Bir yaramı dile getirmek istiyorum müsade ederseniz. Genel
anlamda bizler malâyâni şeylerle çok meşgul oluyoruz. Özellikle sohbet ortamlarında
bir müslümandan beklenen tavrı sergileyemediğimiz kanaati hakim bende. Çok fuzuli
şeyler konuşuyoruz. Ne dünya ne de ukba işlerine yaramayan şeylerle vakit kaybediyoruz.
Evirip çevirip sözü sohbet-i canana bir türlü getiremiyoruz. Durduğumuz yerde,
bulunduğumuz konumda olması gereken duruşun, bulunmamız gereken konumun hakkını
veremeyişimiz bize kredi kaybettirir. Seviyesiz insan imajı uyarır karşı tarafta.
Din gibi ciddi bir meselenin temsilcilerine benzemiyor bu insanlar dedirtir
onlara. Sahabe misali başkaları inanmıyor diye neredeyse kendini ateşe atacak
bir hava yok diye düşündürür onları.
Ne olur, bir araya gelişlerimizde sohbetlerimiz hep sohbet-i
canan olsun. Yani, evirip çevirip sözu Allah’a ve Allah’ın Rasulüne bağlayalım.
Din-i İslam diyelim, fuzuliyatın bir damlasına bile müsaade etmeyelim. Unutmayalım,
ömrümüzün dakikaları sayılı. Boşuna harcamayalım onları. Sorarlar öbür tarafta
onun hesabını. Her nefeste bize rağmen, şuurumuzun taalluk etmemesine rağmen
iki dafa hayatımızı bağışlayan Allah’a şükredelim, hamd edelim.
Bütün bunları iğne veya çuvaldız gibi kabul edebilirsiniz
ama realiteyi de görmek lazım. Hakiki mü’min görüldüğü zaman Allah’ı hatırlatır
deniyor hadiste. Bunun manası onun her türlü tavır ve davranışında Allah okunur
demektir. Yani lafz-ı Celale yazıyordur onun dört bir yanında.
Öte yandan Allah celle celaluhû başkalarının hidayetine vesile
olmayı bizim bu noktadaki hassasiyetimize bağlamış olabilir. Dolayısıyla şayet
bu neticenin sebebi oysa, başka bir sebeple bu netice elde edilemez. Diyalektik
yapmakla, demagojide bulunmakla, Allah anlatılırken kendi büyüklüklerinden bahsetmekle
bu sonuca ulaşılamaz. Cerrahsanız, neşterle halledilecek problemi pansumanla
halledemezsiniz.
İlk mevhibeler böyle bir oluş için yeterli gibi geliyor bana. Evet, ilk mevhibeler,
yani Allah elimizden tutmuş, sokaktan çekmiş bizi ve bir yerde tabir caizse
ipe dizmiş. Biz artık sağda solda, ne şirazesinden çıkmış bir kitap eczasıyız,
ne de sağa sola saçılmış tesbih taneleri. İpe dizilmişiz. Öyleyse ona göre bir
duruşa sahip olmamız lazım.
Gözümde dört toplum canlanıyor benim devamlı. Bir, asr-ı saadette
Efendimiz’in etrafındaki sahabiler. İki, Hazreti İsa’nin etrafındaki Havariler.
Yani o onbir buçuk insan, insanlık tarihinin adeta kaderini değiştiriyorlar.
Müthiş bir aksiyon, alabildiğine baş döndürücü. Onların ortaya koyduğu o çok
ciddi faaliyetin çehresi daha sonra değiştirilmeseydi Efendimiz (sallallâhu
aleyhi vesellem) için çok önemli bir zemin hazırlamış olacaklardı onlar. Üç,
Söğüd’ün bağrında göğeren yeşillikler. Dört, Çağın büyük düşünürü ve etrafındakiler.
KENDİNİ BİL
İnsanın kendisini bilmesi sadece anatomisini, kuvve-i şeheviyesini,
gadabiyesini, gayzını, hiddetini, şiddetini bilmesi demek değildir. Veya sadece
vicdan mekanizmasını, ruh sistemi içindeki latife-i Rabbaniyesini, şuurunu,
hissini, iradesini bilmesi de demek değildir. İnsanın kendini bilmesi bunlarla
birlikte her gün kendini farklı bir mülahazaya alarak yeniden okuması, sürekli
kendisini yeniden tanıması demektir. Çünki insan bir fotoğraf gibi tek bir karede
tesbit edilen/edilebilen bir varlık değildir. O büyüyen bir ağaç gibi her an
yeni bir şekil almaktadır. Dolayısıyla insanın kendi ruh, idrak ve şuur ufku
itibariyle kendiyle münasebettar olan hadiseleri gözlemlemesi ve yorumlaması
gerekmektedir: “Bugün şöyle olumsuz bir hadise geçti başımdan, sebebi herhalde
şu hatam idi. Veya şu davranışımdan dolayı böyle bir lutf-u İlahiye mazhar oldum.
Liyakatim olmasa bile ihtimal Cenab-ı Hakk’ın marziyatına muvafıktı.” gibi düşünceler
ile devamlı kendini mercek altında tutması gerekir. Ama burada şunu unutmamak
lazım; bu muhasebeyi yaptığınız zaman dilimi de, yukarıda bahsini ettiğimiz
bir kareden ibarettir ve bu durum bir saniye önce veya bir saniye sonrakinden
farklıdır.
İnsan bu çizgiyi yakalayabilirse mahiyetini koruyabilir. Allah’ın
kudretinin, iradesinin, meşietinin, ilminin taallukunu görebilir. Evet, insan
daima değişen, daima farklı televvünlerle ortaya çıkan çok karmaşık bir kitaptır.
Bundan dolayı onun sürekli mütalaasına ihtiyaç var.
Kur’an’da buraya kadar söylediklerimizle zahiren çelişiyor
gibi görülen bir ayet var; “Ve lâ tekûnû kellezîne nesullâhe feensâhum enfüsehüm
– Allahı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da nefislerini onlara unutturdu.”
Dikkat edilirse bu ayette Allah’ın unutulması başta zikrediliyor ve bunu yapanlar
için de nefsin unutturulması bir ceza olarak arkadan geliyor. Öyleyse şöyle
denilebilir; nefsini bilen Allah’ı bilir, fakat Allah’a karşı lakayd kalana
da Allah nefsini unutturur. Görüldüğü gibi bir çelişki yok burada.
Öyleyse insan, Allah’ı unutmadığı ve her meseleyi O’na bağladığı
zaman nefsi bir kitap haline gelir. 23. Söz’ü hatırlayın, der ki Bediüzzaman
Hazretleri: “İman bir nurdur”. Evet iman tecelli ettiği zaman kainatta her şeyi
okunur hale getirir, kainatı ve enfüsü daha bir farklı okuma imkanı verir. Enfüs,
afakın okunması mevzuunda bir büyüteç, bir mercek olur. Bu açıdan Allah’ın varlığının
baştan kabülü ve O’na iman çok önemlidir. Bu kabul ile siz enfüste de afakta
da çok rahat dolaşırsınız. Her şeyi bir kitap gibi mütalaa, bir meşher gibi
temaşa edersiniz. Aksi halde, yani meseleyi Allah’a vermediğiniz takdirde her
şey karanlığa gömülür. 23. Söz’de ifade edildiği gibi; “bir köprünün üzerinde,
ürperten karanlıklar içinde ve dört bir yan korkunç cenazeler ve vahşi hayvanlarla
çevrili bir müthiş halde iken meseleyi Allah’a imana verdiğinde, O’nu duyması
bir elektrik düğmesine dokunmak gibi olur ve o korkutucu hal birden değişiverir.”
Demek ki, baştan Allah’ı bilme, insanın enfüs ve afakı daha derince okumasına
çok önemli bir katkıda bulunuyor.
Şimdi eğer ben O’na inanıyorsam şunu kabul ediyorum demektir ki ben ve benim
davranışlarım, bugün yaptığım, yarın yapacağım şeyler ve ömrümün sonunda hatta
ahirette başıma gelecek şeyler hep O’nun ilim ihatası içindedir. “Velâ yuhîtûne
bi şey’in min ilmihî.” Siz O’nun ilminden bir şey kuşatamazsınız. Neden? Çünkü
O Muhîttir (Her şeyi kuşatan). Muhît olan, muhât olamaz ki. Siz O’nun ilmini
kuşattığınız zaman, muhît muhât olmuş olur ki bu da Zat-ı Bârî için muhaldir.
Bu mülahazayla hadiselere bakınca çay içme gibi basit bir ameliyenin dahi O’nun
meşiet ve iradesinin dışında olmadığını görürsünüz.
Burada ayrıca bir “devir” var gibi. Yani bir taraftan nefsimizi
okuyor, nefis merceğiyle varlığa bakıyor, çok geniş dairede Allah’ın varlığına,
birliğine delillerin, şahitlerin mevcudiyetini görüyoruz; bir diğer taraftan
da şahitlerin şahid-i sadık olmalarının ve bir şey ifade etmelerinin O’na inanmaya
bağlı olduğunu görüyoruz. Kelam ilminde devir denir buna. Yani bir yönüyle o
ona sebep, o da ona sebep. Bir başka tabirle “tavuk yumurtadan, yumurta tavuktan
çıkar” gibi bir şey. Aslında kelamcılar devri iptal etmişler. Fakat burada minvechin
(bir yönüyle) öyle bir devir cereyan ediyor. O onu destekliyor, o onu destekliyor.
Sizin cehd ü gayretiniz, okuma azminiz Allah hakkında marifetinizi artırıyor;
Allah hakkında marifetiniz arttıkça siz kendinizi daha net okuyorsunuz. Sonra
kaderi daha iyi görüyorsunuz, başınıza gelen musibetlerin manasını daha iyi
kavrıyorsunuz, nimetleri daha iyi duyuyorsunuz. Hepsinden önemlisi şükür adına
daha iyi şahlanıyorsunuz. Kötü gibi duran, çirkin suratla karşınıza çıkan hadiseler
karşısında daha iyi yorumlara gidiyorsunuz. Hazreti Mevlana’nın ifadesiyle;
“Musibetler, belalar karşınıza yırtık-pırtık elbiseler içinde çıkan, edası endamı
yerinde bir güzel gibidir. Ne diye yırtık-pırtık elbiseye takılıp kalıyorsunuz.
Baksanız ya içteki edaya endama.” İşte bu zaviyeden olaylara bakabiliyorsunuz.
Evet, işin aslı, hem enfüsün hem de afakın okunması, insanın
kendisini bilmesi demektir -ki bu Allah’ı bilmenin bir yoludur- ve Einstein’in
kehanetinde dediği gibi çok buudluluğa açılmaktır. Çok buudluluğa açılabilenler,
dar çerçevenin bir başka tabirle suretlerinin dışına çıkar ve siretlerine göre
mahiyet alırlar. Siret, insanın tavırları, davranışları, inançları, değerlendirmeleri,
yorumları, bakışı ve te’villeridir. Bu durumda siretine göre bir resmi olur
her insanın. Gözler basiretin emrine verilerek, buradan bakınca altı-yedi buudlu
derinlikleri, hatta öbür alemi, Cenneti-Cehennemi, arşın yanı başında İsrafil’in
azametli heykelini görmek… Evet insan, bilkuvve (potansiyel) istidadı ile
(Allahu a’lem) görebilir bütün bunları.