Günümüzde bir çok şey gibi insanın dünya
ve ukba hayatı adına değer vermesi gerekli olan şeyler
maalesef olması gereken konumda değil. Her nedense insanlar
en çok düşünmeleri gerekli olan şeyleri en az düşünüyor,
en önemli şeyleri en sonda bir yere koyuyorlar. Fıkıh
Usulü diliyle ifade edilecek olursa, “zaruriyat” gerilerin
gerisinde, “hâciyat” onun önünde, “tekmiliyat” ve “tahsiniyat”
kadem kadem hâciyatın önünde ve işin en garibi “fuzuliyat”
hepsinin önünde. Öte taraftan onlar bu gerçeği fark
etmiyor, fark etmeme bir yana yaptıklarına mutlaka bir
bahane, bir neden bulup bu düşüncelerini, inançlarını
ve onlara bağlı olarak yaptıkları amellerini meşru bir
mekana oturtmaya çalışıyorlar.
Halbuki önemli olan Allah’ın öncelikleridir,
O’nun bize önem verin dediği şeyleri yine O’nun sıralaması
içinde kabullenmedir. Bu sıralamaya önem vermek, Allah’ı
tazim demektir. Onun için ayette buyurulur ki; “…Kim
Allah’ın şeâirini tazim ederse, şüphe yok ki
bu, kalblerin takva duygusundandır (yani Allah ile olan
irtibatındandır).” (Hac, 22/32). Takva kelimesi “vikâye”den
gelir ki bu Allah’ın himayesine sığınma demektir. Demek
bu sıralamaya önem vermeme, yerlerini değiştirme Allah’ın
himayesinden çıkma manâsını taşır.
Evet, kanaat-i acizanemce biz her şeyi
altüst ediyor, kendi heva ve hevesimize bağlıyoruz.
Din yine ortada aslî hüviyeti ile duruyor ama bizim
bu terk-i mevkilerle (durulması gereken yerleri terketmekle),
izhar ettiğimiz dindarlığın murad-ı ilahiye uygun olduğunu
söylemek çok zor olsa gerek.
Dinde halk arasında imanın şartları
olarak bilinen altı esasa inanmak temeldir. Bu temeller
üzerinde fazla teferruata dalınması, aralarında siyah-beyazı
yansıtacak ölçüde derin ve farklı yorumlara girilmesi
çok doğru değildir. Yalnız bu demek değildir ki farklı
yorumlar olmayacak. Hayır, olabilir. Mesela Zât-ı Ulûhiyet’le
alâkalı tasavvufçuların bir kısım farklı mütalâaları,
hakikî ulûhiyet telakkisine dokunmuyorsa onlar mazur
olabilirler. Veya Fahrüddin Râzî ve İmam Gazâlî örneğinde
olduğu gibi haşir mevzuunda küçük yorum farklılıkları
her zaman olabilir; ancak bir tek şartla: “Temellerin
sarsılmaması”. Fakat temel esaslara taalluk ettiği zaman
her ne kadar küçük de olsa söz konusu farklılıkları
ve tartışmaları bazı ulema dalâlet kategorisi içinde
saymışlardır. Çünkü imana müteallik meseleler, nazarî
de olsa inanılması, öylece kabul edilmesi lazım gelen
şeylerdir. Bunlar olmazsa olmaz hakikatlerdir, yani
zaruriyattır.
Hâciyat olan şeylere gelince -ki bunlar
bir ölçüde dini siyanet adına dış kale, dış surlar gibi
şeylerdir- bunlarda iş biraz daha esnekliğe müsaittir.
İnsana geniş sayılabilecek ölçüde düşünme alanı tanınmıştır
burada. Meselâ sıfât-ı sübhaniye, esma-i ilahiye mevzuularında,
onların hakikatleri ve yeryüzündeki tecellileri adına
mütalaada bulunma gibi. Yalnız bu alanda dahi olsa yorumlamalarda
bulunurken takınılacak tavır çok önemlidir. Kaldı ki
bu tavır ilgili kişinin imanı ile doğrudan alâkalıdır.
Biz selef-i salihinden bırakın bir ayet hakkında
yorum yapmayı, o ayete kendini muhatap gördüğü için
okuduğu an kendinden geçen ve sonra da farklı mütalâalara
kapalı kalıp bir türlü ikna olmayan yüce ruhları biliyoruz.
Mesela bunlardan birisi, “Ve in minküm illâ vâridühâ
kâne alâ Rabbike hatmen makdiyyâ – Sizden hiç kimse
yoktur ki cehenneme varmasın. Bu Rabbinin katında kesinleşmiş
bir hükümdür.” (Meryem, 19/71) ayetini okuyunca tir
tir titremiş ve ayetin gerisini okuyamamış.
Çevresindekiler; “Devamı var bunun” deyip ayeti
okumuşlar: “Sümme nüneccillezînettekav ve nezeruz zâlimîne
fîhâ cisiyyâ – Sonra Allah’tan korkup fenalıklardan
sakınan müttakileri kurtararak zalimleri diz üstü çökmüş
vaziyette orada bırakacağız.” (Meryem, 19/72); ama tavrı
değişmemiş. “Ellezîne âmenû ve lem yelbisû îmanehüm
bi zulmin ülâike lehümül emnü ve hüm mühtedûn – İman
edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte
korkudan emin olma onların hakkıdır, doğru yolda olanlar
da onlardır.” (En’am, 6/82) ayeti söz konusu olduğunda
da aynı tavrı sergilemişler çokları: Bu ayeti okuyan
sahabeler Efendimiz’e gelmişler ve tahassür içinde “hangimiz
zulme bulaşmamıştır ki?” demişlerdir. Zira, zulüm geniş
bir kavram. Nefsine zulmetme, mahiyetine zulmetme, zamanına
zulmetme, Allahın tayin-takdir buyurduğu hayata zulmetme
vs. Haddini bilmemek, ona tecavüz etmek, aşırı gitmek
zulmün başka göstergeleri. “Şimdi zalim miyim ben? Aşırı
gidiyor muyum? Zalim olmadığıma, aşırı gitmediğime kim
teminat verecek?” demişler. Buna karşılık Efendimiz
ayetteki zulümden maksadın şirk olduğunu beyan ederek
onları rahatlatmıştır.
Kur’an’da Allah’ın azab ve te’dib ile
alâkalı ortaya koyduğu meseleler küllî şeylerdir.
Meselâ; “Yevme yefirru’l-mer’ü min ahîh, ve ümmihî ve
ebîh, ve sâhibetihi ve benîh. Liküllimriin minhüm yevmeizin
şe’nün yuğnîh – İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden
ve babasından, eşinden ve evlâtlarından bile kaçar.
O gün onlardan her birinin başından aşkın derdi
ve tasası vardır.” (Abese, 80/34-37)
veya “Yevme tübles serâir, femâ lehû min kuvvetin velâ
nâsır – Gün gelir, bütün gizli haller ortaya dökülür.
O gün insanın ne bir kudreti, ne de bir yardımcısı kalır.”
(Târık, 86/9-10) ayetleri bu hakikate iki küçük örnek.
Fakat şu da unutulmamalı; hiç bir umumî hüküm yoktur
ki onun içinden hususî bir şey istisna edilmiş olmasın.
Dolayısıyla yukarıdaki ayetler kafir-mü’min ayırdetmeksizin
herkesi içine alır. Ancak istisnai mahiyette -enbiyâ-i
izam gibi- Cenab-ı Hakk’ın siyanet buyurduğu bazı
kimseler olabilir. Zira onlar masum ve aynı zamanda
masûndur. Ama buna rağmen onların da meselenin küllîliği
karşısında endişe taşıdıklarını görüyoruz. Kıyamet sahnelerini
anlatan hadis-i şeriflere bakın. Bütün enbiya-i izam
mahşerde “Allahümme sellim, sellim” diyorlar. Sıratta
aynı şeyi söylüyorlar. Cennet’e adımlarını atacakları
ana kadar bu duayı tekrar ediyorlar. Demek meseleyi
umumî olarak kabul ediyorlar.
Evet, ahirette herkes bu hakikati şöyle
ya da böyle duyacak. Nitekim bir hadis-i şerifte Cenab-ı
Hak kulunu karşısına alır, günahlarını itiraf
ettirir: “şunu, şunu yaptın ama bunları ketmettin,
fâş etmedin. Yani fasık u facir değildin, günahlarının
hicabını yaşıyordun.” der. “O gün sen setrettin, ben
de bugün seni affediyorum.”
Bununla beraber Cenab-ı Hakk’ın
kahrı, te’dibi, lütufları adına, istisnaları olabileceğini
hatırdan çıkarmadan meseleleri küllî olarak ele almak
lazım. Onun için her mü’min ben de o müstesnalardan
biri olabilirim ümidini taşımalıdır. Tıpkı hadiste anlatılan
insan örneğinde olduğu gibi: Bir zat Cehennem’e çok
yakın bir yerde durduruluyor. Yüzü Cehennem’e müteveccih.
“Ya Rabbi! Yüzümü bir döndür de Cennet’e bakayım.” der.
“Daha ötesini istemeyeceğine dair söz ver bana” diyor
Cenab-ı Hakk. Yüzü çevrilince; “Ya Rabbi! Az yaklaştır”
diyor. Yine söz alıyor Allah (celle celâlühü) başka
bir şey istemeyeceğine. Az yaklaşıyor oraya. İçeriyi
müşahade ediyor kapıdan. İçerde baş döndüren güzellikleri,
hadisin ifadesiyle “Mâ lâ aynün raet ve lâ üzünün semiat
ve lâ hatara ala kalbi beşer – gözlerin görmediği, kulakların
işitmediği ve hiçbir beşerin aklından bile geçirmediği”
güzellikleri bütün ihtişamıyla, gözleri kamaştıracak
şekilde görünce; “Ya Rabbi! İçeriye koyar mısın?” diyor.
Çünkü tahammül edilecek gibi değil. Bir tarafta dünyanın
binlerce sene mes’ûdâne hayatının, dakikasına mukabil
gelmediği bir Cennet hayatı, beri tarafta Cehennem var.
Hadisin ravisi olan Hazreti Ebu Hureyre diyor ki: “Cenab-ı
Hak, “Pekala sen de gir içeri!” der ve tebessüm eder.
Tebessüm, Allah’ın münezzehiyeti, mukaddesiyeti, mübecceliyeti,
muazzamiyeti içinde bir tebessüm.
Evet, herkes bu istisna ben olabilirim
demeli. Çünkü kat’iyen ihraz edeceğimiz yerler hakkında
rahmet-i ilahiye ve O’nun hakkındaki recamızın dışında
hiçbir sermayemiz yok. Kaldı ki Cennet istihkak alanı
değildir. O Cenab-ı Hakk’ın fazlıdır, ihsanıdır. Cehennem’e
gelince orası istihkak alanıdır. İnsan yaptığı amelleri
ile hakeder orayı. Dolayısıyla herkes Cehennem’le yüz
yüze geleceği gerçeğini hatırından çıkarmamalı. O günün,
o anın endişesini taşımalı ve korkmalı. Korkmuyorsa
bir insan, öyle bir endişesi yoksa akıbetinden endişe
edilir onun. İçinde duygularına hakim böyle bir korku
yoksa korkulur ondan. Gerektiği gibi inanmamıştır denebilir
bu tip insanlar için. Bir başka ifadeyle bunlar, “eslemnâ”
çerçevesinde dolaşıyor, “âmennâ”
ufkuna ulaşamamış demektir.
Bu ufka ulaşmak ise bilmeye bağlıdır.
İnsan bilgisi ölçüsünde umar, ümit eder, beklenti içinde
olur. Yine bilgisi ölçüsünde korkar. Efendimiz sallallâhu
aleyhi vesellem “Lev ta’lemûne mâ a’lem, le dahiktum
kalîlen vele bekeytum kesirâ – Benim bildiğimi bilseydiniz
az güler ve çok ağlardınız.” diyor. Sahabinin
derciyle, “yumuşak yataklarınızı terkeder, dağlara çıkar,
yırtılırcasına ağlardınız” diyor. Demek ki lâubaliliğimiz,
kendimizi salıvermemiz, bilmediğimizden, cehâletimizden
kaynaklanıyor. Fakat bu öyle bir cehalet ki affedilir
gibi değil. Fiziği, kimyayı bilmemekle insan dünya adına
bazı şeyler kaybedebilir, fakat bu, ahiret adına bir
kayıp sayılmayabilir. Ama Allah’ın murad ettiği şeyler
çok daha önemlidir. İnsan bu mevzuda bilmesi gerekli
olan şeyleri mutlaka bilmeli ki hayat dengelenebilsin.
İnsanın ahiretle alâkalı hayatının dengelenmesi o mevzudaki
malûmatıyla mebsûten mütenasiptir. Ne kadar biliyorsa
o kadar dengeli yaşar, tavırlarında ve hareketlerinde
Allah o kadar nümâyân olur, her hâlinden Allah’a ait
manâlar dökülür.