Allah Teâlâ, şeytanın şerrinden hepimizi muhafaza
buyursun. Günde bin defa “Rabbi eûzü bike min hemezâti’ş
şeyâtîn ve eûzü bike Rabbi en yahdurûn-Ya Rabbi, şeytanların
vesveselerinden, onların başıma üşüşmelerinden Sana
sığınırım!” desek yine de az söylemiş oluruz. Çünkü
şeytan çok hile ve oyun biliyor. Hiç kimse onun oynadığı
satrançta onunla başa çıkamaz. Fakat, Allah’ın inayeti
olursa şeytanın eli-kolu bağlanır. Zira, o sadece
insanların gönlüne vesvese tohumları atar, şerre sebebiyet
verir. Ama, işin hâlıkı, yaratıcısı o değildir. Hayrı
da şerri de, nuru da karanlığı da yaratan Allah’tır.
Şeytana bir iş izafe etmek, onun hakkında “yaptı,
etti” demek, bir şeyler becerdiğini söylemek ve ondan
bahsedip üzerinde durmak tehlikeli olabilir. Bu durumda
şeytan, -bir hadis-i şerifte işaret buyurulduğu gibi-
şişer, kabarır. Esas olan, -Allah’a itimat ve güvenimizin
ifadesi olarak- Allah’ın sonsuz havl ve kuvveti karşısında
şeytanın tesirsizliğini; salih kullara hiçbir zarar
veremeyeceğini düşünmek ve ona karşı sağlam durmaktır.
Yani, bir bizim tavrımız açısından, bir de onun yaratılış
hikmeti, misyonu açısından meseleye bakmak lazımdır.
Bir zamanlar Sızıntı dergisinde bir acûze-i şemtâ
(elden ayaktan kesilmiş yaşlı kadın) resmi yayınlanmıştı.
O resimdeki, bir insandan daha çok kurgu filmlerdeki
gulyabânilere benziyordu. Resmin üzerinde şu ifadeler
vardı: “O şimdiye kadar hiçbir zaman, asıl hüviyetiyle
kimsenin karşısına çıkmadı. İnsanlık onu hep değişik
maskelerle ve başka başka şekillerde gördü. Şimdi
ise çeşitli doktrinleri kullanarak bütün beşeri içine
alabilecek en korkunç oyununu oynamak istiyor. İnsanla
başlayan Mefisto-Faust oyunu henüz bitmiş değildir.”
Evet, Gothe de Faust’un sonunda: “Bu hikaye bitmemiş,
Faust mu galip, Mefisto mu galip belli değil?” der.
Faust toy bir delikanlıdır.. kendi ömrünü yaşayan
bir varlık. Şeytan ise bütün insanlığın ömrünü yaşayan
bir ucûbe. Siz o resmi ya da benzerlerini görmüşseniz,
şeytan denince zihninizde o şekil canlanabilir. Fakat,
şeytan zihninizdeki şekilden çok farklıdır.
O farklı farklı fettanlar (gönül alıcı, fitneci)
şeklinde insanların karşısına çıktığından dolayı bazen
bohemliği kullanır, beşerin hayvanî hislerini gıdıklar.
Bazen insanları yutan bir canavar gibi; bazen de onların
beyinlerini okuyan, değişik elektrik şerareleri göndererek
muvazenelerinde olumsuz tesirler icra etmeye çalışan,
gelip beyin guddelerine oturarak vesvese veren, orada
-psikiyatristlerin dediği gibi- değişik hormonlar
üreten ve böylece hasımlarına korkulu kâbuslar gösteren
bir büyücü gibi olur.
Beşer hayatından metafiziğe ait mülâhazalar silinince
herşeyi fizikle açıklama hastalığı zuhur etti. Dolayısıyla
da günümüz insanı bir düalizme girdi. Dine, dinî esaslara
inanan, bütün fizikî dünyaya metafiziğin hakim olduğunu
kabul edenlerin zihinlerinde bile herşeyi fizikle
açıklama hastalığı başgösterdi. Dolayısıyla günümüzdeki
korkunç pozitivist mülâhazanın, insanların kafalarındaki
akide intizamını şöyle böyle bozan bir kısım tesirleri
oldu.. oldu ve hemen herkesin kalbine metafiziğe dair
şüpheler attı. Bugün neredeyse herkesin şüphesi vardır.
O şüphe de ancak kendini ibadete vermekle çözülebilir.
Çünkü din, tasdikun bi’l-kalb, ikrarun bi’l-lisan
ve â’mâlün bi’l-erkân, yani; doğruluğunu kalb ile
kabul etme, bu kabulü dil ile açıkça söyleme ve sonra
da bu kabul ve itirafı davranışlarla bütünleştirmeden
ibarettir.
İnsan çokça ibadet etmeli, ibadet onun tabiatının
bir yanı haline gelmelidir. Kant, “Nazarî akılla Allah
bilinemez.” diyor; Yaratıcı’nın ancak amelî akılla
bilinebileceğini söylüyor. Bergson da vicdanı, kendine
göre entüisyonu (sezgiyi) ön plâna çıkarıyor. Bir
manada, herşeyin vicdanla, sezgiyle bilineceğini ifade
ediyor. Evet, insan delillerle kafasına yerleştirmeye
çalıştığı bir ulûhiyet telakkisiyle hiç bir zaman
imana ilişen problemlerden kurtulamaz. İmanın, akıldan
ziyade kalbe oturması lazımdır. O da, daha işin başında
gönlü şeytana değil, Allah’a satmakla olacaktır. Gönlünü
Allah’a satarak.. “Al bunu, bu Senin otağın, tahtını
kur oraya.” diyerek.. “Dil beyt-i Hüdâ’dır, ânı pak
eyle sivâdan / Kasrına nüzûl eyleye Rahman gecelerde.”
diyen İbrahim Hakkı Hazretleri’ne kulak vererek alnı
seccadeye koyup, “Kalbimi Senden başka her şeyden
temizle, beni daire-i Ulûhiyetine iltisaka (kavuşmaya)
muvaffak eyle” diyerek.. yirmi sene, otuz-kırk sene
bu şekilde yalvararak.. insan ancak böyle bir cehd
neticesinde hakka’l-yakîne ulaşır ki, o yaşana yaşana
duyulup erilecek bir hedeftir ve o hedefe ulaşanların
karşısına bin tane şeytan bin çeşit hile ve oyunla
çıksa da –Allah’ın izniyle– onlara bir zarar veremez.
Pozitivizm, nazarî bilginin fendini bozabilir; fakat
amelî bilgiye ilişemez. Onun için avam halk, bir şeyler
bilenlere göre daha avantajlıdır; onlar sâfiyane inanırlar.
Ekseriyetle, okuyan, kitap karıştıranların kafalarında
bin türlü delik açılmıştır. Eğer onlar, aklî meselelerle
meşgul oldukları gibi kalblerini de ihmal etmez ve
işletirlerse o deliklerden dökülmezler. Yoksa fennin,
felsefenin açtığı yırtıklardan düşüverirler.
İşte bu sebeple çok eski yıllardan bu yana içimde
besleyip büyüttüğüm ve şahit olduğum hadiselerle doğruluğuna
iyice inandığım bir mülâhazam vardır: Eğer felsefe
okutulacaksa, onun yanında mutlaka tasavvuf da okutulmalıdır.
Ve o tasavvuf dersini, o alanda iyi yetişmiş, meseleleri
bildiği gibi aynı zamanda mâlumatıyla amel eden, anlattıklarını
yaşayan bir hoca vermelidir. En az akıl kadar kalbin
de işletilmesi, ileriye götürülmesi ve neticede kalb
ve kafa izdivacının sağlanması şarttır. Yoksa insanların
imanı zayıf bir lehimle tutturulmuş olur. O da nâmüsait
şartlar altında birden bire eriyiverir, kırılır gider.
“Neden bu iş bu kadar ince?” diye akla gelebilir.
Çünkü “sırr-ı teklif”in olduğu bir imtihan dünyasındayız.
Sa’y ve gayret olmadan bu imtihan verilemez.. Küfürle
iman arasında ince bir perde vardır. Sıkı durulmazsa,
yanlış bir fikrî hareketle hemen perdenin öbür tarafına
düşme ihtimali vardır. Öyleyse kulluk vazifesine sıkı
sıkı yapışmak ve Allah’a sığınmak lâzımdır. Gönlümüzde
zaman zaman hasıl olan vesveselere karşı sürekli tetikte
olmak, bazı meseleler karşısında kendi idrak ve anlayış
yetersizliğimizi kabullenmek ve bazen de şöyle düşünmek
gereklidir: “Allah karşısında el bağlayıp Ka’be’ye
doğru durdum. Ben bir halkaya dahilim. Benim önümde
halka şeklinde bir saf daha var.. onun önünde bir
başka halka.. onun önünde de binlerce halka.. Ka’be’de
namaz kılıyor gibi milyonlarca insan Ka’be’ye teveccüh
etmiş namaz kılıyor. Bunların içinde ne dâhiler, ne
dimağ ve gönül insanları vardır. Allah’a tereddütsüz
teveccüh ediyorlar. A be ahmak, sadece sen misin akıldan,
delilden, ilim ve fenden anlayan.”
İnsanın rızık peşinde
koşması ve dinine hizmet etmesi arasındaki denge nasıl
olmalı?
Mü’min denge insanıdır. İnanan bir gönül, her mevzûda
olduğu gibi bu mevzûda da ifrat ve tefrite düşmekten
kendini korumasını bilmelidir. Dünyaya dünyada kalacağı
müddet kadar, âhirete de yine orada kalacağı müddet
kadar ehemmiyet verme dengeyi bulmanın nirengi noktasıdır.
Bu sebeble, bizim dünya ile alâkamız, her yerde izzet-i
İslâmiye’yi göstermek, temsil etmeye çalıştığımız
elmas misali hakikatleri başkalarına da anlatmak,
o aydınlık yolu onlara tanıtmak düşüncesine matuftur.
Asıl gayemiz bu olunca, gözümüzün bir kenarıyla bazen
dünyaya bir “nigâh-ı âşina” kılmamız da yine bu gayeye
hizmet edecektir.
Evet biz, “Allah’ın sana verdikleri ile ahiret yurdunun
peşinde ol, dünyadan da nasibini unutma! Allah’ın
sana ihsanda bulunduğu gibi sen de ihsanda bulun;
yeryüzünde fesad peşinde olma. Şüphesiz ki Allah bozguncuları
sevmez” (Kasas, 28/77) beyanıyla tam mutabakat içerisinde
olmak zorundayız. Zira o âyet-i kerimede Kur’ân, “Ahiret
yurdunu ara” derken “ibtiğa” fiilini kullanıyor ki,
bu “bütün benliğinle ahirete yönel ve ahirete ahiret
kadar değer ver” demektir. Bundan da anlaşıldığı üzere,
ahiret için bütün imkânlar seferber edilmeli, dünya
için de “nasibi unutmama” esasına bağlı kalınmalıdır.
Bu dünyada, Cenab-ı Hakk’ı tanıma ve başkalarına
tanıtma, i’la-yı kelimetullah vazifesini yerine getirme
dışındaki herşey ikinci-üçüncü dereceden, tâlî işlerdir.
Meslek, maaş, eğitim, evlilik, yurt-yuva… birinci
hedef değil, asıl gayeye yardımcı unsurlardır. Mümin
hayatını bu esasa göre programlamalıdır. Ve demelidir
ki, “Benim hayatımın gayesi dinimi neşretmektir. Ama
yaşayabilmem için, -varsa- çoluk çocuğumun geçinebilmesi
için, şu fânî dünyanın da bir tarafından tutarım.
Cenâb-ı Hakk’ın bana ihsan ettiği şeylerle iktifa
ederim. Az verirse aza kanaat ederim; çok verirse
hem şükür hisleriyle dopdolu olarak hizmette koşturur,
hem hizmet yolunda infak ederim; hem de kendi ihtiyaçlarımı
karşılar, çoluk çocuğuma bakarım. Dünya adına hırslı
davranmam. Hırsımı, sonuna kadar Allah rızasını kazanmaya
ve Allah’ın rızasını da i’la-yı kelimetullah vesilesiyle
tahsil etmeye sarfederim. Harîsim ölesiye.. Beni öldürecek
kadar bir hırsım var. Ama ben Allah’ın rızasını kazanma
hususunda hırslıyım.” Evet, mümin böyle demeli ve
hayatını bu istikamette programlamalı; ahiretle alakalı
işleri ilk sıraya koymalı, dinlenmek için az kenara
çekildiğinde bulduğu boşlukları da dünyevî işlerle
doldurmalıdır.
Zaten kabiliyet itibarıyla i’la-yı kelimetullah yapmaya
müsait yaratılmış bir insan, Cenâb-ı Hakk’ın kendisini
donattığı o güzel istidatları dünyaya ait bir kısım
hasis şeyleri kazanmak için sarfederse; Allah onu
maksadının aksiyle tokatlar. Böyle birisi, bütün ömür
boyu koşar da bir çuvaldız boyu yol alamaz. Zira,
Yüce Yaratıcı bu fevkalade kabiliyetleri dünyaya ait
bu hasis şeyleri tahsil etmesi için vermemiştir ona.
Bugün, din tahsili yapmış bazı insanların yüzüstü
sürüm sürüm olan durumu buna çok önemli bir örnek
teşkil eder. Maalesef onlar, dini anlatma dışında
başka şeyler düşünmüşler, dünyanın değersiz işleri
ardına düşmüşlerdir. Oysa bu dünya düşünmeye değmemektedir.
Şu kısacık ömür öyle de geçer böyle de. İnsan daha
rahat bir iş bulamazsa, gider bir yerde taş kırar.
O olmazsa eline bir kürek alır, işsizlerin beklediği
yerde bekler, fırsatını bulup birinin bahçesinde çalışır,
öbürünün toprağını atar ve böylece iâşesini temin
eder. Helal kazanma niyet ve gayretinde olduktan sonra
icra edilen mesleğin türü ya da yapılan iş çok önemli
değildir. Bir müslüman için mutlaka üst seviyeden,
aristokrat bir hayat yaşama şartı yoktur. Ama Cenab-ı
Hak fevkalâdeden geniş imkanlar lütuf ve ihsanda bulunursa,
şükür duygusu ve tevazu korunarak o imkanlardan istifade
edilebilir.
Bazen dünya kapılarının açılması, bol bol nimetler
verilmesi insanın aleyhine de olabilir. Kimi zaman
bolluk ve refah küstahlaştırır insanı.. geçim kolaylığı
şımartır.. lüks felç eder.. şatafatlı ve süslü bir
yaşam tarzı öldürür. Oysa ki, Hakk’a hizmet yolunda
canlı insana ihtiyaç vardır. Canlı insan, birkaç kuru
ekmek parçasıyla doymasını, bir kayanın üzerine başını
koyup yatmasını bilen ve “Çok şükür Allah’a doyduk,
yatacak bir yer de bulduk.” diyen insandır.
Böyle bir insan, kendi aleyhine cereyan eden hadiselere
ve maruz kaldığı sıkıntılara takılmadan yoluna devam
eder; ümitsizlik ve atalete düşmeden, yolda kalmayı
ve geri dönmeyi aklının ucuna getirmeden. Geçmesi
gerekli kapıları zorlar, “açılmaz”ı hiç kabul etmeden.
Bir vesileyle arzetmiştim; karınca çeliğin içinde
bal olduğunu bilse, gelir onun etrafında altı ay dolaşır.
Bir taraftan delik arar, bir yerden tükürük atar,
çeliği bile paslandırıp delmeye uğraşır. En olmadık
yerlerin kapağını açar bakarsanız, orada da karınca
bulabilirsiniz. O hedefe kilitlenmiştir; ne yapar
eder hedefine açılan bir kapı bulur.. İmanlı bir gönlün
sahibi de kulluk vazifesine kilitlenir ve yapması
gerekenleri her hâlükarda yerine getirir..
Bu mevzuda üç husus çok önemlidir. Bir: im’an-ı nazar;
yani, bakışı bir noktaya çevirme ve orada fikren yoğunlaşma.
İki: im’an-ı nazarın ötesinde iltisak-ı kalb; yani,
o meseleyle perçinlenmiş gibi bir kalbî bağlılık..
onu düşünmeden edememe, kalbe yapılan her müracaatta
o meseleyi görme. Üçüncüsü de: En ağır şartlar altında
dahi engellerden sıyrılıp mutlaka yola devam etme
azim ve gayreti.. kurtulma gayreti değil, yola devam
etme azmi. Böyle olunca, insan belki birkaç kez tökezler,
yüz üstü kapaklanır ama tekrar doğrulup yeniden nihaî
menzile yürür. Önündeki bir kapı kapansa, o başka
on kapının sürgüsünü zorlar, kilidini açmaya uğraşır.
Bir de Hazreti Müfettihu’l-ebvab’a teveccüh etti mi
kapanan bir taneye mukabil on kapının kendisine açıldığını
görür. Evet, salih bir kula düşen “Ya Müfettiha’l-ebvab!
İftah lenâ hayra’l-bâb, inneke Kerîmun, Cevvâdun Vehhâb
– Ey bütün kilitli kapıların anahtarına sahip, kapıları
açan Allahım, bize de en hayırlı kapıyı aç! Şüphesiz
Sen lütfu ve ihsanı bol, cömertlerden cömert, nimet
ve bağışları engin Rabbimizsin!” deyip O’na iltica
etmek ve sonra da kendi üzerine düşen vazifeyi yapmaktır.
İşte bu ölçüler içerisinde, yeryüzü mirasçıları dünyayı
ahiretleri adına değerlendirmeli; gerektiğinde dünyalık
herşeyden vazgeçip kopabilmelidir.. dünyayı ve nimetlerini
bir ayakkabı gibi çıkarıp atmaya, “Bana Seni gerek
Seni” deyip yürümeye rûhen hazır bulunmalıdır.
Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa’ya “Fahla’ na’leyk, inneke
bi’l-vâdi’l-mukaddesi Tuvâ – Hemen pabuçlarını çıkar!
Çünkü sen kutsal vadi Tuvâ’dasın!” (Tâhâ, 12) buyurmuştur.
Bu ayeti -tefsircilerin genel olarak anladığı mana
mahfuz- “O’nun rızası dışındaki herşeyi Hazreti Musa’nın
pabuçları gibi gönülden çıkarıp atmak” gerektiği şeklinde
anlayarak kendi adımıza da pay çıkarabiliriz.
Evet, mümin her yerde O’nun huzurunu duymalı; her
zaman “Bana dünya ve içindekiler lazım değil.” diyebilmeli
ve herşeyini O’nun için feda etmeye âmade bulunduğunu
günde bir kaç defa ikrar etmelidir. Sabah kalkınca
“Kapı kulunum, boynu tasmalı, ayağı prangalı kölenim.
Kasem ediyorum Sen’den ayrılmayacağım. Kovsan bile
ayrılmayacağım Senden” demeli.. verdiği o vaadde sarsıntı
yaşamış olabileceği düşüncesiyle, öğle vakti yeniden
ahd ü peymanını yenilemeli.. ikindide bir kere daha..
akşam bir kere daha Allah Teâlâ’ya verdiği sözü tekrar
etmeli.. yatağına girerken “ne olur ne olmaz” deyip
bir kere daha duaya durmalı; “Allahümme innî eslemtü
nefsî ileyk, ve veccehtü vechî ileyk, ve fevvadtü
emrî ileyk, ve elce’tü zahrî ileyk, rağbeten ve rahbeten
ileyk. Lâ melcee ve lâ mencâ minke illâ ileyk. Allâhümme,
âmentü bi kitabike’llezî enzelt, ve nebiyyike’llezi
erselt. Allahümme, kınî azâbeke yevme teb’asü ibadek
– Allahım, (rahmetini) umarak, (azabından) korkarak
kendimi Sana teslim ettim, yüzümü Sana çevirdim, işimi
Sana ısmarladım, sırtımı Sana dayadım. Senden başka
sığınak, Senden başka dayanak yoktur. Allahım, indirdiğin
kitabına, gönderdiğin Peygamberine iman ettim. Allahım,
kullarını dirilteceğin gün beni azabından koru.” yakarışıyla,
hem Allah’a kul olduğunu ikrar edip O’na sığınmalı,
hem de Hâtemu’l-Enbiyâ’ya karşı vefa ve sadakatını
ortaya koymalı.
Bir kul, bu şekilde hayatını programlar, dünyaya
burada yaşayacağı ömür kadar, uhrevî işlere de ahirette
kalacağı müddet kadar kıymet verir ve günde bir kaç
defa kulluk ahd ü peymanını yenilerse dünya-ukba dengesini
kurmuş olacaktır. Ayrıca böyle bir kul, her hadisenin
çehresinde İbrahim Hakkı Hazretleri’ne ait şu sözlerin
doğruluğunu müşahede edecektir:
Nâçâr kalacak yerde,
Nâgah açar ol perde,
Derman olur her derde,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.