Soru: Şahsî dualarımızda en çok zikretmemiz gereken hususlar ve dualarımıza derinlik katan mülahazalar nelerdir?
Cevap: Bir insan için rızadan daha üstün bir paye ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak kadar büyük bir bahtiyarlık yoktur. Cenâb-ı Hak, ötelerde mü’min kulların nâil olacağı nimetleri nazara verirken “Hepsinden âlâsı ise Hakk’ın kendilerinden razı olmasıdır” (Tevbe, 9/72) buyurarak bu hakikati ifade etmiştir.
Kul açısından rıza, Allah Teâlâ’nın takdirlerini gönül rahatlığıyla karşılamak, zahiren çirkin görünen acı hadiselerde bile acele karar vermeyip O’nun icraatından hoşnut olmak, her şeyden önce ve her şeyden artık olarak O’nu sevmek, O’na yönelmek ve beklediklerini de yalnız O’ndan beklemektir.
Cenâb-ı Hakk’a bakan yönüyle ise, rıza, Allah Teâlâ’nın Kendine has münezzehiyet ve mukaddesiyetiyle kulunu sevmesi, ondan hoşnut olması ve sevginin lazımı olan muamelelerde bulunması demektir.
İmam Kuşeyrî gibi bazı veliler rızayı, başlangıç itibarıyla irâdî ve kulun kesbine bağlı görmüşler; nihayeti itibarıyla da onu, sevdiklerine Hakk’ın irade ve ihtiyar üstü ilâhî bir armağanı olarak kabul etmişlerdir.
Terakkî ve Tedellî Açılarından Rıza
Evet, meseleyi terakkî (kulun Yaratıcı’ya yönelip yükselmesi) açısından ele alırsanız, önce kulun kalbinde Cenâb-ı Hakk’a karşı bir meyil, bir sevgi olması lazımdır. Şart-ı âdî planında siz Mevlâ’yı sevince, Mevlâ da sizi sever. Alvar İmamı’nın sözü de bu hususu îma eder:
“Sen Mevlâ’yı seven de Mevlâ seni sevmez mi?
Rızasına iven de Hak rızasın vermez mi?
Sen Hakk’ın kapısında canlar feda eylesen,
Emrince hizmet etsen Allah ecrin vermez mi?”
Demek ki, O’nun rızası peşinde koşturuyorsanız, O da size rızasını yâr eder. Teveccühe teveccühle, nazara nazarla mukabelede bulunur.
“Allah’ı Rab, İslâm’ı din, Hazreti Muhammed aleyhissalatü vesselam’ı da nebî kabul edip razı olan, imanın mânevî zevkini tatmış olur.” hadisi de, başlangıç itibarıyla rızânın irâdî ve kulun kesbine bağlı bulunduğuna, nihayetinin de Cenâb-ı Allah’ın rahmetine ait bir mevhibe olduğuna işaret etmektedir.
Ehlullah’tan bazıları ise meseleye tedellî (En âlâdan başlayıp aşağı doğru gitme) zaviyesinden yaklaşmış ve “Allah sevmeyince siz sevemezsiniz; O sizden razı olmayınca, siz rıza ufkuna ulaşamazsınız.” demişlerdir. Onlar biraz da eşyanın perde arkasına göre hüküm verdiklerinden dolayı, Cenâb-ı Allah’ın rızasının önce geldiğini, kulun Allah’tan hoşnut olmasının ise onu takip ettiğini söylemişlerdir. Nitekim ayet-i kerimelerde “Allah onlardan, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır.” (Maide, 5/119; Beyyine, 98/8) denilmiş ve önce Allah’ın hoşnutluğu zikredilmiştir.
Haddizatında, Allah’ın razı olması çok büyük bir meseledir. Allah’ı sevme, Allah tarafından sevilme, O’ndan hoşnut olma ve O’nun hoşnutluğunu kazanma öyle büyük bir pâyedir ki, Cennet nimetleri bile onunla boy ölçüşemez. Dolayısıyla o, sizin cüz’î iradeniz, temayülleriniz, azminiz, cehdiniz ve gayretinizle elde edemeyeceğiniz çok kıymetli bir semeredir; bütün ömür boyu çalışsanız da, karşılığında dünyalar dolusu altın yığsanız da bedelini ödeyemeyeceğiniz kadar pahalıdır. Bu itibarla da, onu sizin o küçük meylinize, sevginize ve hoşnutluğunuza bağlamanız doğru değildir. Öyleyse, her ne kadar şart-ı âdî planında sizin meyil ve sevginiz bir ilk gibiyse de, temelde rızanın menşei yine Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğudur. O razı olunca, sizin içinizde de rıza hissi neşv ü nema bulmaktadır. Ne var ki, Allah Teâlâ, şart-ı adi planında, rızasını sizin meyil ve muhabbetiniz gibi bazı basit vesilelere bağlamıştır. Dünyalar kadar hazineyle sahip olamayacağınız rıza-yı ilahîye sizin altından kalkabileceğiniz bir bedel biçmiş; onu sizin için alınabilir kılmıştır.
Allah’ın Hoşnutluğunu Kazanmanın Yolları
Cenâb-ı Hakk’ın, rızasına vesile kıldığı hususların başında O’nun emirleri dairesinde hareket etmek ve yasakladığı şeylerden uzak durmak gelmektedir. Şayet, Allah Teâlâ sevmesini ve hoşnut olmasını her şeyden önce farzları yerine getirmeye ve günahlardan kaçınmaya bağlamışsa, o zaman bunları kat’iyen hafife alamazsınız. “İbadetleri eda etmeden ve haramlardan uzak durmadan da rıza-yı ilahiye ulaşabilirim. Allah’ın rahmeti geniştir; bunlar olmadan da Cenâb-ı Hak beni sevebilir!” diyemezsiniz. Vakıa, Allah’ın rahmetine her zaman sığınmalı, O’nun hakkında hep hüsn-ü zan beslemelisiniz. Fakat, Cenâb-ı Hak, sevme ve hoşnut olma hususunda basit bir şart ve bir sebep olarak ibadetlere devam etmeyi ve günahlara girmemeyi va’z etmişse, önce bu şartları yerine getirmeli, ondan sonra da O’nun merhametine iltica etmelisiniz. Bu itibarla da, şayet rıza-yı ilahiye ulaşmak istiyorsanız, önce namaz, oruç, hac, zekat.. gibi memur olduğunuz bütün ibadetleri yerine getirme mevzuunda fevkalâde titiz davranmalı; haram ve günahlardan uzak durma hususunda da son derece hassas olmalısınız.
Peki bunlar, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya yeterli midir? Zannediyorum bazı insanlar, şeklî ve sûrî ibadet yapmayı Allah’ın muhabbetini kazanmaya da, rızasına ermeye de, Cennet’e girmeye ve ebediyete mazhar olmaya da yeterli görüyorlar. Hatta ibadet niyetiyle yaptıkları ama çoğu zaman gereken ciddiyet ve hassassiyeti gösteremedikleri bu amelleri imanda sabit kadem olma yolunda da bir garanti vesilesi gibi addediyorlar. Nice âbid ve zâhid kulların yolun bir dönemecinde tepetaklak yuvarlanıp gittiklerini ya da yarı yolda kaldıklarını unutuyorlar. Maalesef, bir kısım fiilî ibadetlere belki şeklî ve sûrî değer verseler bile Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmeye, duaya ve niyaza o kadarcık olsun kıymet vermiyorlar.
Oysa, yolda kalmamanın, düşüp kaymamanın ve sâhil-i selamete ulaşmanın en önemli dinamiği Cenâb-ı Allah’a teveccüh ve duadır. Bizler aciz, zayıf ve muhtaç birer kuluz; O ise, her şeye hükmeden mutlak bir Hâkim’dir. Bu itibarladır ki, biz hemen her zaman, küçüklüğümüzün şuurunda ve O’nun büyüklüğünü takdir hisleriyle hep iki büklüm yaşamalı ve isteyeceğimiz her şeyi yalnızca fiilî değil aynı zamanda kavlî ve hâlî talep çerçevesinde sadece ve sadece O’ndan istemeliyiz. O’na teveccühlerimizde her zaman ümit ve endişe mülâhazalarımızı beraber götürmeye çalışmalıyız. Bir yandan, O’nun bize çok yakın olduğunu, dualarımıza icabet edeceğini ve rahmetinin genişliğini düşünürken, diğer taraftan da, ululuk ve azametini hatırdan çıkarmamalı, hâzır ve nâzır birinin huzurunda bulunduğumuz mülâhazasıyla zevk ve temkini aynı anda hissedip yaşamalıyız. Zaten, bu esaslara riayet edilerek yapılan dua, Cenâb-ı Hakk’a arzıhâlde bulunmanın sesi-soluğu olması itibarıyla en sâfiyâne ve en hâlisâne bir kulluk tavrıdır. Haddizatında bütün varlık, istidât, kabiliyet veya fıtrî ihtiyaçlarının dilleriyle hep O’na dua etmektedirler. Hâlık-ı Kerim de bunların hepsine, belli bir hikmet çerçevesinde cevap vermekte ve her sesi duyup ona icabet ettiği gibi bizim dualarımıza da mukabelede bulunmaktadır.
Sebepler Üstü Bir Talep
Dua, sebepler üstü bir talebin Cenâb-ı Hakk’a arzı ve Hakk’ın gizli-açık her şeye nigehban bulunduğuna inancın da ilanıdır. Bu itibarla, biz, sebepler dairesinde esbâba riâyet etmekle beraber, ellerimizi O’na açar, içimizi O’na döker, nâçâr kaldığımız yerde “çare” der inler ve dertlerimizin dermanını da yine O’ndan bekleriz. Evet, dua sebepler üstü Allah’a yaklaşmanın ifadesidir; sebepler üstü Cennet talebinin ilanıdır; sebepler üstü dinde sabit kalma dileğinin unvanıdır. Bundan dolayıdır ki, biz, kendi kudret ve irademizle elde edemeyeceğimiz bu neticeleri sebepler üstü bir kudret ve inayete sığınarak, Müsebbibu’l-Esbâb’dan dileriz.
Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’den öğrendğimiz şu dua kendi aklımıza, mantığımıza, gücümüze, kuvvetimize, irade ve ihtiyarımıza güvenmememiz gerektiğini ve Cenâb-ı Allah’ın himayesini talep etmemizin lüzumunu ne de güzel ifade eder: “Yâ Hayyu yâ Kayyûm, birahmetike esteğîsü, eslihlî şe’nî küllehû ve lâtekilnî ilâ nefsî tarfete aynin – Ey her şeyi var eden hayat sahibi Hayy ve ey her şeyin varlık ve bekâsını kudret elinde tutan Kayyum, rahmetinin vüs’atine itimad ederek Sen’den merhamet dileniyorum; bütün ahvâlimi ıslah eyle, her türlü tavır ve hareketimi kulluk şuuruyla beze ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun, beni nefsimle başbaşa bırakma, sürekli kötülükleri emreden nefsimin acımasızlığına terketme!” Bazı rivayetlerde “Velâ ekalle min zâlik” ilavesi de vardır; yani, “Göz açıp kapayıncaya kadar..” kaydıyla yetinilmemiş, “Hayır! O kadar değil, ondan daha az bir zaman da olsa beni nefsimle başbaşa bırakma!” denilmiştir. Siz isterseniz, mülâhazalarınızla bu duayı daha da derinleştirebilir, “Allahım, beni ibadetlerimle, hayır ve hasenâtımla da başbaşa bırakma; beni menhiyâttan ictinabımla da başbaşa bırakma.. iyiliklerime güvenme duygusunu söküp at gönlümden, içimi sadece Sana itimat hissiyle doldur. Sen özel sıyanetinle koru beni; hususi himayene al, vekilim ol benim!” diyebilirsiniz.
İşte, hep bu mülahazalar içinde yaşamalısınız. Ellerinizi kaldırıp sürekli Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunmalısınız; amelinize, durduğunuz yere, konumunuza, dünden bugüne müktesebâtınıza ve içinde bulunduğunuz şahs-ı manevînin kudsiyetine güvenme yerine, Cenâb-ı Allah’a teveccüh ederek O’nun himayesine girmeye çalışmalısınız.. Hem dünün hem de bugünün Bel’am İbn Bâura’ları, Bersisa’ları önünüzde birer ibret tablosu olarak durmaktadır. Allah’ın dinini öğrenen, ilim ve irfan sahibi olan, duası mutlaka kabul gören ve İsm-i A’zam’ı da bilen Bel’am İbn Bâura küçük bir inhirafla açıldığı isyan deryasından bir daha dönememiş; o gün için mazhar olduğu nimetlere güvenip onları birer şımarıklık sebebi gibi algılayınca başaşağı yuvarlanıp gitmiştir. Eski devirlerde yaşamış üsturevî bir ibadet kahramanı olan Bersisa, bir zamanlar abid ve zahid bir kul olmasına rağmen, Cenâb-ı Hakk’a tam teveccüh etmeyip hayır ve hasenatına itimad edince şeytana aldanmış ve bir anlık irâde zaafı neticesinde, elde ettiği her şeyi kaybederek bir şakî olarak vefat etmiştir. Bugün de yeryüzünde yüzlerce Bel’am ve Bersisa mevcuttur. Bunlar, senelerce koşup dururlar. Kıbleyi tam tayin edemediklerinden nereye koştuklarını bilemeden geçirdikleri seneleri her şeye rağmen sermaye kabul eder, onlarla avunurlar. Boşuna koştukları yılları sayar durur ve hep onlardan bahsederler. Fakat, bir şey kazanıp kazanmadıklarını hiç düşünmez ve hayatlarının muhasebesini yapmaya da asla yanaşmazlar. Dolayısıyla da, az gider, uz gider; dere tepe düz gider ama bir çuvaldız boyu bile yol alamazlar; mesafelere yenik düşerler.
Kalblerimizi Kaydırma…
Evet, bir mü’minin en önemli yanı sürekli Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunması; O’nun himayesine ve inayetine sığınmasıdır. Beyhude midir ki, bütün iman esaslarını hakka’l-yakin bilen ve mücessem iman kesilen Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) “Allahümme ya Mukallibel kulûb, sebbit kalbî ala dînike – Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Benim kalbimi de dininde sabitleyip perçinle.” duasını dilinden hiç düşürmemiştir. Başka bir duada da sürekli “Allahümme ya Musarrifel Kulûb, sarrif kulûbenâ ilâ tâatik – Ey kalbleri evirip çeviren Rabbim, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!” demiştir. Gerçi, bir rivayette Peygamber Efendimiz’in bir önceki duayı “kulûbenâ” şeklinde ve cem’î (çoğul) sigasıyla söylediği de belirtilmektedir; fakat, Allah Rasûlü genelde “Allahümme ya mukallibel kulûb, sebbit kalbî ala dinike” diyerek bu talebini nefsi mütekellim (birinci tekil şahıs) sigası ile dile getirmiştir. Söz Sultanı’nın bu lâl ü güherindeki espriye dikkat etmek gerektir. Zira, Rasûl-i Ekrem Efendimiz hiç dilinden düşürmediği bu duada “Benim kalbimi de dininde sabit eyle!” demektedir. Endişesi mi vardı onun, hâşâ ve kellâ! Cenâb-ı Allah ona imanı lutfederken aynı zamanda onu Habibi’nin kalbine perçinlemişti. Fakat, isterseniz siz bu sözü de Peygamber Efendimiz’in temkinine ve ne olur ne olmaz mülahazasına bağlayabilirsiniz. Tabii ki bu çok önemli meselede ümmetine ders veriyor olması da hatırdan dur edilmemelidir. Onun bu tavrı, “Zinhar, bu hususta kusur etmeyin; Allah’ın korumasına sığının, sürekli O’na teveccüh edip dua dua yalvarın” manasına gelmektedir.
Dolayısıyla, Allah’ın rızasına nail olma meselesi de ibadet ü tâatin yanında, sürekli Cenâb-ı Hak’tan istemeye vâbestedir. Şayet, O’nun hoşnutluğunu kazanmak ve sevgisine mazhar olmak istiyorsanız, seyr ü süluk-i ruhanîde sizi muhabbete ve rızaya götürecek yol ne ise o yolda yürümelisiniz. Kendi anlayış ve idrakinize göre rızaya ulaştıracak bir yol bulup onu takip etmelisiniz. Kalbin zümrüt tepelerinde o hakikate doğru seyahat yapmalısınız. Fakat, o yolda yapıp ettiklerinizi kat’iyen yeterli görmemeli; gece-gündüz, sabah–akşam el açıp tazarrû ve niyazla Cenâb-ı Hakk’a sığınmalı, O’na teveccüh edip içinizi dökmeli ve yana yakıla O’ndan rızasını istemelisiniz.
Senin Rızan Allah’ım!..
Bu açıdan, “Allahümme veffiknâ ilâ mâ tühibbu ve terdâ – Allah’ım bizi nefsin hoşuna giden değil, Senin razı olacağın, rıza ve hoşnutluğunu kazandıracak işlere muvaffak eyle.” niyazı çok sevdiğim bir duadır. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de bu duayı çok tekrar etmiş; sürekli rıza talebiyle tazarru ve niyazda bulunmuştur. Siz ister “Allahümme veffiknâ ilâ mâ tühibbu ve terdâ” dersiniz, isterseniz de, fiili hiç söylemeden “Allahümme affeke ve afiyeteke ve rızâke. Allahümme ilâ mâ tühibbu ve terdâ – (Benim isteğim) affın, afiyetin ve rızân Allah’ım; sevip hoşnut olduğun şeylere beni hidayet buyur!” şeklinde dua edersiniz. Böyle bir dua kendi nefsinizin istekleri peşinde koşma yerine O’nun muradını talep etme manasına gelir ve nefsinize rağmen yapılmış bir duadır.
Zaten, bir mü’min Allah’ın hoşnut olacağı ve seveceği şeyleri istemelidir. Çünkü, her şeyden daha önemli olan O’nun hoşnutluğudur. Eğer Cenâb-ı Hak bir kulun bu mevzudaki duasına icabet buyurur ve rızasını ona yâr ederse, artık onun için alacak–verecek bir şey kalmamış sayılır; çünkü o, alınacak en kıymetli semereyi almıştır. Zira, Allah’ın muhabbetine ve rızasına mazhariyet en büyük bahtiyarlıktır.
Evet, rıza-yı ilahi sadece ibadet ü tâate bağlı olmadığı gibi, yalnızca seyr ü süluk-i ruhaniyle ulaşılan bir ufuk da değildir. Ona yürüyen insanın hep tetikte olması ve Allah’a sığınması gerekmektedir. Her adımda bir kere daha gönlünü kontrol etmesi ve “Acaba rıza talebim yerinde duruyor mu?” diyerek temkinli yürümesi icap etmektedir. Elli tane hırsızın bulunması muhtemel olan bir çarşıda dolaşan insanın sık sık ceplerini yoklaması gibi, mü’min de sürekli gönlünü yoklamalıdır. Kolundaki saatin, cebindeki cüzdanın ve belindeki kemerin bile kapkaça gittiği bir dönemde, kapkaççıların çokça dolaştığı bir caddede nasıl yürümesi iktiza ediyorsa, rıza yolunda da öyle yürümelidir.
Unutmamalısınız ki, belki etrafınızda sizi hıfzeden melekler sayısınca şeytanlar imanınıza tuzak kurmuş bekliyorlar. -Hafizanallah- zaaflarınızdan sizi vurmak için intizar ediyorlar. Bir kuytu yerde kapkaç yapmak ve bir köşede sizi kündeye getirmek için fırsat kolluyorlar. Öyleyse, gözleriniz sürekli O’nun kapısında olmalı; diliniz ve gönlünüz de hep O’nu anmalı. Düşünün ki, bir cin taifesi içinden geçiyorsunuz. O bir pençe atıp bir yanınızı koparmak, beriki bir hamle yapıp bir tarafınıza vurmak için sabırsızlıkla bekliyor ve siz biliyorsunuz ki, onların şerlerinden korunmanın yegane çaresi Cenâb-ı Hakk’a teveccühtür; o esnada dudaklarınızın kıpırdaması durur mu hiç? Tabii ki durmaz. Sürekli O’na dua ve iltica edersiniz; Ayetü’l-kürsî okuyarak ya da Felak ve Nas’ı tekrarlayarak şerirlerin şerlerinden Allah’a sığınırsınız. İşte, yürüdüğünüz yolun her köşesinde nefis ve şeytan tarafından kandırılabileceğinizi de hesaba katmalı ve sürekli “Allahümme affeke ve afiyeteke ve rızâke. Allahümme ila mâ tühibbu ve terdâ” demelisiniz, Cenâb-ı Hak’tan af ve afiyet istemeli, rızasına uygun işlere muvaffak kılmasını dilemelisiniz. Allah, gizli-açık her hâlimizi bildiğine göre, duâda sözden daha ziyade özün önemli olduğu mülahazasıyla dudaklarınızdan dökülen her kelimeye gönlünüzden vize almış olma şartını da gözardı etmemelisiniz; yani, Cenâb-ı Hakk’a hep gönlünüzün diliyle seslenmelisiniz.
Bu itibarladır ki, imanın zevkine ermiş ve ibadette hassaslaşmış ruhlar, kat’iyen duada da kusur etmezler. Böyleleri, ibadeti varlıklarının gayesi bildikleri gibi duaya da fevkalâde önem verirler.. maddî-mânevî sebeplere riayetin yanında gönüllerini Rahman ü Rahim’e açıp yalvarmayı, O’na yakınlık arayışının sesi-soluğu gibi değerlendirir ve dualarını bir ümit, bir reca nağmesi gibi seslendirirler. Dua ederken, ümit ve beklenti neşvesinin yanında, mehabet ve endişe esintilerini de iç içe yaşarlar. Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve inayet kapılarının ardına kadar herkese açık bulunduğunu düşünür ve gece-gündüz, yüksek sesle ya da fısıltı halinde, gizli ya da açıktan dua dua yalvarırlar.
O’nun ve Sevdiklerinin Sevgisi
Peygamber Efendimiz’den (sallallahu aleyhi ve sellem) öğrendiğimiz dualardan biri de “Allahümme innî es’elüke hubbeke ve hubbe men yuhibbuke ve hubbe amelin yukarribu ilâ hubbike – Allahım, her şeyden önce Senin sevgini talep ediyorum; sonra bana Seni sevenleri sevdirmeni istiyorum ve bir de Sana yaklaştıracak amelleri benim içim sevimli kılmanı dileniyorum.” şeklindedir.
Bu duada zikredilen ilk talep Allah’ın sevgisidir. Evet, Allah sevgisi her şeyin başı ve bütün sevgilerin de en saf, en duru kaynağıdır. Hakkıyla iman eden kullar, evvelen ve bizzat Allah’ı severler ve başkalarına karşı da O’ndan ötürü alâka duyarlar.
Mü’minler, Cenâb-ı Hakk’ın sevgisinden sonra O’ndan ötürü, başta Rasûl-ü Ekrem Efendimiz olmak üzere bütün nebileri ve velileri severler. Bu dünyayı da yine, O’nun güzel isimlerinin bir tecelligâhı ve öteki dünyaların da bir mezraası olması açısından severler ki, bu da Allah’a karşı samimi alâka duymanın bir ifadesidir ve Allah’tan ötürü bir sevgidir.
Peygamber Efendimiz’i, Raşit halifeleri, diğer sahabe-i kiramı ve onlardan günümüze kadar gelip geçen bütün selef-i salihîni, yani Allah’ın sevdiği insanları sevmek, onlara karşı sıcak bir alâka hissetmek ve onları hayırla anmak bir manada onlarla tanışmak, onlara bir bayram tebriği göndermek ve bir tebrik kartıyla da olsa onların halkasına dahil olmak gibidir.
Ayrıca, seven sevdiğine benzemeye çalışır, ona itaat eder; onun gibi olma gayretine girer. Allah’ın sevdiklerine benzemek de, O’nun memnun ve hoşnut olacağı sıfatlarla mücehhez olmak demektir. Söz konusu duadaki “Allah’ım sevdiklerini bana da sevdir” niyazında bu hususa da ima vardır. Elmalılı M. Hamdi Yazır, meşhur tefsiri Hak Dini Kur’an Dili adlı eserinin mukaddimesinde ne hoş söyler:
“İnayetine sığındım, kapına geldim.
Hidayetine sığındım, lütfuna geldim
Kulluk edemedim, affına geldim
Şaşırtma beni, doğruyu söylet
Neş’eni duyur, hakikatı öğret
Sen duyurmazsan ben duyamam
Sen söyletmezsen ben söyleyemem
Sen sevdirmezsen ben sevemem
Sevdir bize hep sevdiklerini
Yerdir bize hep yerdiklerini
Yar et bize erdirdiklerini”
Evet, Allah’ın sevdiği veli kulları sevmek onların defterine kaydedilmek manasına da gelir. Mesela, Cenâb-ı Hak size Hazreti Abdülkâdir Geylanî’yi çok sevdirir, içinizde derin bir alâka duyarsınız ona karşı. Onu hiç görmemişsinizdir bile. Fakat, bu Hak dostunu her anışınızda gönlünüzün inşirahla dolduğunu hissedersiniz; bu sevginizi salât ü selamlara yükler ona gönderirsiniz. Böylece ona bir tebrik kartı atmış olursunuz. Bilmelisiniz ki, onlar vefalı insanlardır; kartınızı asla mukabelesiz bırakmazlar. Onu alır, arşivlerine kaydeder ve mutlaka bir mukabele fırsatı kollarlar.
Ehlullah’ın Himmeti
Bediüzzaman hazretleri, kendi muhasebesini yaparken, kendisine çok yakışan büyük bir tevazu ile “İlahî, günahlar dilime kilit vurdu, isyanların çokluğu belimi büktü, gafletin dehşeti sesimi kıstı; fakat, yine de Senin kapına geldim. Günahlarla âlûde halimle değil, efendim Abdülkadir Geylânî hazretlerinin Hak katında makbul ve kapıcı tarafından tanınan sesiyle Senin kapının tokmağına dokunuyorum!” der; Allah nezdinde makbul bildiği bu Hak dostunun sözleriyle Cenâb-ı Hakk’ın dergahına müracaat eder ve adeta yazdığı dilekçenin altına o salâhiyetli zâta imza attırır.
Varsın, âlemi sadece şu üç buuduyla değerlendirenler ve cismaniyet çeperini yırtamayan kimseler bu türlü hadiselere inanmasınlar. Ne var ki, bizim inancımıza göre kainatta hiçbir şey tesadüf değildir ve her şeyin zimamını yed-i kudretinde tutan Hayy ü Kayyum icraat-ı sübhaniyesine pek çok esbâbı perde yapmaktadır. Ehlullah da Cenâb-ı Hakk’ın bazı icraatına vesile kullardır.
Evet, Cenâb-ı Allah size Abdülkadir Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, İmâm-ı Rabbânî, Hâce-i Ahrar, Ebu’l-Hasen el-Harakânî, Ahmed Rufaî, Ahmed Bedevî, Mevlâna Halid ve Hazreti Bediüzzaman gibi Hak dostlarını sevdirir. Onları görmediğiniz gibi belki şemaillerini dahi bilmiyorsunuzdur. Haklarında bir kaç menkıbe duymuşsunuzdur, o kadar. Fakat, Allah onlara karşı kalbinize derin bir alâka koyar, içinize bir sevgi koru atıverir. Artık onlara da dua etmeden ellerinizi indiremez olursunuz; günde birkaç defa onları da zikreder, okuduğunuz Kur’an’ın ve salavat-ı şerifelerin sevaplarını onların ruhlarına da hediye edersiniz. Hatta sadece kendi şahıslarını yâd etmekle kalmaz; dualarınıza onların annelerini, babalarını ve aile fertlerini de katarsınız. Mesela; İmâm-ı Rabbânî hazretlerine dua ederken, onun hocalarını, talebelerini, annesini, babasını, evlatlarını, kardeşlerini, torunlarını umumi olarak söylersiniz; şayet biliyorsanız bazılarını ismen zikreder, mesela “mübarek oğlu Şeyh Muhammed Masum efendi” dersiniz. İşte, onları bu genişlikte yâd etmeniz muhtevalı bir tebrik yazmak gibi gelir onlara. Cenâb-ı Allah, haberdar eder onların ruhlarını. Hazret alır sizden gelen o muhtevalı kartı; koyar onu arşivine. Darda kaldığınız, bunaldığınız ve bir çıkış yolu aradığınız bir anda ve belki de o sırada o Hazret’e teveccüh etmemenize ve onun adını anmamanıza rağmen, Hak Dostu yönelir herkesin teveccüh etmesi gereken kapıya; “Ya Rabbî” der, bir vefa borcum var benim bu bîçare kuluna. Yardım et ona!” ve sonra da büker boynunu Müsebbibü’l-Esbâb’a saygı şuuruyla. Bir gün o, bir başka sefer de diğeri, ama bir kart gönderme kadarcık tanışıklık kurduğunuz bir hak eri, yardım beklediğiniz bir anda boynunu büker; “Ya Rabbî, tanışıyoruz biz bununla!..” der ve size referans olur.
Sevgimizdir Sermayemiz
Böyle bir dehâlet, bir sığınma, bir istimdat ve büyükleri hayırla yâd ederek onlarla bir tanışıklık sağlama cehdi şirk işmam eden tavırlardan uzak olduğu gibi, cüret, enaniyet, kibir ve su-i edepten de uzaktır. Çünkü, bu mülahazanın ardında kendi ameline güvenmeme duygusu vardır. Bu tavır, “İşin doğrusu, biri elimizden tutmazsa biz Münker ve Nekir’e doğru dürüst cevap veremeyiz. Ötede biri imdadımıza koşmazsa mahşeri aşamayız; birinin eteklerine yapışmadan sıratı geçemeyiz!” hislerinin sesi-soluğudur. “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” hadis-i şerifi fehvasınca, ötede o rehberlerle, hususiyle de Rehberler Rehberi Hazreti Muhammed Mustafa (aleyhissalatü vesselam) ile beraber olma arzusunun ifadesidir. Ayrıca, elinden geldiğince dine ve diyanete bağlı yaşayan ama ameline asla itimat etmeyip sadece Allah’a ve O’nun makbul kullarına karşı beslediği sevgiyi sermaye olarak kabul eden bir insanın sürpriz bir şekilde maiyyet-i ilâhiyeye mazhar olması da her zaman muhtemeldir.
Arz etmeye çalıştığım duada, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) üçüncü olarak, “Allahım, Sana yaklaştıracak amelleri bana sevdir!” diyor. Allah’ın sevdiği kullar hem burada hem de ötede insan için birer hayır vesilesi ve şefaatçi oldukları gibi, Cenâb-ı Hak katında makbul ameller de hem insanın, cismaniyetin darlığından kurtulup Allah Teâlâ’ya yaklaşmasına vesile olur, hem burada bazı belalara karşı paratoner vazifesi görür, hem de ötede bir burak olup Cennete taşıyan bir vasıta haline gelir. Bu ameller, esaslarına ve şartlarına dikkat edilerek ihlaslıca yerine getirilen namaz, oruç, hac, zekat ve kurban gibi ibadetler olabileceği gibi, ihlas, ihsan, haşyet ve rıza gibi kalbî ameller de olabilir.
Dolayısıyla, bir mü’min “Allahım, beni öyle bir amele muvaffak kıl ki, ben o amelle Senin sevgine ulaşayım. Rızana muvaffak kıl, amelde ihlasa muvaffak kıl, yaptığım ibadet ve iyiliklerde temadiye muvaffak kıl! Adın anılınca kalbi tir tir titreyen kullarına nasip ettiğin haşyet hissine muvaffak kıl! Özene bezene yapıp ettiğim hayır ve hasenattan sonra bile “Acaba ihlaslı oldu mu, Hak katında makbul sayıldı mı?” endişesini taşıyıp temkinli yaşamaya muvafffak kıl!” demelidir. İşte, bütün bunlar muhabbet-i ilâhiyeye açılan birer yol ve rıza-yı ilahiye götüren birer vesiledir.
Sözün özü; dua halis bir ubudiyetin ve ihlaslı bir kulluğun şiarıdır. Aynı zamanda dua, sebepler üstü bir talebin ve esbabı aşarak Müsebbibü’l-esbâb’la (celle celalühû) münasebete geçmenin ayrı bir unvanıdır. Nihayetsiz istek ve ihtiyaçları olan insan bütün dileklerini Cenâb-ı Hakk’a arz edip O’ndan isteyebilir. Ne var ki, halis bir mü’minin en başta gelen talebi, Allah’ın rızası ve hoşnutluğu olmalıdır. Allah’ın sevgisi, O’nun sevdiklerinin muhabbeti ve O’na yaklaştıran amellerin insana sevimli gelmesi de dualara icabet eden Rabbimizden istenilmesi gereken diğer önemli hususlardandır.