Sahabenin Tebliğ Aşkı

Sahabenin Tebliğ Aşkı

Sahabenin Tebliğ Aşkı

     Bir insanın, başkalarına talim ve tebliğ ettiği mesajın hakikatine, lüzumuna, önemine ve vaat ettiklerine önce kendisinin inanması ve onu bütün gönlüyle kabul etmesi, o mesajı başkalarına ulaştırma adına söylediği sözlerin tesiri ve hüsnükabulle karşılanması adına çok önemlidir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebliğ ve temsil ettiği, sahabe-i kiramın da O’ndan alıp, kendi hayatlarına hayat kıldıktan sonra başkalarına da ulaştırdığı o yüce hakikatlerin kısa zamanda gönüllerde makes bulmasının önemli sebeplerinden birisi budur. Onlar, temsil ve tebliğ ettikleri dine, bugünden sonra yarının geleceğine veya gurup eden güneşin ertesi gün tekrar doğacağına inanmanın daha ötesinde bir katiyette inanıyorlardı. Sahabe efendilerimiz, Allah ve Resûlü’nün kendilerine vaat ettiği şeylerden zerre kadar şüphe duymuyorlardı. Allah’ın, meleklerin, kıyametin, ahiret âleminin varlığına, iki kere ikinin dört etmesine inandıklarından daha fazla inanıyorlardı.

     İmanın da inkârın da ahirette muhakkak bir karşılığı vardır. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun insanlığa sunduğu mesaja gönülden inanan insanlar, Cennet nimetleriyle ve ebedî saadetle müjdelenmişlerdir. Onlar, Cenab-ı Hakk’ın cemalini müşahede etmeye namzettirler. O’nun “Ben sizden razıyım” buyuracağı bir ufka doğru gitmektedirler. Bu halleriyle onların bu dünyadaki yolculukları, bir yönüyle melekûtî bir âleme doğru yapılan bir seyahattir. Buna karşılık, inkâr yolunu tutanların akıbeti ise , esfel-i safilîne sukut, ebedî hüsran ve ebedî azaba dûçar olmaktır.

     İman ve küfrün ahiretteki bu yansımalarına kati olarak inanan sahabe efendilerimizin, insanlığı hayır yollarına sevk etme istikametinde delice bir iştiyakları vardı. Onlar bu tebliğ heyecanını, Rehber-i Ekmellerinden (sallallahu aleyhi vesellem) almışlardı. O ki, Kur’ân-ı Kerim’de Rabbi O’nu şöyle teselli ve tadil etmektedir:

فَلَعَلَّكَ بَٰخِعٌ نَّفْسَكَ عَلَىٰ ءَاثَٰرِهِمْ إِن لَّمْ يُؤْمِنُواْ بِهَٰذَا ٱلْحَدِيثِ أَسَفًا

“Bu Allah beyanına inanmadıklarından dolayı senden yüz çevirenlerin arkasından neredeyse kendini helâk edeceksin?”(Kehf sûresi, 18/6)

     Evet, en başta Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), sonra da derecesine göre O’nun sadık takipçileri, insanların a’lâ-yı illiyyîn-i kemalâta yükselmeleri, Cennetle serfiraz olmaları, uhrevî nimetleri rıza ve rıdvanla taçlandırmaları için neredeyse kendilerini yiyip bitiriyorlardı.

Günümüz Müslümanları

     Maalesef biz, bu tebliğ heyecanını, aşk u iştiyakını kaybettik. İnsanlığa hak ve hakikati duyurma istikametinde delice bir aşk u iştiyak duyamıyor, küfür bataklığına saplananlar karşısında gam u kederden kendimizden geçemiyoruz. Hatta niceleri, “Ne diye herkese Allah’ı anlatacağız diye ölüp ölüp diriliyorsunuz. Allah’ın Cehennemi de var.” şeklinde düşünebiliyor. Bunu diyenler herhalde Cehennemin ne demek olduğunu bilmiyorlar. İmanda kaybeden birinin gerçekte neyi kaybettiğinden habersizler. Ebediyetin, ebedî hüsranın nasıl bir şey olduğunu idrak edemiyorlar. Zira kâmil bir imana, sağlam bir vicdana ve selim bir akla sahip olan bir insanın, küfür girdapları ve o girdaplara yakalanmış çırpınıp duran insanlık karşısında duyarsız kalması söz konusu olamaz.

     İşte sahabeyi farklı kılan, onların bu konudaki yüksek idrak ve duyarlılıklarıydı. Onlar, bir gözleriyle Cennet’e bakıyor ve oranın feda edilecek gibi bir yer olmadığını görüyor, diğer gözleriyle de Cehennem’e bakıyor ve “Allah hiç kimseyi buraya düşürmesin!” diyerek herkese el uzatmaya çalışıyorlardı. Hayatta bir gaye-i hayalleri, bir idealleri vardı ve âdeta sırf onun için yaşıyorlardı. Buna “Yaşatma İdeali” diyebilirsiniz. Onlar, kendileri için değil, başkaları için yaşıyorlardı. Yaşatmak için yaşıyorlardı. Başkaları yaşasın diye her türlü fedakârlığı göze alıyor, gerektiğinde bu uğurda ölümü dahi gülerek karşılıyorlardı. Onlara göre böyle bir ideal uğruna yaşanmayan bir hayatın anlamı yoktu. Böyle bir mefkûreden yoksun yaşayan insanlar, onların gözünde, hareket eden mezarlar gibiydi.

Risaletin İrfan Erleri

     Allah (celle celâluhû), İnsanlığın İftihar Tablosu’nu risalet vazifesiyle gönderirken, ilâhî mesajı can u gönülden kabul edip etraf-ı âlemde neşredecek donanımda insanları da âdeta O’nunla birlikte göndermişti. Hz. Hatice’nin, Hz. Ebû Bekir’in, Hz. Ömer’in, Hz. Osman’ın, Hz. Ali’nin ve diğer ilklerin duruşlarını başka türlü izah etmek zordur. Daha ortada vahiy adına birkaç âyetin olduğu bir dönemde onlar hiç tereddüt etmeden Efendimiz’in kendilerine sunduğu mesajı kabul ediyor ve onu başkalarına duyurma heyecanıyla çırpınıp duruyorlardı. Allah Resûlü ilk vahyi aldıktan ve durumunu Hz. Hatice’ye anlattıktan sonra onun Efendimiz’i teselli adına söylediği sözler gerçekten muhteşem bir idrakin sesi soluğudur. Hz. Ebu Bekir’in ilâhî mesajı duyar duymaz hiç tereddüt etmeden iman etmesi ve ölesiye meseleye sahip çıkması basite alınacak bir olay değildir. Diğer ilklerin tavrı da onlardan farklı olmamıştır. Onların her biri Efendimiz’in arkasında yerini aldıktan sonra baş döndürücü şekilde dikey bir yükselişe geçmiştir. Evet, Allah, dünyanın rengini, şeklini ve desenini değiştirecek mesajını İnsan-ı Kâmil ile gönderirken, adeta O’na yardımcı olacak ashabını da bu işe hazırlamış ve programlamıştı. Onların bu derin imanları, tam teslimiyet ve tevekkülleri, muhatapları üzerinde ayrı bir tesir bırakmıştır.

     Cahiliyeden yeni çıkmış sahabenin çok kısa bir sürede insanlığa yön verecek irfan erleri, kalb ve ruh insanları hâline gelmelerinde Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sohbetinin insibağının ayrı bir tesiri olmuştur. O’nunla aynı mekânı paylaşan, O’nun atmosferini soluyan, tavırlarına, davranışlarına, mimiklerine, bakışına, duruşuna şahit olan insanlar, “Bunda yalan yok.” diyorlardı. Bütün hâl ve hareketleri, muhataplarına güven ve itmi’nan veriyordu. Duygu ve düşünce fırçasını çaldığı kimseler çok kısa bir zamanda semavileşiyorlardı. Atmosferine giren birinin etkilenmemesi mümkün değildi. Yeter ki O’nun sunacağı mesajlara karşı ön yargıları bulunmasın. O’nun öyle bir çekim gücü vardı ki, o güne kadar zift ve kir içinde yaşayan insanlar birdenbire bundan sıyrılıveriyor, Cennet kevserleriyle yıkanmış gibi arınıp paklanıyor ve meleklerle at başı yürüyecek bir kıvama ulaşıyorlardı.

     İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında yerini alan, aksine ihtimal vermeyecek şekilde O’nun mesajını kabullenen ve bu mesajı başkalarına duyurmayı en büyük gaye-i hayalleri haline getiren sahabe efendilerimiz, o kutlu mesajın sunumunda da oldukça hassas ve dikkatliydiler. Başta sağlam ve itiraz götürmez bir temsil ortaya koymuş, sonrasında da yumuşak ve makul bir üslupla insanlara ruh dünyalarını aksettirmişlerdi.

     Günümüzde belki en çok muhtaç olduğumuz şey, işte bu sahabe ufkudur. Şayet biz de inandığımız değerlere o ölçüde inanır ve onları muhtaç sinelere duyurabilme sancısıyla yaşarsak, Hz. Pir gibi zindanları bile medrese-i Yusufiye hâline getirebiliriz. Allah’ın bize lütfettiği zamanın saniyesini zayi etmeden gönüllere girmeye çalışır, dünyanın her bucağına, atabildiğimiz kadar iman ve sevgi tohumları atarız.

***

Not: Bu yazı, 23 Kasım 2014 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.