Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ
Soru: Ehl-i dünya, ademe mahkûm etmek istediği bazı kimseleri dünyevî zaafları ve beşerî arzularıyla vuruyor. Böyle bir tehlike karşısında Kur’ân davasına gönül vermiş adanmışlara düşen sorumluluklar nelerdir?
Cevap: Emanete sahip çıkılması ve vahdet-i ruhiyenin korunması açısından çok dikkat ve incelik gerektiren ve çok farklı boyutları olan böyle hassas bir konuyu bütün detaylarıyla izah etmek gerçekten zor. Nazari olarak söylenen meseleleri hayata geçirmek, bir o kadar daha zor. Ben aklıma gelen ve önemli gördüğüm bazı noktaları arz etmeye çalışayım.
Öncelikle soruda zikredilen realitenin farkında olmamız gerekir. Düşmanlığa kilitlenmiş bir kısım çevreler öteden beri ehl-i imanı rahat bırakmadıkları gibi, bundan sonra da bırakmayacaklardır. Onları sürekli kontrol edecek, mercek altına alacak, adım adım takip edecek ve kesinlikle boş bırakmayacaklardır. Fırsatını bulduklarında onları etkisiz hâle getirme ve bitirme adına ellerinden geleni yapacaklardır. Dolayısıyla Kur’ân ve iman davasına gönül vermiş insanların, mercek altında tutulduklarının ve yakın takipte olduklarının bilinciyle hareket etmeleri çok önemlidir.
Bugüne kadar nicelerinin açıklarını tespit ettikleri, tespit edemediklerini tuzağa düşürdükleri ve bir şekilde itibarsızlaştırdıkları gibi, bundan sonra da benzer oyunları oynamaya devam edeceklerdir. Hile ve hud’alarıyla bazen size bir “Haziran fırtınası” yaşatırlar, bazen de bir “Şubat Soğuğu”. Siz, iftira ve karalamaların iç yüzünü ortaya çıkarıp gerçeği ortaya koyarak işin içinden sıyrılana kadar da yapacakları tahribatı yapmış olurlar. Sizin hakkınızda öyle bir algı oluştururlar, size karşı insanların hissiyatını öyle bir köpürtürler ki, herkesin gayzla oturup kalktığı bir atmosferde en masum işleriniz dahi kirletilir, kirli gösterilir de bu çirkinliğe kurban gider.
Bazen bir Müslümanın hatasını öne çıkarıp büyüterek bütün Müslümanları ve ardından da Müslümanlığı vururlar, bazen de böyle bir gerekçeyle bir hareketi bitirmeye kalkışırlar. Dünya var olduğu günden bu yana iman-küfür mücadelesi devam etmiştir. İyi, dürüst, imanlı ve ahlâklı insanların yanında; zalimler, münafıklar, fesatçılar da hiç eksik olmamıştır. Bundan sonra da bu tablo değişmeyecektir. Bazen açıktan bazen gizli olarak birileri menhus emellerini gerçekleştirme ve inananları yürüdükleri yoldan alıkoyma adına ellerinden geleni yapacaklardır. Bize düşen vazife, fitne ve fesada kilitlenmiş bu gibi insanların varlığını hiçbir zaman göz ardı etmemek, hâl ve hareketlerimizle hiçbir şekilde onlara koz vermemektir. Hatta belki inanan gönüller bir araya gelmeli, kafa kafaya vermeli, bu konuda nelere dikkat etmeleri gerektiği üzerinde durmalı, bununla ilgili stratejiler geliştirmeli ve birbirlerini uyarmalılar.
Töhmet Yerlerinden Sakının!
Küfür ve dalalete, haset ve çekememezliğe kilitlenmiş insanlara malzeme vermemek ve onların işini kolaylaştırmamak için çok hassas yaşamalı, asla temkin ve teyakkuzdan ayrılmamalıyız. İffet ve ismete bağlı yaşama zaten vazifemiz, kulluk borcumuz. Değil haramlara dalma ve günah işleme, zihinlerde soru işareti bırakabilecek davranışlardan bile uzak durmalıyız. Nitekim hadis olarak da rivayet edilen bir sözde, “Töhmet yerlerinden sakının.” (Bkz.: el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 3/36; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/45) denilmiştir. Bu söz her ne kadar hadis kriterlerine takılsa da, çok önemli bir prensip ortaya koyar. Siz çok iffetli olabilirsiniz. Fakat çirkin yerlerde gezinirseniz, birileri bunu tespit ederek aleyhinize değerlendirebilir. Yaptığınız bazı şeylerde dinî açıdan bir mahzur görmemeniz yeterli değildir; bunların yarın öbür gün karşınıza ne şekilde çıkacağını da hesap etmek zorundasınız. Önemsemediğiniz nice hareketlerinizle sizi vurabilirler. Sadece sizi değil, mensup olduğunuz hareketi de karalayabilirler.
Kur’ân ve iman hizmetine kendini adamış insanlar, kendi şeref ve haysiyetlerini korudukları gibi birlikte oldukları arkadaşlarının şeref ve haysiyetlerini de korumak zorundadırlar. Şayet bizim yüzümüzden onlara laf gelirse mesul oluruz. Sırtımızda taşıdığımız emanet adına ve talibi olduğumuz iman davası hatırına çok dikkatli yaşamak, her adımımızı düşünerek atmak zorundayız.
Bugüne kadar nice yalanlar doğruluk urbası giydirilerek piyasaya sürülmüş ve bununla nice temiz sular bulandırılmıştır. Nice samimi mü’minler olmadık iftiralarla karalanmıştır. Bu tür kirli operasyonların sebep olduğu tahribat, sadece işin faili gibi gösterilen kişilerle de sınırlı kalmamış, bilakis dine karşı tavır alınmasına yol açmıştır. Bazı mü’minlerin şuursuzca yaptığı hatalar veya bilerek işledikleri günahlar, dini vurmak isteyen çevreler tarafından büyük bir fırsat olarak görülmüş ve tepe tepe kullanılmıştır. Hiç kimsenin, yaptığı bir kısım yanlışlar yüzünden dine, diyanete söz söyletmeye, umum Müslümanları karalatmaya hakkı yoktur. Yapılan yanlışlar her ne kadar şahsi gibi görünse de, bir yönüyle umumun hukukuna tecavüz edilmiş olur.
Hassaten dini temsil konumunda bulunan kimseler, başından sonun kadar bütün hayatlarını peygamberane bir azimle, ciddiyetle, titizlikle, ismet ve iffet duygusuyla yaşamaya çalışmalıdırlar. Bunun da ötesinde onlar, ehl-i dünyanın muhtemel saldırılarını hesaba katmalı, suiistimal edilecek noktaları göz önünde bulundurmalı ve fevkalade bir basiret ve ferasetle hareket etmelidirler. Şüphe, töhmet ve suçlamalara sebep olabileceği, su-i tevil ve tefsire uğrayabileceği, istismar edilebileceği endişesi söz konusuysa, dine göre mahzurlu olmayan bir kısım mubah fiillerden bile uzak durmalıdırlar.
Bir mü’minin, din ve diyanete laf gelmesin, içinde bulunduğu heyete zararı dokunmasın diye koyduğu bu tür gayretler onun ibadet hanesine yazılır ve defter-i hasenatına sevap olarak akar. Çünkü hassasiyeti Müslümanlık adınadır ve bu hassasiyetin altında Allah rızası vardır. Müslümanları mahcup etmeme, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) nuranî mesajına toz kondurmama, İslâm’ın dırahşan çehresini karartmama adına ne kadar hassas olsak yine de azdır.
Kendimizi Hesaba Çekme
Hesabını veremeyeceğimiz hiçbir davranışımızın olmaması gerekir. Hesaba çekilmeden evvel kendimizi burada hesaba çekmeli, hayatımızı ciddi bir muhasebe duygusuyla yaşamalıyız. Ta ki açığımızı yakalamak için fırsat kollayan kötü niyetli insanlara koz vermeyelim; omuzlarımızda taşıdığımız emanete hıyanet etmeyelim.
Bediüzzaman Hazretleri’nin; kazandığı paranın, giydiği elbiselerin, yediği yemeklerin sık sık hesabını vermesinin altında böyle bir hassasiyet vardır. Bazıları onun bu tür açıklamalarını, talebelerine karşı güven telkin etme olarak anlayabilir. Bu doğrudur da. Fakat meseleyi sadece buna münhasır görmemek gerekir. Bunun yanında o, daha sonra hakkında ortaya atılabilecek bir kısım yalan ve iftiraların önünü almıştır. Yaşadığı hayatın milimi milimine hesabını vermek ve topluma karşı şeffaf davranmak suretiyle, gelebilecek her tür töhmet ve eleştiriye mani olmuş, oldukça nezih ve iffetli bir hayat yaşadığını herkese göstermiştir. Evet, Hz. Pir, bir taraftan olabildiğince sade ve basit bir hayat yaşamış, diğer yandan yaşadığı bu basit hayatın defaatle hesabını vermiştir.
Bazıları bu kadarını fazla bulabilir ve böyle bir hassasiyetin insana hayatı zindan edeceğini düşünebilir. Fakat unutmamak gerekir ki Cehennem, nefsin arzu ettiği şeylerle, Cennet ise nefse ağır ve zor gelen şeylerle çevrilmiştir. İnsan, nefsin önüne çıkan bu engelleri aşa aşa Cennet’e ulaşacaktır. Hele bir de dini temsil etme konumunda bulunuyor ve önde görünüyorsanız, çok daha fazla meşakkate talip olduğunuzu unutmayacaksınız. Çünkü sizin en büyük krediniz, güvenilirliğinizdir. O krediyi kaybettiğiniz zaman artık sizi kimse dinlemez. Nihayetinde çoklarının kolunu-kanadını kırmış, yapılan nice güzel işi baltalamış olursunuz.
Dolayısıyla katlanacaksınız. Çektiğiniz her bir zorluğun sevap defterine kaydolacağını, öbür tarafta mizanın bir kefesine konulacağını unutmayacaksınız. Bilemiyoruz, burada Allah için katlandığınız zorluklar, ötede karşınıza ne gibi sürprizler, ne türden ilahî teveccühler şeklinde çıkacak!
***
Not: Bu yazı, 9 Mayıs 2008 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.