Tebliğde Üslup Problemi

Tebliğde Üslup Problemi

Her mü’min donanım ve kabiliyeti, imkân ve konumu ölçüsünde dinini anlatmakla yükümlüdür. Ancak Kur’ân ve Sünnet’i sathi olarak bilmek, dini doğru anlatma adına tek başına yeterli olmuyor. Bu önemli misyonu eda etme adına yapılması gerekenler noktasında başta çok iyi bir plan ve projenin olması, neyin nasıl yapılacağının daha baştan çok iyi belirlenmesi gerekiyor. Ne yazık ki günümüz Müslümanlarının birçoğu tebliğ ve irşatta doğru bir usul takip edemediklerinden insanları kendilerinden uzaklaştırıyor, hatta dinden nefret ettiriyorlar. Halbuki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Müjdeleyin nefret ettirmeyin, kolaylaştırın zorlaştırmayın.” buyuruyor. (Buhârî, ilim 11; Müslim, cihad 6) Dinin meselelerini zor göstermemek, insanların nazarında onları yaşanmaz bir şey gibi lanse etmemek, kimseyi ürkütmemek ve dinden kaçırmamak çok önemli esaslardır.

Din-i mübîn-i İslâm “yüsr” yani kolaylık üzere vaz edilmiştir; fıtratları ve karakterleri gözetmeden, onu şiddetlendiren ve ağırlaştıran kimse, dinin ruhuna aykırı bir iş yapmış olur. Kolaylık üzere bina edilmiş ve müsamahaya dayalı gelmiş bu dini zorlaştırmamak ve ondan nefret ettirmemek; bilakis yaşanabilir olduğunu göstermek ve sevdirmek, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) emridir. Halis mü’min, insanları neyin kaçırıp, neyin çekeceğini çok iyi hesaplamalı ve her zaman işi kolay tutarak, şefkat ve mülâyemetle gönülleri kazanmaya çalışmalıdır.

Dinden Soğutanlar

Maalesef günümüzde niceleri, kabalık ve sertlikleriyle insanlarla dinin arasına giriyorlar. Nerede ne söyleyeceklerini bilemediklerinden, kime karşı nasıl davranılması gerektiğini doğru tayin edemediklerinden insanlarda dinî değerlere karşı antipati uyarıyorlar.

Müslümanların Allah Resûlü’nün takip ettiği usulü yeterince iyi takip etmemeleri, meseleleri gerektiği kadar makul ve yumuşak bir üslupla sunmamaları şimdiye kadar bize çok pahalıya mâl oldu. Pek çok kimse bu yüzden dinden soğudu, mabetten uzaklaştı. Meselelerimizi, balyozla kafalarına vuruyor gibi kabalık ve huşunetle arz ettiğimizden ötürü bizden ürktüler, kaçtılar. Yanlış usul ve üslubumuzla insanların ümitlerini kırdık. Hatalarını yüzlerine vurarak, onlara liyakatsiz olduklarını söyleyerek, dini onlara zor göstererek Allah’la kullarının arasına girdik. Çok basit hatalarımız yüzünden ağır faturalar ödemek zorunda kaldık.

Şu tür ifadeleri hepimiz duymuşuzdur: “Bir kere bayram namazına gittim, gitmez olaydım.” Veya nicelerinin imam yüzünden camiden uzaklaştığına şahit olmuşuzdur. Nice vaizler sözleriyle insanları kaçırmıştır. Demek ki baltayı taşa vuruyoruz. Kim bilir insanları dinden soğutan ne olumsuz şeyler konuşuyoruz. Eğer siz ömründe bir kere camiye gelmiş insana, “Bütün sene hiç camiye gelme, cumaları bile kılma, sonra da kalk bir bayram namazıyla Allah’ın seni affedeceğini bekle, daha çok beklersin!” derseniz, o da “Şu hâlde ben beyhude gelmişim” düşüncesine kapılır ve bir daha gelmez. Oysaki bir irşat erine düşen vazife, söz ve tavırlarıyla böyle birine destek olması, onun elinden tutması, bir kere geldikten sonra bir daha camiden ayağını kesmesine fırsat vermemesidir.

Bize gelmiş, kapımıza dayanmış bu kimseler, belki bizi bir merdiven, bir asansör gibi kullanıp hakikate yükseleceklerdi. Söz, beyan, tavır, davranış, hâl ve temsilimizi bir yönüyle rehber yaparak ulaşmaları gerekli olan yere ulaşacaklardı. Ama gördükleri, duydukları şeylerle, tavır ve davranışlarımızla onları ürkütüp, korkutarak dinden uzaklaştırdık, tenfir ettik. Oysaki bize düşen vazife tebşirdi (müjdelemek), tenfir (nefret ettirmek) değil! Özellikle yolun başındaki bir kimseye meseleyi kolay ve yaşanabilir göstermezseniz onu ürkütür, kaçırırsınız. Elden geldiğince meseleyi şahıslara göre kolay gösterip, zorlaştırmamak, yaşanabilirlik esprisi içinde götürmek çok önem arz eder. İnsanlara en güzel hakikatleri bile anlatacak, onları Cennete götüren roketlere, peyklere, uçaklara bile bindirecek olsanız yine de bu işi makuliyet ve yumuşaklık içinde yapmalısınız. Yoksa  sizden kaçarlar ve neticede dinden uzaklaşmış olurlar. Dolayısıyla da dalalete düşer, gayyalara yuvarlanırlar.

Nasıl olduysa sertlik ve huşunet kültürümüzün bir parçası olmuş. Kur’ân kurslarında, mektep ve medreselerde şiddet ve dayak çok yer etmiş. Eli sopalı hoca figürü normal hâle gelmiş. Yanında uzunca bir sopa olmazsa sanki hocalığı eksik kalacak zannedilmiş. Fakat yediği dayaktan ötürü camiden kaçan, Kur’ân’dan soğuyan, dinle arasına mesafe koyan insanların sayısı hiç de az değildir. Şahsen ben, tabiatım itibarıyla şiddet ve hiddetten çok rahatsız olur, böyle bir muameleyle karşılaşacak olsam o gün dersime çalışmazdım. Aslında çoğu insan böyledir. Kimse ekşi surat görmeyi, hakarete uğramayı, şiddete maruz kalmayı istemez. Bu tür sertlikler insanları kaçırır. Fakat ne acıdır ki “sopa cennetten çıkmıştır” diyerek bir de dayağı kutsallaştırmışız. Ne işi var sopanın Cennette! Sopa Cennetin semtine bile uğramamıştır. Cennette sevgi vardır, kucaklama vardır, af ve merhamet vardır. Allah Cennette insanların içlerindeki her tür gıll u gışı, kin ve nefreti, tasa ve hüznü silip atacaktır. Dolayısıyla bütün bunlar toplumun yanlış telakkileridir, usul-üslup hatalarıdır, Allah’la kullarının arasına girmedir. Neylersiniz ki bu yanlışların düzeltilmesi kolay değil.

Dini Sevdirmede Nebevi Yöntem

İrşat ve tebliğ dinde çok önemli bir esastır, peygamber mesleğidir. Bu yüzden tüm mü’minlerin bu konuda ellerinden geleni yapmaları gerekir. Fakat şunu unutmamak gerekir ki tebliğ ve irşadı emreden din olduğu gibi, onun nasıl yapılacağını bize talim eden de odur. Kur’ân’ın altın hakikatleri, Efendimiz’in nurefşan beyanları varken onları bir kenara bırakarak biz kendi heva ve hevesimize göre stratejiler oluşturamayız. Allah Resûlü’nün yol ve yöntemine aykırı hareket ettiğimiz takdirde farkına varmadan insanları O’ndan uzaklaştırırız. Niyetimiz her ne olursa olsun, üslubumuz bozuk, usulümüz yanlış olduğu sürece maksadımızın aksiyle tokat yeriz.

Bu mevzuda takip edilmesi gereken yol, Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enam’ın yoludur. Nitekim O (aleyhi’s-selam) hiç kimseyi küstürmeden, ürkütmeden, mükellefiyetleri yirmi üç seneye yayarak, teker teker insanları rehabilite ederek, onları belki işin en ağırını bile bir gün seve seve, candan, yürekten yapabilecek hâle getirdi. Yirmi üç sene onları rehabilite ede ede, terbiye ede ede tedipten geçire geçire böyle bir kıvama ulaştırdı. O terbiye ile Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler, Aşere-i mübeşşereler, sahabe-i kiramlar, hatta o insanların arkasında yerlerini alan tabiin-i fihamlar, tebe-i tabiinler yetiştirdi. Onlar öyle nebevî ahlâk ile ahlaklandılar ki dinin en küçük meselesinden bile taviz vermez hâle geldiler. Küfür sıfatlarına karşı sağlam tavır içinde dimdik durdular. Yeryüzünden Allah’ı inkârı silip, bütün gönüllerin Allah’la buluşması için ellerinden gelen her şeyi yaptılar ve neticede nicelerini hak ve hakikatle tanıştırdılar. Dolayısıyla tebliğ ve irşat alanında yaşanan problemin çözümü ancak Muhammmedî yolla olur.

Esasında Kur’ân ve Sünnet’te irşat adına kullanabileceğimiz o kadar çok malzeme ve argüman var ki! Önemli olan, bunlardan hangisinin kime hitaben kullanılacağını doğru tespit edebilmektir. Günümüzde bazı Müslümanlar bunu bilemediklerinden ve mevcut argümanları doğru yerde kullanmadıklarından dolayı dinî değerlere karşı nefret duyulmasına sebep oluyorlar. Halbuki dinin her bir meselesinin imrendirici ve özendirici bir üslupla arz edilmesi çok önemlidir. Din, her yönüyle mütekamil bir hüviyete sahiptir. Onda hiçbir eksik ve kusur söz konusu değildir. Burada bize düşen vazife, tebliğ ve irşad adına en uygun üslubu yakalamak, söz ve tavırlarımızla insanlara dinin güzelliklerini gösterebilmek, tabiri caizse dine karşı onların iştihasını kabartabilmektir.

Hastalık Yok, Hasta Var

Dinin güzellikleri anlatılırken şahısların fıtratları nazar-ı itibara alınarak herkes için en uygun üslup tespit edilmeli ve herkes için farklı argümanlar kullanılmalıdır. Aksi halde, dine çağırma ile dinden kaçırma öyle birbirine karışır; Sonsuz Nur’a koşması beklenenler O’ndan o denli uzaklaşırlar ki, onları bir daha döndürmek mümkün olmayabilir. Bu itibarla, usulün başı olan “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlullah” hakikati anlatılırken dahi belli bir üslup takip edilmelidir ki istenmeyen neticeler hâsıl olmasın.

Doktorların enfes bir sözü vardır, “Hastalık yok, hasta vardır” derler. Bu, hastalığı kabul etmeme demek değildir. Fakat her hastanın hastalığı farklıdır. Bu yüzden herhangi bir hastalık ele alınırken mutlaka hastanın durumunun göz önünde bulundurulması ve buna göre tedaviye girişilmesi gerekir. Tebliğ ve irşatta üslup meselesi de bundan farklı değildir. Muhataplardan her birinin, genel karakteri ve yetiştiği kültür ortamı itibarıyla çok iyi okunması ve onlara muamele ederken bunların mutlaka göz önünde bulundurulması gerekir. Birinde işe yarayan bir usul ille başkasında da yarayacak diye bir şey yoktur. Biri için fayda veren bir metot, bir başkasında tepkiye sebep olabilir.

Tebliğ ve irşatta asıl olan, marufu (iyilikleri, iyilik düşüncesini) bütün güzelliğiyle vicdanlara duyurmak ve münkere (kötülüklere, kötülük düşüncesine) karşı da insanlarda tiksinti hâsıl etmektir. Farklı bir tabirle, insanları eğriliklerden, eğri büğrü yollarda yürümekten kurtarmaktır. Eğer sizin söz ve tavırlarınız onların eğriliklerini düzeltmiyor, bilakis onlarda yeni eğrilikler hâsıl ediyorsa, siz dine hizmet etmiyorsunuz, zarar veriyorsunuz demektir. Şayet birine sizin bir şey anlatmanız onda tepkiye sebep olacaksa, onu bir başkasıyla muhatap etmelisiniz. Bu yüzden Hz. Pir, “Bir başkasına anlattırmak hoşunuza gitsin” diyor. Sözlerimizle, tavır ve davranışlarımızla kimseyi küstürmeye, kaçırmaya hakkımız yok. Doğru olmak ve doğruyu bilmek çok önemli; fakat doğrunun da doğru şekilde ifade edilmesi, hatta belki bazen söylenmemesi, vakt-i merhununun beklenmesi gerekebilir. Yine Hz. Pir’in dediği gibi, insanın her söylediği doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek de doğru değildir.

Maalesef çokları bu tür olumsuzlukların kurbanı oluyor. Eskiden bir hoca diğer bir hocayla karşılaştığında, “Kaç kişinin katilisin?” diye sorarmış. Yani, “Senin yüzünden kaç insan bu ilim ve irfan yuvasından uzaklaştı, kendi hayatına kastetti ve mahvolup gitti?” dermiş. Bizim vazifemiz, Allah’la insanlar arasındaki engelleri bertaraf ederek o müthiş buluşmayı sağlamaktır. Vazifemiz bu iken, eğer üsluptaki hatalarımız, hiddet ve şiddetimiz, iş bilmezliğimiz yüzünden Allah’ın kullarını Allah’tan kaçırırsak hesabımız ağır olur. Üslubumuz, insanları dine celbedici, cezbedici olmalı. Hak ve hakikatin, bizim yarım yamalak üslubumuza, nadanlığa, küstahlığa, sertlik ve kabalığa tahammülü yoktur.

***

Not: Bu yazı, 4 Ocak 2008 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.