Efendiler Efendisi’ne Salât u Selâm
Her fırsatta, Peygamber Efendimiz’e (aleyhissalatu vesselam) salât u selam getirmemiz ona karşı vefamızın gereğidir. Çünkü, salât u selamlarla onu her anışımız, hem onun peygamberliğini bir tebrik, hem getirdiği saadet-i ebediye müjdesine karşı bir teşekkür ve hem de bildirdiği fermanlara itaatimizi ve biatımızı yenilememiz manasına gelmektedir.
Evet, Efendiler Efendisi’ne salât u selâm okumakla, ahd-ü peymanımızı yenilemiş, ümmeti arasına bizi de dahil etmesi isteği ile kendisine müracaat etmiş oluyoruz. “Seni andık, Seni düşündük; Allah Teala’ya Senin kadrini yüceltmesi için dua ve dilekte bulunduk” demiş ve “Dâhilek ya Rasulallah – Bizi de nurlu halkana al ey Allah’ın Rasulü!..” talebimizi tekrar ederek onun engin şefkat ve şefaatine sığınmış oluyoruz. Dolayısıyla , salât u selama Efendimiz’den daha çok biz muhtaç bulunuyoruz. Ona müracaatımızla mevcudiyetini, büyüklüğünü kabullenmiş ve küçüklüğümüzü, hiçliğimizi ilan etmiş; aczimiz ve fakrımızla beraber, şiddetli ve çok büyük bir günün endişesiyle melce ve mencâ olarak Resul-ü Ekrem’e dehâlet etmiş, arz-ı ihtiyaç ve arz-ı halde bulunmuş oluyoruz.
Bildiğiniz gibi, “salât”, tebrik, dua, istiğfar, rahmet gibi anlamlara gelmektedir. Salât kelimesinin çoğulu “salavât” gelir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Allah ve O’nun melekleri Peygamber’e hep salât ederler. Ey mü’minler, siz de Ona salât (ve dua) edin ve samimiyetle selam verin.” (Ahzab, 33/56) Bu âyeti kerimeyle, Peygamberimize salât ve selamlar getirerek hürmetlerini arz etmek her müslümanın yapması gerekli olan bir görevdir. Her müslüman en azından “Âllâhümme salli alâ Muhammed – Allâhım rahmet ve bereketin Efendimiz Hazreti Muhammed üzerine olsun” diyerek salât getirmek mecburiyetindedir.
Rasûlü Ekrem Efendimiz, “Yanında benim adım anılıp da bana salât getirmeyen kişinin burnu sürtülsün, hakarete uğrasın” buyurmuştur. Bununla beraber, Peygamberimizin ismi her işitildiğinde veya anıldığında salât getirilip getirilmeyeceği hususunda; bazı alimler, bir yerde, Hz. Peygamber’in adı ne kadar anılırsa anılsın bir defa salât edilmesi yeterlidir derken, alimlerin çoğunluğu ise, Efendimiz’in adı her anıldığında salât u selam getirilmesi gereklidir demiştir. Bazıları, insanın, ömründe bir kere salât u selam getirmesinin vâcib olduğunu söylerken, İmam Şâfi gibi kimseler de nâm-ı celil-i Muhammedî ne zaman anılırsa anılsın hemen salât u selamla Ona senâda bulunmak gerektiği kanaatindedirler. Nitekim, hadis ilmiyle uğraşanlar, Hazreti Peygamberimizin hadislerini rivayet ederken, Onun adı ne kadar çok anılırsa anılsın, her anılışında, “Sallallahu aleyhi ve sellem” diyerek hürmet ve vefalarını ifade etmişlerdir. Hatta, bazı yerlerde, ezanda Efendimizin ism-i şerifi de anıldığı, “Eşhedu enne Muhammeden Rasulullah” dendiği için, ezandan sonra da salât u selam okunagelmiştir. Erzurum da bu yerlerden birisidir. Orada da, ezanı müteakip “es-Salâtu ve’s-selamu aleyke ya Rasulallah, es-salâtu ve’s-selamu aleyke ya Habîballah, es-salâtu ve’s-selamu aleyke ya hateme’n-nebiyyîne” şeklinde salât okurlar. Aslında, ezan kelimelerinin içinde böyle bir salât u selam yoktur, fakat bir vefa borcu olarak söylerler.
Evet, salât u selam meselesine bir vefa borcu nazarıyla bakmak lazım. Biz Efendimiz’e karşı borçluyuz. Allah, bazılarımız için ağır gelebilecek şekilde her an o borcu ödüyor olma şuuru içinde bulunmakla bizi mükellef kılmamış. Hayatımızın her saniyesinde Onu hatırlıyor olma, Ona hiç durmadan salât u selam getirme teklifinde bulunmamış. Fakat, biz zaten Onun getirdiği dinin hükümlerine riayet ettiğimizde bir yönüyle Ona karşı medyuniyetimizi de sürekli ve fasılasız dile getirmiş oluyoruz.
Günde beş defa minarelerimizden olduğu gibi gönüllerimizden de yükselen ezanımızı düşünün.. her namaza yürüyüşümüzde,
“Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden,
Şehbâl açınca rûh-u revân-ı Muhammedî;
Ervah cümleten görür “Allahu Ekber”i,
Aks eyleyince arşa lisân-ı Muhammedî.” (Yahya Kemâl)
sözlerinin hakikatini seslendiriyor ve önce ezanla vefamızı ilan ediyoruz. Zât-ı Uluhiyet’in yanında Efendimizin nâm-ı celîlini de anıyoruz. “Lâ ilahe illallah”ın, “Muhammedün rasûlullah ”tan ayrılamayacağını, şehadetin ancak ikisini beraber söylemekle gerçekleşmiş olacağını gösteriyoruz. Üstad Hazretleri’nin de Mektubât’da belirttiği gibi, kelime-i şehadetin iki kelâmının birbirinden ayrılamayacağını, onların birbirini tazammun ve isbat ettiğini, biri birisiz olmayacağını ifade ediyoruz. Evet, madem Peygamberimiz (aleyhissalâtü vesselâm) Hâtemü’l-Enbiyadır, bütün enbiyanın vârisidir. Elbette O, bütün vusûl yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından hariç hakikat ve necat yolu olamaz. Umum ehl-i marifetin ve tahkikin imamları, Sadi-i Şirazî gibi derler: “Ey Sâdî! Muhammed’i (sallallahu aleyhi ve sellem) örnek almadan bir kimsenin selâmet ve safâ yolunu bulması imkânsızdır.”
Gözüm seninle aydın…
Cenabı Hakk’ın isminin yanında Efendimizin de adının bulunmasıyla alakalı Endülüslü büyük alim Kadı Iyaz, Şifa-i Şerif’inde şunu nakleder: Hazreti Âdem, kendisine yasaklanan meyveden yedikten sonra Cenâbı Allah’a Efendimizi şefaatçi ederek yalvarmış; “Muhammed hürmetine beni affet!” demiştir. Allah Teâlâ’nın, “Sen Muhammed’i nereden biliyorsun?” sorusuna karşılık da, “Ben, Cennet’in kapısında ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedun rasûlullah’ yazısını gördüm. İsmi, Senin İsm-i Şerifi’nin yanında anılan biri, Sen’in yanında en kıymetli olsa gerek!” şeklinde cevap vermiştir.
Bazı kitaplarda rivayet edildiğine göre, ezanı işiten kimse, birinci “Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah” denilince: “Sallallahu aleyke ya Rasûlallah = Allah sana salât etsin, ey Allah’ın Peygamberi!” der. İkinci defa, “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” denilirken de “Karret aynî bike, ya Rasûlallah = Gözüm seninle aydın oldu/olsun, ey Allah’ın peygamberi!” der. Bunları söylerken de, baş parmaklarının uçlarını öperek gözlerine sürer ki, bunun müstahab olduğu ifade edilir. Gözüm seninle aydın oldu… ne güzel bir söz. Hani, Türkçemizde “göz aydınlığı” tabirini kullanırız.. çocuğu doğana, oğlu askerden gelene, evladını evlendirene… hep “gözünüz aydın olsun” deriz ya!. İşte “Karret aynî bike ya Rasûlallah” sözünün karşılığıda aynı manadır. Yani, onun nam-ı celilinin her ilan edilişinde âdetâ yeni bir viladete, yeni bir vuslata ve bambaşka bir şeb-i arûsa şahit oluyor gibi “Ya Rasûlullah, Seninle gözümüz aydın oldu” deriz: Sen geldin her şey karanlıktan kurtuldu, her varlık ışığa gark oldu. Sen geldin, gözlerimizin içi aydınlandı, kalbimiz aydınlandı, dünya aydınlandı, ukbaya giden yollar aydınlandı. Sen geldin, yürüdüğümüz yollar nurlandı, adımımızı atacağımız, ayağımızı basacağımız yerler aydınlandı.
Ezan bitince, bu defa da ezan duasıyla vefa borcumuzu eda etmeye çalışır, Efendimize bir nevi salât u selam getirir ve O’nun makam-ı mahmûd’a nâil olması için dua ederiz. Sonra ikâmet getirilir, orada da bir kere daha nâm-ı celil-i Muhammedî’yi zikrederiz.
Evet, şuurlu ya da şuursuz, ama keyfiyeti nasıl olursa olsun bu vefa borcumuzu ve şükran hissimizi ezanla, ikametle, namazla, teşehhüd ve tahiyyatla.. bir şekilde ifade ediyoruz. Keşke, şeker–şerbeti kuvve-i zâika ile tattığımız ve tatlarını tam aldığımız gibi, bu kelimelerin hepsini de zihnî ve ruhî zâika sistemlerimizle duysak, her kelimenin tadını tam alabilsek. Keşke, marifetullah ve zevk-i ruhânî nasıl duyuluyor, onlardan nasıl tat alınıyorsa, onun için hangi sistem harekete geçiriliyorsa, işte o sistemi harekete geçirerek Efendimiz’e karşı o medyuniyetimizi tam duyabilsek. Fakat, gereken ölçüde olmasa da bir günlük hayatımızı hatta tek bir namazımızı düşünsek onda bile Kainatın İftihar Tablosu’na karşı vefamızı ifade etme gayretinde olduğumuz görülecektir.
Aynı zamanda, her şey Efendimiz’den bir hatıradır bizim için. Ezan, ikamet hatıra olduğu gibi namazda “subhaneke” okuyor yine O’nu hatırlıyoruz; “Fatiha”yı terennüm ederken bir kere daha O’nunla doluyoruz/dolmalıyız. Onlar da birer hatıra.. ve sonra tahiyyâta oturuyoruz. İki rekatta bir Allah’a tahiyyâtımızı, tayyibâtımızı, mübârekâtımızı takdim ettikten sonra, Efendimiz’e de selam veriyoruz. “Et-tahiyyâtu lillahi ve’s-salavâtu ve’t-tayyibâtu es-selâmu aleyke eyyuhen-nebiyyu ve rahmetullahi ve berekâtuhu… – Bütün dualar, senâlar, malî ve bedenî ibâdetler, mülk ve azamet Allah’a mahsustur. Ey şanı yüce Nebî! Selâm sana. Allah’ın rahmet ve bereketi senin üzerine olsun.” diyoruz.
Bu tahiyyâtımızla, Mirac gecesini, o gecenin kutlu yolcusunu, Peygamber Efendimiz’in Cenabı Hakk’ın selamına mazhar oluşunu da hatırlıyor ve o muhteşem selamlaşmaya “ Selam sana ya Rasulallah” diyerek biz de dahil oluyoruz. Orada bir tefrikde de bulunuyor, salât ile selam arasını ayırıyoruz. “Et-tahiyyâtu lillahi ve’s-salavâtu” diyerek salâtı Allah’a veriyor, Efendimize de selam ediyoruz. Çünkü salât, Allah’tan rahmet, meleklerden istiğfar, müminlerden de dua demektir. “Melekler salât ediyor” deyince biz, istiğfar anlarız. “Allah salât ediyor” deyince, merhamet anlarız. Biz salât edince de, bizim yaptığımız dua olur. Dua ise, Efendimiz için olsa da Efendimiz’e olmaz, Allah’a olur. İşte, bundan dolayı, namazda Allah’a salâtın yanında, “Efendimize de salât olsun” demiyoruz, Ona selam gönderiyoruz. Fakat, kendi kendimize salât u selam okurken, madem Cenabı Allah bize “ Ey mü’minler, siz de Ona salât edin ve samimiyetle selam verin.” (Ahzab, 33/56) buyuruyor , biz de uyuyoruz o emre.
Kırık Testi
“Et-tahiyyâtu” dediği zaman Üstad Hazretleri kim bilir onu kaç defa tekrar ediyordu. Bütün zihin, his, şuur ve iradesiyle Allah’a yönelerek ve tam konsantrasyon içinde belki defalarca “et-Tahiyyâtu…” diyordu; onu söylerken adeta başı dönüyor, gözleri doluyordu. Çünkü Allah’ın huzurunda olduğunun tam şuuru içindeydi. Biz, Üstad’ın zevk enginliği ölçüsünde belki onu duyamayız ama kendi söz ve mülahazalarımızı da Sultan’a arz edilen bir “kırık testi” gibi düşünürüz ve kendimizi Üstad Hazretleri’nin Yirmi Dördüncü Söz’de misal olarak gösterdiği o insanın yerine koyarız: “Bir adam, beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer. Ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: “Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?” Sonra der: “Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkü sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini daha sana hediye ederdim.” Yani, “Ey padişahlar Padişahı! Ey Sultanlar Sultanı! Bu insanlar Sana şu kıymetli hediyeleri arz ediyorlar; benim elimde ise ancak bu pek az sermaye var. Eğer elimden gelseydi, gücüm yetseydi, bütün o hediyeler kadar bir hediye Sana takdim ederdim..” deriz.
Bu mülahaza, Rabbimize karşı kulluk vazifelerimize hakim olduğu gibi Efendimize karşı hürmet ve vefa duygumuza da tesir etmelidir. Yani, dudaklarımızdan dökülen her salât ve her selam bin bir âh u eninle, acz ve zaaf hüznüyle, hakkını veremesek de kapıdan da ayrılmama azmiyle dökülmeli; dilimiz salât okurken gönlümüz de:
“Varıp bezmine âşıkân bin bir leâl ister,
Ben bir garîb-i nâlân u şeydâyım Efendim!
Geçerler candan, girenler nûr hâlene bir kez,
O dertten bin belâya müptelâyım Efendim..!
Olur Mecnûn görenler ruhsârını a cânân!
Kapında mülk-i serâp bir gedâyım Efendim!” demeli.
Bazen, ben de kendimi Ravza-i Tahire’nin, muvâcehenin önündeymişim gibi hissederim. Hayalen o mübârek Merkâd’in önüne varınca, ümîd ve emel heyecanıyla çırpınıp duran yüzlerce âşık ruh arasında, bir-iki kadem ötede Seygili’yle buluşacakmışım gibi bir his ve heyecanla köpürür ve dilimin döndüğü kadarıyla Ona salât u selam okurum. Sonra da Onun meclisinden sızıp gelecek en mahrem fısıltıları duymaya çalışırım. Merak ederim, acaba ne dedi benim selamıma karşılık? Acaba nasıl mukabele de bulundu? İçimi derin bir merak sarar… Bir şey demiştir mutlaka. Zira, salât u selamın kabul edileceği hususunda şüphe yoktur. Önemli olan onu daha içten, daha gönülden ve derinden söylemektir.
Evet, “tahiyyât”ta, kabul olmuş bir duaya bir ilavede daha bulunur ve “es-selamu aleynâ ve ala ibâdillahissalihîn – Allahım, Habibin hürmetine, bizim üzerimize ve salih kulların üzerine de selam olsun” deriz. Belki bazıları bu manayı yakalamak için o lafızları üç- dört defa tekrar ediyorlardır. Siz de vicdanınızda duyuncaya kadar “es-selamu aleynâ ve ala ibâdillahissalihîn” deyip tekrar edebilirsiniz. Bir defa demekle o manayı duyuyorsanız; o sözler, tepeden tırnağa kadar vücudunuzda bir karıncalanma hasıl ediyorsa şayet, gerektiği gibi söylemiş ve gönlünüzde duymuşsunuz demektir. Yani, o kelimelere şuur derinliği, his derinliği de katmak lazım. O sözlerin içinde irademizle de bulunmak lazım. Vücudumuzun bütün zerratıyla da onları söylemek lazım. Bu da ibadet u taati iradî olarak ele almaya, onları aynı zamanda tabiatımıza ait çok önemli bir ihtiyacı yerine getiriyor olma mülahazasıyla yapmaya, her şeyi mutlak duymaya, tezekkür ve tahayyül etmeye bağlıdır.
Burada kastettiğim şey, mana mülahazası da değildir; yani, söylediğimiz, okuduğumuz şeylerin manasını bilme ve düşünme mülahazası değildir. Esas olan, Allah karşısında bulunma şuuru, Hazreti Rasûlullah’a seslenme ve onun cevabî sesini hissediyor gibi olma duygusudur; görüyor ve görülüyor olma esprisine bağlı kalmadır.. ibadeti bütünüyle bu his, ihsas ve ihtisaslara bağlama ve gevşekliği affetmeme, esnemeyi ve gafleti affetmeme, kendi nefsine hesap sorma.. “Burada bu gevşeklik ve gaflet olmaz a dostum.. burası teyakkuzda olma yeri ve zamanıdır” deme.. İşte siz bu incelikleri duyuyor ve hissediyorsanız, Allah Rasûlü’yle gelen armağanları şuurunuzla derinleştiriyorsunuz demektir. Ne biliyorsunuz, sizin şuurunda olarak ve gönülden hissederek okuduğunuz bir ezan duası, söylediğiniz bir salât u selam bir yönüyle Efendimizin oradaki makamının daha bir irtikasına, daha bir irtifasına, hatta şefaat dairesinin genişlemesine vesile oluyordur. Dolayısıyla, siz orada yine kendi kurtuluşunuz adına bir yatırım yapıyorsunuz, yine kâr sizin hesabınıza yazılıyor. Eğer Allah Rasûlü’nün şefaat edeceği kimseler, burada kendisini Ona tanıtan, bir nevi adres bırakan, salât u selam referanslarıyla Ona müracaat eden kimselerse, Ona karşı ifade ettiğiniz her vefa sözünüzle yine kendi hesabınıza yatırım yapıyorsunuz demektir.
Mesela; Peygamber Efendimiz, “ Şüphesiz ki, Benim ümmetim “gurr-u muhaccel”dir; kıyamet gününde, abdest izlerinden dolayı yüzleri nurlu, elleri ve ayakları parlak olarak çağırılacaktır.” buyuruyor ve şunu ilave ediyor: “Ben onları mahşerde tanırım, çünkü onlar alınlarındaki secde izlerinden bellidir; abdest uzuvları nuranidir.” Hadisin metninde geçen “gurr” kelimesinin dilimizdeki karşılığı, atın alnındaki beyazlıktır. İnsan için kullanıldığında “nurlu yüz” anlamına gelir. “Muhaccel” de atın ayaklarındaki seki yani beyazlıktır. Bu da insan için kullanıldığında “el ve ayak gibi uzuvların parlaklığı” anlamındadır. Efendimiz kendi ümmetini iman ve ibadetin hasıl ettiği nur ve parlaklıkla tanıyacağını hadisteki teşbihle ifade ediyor, “B en tanırım adamlarımı” diyor. Demek ki, burada Onun dini istikametinde, dinini yaşama yolunda yapacağınız her şey, bir yönüyle Onun tarafından kabule, bilinmeye, aranmaya, hatta Allah korusun, Cehenneme girseniz bile oradan alınıp çıkarılmaya vesiledir ve bunlar öyle normal bir borcu ödeme gibi şeyler de değildir. Allah’ın size imdadı, inayeti, raiyyeti ve Efendimiz’in şefaati, aleme diyet ödeme gibi değildir; onlar birer bahanedir. Allah ve Rasulü, sizi belli bahanelerle kendilerine döndürürler, size tevcihâtta bulunur ve kendilerine tevcih ederler. Niçin yaparlar bunu? Ahiretinizi kurtarmak için yaparlar; yoksa sizden bir şey bekleme, bir şey alma değildir maksatları. Siz vermeniz gerekli olan şeyleri ortaya koyun da, Onlar da daha büyüğünü size versinler diye yaparlar.
Aklımız O’na kurban…
Hep Allah Rasûlü’nü mülahazaya alma, sürekli Onu düşünme, yapılan her işte Onun sevgisini, kabulünü ve şefaatini kazanma gayreti içinde olma çok önemlidir. Mesela, O misvak kullanmayı tavsiye buyurmuşsa, bana düşen, onun faydasına ve sıhhat açısından yararlarına bile bakmadan, sırf O kullandı ve tavsiye buyurdu diye misvak kullanmaktır. O işi, elde edeceğim bir faydaya bağlamak da ne demek? O kullandı ise ben de kullanırım. Efendimiz bana dese ki takla atacaksın. Bu meselenin mantığı var mı? Aklım öyle inceliklere ermez benim.. Senin mantık dediğin şey nedir ki? Mevlana Hazretleri demiyor mu, “Aklını Hazreti Muhammed’e kurban et.” Ben de aklımı kurban ederim Efendime ve Onun emir ve tavsiyelerini yerine getiririm.
Öyleyse, siz de bazı şeyleri yaparken, kendi hislerinizi, size râci’ bir faydayı nazar-ı itibara almayın. O işin içinde o fayda da olabilir; Allah o işten size bir kısım yararlar da hasıl edebilir. Fakat, siz şefaat zeminine ulaşmaya bakacaksınız. O Zatla tanışmaya ve buluşmaya çalışacaksınız. Onun daire-i kutsiyesi içine girince sizin bir şey talep etmenize zaten lüzum yoktur. Rica ederim, evinize bir misafir geldiği zaman siz ne yapacağınızı bilmez misiniz? Buraya şimdiye kadar gelen misafirlerden kim aç kaldı, kim çay-kahve içmedi. Siz boş çevirmiyorsunuz misafirlerinizi. Şimdi, siz Onun maide-i semaviyesinin başına gidecekseniz, Onun da ne yapacağını bildiğine iman edeceksiniz. Allah ne yapacağını, misafirlerini nasıl ağırlayacağını bilir. O zaman ibadet ve hasenâtınızın karşılığını neden Allah’ın rahmetinin enginliğine bırakmıyorsunuz? Neden o türlü şeyleri teşhis ve tayin etmek suretiyle meseleyi daraltıyorsunuz? Neden “Şefaatî liehli’l-kebâiri min ümmetî – Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir” diyen bir Sultan-ı zîşân’ın size teveccühüne meseleyi bırakmıyor da, onu kendinize göre bir kısım kücük, sinek kanadı kadar menfaatlere bağlıyorsunuz. Öyle bir tavır hem Ona karşı bir saygısızlıktır, hem de himmetinizi dar tutma ve verilecek şeylere bir yönüyle filitre koyma demektir.
Bu açıdan, misvak kullanmanız, misvakınız yoksa parmaklarınızı dişlerinize sürüp onları sıvazlamanız (sivak), abdest sırasında genzinize su çekmeniz… gibi şeyleri bile Efendimiz yaptığı için yapmanız bunlara bir şuur katma manasına gelir. “Ya Rasulallah, bunu Sen yaptın ya, ben de onun için yapıyorum. Abdest dualarının Sana ait olup-olmadığını bilmiyorum ama madem İbn Hümam onları Sana isnad ediyor ve ‘bunlar abdestte okunsun’ diyor, bunları Sen abdest alırken söylediğin için ben de söylüyorum. Abdestten sonra bir yudum su içtiğin için ben de içiyorum…” bütün bunlar hep Onu duymaya çalışma, hayatın her safhasını Onun hayatı ve atmosferiyle bütünleştirme ve Onun yaptığı şeyleri paylaşma cehd u gayretidir.
Siz Onun sevgisi, hoşnutluğu ve şefaati arkasında bu kadar koşarsanız, o Rahmet Peygamberi de mutlaka geri dönüp size teveccüh buyuracak ve elinizden tutacaktır. Alvar İmamı’nın ifadeleriyle sorayım:
“Sen Mevlayı seven de Mevla seni sevmez mi?
Rızasına iven de Hak rızasın vermez mi?
Sen Hakk’ın kapısında canlar feda eylesen,
Emrince hizmet etsen Allah ecrin vermez mi?”
Evet, “Sen gönülden bir kerecik ‘ya Rasulallah’ deyiversen, O “ümmetim!..” deyip imdadına koşmaz mı?” Kaldı ki, yine Üstadımızın dediği, bazı sâdık kâşiflerin ifade ettiği ve bir kısım kitaplarda da geçtiği gibi, mahşerde “ümmetî, ümmetî” diyecek olan Şefkatli Nebî, doğduğu zaman da “ümmetî, ümmetî” demişti. Allah, Onu çok özel bir mahiyette yaratmış ve gönlünü insanlığın kurtuluşuna bağlamıştı. Diğer peygamberlerin şefkati onun şefkatinin yanında deryada katre kalırdı. Öyleyse, siz bir kerecik “habibî” deseniz, o da mutlaka “ümmetî” diye çağrınıza icabet edecektir.
Hâsılı, salâvatın mânâsı rahmettir. Allah Teala, Efendimiz’e bizzat salât etmiş, meleklerinin de Peygamberimize salât ve selâm ettiklerini bildirmiş ve bize de onu bir vazife olarak tahmil buyurmuştur. Bizim salâtımız, Üstadın ifadesiyle, “Ya Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki, bize sirayet etsin.” manasına bir duadır. Bununla beraber salât u selamın ayrı bir hususiyeti daha vardır. Salât u selam makbul bir duadır; yapılan diğer duaların başında ve sonunda salât u selam okununca, iki makbul dua arasında istenilen şeyler de makbul olur. Onun için hem duanın başında, hem de sonun da salât u selam okumak lazımdır. Gerçi, Efendimiz aleyhissalatü vesselam duaların “Ya ze’l-celâli ve’l-ikrâm” hitabıyla noktalanmasını tavsiye buyuruyor; fakat, o sözü Efendimizin tevazuuna verip, onda başka bir mahmil düşünüp duaları “Ya ze’l-celâli ve’l-ikrâm”la beraber salâtla bitirmek daha doğru olsa gerektir. Evet, hem kendilerinin ifadesiyle, hem Sahabe-i Kiram’ın hassasiyetiyle, hem de büyük zatların keşfiyle salât u selamın ayrı bir hususiyeti vardır ve o geriye çevrilmeyen bir duadır.
Allahümme salli ve sellim
ala seyyidinâ Muhammedin
ve ala âlihî ve ashâbihî ecmaîn
(Allahım, Efendimiz Hazreti Muhammed’e,
O’nun aile fertlerine ve ashabına salât ve selam eyle.)