tarafından üzerine maddî-mânevî, canlı-cansız her şeyin kayıt ve tesbit edildiği mânevî bir levha veya bütün bu hususlara bakan ilm-i ilâhînin bir unvanı kabul edilegelmiştir. Onun için herhangi bir tebeddül, tagayyür söz konusu olmadığından ötürü ona “Levh-i Mahfuz” denmiştir.

*Ulema, Levh-i Mahfuz’un yanında, يَمْحُوا اللهُ مَايَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ “Allah dilediğini mahv u isbat eder ve ana kitap (Ümmü’l-Kitap) O’nun nezdindedir.” (Ra’d, 13/39) âyetinin delâletiyle, bir de “Levh-i Mahv u İsbat”tan bahsederler.

*Oruçtan maksad, Allah rızası, nefsin terbiyesi, irâde eğitimi ve takvadır. Oruç tutan insan Allah’ın bir emrini yerine getirdiği gibi, kötülüklerden kaçınma ve yasaklardan uzaklaşma konusunda kendine hâkim olmayı öğrenir. Bundan dolayı, geçmiş milletlerin üzerine de oruç farz olmuştu ve o, her dinin temel rükünlerinden birisiydi. Belki sadece orucu tutma keyfiyetinde bir kısım farklılıklar vardı.

*Allah Teâlâ’nın orucu bize farz kıldığı gibi bizden öncekilere de farz kıldığını beyan buyurması, ilahi emirlerin temel ve gaye bakımından birliğini iş’âr etmek; ayrıca bu farzın önemini belirtmek; onun bir ceza değil insanların menfaatine bir emir olduğunu bildirmek ve yerine getirilmesi için teşvik etmek sadedindedir.

 Oruç, takvaya yürüme yolunda bir köprüdür.

*Her şeyin başı ve esası olan “hidayet”in kaynağı, başta Kur’ân-ı Kerim, sonra da Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) söz, fiil ve davranışlarını ihtiva eden Sünnet-i Sahiha’dır. Nitekim Bakara Sûresi’nin ikinci âyetinde, ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ “İşte Kitap! Şüphe yoktur onda.” beyanıyla Kur’ân’ın potansiyel olarak müttakiler için bir hidayet kaynağı olduğuna dikkat çekilmiştir. Üçüncü ve dördüncü âyetlerde müttakilerin özellikleri sayıldıktan sonra beşinci âyette أُولٰئِكَ عَلَى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ “İşte bunlardır Rabbileri tarafından doğru yola ulaştırılıp hidayet üzere olanlar.” buyrulmak suretiyle tekrar hidayete vurgu yapılmıştır. Ayrıca burada Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’dan hakkıyla istifade etmenin temel şartı olarak takva sahibi olma zikredilmiştir ki, hidayet ve takva arasındaki ilişkiyi göstermesi açısından dikkat çekicidir.

*Oruç, takvaya yürüme yolunda bir köprüdür; namaz ayrı bir köprüdür, zekat ayrı bir köprüdür, hac ayrı bir köprüdür, iffetli yaşamak başka bir köprüdür.

*Oruç insana sabrı öğretir. Sabredilen konular itibarıyla sabır çeşit çeşittir; ibadetlere devam hususunda sabır, günahlara girmeme mevzuunda sabır ve musibetlere karşı sabır en çok bilinen sabır çeşitleridir. İnsanları, kalb ve ruh ufkuna yönlendiren geçmiş asırlardaki büyük zatlar gibi Hazreti Pir de, eserlerinde özellikle bu üç sabır çeşidi üzerinde durmuştur. Evet, bütün çeşitleriyle sabır da bir takva yoludur ki orucun talim ettiği hususlardan biri de sabırdır.

 “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem’a, bir işaret ve bir öpmekle batma!”

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: حُفَّتِ الْجَنَّةُ بِالْمَكَارِهِ وَحُفَّتِ النَّارُ بِالشَّهَوَاتِ “Cennet çepeçevre nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle sarılmış, Cehennem de (bedenî arzu ve iştihâları kabartan) şehevâtla…” Evet, Cennet mekârihle, insana ters, ağır ve zor gelen bir kısım hadiselerle kuşatılmıştır. Onlara takılmadan ve o dikenli tarlalardan geçilmeden oraya ulaşılamaz. Cehenneme gelince, o da cismânî, bedenî, beşerî ve garizî hislerle, şehvetlerle, arzularla, bohemlikle, yemekle, içmekle, yan gelip yatmakla ve dünyada ebedî kalacakmış gibi davranmakla kuşatılmıştır.

*Kaynaklarda, Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) gözünün nuru olan bir delikanlıdan bahsedilir. O genç ismet ufkunun temsilcilerindendir. Bir tuzağa düşüp günaha karşı hafif bir temayül gösterecek gibi olunca birdenbire “Allah’a karşı gelmekten sakınanlara şeytandan bir dürtü ilişince, hemen düşünüp kendilerini toparlar, basiretlerine tam sahip olurlar.” (A’raf, 7/201) mealindeki ayetin diline dolandığını fark etmiş; Cenâb-ı Allah’tan hayâ etmiş; gönlü Allah korkusundan hâsıl olan heyecana dayanamamış ve genç oracığa yığılıp kalmıştır. Hazreti Ömer, gencin ölüm sebebini anlayınca hemen gömüldüğü yere gider ve orada ona şu ayetle seslenir: “Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki Cennet vardır.” (Rahmân, 55/46) O, sözlerini bitirdikten sonra herkesin duyacağı şekilde mezardan şöyle bir ses yükselir: “Yâ Emire’l-Mü’minîn! Allah bana onun iki katını verdi.”

*Meseleleri hep kendi heva u hevesine göre ele alan kimseler hakkında Kur’ân, أَفَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ وَأَضَلَّهُ اللَّهُ عَلَى عِلْمٍ “Görmedin mi o hevâsını ilah edinip de Allah’ın da kendisini ilmine rağmen saptırdığı kimseyi?” (Câsiye, 45/23) buyuruyor. Bir insan Allah ve Rasûlü’ne ait beyanın olduğu bir yerde, heva, heves ve arzularına uyarak söz söylüyor veya hareket ediyorsa bilmesi gerekir ki, o, hevasını ilah edinmiş demektir.

*Hesaplı yaşamak ve bir hata ile her şeyi batırmamak için Hazreti Üstad’ın şu ifadesine uygun davranmak gerekmektedir: “Mâdem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem’a, bir işaret ve bir öpmekle batma! Dünyayı yutan büyük letâifini onda batırma.”

503. Nağme: Yolumuzun Kaderi ve Doğruluğunun İki Delili

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

Sabredenlere müjdeler olsun!..

*Kur’ân-ı Kerim’de

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْأَمْوَالِ وَالْأَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ

“Andolsun ki, sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber) sen sabredenleri müjdele!” (Bakara, 2/155) buyurulmak suretiyle, insanın çok farklı imtihanlara maruz bırakılacağı ifade edilmiş; daha sonra da, bu belâ ve mihnetlere sabredenler müjdelenmiştir. Buna göre tıpkı ibadetlerin insanın derecesini yükselttiği gibi, menfî ibadet sayılan imtihanlar da sabredildiği takdirde insanı günahlarından arındırır ve onu en yüce ve yüksek makamlara çıkarır.

*O hâlde Allah’ın insanları imtihandan imtihana sürüklemesi ve onları farklı imtihan unsurlarıyla test etmesi karşısında mü’mine düşen vazife, maruz kaldığı her imtihanda dişini sıkıp sabretmesi; ayrıca bu durumu kendisiyle yüzleşme, kendini bir kere daha gözden geçirme ve iyi bir kıvam sergileyip sergileyemediğinin muhasebesini yapma adına bir fırsat bilmesidir.

Hakiki mü’min bütün korkulara karşı, bir gladyatör gibi meydan okur; “Hepiniz gelin, topunuz birden gelin!..” der.

*Hazreti Üstad, Hücumât-ı Sitte’de insanı derdest eden hastalıkları anlatırken havf hissini de zikreder. İnsanın ayağına pranga ve boynuna tasma olan marazların başında korku gelir.

*Bu yolda, insî cinnî şeytanların desise ve tehditlerine maruz kalırsınız: “Malınızı elinizden alırız. Sizi dünyevî yaşayışınız itibarıyla tazyiklere maruz bırakırız. Önünüzü keseriz. Size yürüme fırsatı vermeyiz. Her köşe başında bir gulyabaniyle bir kere daha yakanıza sarılırız. En meşru işlerinizde bile size hesap sorarız.” Bu türlü şeylerle sizi korkutur, yürüdüğünüz doğru yoldan sizi vazgeçirmeye çalışırlar. Mü’min bunları gülerek karşılamalı ve atlatmalı.

*Evet, dünyanızı ve ikbalinizi elinizden almakla korkuturlar.. istikbalinizi karartmakla korkuturlar.. makamdan mahrumiyetle korkuturlar.. kemik atıyor gibi, üç-beş kuruş bir şey önünüze saçar, sonra da “Keseriz bunu!” der korkuturlar.. “İki kilo kömürü keseriz” diye korkuturlar. “Yüz lirayı vermeyiz, keseriz!” diye korkuturlar. Korku, Allah belası öyle bir virüstür ki, insanın içine düştüğü zaman insan onun esiri olur.

*Oysaki korku, mehafet ve mehabet hissi şeklinde Allah’a karşı duyulması gereken bir kuvvedir. İnsan Allah’tan korkuyorsa, O’na karşı saygılıysa ve O’nun mehabetiyle oturup kalkıyorsa, hürriyetini elde etmiş demektir; artık o, başka korkulara karşı, bir gladyatör gibi meydan okur; “Hepiniz gelin, topunuz birden gelin!..” diyebilir.

“Mü’minlerin, düşman birliklerini görmeleri onların sadece iman ve teslimiyetlerini artırdı.” 

*Bütün dünyevî korkulardan sıyrılmış olan Sahabe efendilerimizde dine adanmışlık ve ahiret hedefli yaşama ruh hali vardı. Kur’an nurları ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in insibağı onları en kötü şartlara dahi hazır hale getirmişti. Defalarca imtihandan geçeceklerine, zaman zaman düşmanla yaka paça olacaklarına, maldan ve candan fedakârlık gerektiren hadiselerle karşı karşıya kalacaklarına ve bütün tehlikelere/tehditlere mukabil dimdik durarak sonraki nesillere de hüsn-ü misal teşkil etmekle vazifeli bulunduklarına gönülden inanmışlardı. Evet, Allah’ın ve Rasûlü’nün verdiği haberler iliklerine ve nöronlarına öyle işlemişti ki, onlara kendi varlıklarına inanmanın ötesinde inanıyorlardı.

*Şu ayet-i kerime onlardaki bu iman, cesaret, metanet ve teslimiyeti destanlaştırmaktadır:

وَلَمَّا رَاَ الْمُؤْمِنُونَ الْاَحْزَابَ قَالُوا هٰـذَا مَا وَعَدَنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْليمًا

“Mü’minler saldıran o birleşik kuvvetleri karşılarında görünce, ‘İşte bu, Allah ve Rasûlü’nün bize vâd ettiği (zafer)! Allah da, Rasûlü de elbette doğru söylemişlerdir.’ dediler. Mü’minlerin, düşman birliklerini görmeleri onların sadece iman ve teslimiyetlerini artırdı.” (Ahzâb, 33/22)

*Sahabe efendilerimizin insanların telaşa kapılıp paniklemesi beklenen şartlarda dahi paniklemedikleri, aksine imanlarının ve teslimiyetlerinin ziyadeleştiği gibi, inşaallah değişik belalar ve gâileler karşısında günümüzün adanmış ruhları da aynı kıvamı gösterir, asla paniklemez; vazife ve sorumluluklarını bihakkın yerine getirirler. Dört bir yandan bela ve musibet gelse, onlar aynı sahabe gibi, “İşte bu, Allah ve Rasûlü’nün bize vâd ettiği…” der ve yürürler.

“Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?!.”

*Cenâb-ı Hak, sabredip mücahedelerini sonuna kadar götürenlerle yarı yoldan dönenleri ayırt edip yaptıkları amelleri onlara da göstermek için kullarını imtihan etmektedir. Nitekim bir âyet-i kerimede O şöyle buyurmaktadır:

أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللهُ الَّذِينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ

“Allah, sizin içinizden cihad edenlerle sabır gösterenleri ayırt edip meydana çıkarmadan, kolayca Cennet’e girivereceğinizi mi zannettiniz?” (Âl-i İmrân, 3/142) Allah (celle celâluhu) bu imtihanı, kullarının takınacakları tavrı öğrenmek için yapmamaktadır. Zira O (celle celâluhu), bu mevzuda sabredeceklerle etmeyecekleri ilm-i ezelîsiyle zaten bilmektedir. Ancak, bildiği bir hakikati, ilm-i şuhûdîsi ile kullarına da gösterip bildirmek istemektedir.

*Cennet’e uzanan peygamberler yolunun kendine göre bazı meşakkatleri vardır. Kur’ân-ı Kerim’de bu hususa şöyle dikkat çekilmiştir:

أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللهِ أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ

“Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?.. Evet, onlar öyle ezici mihnetlere, zorluklara dûçar oldular ve öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ve yanındakiler, ‘Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ diyecek hale geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214) Sizden evvel gelenlerin başlarına gelen dâhiyeler, gaileler başınıza gelmeden, o sarsıcı yıldırımlar başınızda dönmeden, hatta iş nebi ve beraberinde bulunanlar “Allahım yardımın ne zaman?” diyeceği kerteye varmadan Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz?

Bu iki delilin pozitif olanını sağ tarafınıza alın, diğerini de sol yanınıza; Allah’ı sevdirme adına, koşun dünyanın dört bir bucağına!..

*Yürüdüğünüz bu yolda Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan ve Sünnet-i Seniyye’ye muhalif olarak, Ebu Bekir’lerin, Ömer’lerin, Osman’ların, Ali’lerin, Aşere-yi Mübeşşere’nin, Âl-i Beyt-i Rasûlullah’ın (radıyallahu anhüm ecmaîn) yürüdüğü yolun dışında yürüdüğünüz endişesi var mı içinizde? Nam-ı Celil-i İlahi’yi tanıttırmadan başka bir sevdanız var mı? Herkesin Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem)’i tanıyıp bilmesi ve O’nunla belli ölçüde münasebete geçmesi haricinde bir talebiniz, beklentiniz, hedefiniz var mı?!..

*Sizin bu doğru disiplinler ve prensipler istikametinde yürümenizin yanında, isabetli iş yaptığınıza bir de negatif taraftan, hafife alamayacağınız bir delil vardır: Zalimler sizin yaptığınız bu hizmetleri hazmedemiyor ve yaptığınız şeyleri dünyanın değişik yerlerinde yıkmaya çalışıyorlarsa, bu da hakkaniyetinize bir delildir. Haccac’lar, Yezit’ler, Amnofis’ler, Batılıların üç asırda yapamadığı şeyleri Cenâb-ı Allah’ın o mübarek milletimizin fedakâr ve vefakâr evlatlarına yaptırmış olmasını çekemiyorlarsa, bu da negatif yandan sizin doğru yolda olduğunuzu gösterir.

*Kur’an ve Sünnet ile kendinizi test ettikten, dünya adına herhangi bir hedef arkasında koşmadığınızı bir kere daha gözden geçirdikten ve kendinizi ciddi bir nefis muhasebesine tâbi tuttuktan sonra “Elhamdülillah, yürüdüğümüz yol, günde kırk defa tekrar ederek ‘Allahım, bizi sırat-ı müstakîme hidayet buyur’ deyip dilediğimiz, Nebilerin, sıddıkların, şehitlerin, salihlerin yürüdüğü yol.” diyebiliyorsanız.. bir diğer taraftan da şayet dini ve diyaneti özüyle benimseyememiş, sindirememiş, içselleştirememiş, dini dünyasını mamur kılma adına kullanan Amnofis’ler, Hitler’ler, Jul Sezar’lar sizin aleyhinizdeyse, vallahi, billahi, tallahi yürüdüğünüz yol doğrudur.

*Bu iki delilin pozitif olanını sağ tarafınıza alın, diğerini de sol yanınıza; Allah’ın izni ve inayetiyle, birer asâ gibi dayanın onlara; hiç tereddüt etmeden ve hızınıza hız katarak, Allah’ı sevdirme adına koşun dünyanın dört bir bucağına!..

Allah, Sabredenlerin Yardımcısıdır!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, birkaç saat önce yaptığı haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

Allah sabredenlerle beraberdir!..

*“Allah her sabredenin yardımcısıdır” deniyor. Sabır, Cenâb-ı Allah’ın bize mükellefiyet olarak yüklediği şeylere dişini sıkıp sonuna kadar, ölesiye katlanmak… Bela ve musibetler karşısında sarsılmamak.. tıpkı arzın üstünde yüz, iki yüz metre boy atmış ve yerin derinliklerine doğru da yüz, iki yüz metre kök salmış ağaçlar gibi dimdik durmak… Günahların ve masiyetlerin çağlayanlar haline gelerek çoklarını seylaplar önünde sürüklenen kütükler gibi önüne katıp sürüklediği dönemde bohemliğe düşmemek, garize-i beşeriyeye esir olmamak, şehevât-ı nefsaniyenin güdümüne girmemek, bedenin güdümünde yaşamamak… Hep mealiye müştak, gözleri O’nda, O’nun nazarının kendi üzerinde olduğu mülahazasıyla yaşamak. Bunların hepsi, sabır çeşitlerindendir.

*Evet, sabredilen konular itibarıyla sabır çeşit çeşittir; ibadetlere devam hususunda sabır, günahlara girmeme mevzuunda sabır ve musibetlere karşı sabır en çok bilinen sabır çeşitleridir. Dünyanın göz alıcı güzellikleri karşısında duygu ve fikir değişikliğine düşmeme, düşünce kaymaları yaşamama ve hep Kur’ânî çizgide yol alma da farklı bir sabır türüdür. Bunlara ilaveten bir de zaman isteyen ve bir vakte bağlı cereyan eden işlerde, “zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır” söz konusudur.

Zamanın Çıldırtıcılığına Karşı da Sabretmeli!..

*Öyle meseleler vardır ki, arzulanan netice kader tarafından belli bir takvime bağlanmıştır ve o takvim bizim için gizli tutulmuştur. Böyle bir projeyi realize etmeye çalışırsınız fakat o çok zaman isteyebilir. Zamanın uzunluğu kısalığı biraz da insanların gücü-kuvvetiyle, yani manevi immün sistemiyle, iman-ı billah, marifetullah, zevk-i ruhani, aşk u iştiyak ve yakin-i tam gibi donanımlarıyla mebsuten mütenasiptir (doğru orantılıdır). Bu açıdan da zaman isteyen hadiselere karşı dişini sıkıp sabretmek lazımdır.

*Cenâb-ı Allah, bir yumurtanın civcive dönüşmesini bile haftalara yaymış ve bize bu konudaki ilâhî ahlâkı talim etmiştir. Şayet bu tedricîliği ve zaman faktörünü hesaba katmaz, kuluçkaya yatmış tavuğu yumurtaların üzerinden vakitsiz kaldırırsanız sağlıklı civcivler elde edemezsiniz; dahası, yumurtaların da cılkını çıkartmış olursunuz. Aynen öyle de, bir milletin özüne dönmesi, yığınların insanî değerlere yönelmesi, ideal insanın, ideal neslin ve ideal toplumun yetişmesi birkaç ayda, birkaç senede olabilecek şey değildir.

*İnsanlığın İftihar Tablosu, cihanda eşi-menendi görülmemiş, melekutî bir mimardı; duygu ve düşünce dünyamızı, Allah’la münasebetimizi, ebedi hayata ait her şeyimizi ve kalbî hayatımızı imar eden, Allah’ın seçkin mimarıydı. Beşerin En Mükemmeli’nin (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) eliyle şekillenen ve Kur’an’ın mucizesi olan ısmarlama bir cemaatle bile yeni tip bir insanlığın oluşması ve huzur toplumunun olgunlaşması ancak yirmi üç senede gerçekleşebilmişti. Eğer böyle bir meselenin doğumu bile yirmi üç senede olmuşsa, onun “ba’sü ba’de’l-mevt”i de bu zaviyeden değerlendirilmeli ve bu mevzuda kat’iyen acûliyete girilmemelidir. İşte bu da ayrı bir sabrı gerektirmektedir.

Vuslata Karşı Sabır ve “Gelebilirsin” Mesajını İntizar

*Bunların hepsinin üstünde bir sabır daha vardır ki, o da adeta çıldırtan bir sabırdır; öbür dünyayı dört gözle istediği halde emre itaatteki inceliğin gereği olarak tezkeresinin dolacağı anı iştiyakla bekleyen Hak dostlarının sabrıdır. Sürekli öteler iştiyakıyla nefes alıp veren Hak dostlarının, vazifelerini tamamlayana kadar dünya hayatına katlanmaları ve gönüllerindeki vuslat arzusunu mesuliyet duygusuyla bastırmaları ancak seçkin kullara özel bir sabırdır. “Vuslata karşı sabır” da diyebileceğimiz mukarrabine has bu sabır çeşidi, Hak dostlarının can ü gönülden cemâl-i İlahiyi arzu etmelerine rağmen dine hizmeti kendi nefislerine tercih ederek burada kalıp vazifeye devam etmeleri, her ânı “Ne zaman Allahım, vuslat ne zaman?!.” mülahazalarıyla geçirdikleri halde O’nun takdirine rıza göstererek ölümü değil O’nun hoşnutluğunu istemeleri ve dava düşüncesiyle dünyaya bir süre daha katlanmalarıdır.

*Kemalâtın her şubesinde olduğu gibi vuslata karşı sabrın zirvesini tutan da yine İnsanlığın İftihar Tablosu’dur. Allah Rasûlü, cismanî âlemdeki son anlarında, mübarek başının ağrısının dinmesi için, başına sımsıkı sargı sarmıştı. Hazreti Âişe Vâlidemiz, böyle hallerde Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ellerinden tutar ve O’na dua ederdi. Hazreti Âişe, yine dua etmek üzere o mübarek elleri tutmak istediğinde, bu defa Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) elini çekmiş ve اَللّٰهُمَّ الرَّفِيقَ الْأَعْلٰى “Allah’ım yüce dostluğunu istiyorum.” demişti. Yani Allah Rasûlü, artık murad-ı ilâhînin öteye müteveccih bir istikamette olduğunu anlamış; “Seni çağırıyorum ey Habibim, gel!..” mesajını almış ve kendi ruhunun ufkuna seyahate yönelmişti.

“Hayır hayır! Siz, peşin gelir olarak (gördüğünüz dünyanın) arkasındasınız ve onu tercih ediyorsunuz.”

*Hususiyle dinin tamamen siyasi güdüme girdiği, çoklarının dinî duyguları, dinî hissiyatı, dinî argümanları dünyada bir yere varmak için kullandığı, kitleleri arkalarından sürüklemek isteyen insanlar arasında “görünme dindarlığı”nın yaygınlaştığı günümüzde ibadet u taate karşı sabır çok önemlidir. Evet, bugün camiye gelirken, oruç tutarken, başını örterken, “din-diyanet” derken bütün mülahazaları tamamen dünyayı hedeflemek olan bir sürü insan var.

*Her hal ve hareketiyle dünya peşinde koşan kimselere Kur’an şu şekilde hitap ediyor: كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ “Hayır hayır! Siz, peşin gelir olarak (gördüğünüz dünyanın) peşindesiniz ve onu tercih ediyorsunuz. Âhiret’i ise bir kenara koyuyorsunuz.” (Kıyâme, 75/20-21) Hayır, siz dünyaya gönlünüzü kaptırmışsınız, ahireti elinizin tersiyle itmişsiniz. Hesaptan haberiniz yok; kabirden, münker-nekirin sualinden haberiniz yok; mizandan haberiniz yok. Gırtlağınıza kadar günah içindesiniz fakat hala kendinize göre dinden bahsediyorsunuz.

*Dinin böylesine kalıplaştığı, müsemmasız bir isim veya sadece kılıf ve zarf haline geldiği, mazrufunun, içinin, özünün yitirildiği, tekkeden zaviyeye, ondan camiye kadar her şeyin fersudeleştiği bir dönemde, din-i mübinin usulüne, füruuna, ferâizine ve nevâfiline yürekten bir bağlılık göstererek, o mevzuda aşk ve iştiyakı canlı tutmak -zannediyorum-günümüzün hakiki mü’minlerine düşen en önemli vazifelerden biridir.

Hizmet Erleri İbadette Derinleşmeli!..

*İnsan farz ibadetleri -keyfiyetlerine uygun şekilde- yerine getirerek Cenâb-ı Hakk’a yaklaşır. Farzlarla kurbeti yakalama en sağlam bir yoldur. Çünkü farz dediğimiz şeyler, dindeki zaruriyattır, olmazsa olmaz esaslardır. Hakikî zaruriyât imân esasları; bir manada zaruriyât da İslâm’ın şartlarıdır. Evet, farzlar çok önemli birer kurbet vesilesidir ki; farzları hakkını vererek eda etmek suretiyle Hak yakınlığına ermeye “kurbet-i ferâiz” denir.

*Nafile ibadetler ise “cebren linnoksan” yani, “eksikleri kapama, yarayı sarma, gedikleri tıkama” vazifesi görürler. Farzlarında eksiği, gediği, kusuru olan insan nafilelerle onları telafi ettiği için, arzuladığı neticeye nafilelerin desteğiyle ulaşabilir. Öyleyse, ana atkılar yine farzlardır; nafileler ise, onların üzerindeki dantela gibi işlenmiş nakışlardır. Bu itibarla da, farzları nafilelerle tamamlayıp derinleştirme vesilesiyle Hakk’a yakınlık kesbetmeye “kurbet-i nevâfil” denmektedir.

*Hizmet erleri, vakit namazlarını sünnetleriyle kılmalılar; dahası beş vakit namazdan başka nafileleri de eda etmeliler. Akşam namazını kıldıktan sonra evvâbinde de kusurda bulunmamalı; teheccüdü katiyen kaçırmamalılar. Ellerinden geliyorsa, bir işrak namazıyla günlerini aydınlatmalı ve duhâ ile bir kuşluk neşvesini günlerine kazandırmalılar. Böylece beş vakit namazın yerine adeta on vakte teşne bulunuyor gibi bir tavır ortaya koymalılar.

İffetli bir insan, göz, kulak, el, ayak gibi bütün âzâların helal dairedeki lezzetleriyle yetinir!..

*Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim, “Mü’min erkeklere söyle: (Kendilerine nikâh düşen kadınlar ve başka erkeklerin avret yerleri gibi, bakmaları haram manzaralar karşısında) bakışlarını kıssınlar ve mahrem yerlerini açmaktan ve gayrı meşrû ilişkilerden korusunlar. Böyle yapmaları, kendileri için en nezih ve en uygun davranış şeklidir. Muhakkak ki Allah, onların her davranışından, yaptıkları her hareketten hakkıyla haberdardır.” (Nur, 24/30) buyurmakta ve bir sonraki ayette aynı emirleri kadınlar için de tekrar etmekte; böylece inananları iffetli yaşamaya çağırmaktadır. Şu halde, her mümin elini, ayağını, gözünü, kulağını Allah’ın istemediği şeylere karşı korumak zorundadır.

*Bediüzzaman Hazretleri “Helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur!” der. Mümin, meşru daire içinde yaşayıp gayr-i meşru sahaya nazar etmemeli, el uzatmamalı, adım atmamalıdır. İffetli bir insan, göz, kulak, el, ayak gibi bütün âzâların helal dairedeki lezzetleriyle iktifâ etmeli, hiçbir şekilde ve hiçbir yolla haram işlememeli, izzet ve haysiyetine dokunacak durumlardan da sakınmalıdır. Evet, o harama elini uzatmamalı, rüşvete tenezzül etmemeli; elini, ayağını, gözünü, kulağını, dilini, dudağını dünya sevdasıyla kullanmamalıdır. Mümin, Allah’ın verdiği o uzuvları ve nimetleri bütün himmetiyle O’na ulaşma istikametinde kullanmalıdır.

*Hususiyle çoklarının dünyaya taptığı bu fesat asrında, “mü’minim” dedikleri halde dünyaya taptıkları, villalar arkasında koştukları, yattan yata geçtikleri, bir sarayı az görüp çeşitli sarayları kendileri adına dizayn ettikleri ve nifakın diz boyu, belki gırtlakta bir seviyeye ulaştığı bir dönemde, kendini iman ve Kur’an hizmetine adamış, milli ruhun ikamesine adamış, ruh ve kalb abidesini ikameye adamış insanlara düşen şey, başkalarının deli diyeceği kadar, dünya ve mâfihâyı elinin tersiyle iterek, ukbaya ve cemalullaha ölesiye bir iştiyakla müteveccih olmaktır.

“Cennet çepeçevre nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle kuşatılmıştır.”

*Cennet insanın nefsaniyetine ağır gelecek şeylerle kuşatılmıştır. Onları aşacaksın. Dikenli tarlaları geçerken ayağına dikenler batacaktır fakat “Ohh, ayağıma diken battı ama Allah yolunda, Rasûlullah’la aynı sofrada, aynı yemeğe kaşık çalma yolunda, Cebrail ile el ele tutma yolunda, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali ile aynı sofrayı paylaşma yolunda!..” diyeceksin. Meseleyi hep neticeye göre değerlendirdiğinizde dikenlerin batması bile size sunulmuş güller gibi gelecektir Allah’ın izniyle.

*Evet, bu yolda mekârih (aklın zâhirî nazarına göre nâhoş, zor, çetin şeyler) yok demek değildir. Ama hedefte mekârihi hiçe indirecek ve sıfırlayacak öyle şeyler var ki!.. “Gelse Celâlinden cefa, yahut Cemâlinden vefa; ikisi de cana safa, lütfun da hoş kahrın da hoş.” diyecek ve Allah yolunda yürüyeceksiniz.

*Şu kadar var ki, meşru dairede çalışan insanlar kazanabilir ve servet sahibi olabilirler. Çalışıp kazanmanın hakkını verebilirler. Zaten o babayiğitler şimdiye kadar o işi yaptılar Allah’ın izniyle. Büyük devletlerin yapamadığını, Allah, o Anadolu insanına yaptırdı. Yüz yetmiş ülkeye girmişler, 1400-1500 okul açmışlar, milyonlarca insana ruhlarının ilhamlarını duyurmuşlar. Hem de birilerinin bu meselede hizmet edenlere çelme takmalarına rağmen, efkarı ifsat etme gayretine rağmen, telefon telefon üstüne oradaki yabancı misyon şeflerine “aman bunları iflah etmeyin” deyip Yezitlik yapmalarına rağmen, Haccaclık yapmalarına rağmen, Amnofislik yapmalarına rağmen. Sadece bir-iki yerde küçük kırılmalar olmuş, çok küçük… Allah öyle lütuflarda bulunmuş ki, kendilerine vücut enerjisi verdiği insanlar o enerjiyi o istikamette kullanmışlar, zenginler de servet imkânlarını o istikamette kullanmışlar. Kimse zorlanmamış. Kimse devlete talip olmak gibi boş bir sevdanın arkasına takılmamış.

*Âlemi nasıl bilirsin? Kendin gibi!.. Birileri istikbal delisi, ikbal delisi, şöhret delisi, yan gelip kulağı üzerine yatma delisi… Sadece dünyevî geleceğini mamur edip ahireti unutmuş deliler, “âlemi nasıl bilirsin; kendin gibi” fehvasınca sizi de öyle bilebilirler. Ama her şeyin doğrusunu bilen birisi var ve bir gün onları ortaya koyacak izn-i ilahisiyle, lutf-u ilahisiyle, vüs’at-i rahmetiyle. Bunu gösterecek ve birileri hicaptan iki büklüm olacaklar. Ve siz de şükranla yine asa gibi büküleceksiniz. Birileri hicap hissiyle iki büklüm olurken siz de “Allah’a binlerce hamd u sena olsun, bize bu hayırları yaptırdı!.. Her şey Senden, Sen Ganisin, Rabbim Sana döndüm yüzüm!” diyeceksiniz.

*Allah, sizi sevkettiği biraz sarp, biraz geçilmez deryaları olan, biraz yokuşları, uçurumları bulunan bu yolda işi sonuna kadar götürmeye muvaffak kılsın. Yezidlere, Haccaclara, Nemrutlara ve onların arkasındaki, dünya için, ikbal için, istikbal için kitle psikolojisiyle sürüklenmiş şuursuz, mantıksız, muhakemesizlere rağmen Allah (celle celaluhu) sizi yürüdüğünüz yolda muvaffak eylesin. İnayetini üzerinizden eksik etmesin.

Bütün terör örgütlerinin de masum insanlara terörist diyenlerin de Allah belasını versin!..

*Nikbîn her şeyi iyi, bedbîn her şeyi kötü görür. Bunların ikisi de zararlıdır. İyiyi iyi, kötüyü de kötü görmek hakikatbînliktir. Allah sizi bizi hakikatbînlikle serfiraz kılsın.

*Evet, günümüzde dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında yol-yön değiştirmeden Kur’ânî çizgiyi koruma adına sabır da çok mühimdir. Çünkü bu asırda insanlar bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih ediyorlar. Bunu zavallı bir kısım safderun, muhakemesiz, müsvedde Müslümanlar da yapıyorlar. Kendisi “müsvedde” olduğundan dolayı başkalarına da müsvedde diyor; çünkü “âlemi nasıl bilirsin; kendin gibi”; o aynada kendini görüyor. Müsvedde Müslümanlar, dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında kayıp gidiyorlar. İşte, onlara takılmadan, alicenâbâne, himmetperverane, “Allah” deyip, “Rasulullah” deyip yürümek ve kat’iyen dünyaya ve ehl-i dünyaya serfüru etmemek lazımdır.

*Hâşimî ne hoş söyler: “Âkil isen rızk için gerdûn-ı duna eğme ser / Âsyâb-âsâ yürü var ekmeğin taştan çıkar” Yani, akıllıysan rızkın için alçak dünyaya baş eğme; yürü, değirmen misali, rızkını taştan çıkar.

*Dünyanın o cazibedar güzelliklerine kapılmadan, aşağı insanlara boyun eğmeden, kendi düzenini kurarak, i’la-yı kelimetullah için, milli ruhu yüceltmek için, ruhunun abidesini ikame etmek için koşmak lazım. Bu süfyaniyet asrının süfyanlarının arkasından gitmeden… Aslî süfyanlar, zıllî süfyanlar, izafî süfyanlar vardır. Bunlar, yapamadıkları şeyleri başkaları yapıyorsa, hazımsızlıktan, hasetten, çekememezlikten dolayı onu yıkmaya çalışmışlardır. Bugünkü tahribatın arkasındaki temel düşünce budur. Yoksa ne terör örgütü var ne de devlete talip olan var.

*Bütün terör örgütlerinin Allah belasını versin!.. Pakraduni Terör Örgütü’nün Allah belasını versin!.. Pers Terör Örgütü’nün Allah belasını versin!.. Terör örgütü olmayana, “terör örgütü” diyenlerin Allah belasını versin!.. Paralel olmayana “paralel” diyenlerin de Allah belasını versin!.. Umduklarının aksiyle onları tokatlasın, yerle bir etsin, hazan yemiş yapraklar gibi savursun, gübreler gibi toprağın bağrına devirsin, gübre kılsın hepsini!..

Emânet

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

“Aza şükretmeyen çoğa da şükretmez.”

*Nimetlerin en küçüğü karşısında bile Cenâb-ı Hakk’a karşı gürül gürül şükretmeli; “Küfür ve dalâletten (sapıklıktan) başka her türlü hal için Allah’a hamd olsun!” demeli.

*Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, şöyle buyurmuştur:

مَنْ لَمْ يَشْكُرِ الْقَلِيلَ لَمْ يَشْكُرِ الْكَثِيرَ وَمَنْ لَمْ يَشْكُرِ النَّاسَ لَمْ يَشْكُرِ اللّٰهَ

“Aza şükretmeyen çoğa da şükretmez. İnsanlara teşekkürde bulunmayan Allah’a da şükretmez.”

*Hakiki bir mü’minin en önemli özelliklerinden birisi bela ve musibetlere karşı sabır, nimetlere de şükür ameliyesi içinde olmasıdır. Bu manayı ifade eden bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

عَجَبًا لِأَمْرِ الْمُؤْمِنِ؛ إِنَّ أَمْرَهُ كُلَّهُ خَيْرٌ، وَلَيْسَ ذٰلِكَ لِأَحَدٍ إِلَّا لِلْمُؤْمِنِ

إِنْ أَصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَكَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ، وَإِنْ أَصَابَتْهُ ضَرَّاءُ صَبَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ

“Mü’minin her hali şâyân-ı takdir ve güzeldir. Onun her işi hayırdır ve bu da mü’minden başkası için söz konusu değildir. Çünkü o, herhangi bir nimete mazhar olunca şükreder, bu onun için hayır olur; herhangi bir sıkıntıya maruz kaldığında da sabreder, bu da yine onun için hayır olur.”

*Meseleye bu açıdan bakınca, zannediyorum, bazen fırtınaların şiddetli seyretmesi, bazen dalgaların tsunamiye dönmesi ve bazen ağaçların yerinden söküleceği şekilde hortumların esmesi karşısında “Allah var, ne gam var!..” deriz. “O’nu bulan neyi kaybetmiş ve O’nu kaybeden neyi bulmuştur ki?” demiyor mu Ataullah İskenderânî?!.

Allah, size bambaşka lütuflarda bulundu!..

*Cenâb-ı Hakk’ın size, bu heyete ekstradan çok önemli lütufları oldu. Bunları görmezlikten gelmemek lazım. Allah Teâlâ size, vefalı Anadolu insanına bugüne kadar istikamet içinde önemli hizmetler gördürdü, gördürüyor. Raşid Halifeler müstesna, şefkatleriyle, re’fetleriyle, insanî değerlere saygılarıyla, başkalarını doğru okumalarıyla, çok ciddi empatileriyle bütün dünyada hüsn-ü kabule mazhar olmuş başka bir hareket göstermek neredeyse zordur.

*Yürüdüğünüz yol peygamber yolu olduğu sürece.. yürüdüğünüz yol sahabe yolu olduğu sürece.. makama, mansıba, payeye dilbeste olmadığınız sürece.. dünyevî çıkarlar karşısında peylenmediğiniz/satılmadığınız sürece.. birilerinin vesayeti altına girmediğiniz sürece.. yaşatma duygusunu yaşamanın önünde gördüğünüz sürece.. bir manada, dünyaya bakarken gözlerinizi aşağıya doğru eğip öbür tarafa bakarken kemal-i hassasiyetle gözlerinizi yukarıya diktiğiniz sürece.. ve hep güneşe müteveccih bulunup gölgeye takılmadığınız sürece Allah’ın izin ve inayetiyle bu iş de devam eder.

*İnşaallah siz bu ihlas-ı etemmi ve ihsan-ı etemmi belli ölçüde sergilemişsinizdir, Cenâb-ı Hak da ondan dolayı sizi bu lütufla serfiraz kıldı. Düşünün ki mübarek milletimiz, ister gaye-i hayal bayrağını, ister dil bayrağını, ister kültür bayrağını, isterse de insanî değerlere saygı bayrağını yüz yetmiş küsur ülkede böyle bin dört yüz tane okulla hiçbir zaman temsil etmemiştir. Nefis cümleden ednâ, vazife cümleden a’lâ!.. Allah, termite kubbeler yaptırtıyor; O’na binlerce hamd ü sena olsun.

Zalim ne yaparsa yapsın; her şey yok olsa, “Vira Bismillah!..” der, yeniden başlarız!..

*Bir şart-ı âdî olarak vifak ve ittifakınız bu muvaffakiyetlere bir vesile teşkil etmiş olabilir. Birliğiniz, beraberliğiniz, kenetlenmeniz, bünyân-ı marsûs gibi birbirinize bağlanmanız tevfik-i ilahinin vesilesi olması açısından, Allah sağanak sağanak tevfikini başınızdan aşağıya yağdırmıştır.

*Bu açıdan gezerken, otururken, kalkarken, hiç durmadan “Elhamdülillah alâ külli hâl…” desek, yine de bu büyük nimetin şükür, hamd ve senasını yerine getirmiş olamayız.

*Duyguda, düşüncede, histe, ihsasta ve ihtisasta bu mülahazayı koruduğumuz sürece Cenâb-ı Hak kim bilir daha ne lütuflarda bulunacaktır.

*Bakmayın şimdi muhalif esen rüzgarlara.. tsunamiye dönüşen dalgalara.. zalimlerin hayhuyuna.. mazlumların iniltisine… Takılmayın bunlara!.. Allah sizinle beraberse, bunların hepsi çok yakın zamanda savrulup gidecektir hazan yemiş yapraklar gibi!..

*Hazreti Sâdık u Masdûk (aleyhi ekmelüttehâyâ) buyurur ki: “Allah zalime mehil üstüne mehil verir; fakat bir kere de onu derdest etti mi, artık iflah etmez.”

*Kaldı ki, bugün birileri her şeyi yok etseler; hizmet yuvalarını seddetme gayreti içine girenler tam tehcîre, tenkîle, ibâdeye, ta’yire, tahfîfe giderek düşündükleri şeylerde başarılı olsalar; meleklerin alkışladığı bütün hayır müesseselerini kapatsalar; Anadolu insanının samimiyet zemini ve samimiyet kuvve-i inbâtiyesinde neşv ü nema bulan bu hizmeti bütünüyle yok etseler, Allah’ın izni ve inayetiyle, bu işe gönül vermiş insanlar “Vira Bismillah!..” der, yeniden başlar ve üç beş sene sonra meseleyi aynı kerteye ulaştırırlar.

Emânet.. Allah’ın, Rasûl-ü Ekrem’in ve Selef-i Salihînin Emaneti..

*Nefsimiz, imanımız, ibadetlerimiz… her şeyimiz emanet olduğu gibi, yüce dinimiz, hizmet düşüncemiz, dünya görüşümüz ve hayat felsefemiz de bize emanettir. Bunlar, dün seleflerimizin omuzlarına konmuştu; bugün bizim üzerimizde bulunuyor; yarın da sonraki nesillere aktarılacak. Bu emanetleri deformasyon görmüş bir halde devretmek doğru değildir. Şayet, biz emanetlere sahip çıkmaz, onları gereğince korumaz ve sağlam bir şekilde haleflerimize teslim etmezsek, istikbalin sahiplerini bir ruh travmasına maruz bırakmış oluruz ki, bu hem Allah’a, Peygamber’e, davaya ihanet, hem seleflerimize karşı vefasızlık, hem de yarının insanlarına karşı büyük bir haksızlıktır. Bu itibarla da Allah’ın, Rasûlullah’ın ve seleflerimizin emaneti olarak omuzlarımızda bulunan değerleri zayi etmemek için çok hassas davranmamız icap etmektedir.

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz “Benim adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır!” buyuruyor. Bütün hayatı, dünya ve mâfîhâyı istihkar edecek fedakâr insanlar sayesinde namının bir gün güneşin doğup battığı her yere ulaşacağına işaret ediyor ve gayb-bîn gözüyle bunun olacağına dair bilgi veriyor. Aynı zamanda kendisine inanan aklı başında insanlara hedef gösteriyor; adeta “Ben bunu diyorum, siz de bunu gerçekleştirmeyi gâye-i hayal edinin!” diyor ve bizden Hazreti Fatih’in “ne güzel kumandan” müjdesi ve hedefi peşinde koşması gibi, oturup kalkıp hep bu gayeyi düşünmemiz gerektiğine işaret buyuruyor.

*Üzerimizde öyle bir emanet bulunuyor ki, Raşit Halifeler’den müceddidlere, müçtehitlere kadar bir hayli babayiğidin, kâmil insanın bu hizmette dahilleri vardır. Bunların hepsini saymak saatler alır; onu yüksek irfanlarınıza havale ederek, meseleyi sadece günümüze getirip arz etmek istiyorum.

Hazreti Üstad ve halis talebeleri “Niçin emanete hıyanet ettiniz?” demezler mi?!.

*Hazreti Bediüzzaman, bu emaneti sonraki nesillere sağlam ulaştırabilme yolunda çeşitli bahanelerle senelerce zulüm görmüştür. “Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” diyecek kadar acı ve ızdırap yudumlamıştır.

*Binaenaleyh, Hazreti Üstad’ın ve halis talebelerinin de bizim üzerimize yükledikleri bir emanet yükü vardır. Ötede “Biz kendi dönemimizde hıyanet etmedik buna, değişik korumalarla bunu size intikal ettirdik. Sonraki emin ellere teslim etmek size düşüyordu. Niye ihanet ettiniz? Emanete hıyanet münafıklık sıfatıdır.” diyebilirler. Bu açıdan da onların emanetine hıyanet etmeden bu meseleyi samimiyetle götürmek lazımdır.

Merhum Turgut Özal’ın Emaneti

*Rahmetlik Turgut Özal özüyle, sözüyle dört başı mamur bir müslümandı. Yakından tanıma imkânı oldu. Ve çok vefalı davrandı. Kıtmir’in ne haddine Çankaya’ya davet edilmek ama defaatle davet etti; “Ben seni arka kapıdan içeri alırım!” diyordu, öyle bakıyordu meseleye. Fakat size zarar verir diye kabul etmedim, hiçbirini kabul etmedim. Yakında birisinin öyle bir teklifini de yine onun için kabul etmedim. Şimdi biri sizinle görüşünce, ona hemen bir nam takılıyor; o da o mülahazayla mahkûm ediliyor. Onu öyle bir duruma düşürmemek için kabul etmedim.

*1980’den 86 senesine kadar dolaştım sağda solda, kaçmadım… O dönemde askerlik yapan ne kadar arkadaşımız varsa, bazıları için iki üç defa, askeri kışlaya gidip hepsini ziyaret ettim. Billboardlarda resmim vardı, ismim de yazılıydı. Umursamadım onu. Belki de arkadaşlarıma “Boş verin, bu da geçer yahu!” demek için askerî kışlaların içine girdim, onlarla görüştüm. En son Burdur’daki arkadaşı ziyaret etmiştim. Demek o zaman deşifre olmuşuz, yakın takibe almışlar. Sonra ikinci kez, Hazreti Üstad’ın “Benim vekilim!” dediği o mübarek talebesi, yakın tarihte vefat eden merhum Mustafa Sungur’un oğlu Nur Sungur’u -ki o bir dönemde Kestanepazarı’nda Kıtmir’in talebesiydi- ziyarete gittim. Tespit etmişler, derdest ettiler; silah dayadılar karnıma, içeriye götürdüler.

*O zaman rahmetlik Turgut Özal başbakandı. Evet, o da başbakandı, başkaları da başbakan; hakkı olmayanlara Allah o fırsatı vermesin!.. O gece dahiliye vekilini, hariciye vekilini, adliye vekilini hususi olarak topluyor; “Fethullah Hoca’yı falan yerde derdest etmişler, derhal salıversinler!..” diyor. Sabah bizi uyandırdılar, ifadeye çağırdılar, biraz sonra birisi geldi, dedi ki: “Yahu bu gece bütün tel hatları birbirine karıştı. Başımıza iş açacağız, bırakalım bunları, gitsinler!..” Sonra “Burdur aramıyor, bunları İzmir arıyormuş, oraya götürelim.” dediler. “Olur” dedik. İzmir’e götürdüler. Beni arayan şef, istihbarat müdürü, hepsi geldi, elimi sıktılar, “Hocam, çok geçmiş olsun!” falan dediler. “Hani siz beni arıyordunuz?” deyince, “Biz aramıyoruz sizi!” dediler. Merhum Turgut Özal ağırlığını koymuştu; bu insanca bir ağırlık koymaydı. Allah onu da Efendimiz’le beraber Firdevs ile sevindirsin.

*Sadece o değildi. Hizmet’in Asya’da yeni yayıldığı zamanlarda oraları ziyaret edeceği vakit, “Okullar adına referans olmak için hususi gidiyorum, niye arkadaşlar gelmiyorlar?” diye Kıtmir’e haber gönderdi. Ben de bir-iki arkadaştan rica ettim. Hususi gitti, Asya’da dolaştı, daire çizdi ve uğradığı her devlet reisine dedi ki “Bu işe ve bu arkadaşlara ben kefilim, bırakın açabildikleri kadar okul açsınlar!..” Dolayısıyla, bir Turgut Özal emanetidir bu. Ahirette davacı olur o. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enam ile beraber haşr u neşr olsun inşaallah.

Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’in Civanmertlikleri

*Süleyman Bey, nereye koyarsanız koyun, cumhurbaşkanı iken, belki otuz tane devlet başkanına mektup yazdı. Neden? Milletimize müyesser olmuş böyle bir hizmetin devam ve temadisi adına. Nereye koyarsanız koyunuz!.. İnsanlık damarıyla, bir yönüyle dine olan saygısı damarıyla, kendi vatanında meydana gelen fedakâr bir kısım kimselerin hizmetlerini alkışlama hesabına rahatlıkla bu mektupları yazmıştı. Onun açısından da bu mesele bir emanettir. Bir de Süleyman beyi ahirette hakkınızda davacı haline getirmeyin!.. “Ben elli tane mektup yazdım, siz niye bu işi yarı yolda bıraktınız? Yürüdüğünüz doğru yolda neden takılıp kaldınız?” der. O yaptığı iyi şeyler de inşaallah onun vesile-i saadeti olmuştur. Herkes hakkında hüsn-ü zannımız var.

*Bir garip şey daha anlatayım size: Bülent Ecevit. Yetiştiği kültür ortamı itibarıyla bahiste bulunmayacağım. Ankara’daki ve İstanbul’daki evine gittim. Ben bir kıtmirim sadece, fakat 30-40 sene cami kürsülerinde halka bir şeyler anlatmaya çalıştım; o da bunun hatırına, yemin ederim size, ceketinin düğmelerini düğmeleyerek karşıladı. Televizyona geldi, aynı saygıyla karşıladı.

*Dahasını söyleyeyim size: Amerika’da henüz beş on tane okul varken, bir arkadaşımız yanına sık sık gidip geliyordu. Bir defa uğradığında “Amerika’da on tane mi, yirmi tane mi charter school açıldı. Bu okullarda talebe yüzde otuz nispetinde seçmeli Türkçe öğreniyor.” deyince, Bülent Bey sevinçle yerinden kalkıyor, heyecanla “Amerika’da da Türk dili öğretiliyor!” diyor, memnuniyetini ifade ediyor.

*Bülent Bey zirvedeyken ben Vatikan’a gittim. O zaman büyükelçiye telefon etmiş. Büyükelçi iki-üç gün bizden ayrılmadı, rehberlik yaptı ta Papa’yla görüşmeye gideceğimiz zamana kadar. Görüşme vakti, saygıyla eğilip “Hocam, ben resmi bir devlet memuruyum, sizin ziyaretiniz resmi olmadığından müsaade buyurursanız buna iştirak edemeyeceğim!” dedi. O da bu mevzuda bir civanmertlik sergilemiş ve o okullara arka çıkmıştı. Bir yönüyle onun da sizin sırtınıza yüklediği bir emanettir.

Dikenliklerde boy atanlar gül bahçelerinden rahatsızlık duyarlar!..

*Bugüne kadar herkes, Allah’ın izni ve inayetiyle sahip çıktı; sahip çıkanlardan Allah ebeden razı olsun. Bu arada Abdullah Gül beyin bir-iki yere telefon ettiğini de şayan-ı şükran ve takdir olarak yâd etmeden geçemeyeceğim. Problemin olduğu bazı yerlere telefon etti, onu da şükranla yâd ederim.

*Ama birileri de var ki!.. Güney Afrika’da Selimiye’nin tipik bir örneği inşa ediliyor; külliye, sağlık sitesi, yurt, okul yapılıyor. O ülkeyi gezmeye gidiyor; o külliye duvarının kenarından geçiyor. Rica ediyorlar, “Bir içeriye girseniz?!.” İnadından içeriye girmiyor, hasedine yenik düşüyor. Daha sonra da o haset ona daha korkunç tahribatlar yaptırtıyor. O hasedin önü alınamayan çağlayanına bir kere yelken açtıktan sonra, günah deryasından, haset deryasından, hemz ü lemz deryasından geriye dönmeye fırsat bulamıyor.

*Kur’an-ı Kerim ferman buyuruyor:  قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ “De ki: Herkes yaratılışına göre davranır, kendi karakterinin gereğini sergiler.” (İsrâ, 17/84) Biri “Yapın, açın!” der. Öbürü de üst üste “Kapatın, yıkın, önünü alın, durdurun bunları!” der, “Çünkü bunlar dünyayı sulayacaklar, toprağın kuvve-i inbâtiyesinde yeni bağlar ve bahçeler meydana getirecekler; zinhar buna fırsat vermeyin. Zira tımar ederlerse, bu hâristan (dikenlik) gülistana döner, bostana döner, bağistana döner. Benim ne gülistana, ne bostana, ne de bağistana tahammülüm yoktur, çünkü ben bir hâr (diken/lik) çocuğuyum, bana da hâristan düşer!” Sana hâristan düşsün!..

Kine Doymayan Nifak Şebekesi Karşısında Mü’mince Duruş

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Çevremizde olup biten münasebetsiz ve olumsuz bir kısım hâdiseler karşısında, inanan gönüller nasıl bir duruş sergilemelidir?

Cevap: Öncelikle bilinmesi gerekir ki, menfi bir kısım hâdiselerin cereyan etmesi ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır. Bu hakikati canlı tablolar hâlinde önümüze seren Kur’ân-ı Kerim, bir taraftan değişik renk ve desendeki enbiya kıssalarını zikrederken diğer taraftan her biri başlı başına hayret verici hâdise olan muhtelif vakalardan bahsetmiştir. Bunlarla bir yandan Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) teselli ederken, diğer yandan tarihî tekerrürler devr-i daimine dikkat çekmiştir. Bütün bu tarihî hâdiseleri süzdüğümüzde karşımıza şu tablo çıkmaktadır: Cenâb-ı Hak, bozulan ve şirazeden çıkan toplumu her seferinde göndermiş olduğu peygamberlerle yeniden ıslah etmiştir.

Hatemü’l-Enbiya Hazreti Muhammed Mustafa’dan (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra toplumda yeni bir tecdid ruhunun hâsıl edilmesi ve yaşanan tahriplerin tamir edilmesi ise mücedditler eliyle gerçekleşmiştir.

Zulmün Zevali Aklına Gelmezdi Amma…

Hususiyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde beşerin maruz kaldığı olumsuzluklara tarihin hiçbir döneminde hiçbir toplum maruz kalmamıştır. Mehmet Akif,

“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,

Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi.

Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zeminin,

Salgındı bugün Şark’ı yıkan tefrika derdi.”

ifadeleriyle o dönemin fecaat ve fezaatını resmettikten sonra,

“Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi,

Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi,

Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi.”

mısralarıyla sosyal hayatta cereyan eden bu “sünnetullah”a işaret etmiştir.

Evet, bugün ve bugünden sonra da, “aczin” aklına dirilmek, zulmün de aklına ezilmek gelmeyebilir. Fakat bu, Allah’ın izni ve inayetiyle, tarihte elli defa gerçekleşmiştir. Olanlar ise, olacakların en büyük referansıdır. Bizim geçmişe bakmamızın, mâziyle irtibat kurmamızın faydalarından birisi de işte bu hakikati anlayabilmektir. Bugüne kadar tahrip-tamir vetiresinin sürekli birbirini takip etmesi, gece-gündüz münavebesinin hiç kesilmeden devam edip durması, Allah’ın izni ve inayetiyle, bundan sonra da tahripleri tamirlerin, geceleri de gündüzlerin izleyeceğinin en büyük referansıdır.

Hayat Boyu Tazyik Gördüm Fakat Ümidimi Hiç Kaybetmedim

Biraz daha açacak olursak, beşer, elli defa yoldan çıkabilir, elli defa şirazeyi koruyamayabilir, elli defa bağı kopmuş tespih taneleri gibi sağa sola saçılabilir. Başkalaşmaları başkalaşmalar takip edebilir. Toplumda ciddî bir deformasyon yaşanabilir. Fakat hiçbir zaman unutulmamalı ki, yeni bir nur ve yeni bir irfanla insanları derleyip toparlama ve kıvamına koyma Allah’ın elindedir.

Şahsen, imanı güçlü bir insan olduğumu iddia edemem. Bununla birlikte yirmi yaşımdan bu yana hayatım hep baskı ve tazyik altında geçmesine rağmen hiç ümidimi kaybetmedim. Daha askere gitmeden cami penceresinden alınıp karakola götürüldüm, hakarete uğradım, tehdit edildim. Fakat bütün bunların menfi mânâda bana hiçbir tesiri olmadı. Bir ân bile yürüdüğüm yoldan geriye dönmeyi düşünmedim. Alınıp götürülme, bir yere atılma gibi tehdit ve tazyikleri hiç mi hiç önemsemedim. İki tane insan bulduğumda hemen cami içinde oturup onlarla ders okumaya koyuldum. Yaşadığım sıkıntılar askerlikten sonra da devam edip gitti. Fakat ben, hiçbir zaman ye’se düşmedim. Hayatım boyunca hep,

“Doğacaktır sana va´dettiği günler Hakk’ın;

Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.”

mülâhazalarına bağlı kaldım. Zira Cenâb-ı Hak,

وَلَا تَيْأَسُوا مِنْ رَوْحِ اللهِ إِنَّهُ لَا يَيْأَسُ مِنْ رَوْحِ اللهِ إِلَّا الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ

(Yusuf sûresi, 12/87) kavl-i kerimiyle Allah’ın rahmetinden ümidin kesilmemesi gerektiğini ve kâfirlerden başka hiç bir kimsenin O’nun rahmetinden ümidini kesmeyeceğini ifade buyurmuştur.

Aslında ben bu sözlerimle, zannediyorum adanmışların hissiyatına tercüman oluyorum. Çünkü onların her birisi maruz kaldıkları sıkıntılar karşısında, Nesimî’nin ifadesiyle,

“Bir cefâkeş âşıkem ey Yâr Sen’den dönmezem

Hançer ile yüreğimi yar Sen’den dönmezem

Ger Zekeriyya tek beni baştan ayağa yarsalar

Başıma koy erre Neccâr Sen’den dönmezem

Ger beni yandırsalar, toprağımı savursalar

Külüm oddan çağırsalar Settâr Sen’den dönmezem.”

diyeceklerdir. Çünkü onlara göre önemli olan O’nun rızasıdır ve o rızanın vesilesi hizmet kervanının yürümesidir. Kervan yoluna devam ettikten sonra bizim bir kısım ciğersûz hâdiselere maruz kalmamızın ne önemi olabilir ki! Hem zaten yapılan hizmetlerin hiçbiri bizimle kaim değildir. İronik bir dille ifade edecek olursak, “arzın altındaki öküz” değiliz ki, öldüğümüz zaman yer yıkılsın!

Korkusuzluk ve Kararlılık, Kötü Niyetlilerin Oyununu Bozar

O hâlde ümit kırıcı, şevk söndürücü ve iç bulandırıcı ne tür hâdiselere maruz kalınırsa kalınsın, ne paniklemeli ne de mâni-i her kemâl olan ye’se düşülmelidir. Bilâkis, dikleşmeden ve diş göstermeden her zaman dimdik durmaya çalışmalıdır. İnanan gönüllerin bu korkusuzluk ve kararlılığı, kötü niyetli bir kısım cephelerin de sesini kesecektir. Zira ölüm tehditlerini gülerek karşılamak, öldürürüz dediklerinde, “Kurban olayım, ben de biri eliyle şehadet şerbetini içip bir ân evvel Rabbime kavuşmayı bekliyordum.” demek, karşı tarafı şaşırtır, onları çaresizliğe mahkûm kılar. Evet, mü’minlerin kararlı duruşları ve sarsılmamaları onların Allah’a itimat ve güveninin önemli bir ifadesi olduğu gibi karşı tarafın oyunlarını alt üst edip onları paniğe sevk edecek bir dinamiktir.  

Sabır ve Zafer

Öte yandan sabır, necata ermenin biricik sırlı ve sihirli anahtarıdır. Cennet saadetine ulaşmak, Cemalullah’ı müşahedeye kavuşmak, rıdvana ermek ve ebediyetle serfiraz olmak sabırla elde edildiği gibi, bunların aşağısında yer alan dünyevî sıkıntılardan kurtulmanın ve dünyevî zaferler elde etmenin en önemli vesilelerinden biri de sabırdır. İbadet ü taati aksatmama, günahlara karşı koyma, musibetlere katlanma, zulümler karşısında eğilmeme, zamana merhun hususlarda acele etmeme, dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında yol-yön değiştirmeme ve Cemalullah aşk u iştiyakını hizmet mülâhazalarıyla tadil etme gibi hususların tamamı sabır kategorisi içinde mütalaa edilebilir.

Sabrın türleri diyebileceğimiz bu hususların hiçbirisi ihmal edilmezse şayet, bu sırlı anahtarla nice kapılar açılabilir. Fakat sabırla hareket edilmeyip acele edildiği zaman ise tökezleme mukadderdir. Zira

“Tîz reftâr olanın pâyine damen dolaşır,

Erişir menzil-i maksuda aheste giden.”

Acele edenin eteği ayağına dolaşır; fakat temkinli hareket eden insan maksadına erişir. Bu açıdan mü’minlerin hesaplı yürümeleri gerekir. Hesaplı yürüme veya sabırlı hareket, âtıl durmakla karıştırılmamalıdır. Bilâkis insan, sürekli aktif olmalı, hedefine yürümeli fakat yürürken de, tedebbür, tezekkür, teemmül ve temkinle yol almalıdır. İşin önü ve sonunu düşünmeli, hazımsızlık ve çekememezlikleri hesaba katmalı, karşı tarafın kin ve nefretini asla göz ardı etmemelidir.

Kurbağa Ötmesi Temiz Suya Zarar Vermez

Bu arada zâlim ve mütecaviz bir kısım kimselerin aleyhinizde yürüttükleri bir kısım komplolara, iftira ve tezvirlere de takılmamak gerekir. Bir Türk atasözünde geçtiği üzere, “Âb-ı pâke ne zarar, vakvaka-i kurbağadan!” Yani kurbağa ötmesinin temiz suya hiçbir zararı olmaz. Önemli olan suyun, pak ve temiz olmasıdır. Siz doğru bir yolda, iyi bir güzergâhta yürüdükten sonra, fitne ve fesada kilitlenmiş bir kısım kirli ağızların aleyhinizde söyleyeceği lafların hiçbir önemi yoktur. Burada Hazreti Üstad’ın, Kur’ân-ı Kerim’e dil uzatanlar hakkında naklettiği şu mısraı hatırlatmakta fayda mülahaza ediyoruz: “Her üren (havlayan) kelbin ağzına bir taş atacak olsan dünyada taş kalmaz.” (Beiüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.127)

Bu açıdan da,  havlayan, havlayıp dursun. Fakat salya atanlara takılıp kalmamalı asla. Bu arada şunu ifade edeyim ki, genel tavrımız itibarıyla bu tür ifadeler bizim karakter ve üslûbumuz olmasa da unutulmamalı ki, Kur’ân-ı Kerim’de bile bazı hakikatleri anlatma adına, merkep ve köpekten misaller verilmiştir. (Bkz.: Enfâl sûresi, 8/76; Lokman sûresi, 31/19) Kur’ân-ı Kerim’in mukaddeslerden mukaddes nezih üslûbu göz önünde bulundurulduğunda, demek ki hakikate saygının gereği, o mesele, o şekilde ifade edilmelidir.

Evet, kendinizi milletinizin kendi ruhuyla, kendi aklıyla ve kendi kalbiyle bütünleşmesi, vesayetten sıyrılması, devletler muvazenesindeki o muhteşem yerini alması için programlamışsanız eğer sağdan soldan gelen çirkin ve nahoş söz ve tavırlara aldırmamalısınız.  Şayet siz yürüdüğünüz yolun doğruluğundan, bu yolda Hakk’ın rızasını tahsilden başka bir hedef peşinde olmadığınızdan eminseniz, aleyhinizde yürütülen faaliyetleri kâle almamalı, bunlar üzerinde durmamalı,  bunlara takılmamalısınız.

Yanlış Yolda Gidenler Korksun Âkıbetlerinden

Asıl endişeye kapılması, paniklemesi, ne yapacağını şaşırması ve paranoyalar yaşaması gereken birileri varsa onlar da yanlış yolda yürüyenlerdir. Nitekim bu şekilde hareket eden insanlar tahribatı temsil ettikleri, tahrip de tamire göre çok kolay olduğu hâlde yine de zikzaklar çizmekten kurtulamıyor, bir arpa boyu yol alamıyorlar. Sindirme, tepeye binme, değerleri yıkma, sizin değerler sisteminize hücum etme gibi her türlü menfi ve yıkıcı yöntemi kullanmalarına rağmen bu tür insanların bugüne kadar bir çuvaldız boyu yol aldıkları söylenemez.

Evet, bu onulmaz dertler, onarılmaz harabeler, insanın içinde ümitsizlik hâsıl etmemeli, onu panikletmemelidir. Fakat bu demek değildir ki, yaşanan tahribata karşı gözlerimizi kapatalım. Bilâkis bu müthiş tahribatın görülmesi çok önemlidir. Zira tahribatı görme, insana sorumluğunu ve yapması gerekli olan vazifeleri hatırlatacaktır. Böylece sorumluluk şuuruna sahip mefkûre insanı, bu tablo karşısında Allah’ın, sadık kullarından ne isteyeceğini düşünecek, “Acaba bir peygamber olsaydı, böyle bir tablo karşısında nasıl hareket ederdi?” diyecek, yapılması gerekenlere odaklanacaktır. 

Fakat tablo tam olarak görülemez de yaşananlar bütün derinliğiyle hissedilemezse, ne yapılması gerektiği de tam olarak bilinemez. Ve bunun sonucunda Allah korusun yaşanan bunca felâkete rağmen bazıları kendini rahata salabilir; toplumun yaşadığı alt üst oluşlara, harabelere, yıkılmış hanlara hamamlara, kimsesiz çöllere aldırmadan kendi işleriyle meşgul olmayı yeterli görebilir. Bu da bir yönüyle bencilliktir, vurdumduymazlıktır, hissizliktir. Bu açıdan tevekkül ve ümitle dopdolu olup çirkin söz ve çirkin tavırlara aldırmamayı, “Ateş nereye düşerse düşsün beni de yakar.” anlayışıyla ızdırapla inleyip, yapılması gerekenleri yapmayı birbirine zıt görmemelidir. O hâlde bir taraftan mevcut tablo genel çizgileriyle çok iyi görülüp analiz edilirken diğer yandan da sarsılmaz bir iman, ümit ve azimle hâlihazırdaki tahribatın, geçmişten tevarüs ettiğimiz statiğe göre yeniden restore edilmesi adına ölesiye bir gayret sergilenmelidir.