Soru: Allah yolunda hizmet ederken bazı arkadaşlar belli bir süre sonra bekledikleri teveccühü göremediklerinde gönüllere giremediklerini düşünüp kendilerini suçluyor ve emaneti başkalarına teslim edip bir kenara çekilmeyi arzuluyorlar. Bu insanların hâlini nasıl değerlendirirsiniz?
Cevap: İlk olarak, meseleye bu şekilde yaklaşan arkadaşların hâlini bir açıdan takdirle karşıladığımı ifade etmeliyim. Öyle bir insan düşünün ki irşat ve tebliğ vazifesinde bulunuyor. Çevresindeki insanları hayra çağırıyor, insanlık adına üzerimize düşen vazifeleri onlara hatırlatıyor. Fakat sözleri muhataplarında makes bulmuyor. Bunun üzerine o, kendi ile yüzleşmeye, kendini sorgulamaya başlıyor. “Şayet sözlerimi tabiatıma mâl edebilseydim ve iç dünyamın derinliklerinde duyarak söyleyebilseydim muhataplar nezdinde daha müessir ve inandırıcı olurdum.” şeklindeki mülahazalarıyla samimiyet ve ihlâsını gözden geçiriyor. “Ey iman edenler, niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?” (Saff sûresi, 61/2) âyet-i kerimesi zaviyesinden davranışlarında söz ve amel bütünlüğü olup olmadığı hakkında kendisini muhasebe ediyor. Sözlerinin yanı sıra temsilini de gözden geçiriyor, inandığı hakikatleri ne ölçüde hayatına taşıyıp taşımadığına, temsilinde devamlılık olup olmadığına, amellerinde bir ruh bulunup bulunmadığına bakıyor. Muhataplarının hissiyatlarını doğru okuyup okuyamadığını, konuşurken usul ve üslup hatası yapıp yapmadığını sorguluyor. Netice olarak, sözlerinin tesirsiz kalmasını, muvaffak olamamasını kendi hata ve kusurlarına bağlıyor. Kendisini debbağın deriyi yerden yere vurması gibi yerden yere vuruyor.
İnsanın kendisiyle yüzleşmesi, nefsiyle yaka paça olması, sürekli hatalarını gözden geçirmesi, başarısızlıkları kendinden bilmesi takdir edilecek bir haslettir. Ancak bu onun vazifesini terk etmesini netice vermemelidir. Zira adanmışlık ruhuyla hareket eden bir irşad eri bir taraftan tek tek hatalarını gözden geçirerek onları düzeltmeye çalışmalı ama vazife başkasına verilinceye, vazifeyi ehil emanetçilere devredinceye kadar da vazifesine devam etmelidir.
Ayrıca, “Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?” ifadesini yanlış anlamamak lazım. Âyetin anlamı, “Madem bazı şeyleri yapmıyorsunuz, yerine getirmiyorsunuz, öyleyse bunları söylemeyin, irşat vazifesini terk edin.” demek değildir. Bilakis doğru olan, bu âyeti şu şekilde anlamaktır: “Madem insanlara nasihatte bulunuyor, onlara hak ve hakikati anlatıyorsunuz, o hâlde söylediklerinizi kendiniz de yapın.”
Bu konudaki müstakim düşünce şöyle olmalıdır: “Ben bugüne kadar birlikte olduğum insanlara tesir edemedimse, söylediğim sözler ruhlarda yankı bulmadıysa demek ki bu konuda eksiklerim vardır. Acaba ben bu eksiklerimi nasıl tespit edip onları nasıl giderebilirim?” Evet, böyle düşünmeli ve icra ettiği kudsî vazifeyi başkasına devredinceye kadar onu nasıl en güzel şekilde yapabileceği üzerinde imal-i fikr etmeli, eksiğini gediğini gidermeye çalışmalı, güç ve imkânları nispetinde bu konuda azm u cehd göstermelidir. Hata ve kusurları telafi imkânı varken, bunları bahane ederek vazifeden el etek çekmenin kişiyi cepheyi terk etme gibi bir uhrevî sorumlulukla karşı karşıya bırakacağı ve ötede derin bir mahcubiyete sürükleyeceği unutulmamalıdır.
Tabii ki bir insan bir vazifede ölünceye kadar kalmaz. Bu bir bayrak yarışı gibidir; her gelen, kendinden sonrakine devredinceye kadar vazifesini en güzel şekilde yapmaya çalışır. Önemli olan şudur ki bir hizmet insanı, üzerine tevdi edilmiş olan vazifeyi şu veya bu mülahazalarla sırf kendi düşüncesiyle bırakıp gidemez. Bu, vazifelerin ortada kalmasına sebebiyet verebilir. Kendini kusurlu gören kimseler bu düşüncelerinde haklı da olabilirler, vazifeyi başkasına devretmesi daha hayırlı da olabilir. Ancak bu tür kararları herkes kendisi almaya kalkarsa kaos ortaya çıkar, pek çok vazife mühmel kalır.
İnsan, kendisine yüklenen emaneti hakkıyla yerine getirme şuuruyla hareket etmeli, esbab dairesinde canhıraşane bir gayret ortaya koymalı, imkânlarını sonuna kadar seferber etmelidir. Ancak sonuçları yaratanın Allah olduğunu da asla nazardan dûr etmemelidir. Vicdanlara tesir etmek, gönüllerde hidayet nurunu yakmak Allah’a aittir. Kur’ân-ı Kerim, sözleri en müessir insana (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle hitapta bulunuyor: إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَٰكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَن يَشَاءُ “Sen arzu ettiğin kimseye hidayet veremezsin, Allah’tır ki dilediğini hidayet eder.” (Kasas sûresi, 28/56)
Dolayısıyla tesir etme, inandırma, ikna etme, doğru yola hidayet etme gibi fiillerin hiçbiri bize ait değildir. Ayet-i kerimenin ifadesiyle مَا عَلَى الرَّسُولِ إِلَّا الْبَلَاغُ “Peygambere düşen sorumluluk, sadece tebliğ etmektir.” (Mâide sûresi, 5/99) Bu vazifeyi de yine Kur’ân ve Sünnet’in talim ettiği gibi, usulüne uygun olarak en güzel şekilde yerine getirmektir. Yani ne temsilde kusur olmalı ne de tebliğde. İnsan bu konuda kendini sorgulayabilir. Sebepleri en güzel şekilde yerine getirip getirmediğini kontrol edebilir. Ama sonuçlara gelince, onları yaratmanın Allah’a ait olduğunu da hep hatırda tutmalıdır.
Bize düşen, hayatta olduğumuz sürece iman ve Kur’ân hizmetlerine omuz vermektir. Zira yaşadığımız sürece dinin bizden beklediği vazifeler devam eder. İbadet ve hizmet yükümlülüğünden terhis ancak ölümle olur. O da Allah’ın elindedir. Hiçbir şey insanın bir köşeye çekilip sadece kendisiyle meşgul olmasına, hizmetlerden el etek çekmesine, cepheyi terk etmesine mazeret teşkil edemez. Zira öyle peygamberler gelmiştir ki hiç ümmetleri olmamıştır. (Buhârî, tıbb, 17; Müslim, îmân, 374) Ama onlar vazifelerini terk etmemiş, tebliğ davasından vazgeçmemişlerdir. Vazifelerini yaptıkları için de peygamberlik pâyesinin yüksek sevabına nail olmuşlardır. Çünkü Cenab-ı Hak neticelere göre değil, niyet ve gayretlerimize göre mükâfat verir. Gerçi birileri bizim elimizle hidayete ererse, vesile olmamız cihetiyle onların kazandığı hasenattan biz de hissedar oluruz, bu ayrı bir mesele. Fakat bir insanın sonuçlara takılmadan sırf Allah’ın emrine uyarak, rızasına kilitlenerek sorumluluk şuuruyla vazifesine devam etmesi Allah katında çok değerlidir. Gerçek kulluk esprisi de insanın bu engin niyetinde, bitmeyen ceht ve gayretinde saklıdır.
Burada şunu da hatırlatmakta fayda var. Bu gibi durumlarda bazen nefis veya şeytan bizi aldatabilir. Mesela şeytan suret-i haktan görünerek bize vazifeyi bırakmayı, emaneti devretmeyi bir fedakârlık gibi gösterebilir. Veya nefsimiz bize kendimizi çok hakperest göstererek hakkını veremediğimizi düşündüğümüz bir vazifeyi ehil insanlara bırakıp kenara çekilmeyi telkin edebilir. Şeytan sağdan yaklaşarak hiç tahmin etmediğimiz bir yerden darbesini indirebilir. Bu açıdan emre itaatteki inceliği kavrayıp yerinde sabit kadem durabilmek çok önemlidir.
Son olarak, bu gibi konularda ilmi, yaşı ve tecrübesiyle hizmette kendisini ispatlamış insanlara düşen vazifeler olduğunu da hatırlatmakta fayda var. Onlar, böyle sarsıntı yaşayan arkadaşlarla yakından ilgilenmeli, moral ve motivasyonlarını yüksek tutmak için olabilecek her türlü rehabilite hizmetini vermeliler. Gerekirse arkadaşları karşılarına almalı ve meselenin ehemmiyetini onlara hatırlatmalıdırlar. Vazifesinde böyle bir ülfet ve motivasyon kaybı yaşayan kimselerin başka hizmetlerde, farklı şekillerde istihdam edilmesi de düşünülebilir. Hâsılı, hizmetlerin sevk u idaresini yapanlar, hizmet insanlarının son nefeslerine kadar hizmette aktif kalmalarını sağlama adına üzerlerine düşeni yapmalıdırlar.
