Sadakat, insanın ezelde Allah’la yaptığı mukavelenin gereklerine uygun yaşamasıdır. “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlüllah” diyen bir mümin, o andan itibaren bir yönüyle Allah’a söz vermiş, yemin etmiş, O’nunla bir mukavele yapmış sayılır. İşte sadakat, verilen bu sözün gereklerini harfiyen yerine getirebilmek, yapılan yemini bozmadan yaşayabilmektir. “Lâ ilâhe illallah” sözüyle Allah’tan başka mabudu bi’l-hak, maksud-u bi’l-istihkak olmadığını söyleyen bir insan, sadakatin gereği olarak, duygu ve düşünceleri, söz ve tavırlarıyla da bunu ortaya koyabilmelidir. İnsanın Allah’a olan imanı, rızası, teslim ve tevekkülü onun nazarî veya enfüsî sadakatini gösterdiği gibi, tavır ve davranışları, ibadet ü taatleri de amelî sadakatini gösterir. Dolayısıyla sadakat, kalben Allah’a bağlı bulunmanın yanı başında, O’nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınabilmektir.
İman bir iç kabuldür. İnsanın imanın gereklerini amel ve aksiyona taşımaması, kendi içinde çelişkiye düşmesi demektir. Kelime-i tevhidle imanını ortaya koyan biri, Allah’ın emirlerine muhalefet ediyorsa sadakatin gereğini yerine getirmiyor demektir. Verdiği sözü tutmaması itibarıyla böyle birinin ahde vefasızlık yaptığını da söyleyebiliriz.
Aynı şekilde “Muhammedün Resûlüllah” ikrarı da bir söz vermedir, enfüsî bir biattır. Mümin sözünde duran insandır, bir söz verdiyse, ne pahasına olursa olsun o sözün gereklerini yerine getirmesi gerekir. Tıpkı sahabe efendilerimiz gibi. Onlar, Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) sahip çıkacaklarına söz vermiş, sözlerinden bir arpa boyu ayrılmamış, canları pahasına bu sözlerini yerine getirmişlerdir. Zira kurtuluş, doğruluktadır; insanın hâliyle, kavliyle, tavırlarıyla, her şeyiyle dosdoğru olmasındadır.
İnsanın, insanlığı itibarıyla farklı potansiyellerinden, değişik özelliklerinden bahsedilebilir. Fakat bunların hepsinin ötesinde onun sahip olduğu en yüce pâye, kulluğudur. Zira insanların ve cinlerin yaratılış gayesi Allah’ı bilip tanımak ve O’na kullukta bulunmaktır. Bunu, iman, marifet, muhabbet, zevk-i ruhanî şeklinde şubelere ayırarak da özetleyebiliriz.
Cenab-ı Hak Kur’ân’da yer yer bizlere “Yâ ibâdî” yani “Ey kullarım” nidasıyla hitapta bulunur. Bu hitapta Allah’ın kullarına karşı iltifatını, şefkat ve merhametini görmemiz mümkündür. Bir yönüyle bunu, “Ey benim sadık bendelerim!” şeklinde de anlayabiliriz. Günahlara bata çıka yürüyen biz aciz kullar açısından böyle bir hitapta ne büyük bir teselli ne büyük bir ümit gizlidir.
Allah’ın kulları olarak bize düşen, bu mülâhazaya bağlı kalabilmek ve buna mâni olacak ne kadar faktör varsa tamamını elimizin tersiyle itebilmektir. Tıpkı melun şeytanı iter gibi. Allah (celle celâluhû), topraktan, balçıktan yarattığı insana, aynı zamanda kalb ve ruh ufkuna yükselebilecek, iman, marifet ve muhabbetle şereflenebilecek, Kendisiyle ünsiyete erebilecek bir donanım bahşetmiştir. İnsanda öyle nüveler vardır ki bunlar neşv ü nema bulduğu zaman insan Allah’ın enîs ü celîsi hâline gelir. Bizim asıl hedeflememiz gereken makam da burası olmalıdır.
Özellikle iman ve Kur’ân davasına gönül vermiş müminler açısından sadakatin ayrı bir önemi vardır. Onların peygamber yoluna bağlı kalmaları ve sadakatten kıl kadar ayrılmamaları fevkalâde önemlidir. Nitekim Allah yolunun sadık bendeleri ibadet ve ubudiyetlerini tamamıyla emr-i ilâhiye bağladıkları gibi, bu dünyada kalmayı da O’nun dinine hizmet etmeye bağlarlar. Din-i Mübin-i İslâm’a hizmet etme imkânı olduğu sürece onlar açısından yaşamanın bir kıymeti, bir anlamı vardır. Kendilerince yapacak bir şey kalmadığını düşündükleri zaman onların gözünde öbür tarafın ışıkları tüllenmeye başlar ve onlar çok rahatlıkla Allah’a şöyle yalvarırlar: “Allah’ım, şayet bu dünyada benim vazifem bittiyse beni huzuruna al.” Onlar, bu sözleriyle Allah’ın kulları için takdir etmiş olduğu kadere aykırı bir istekte bulunmuş olmazlar, sadece kulluk vazifesinden terhis edilmeyi ve Cenab-ı Hakk’a kavuşmayı arzu ederler.
Bu konuda Hz. Yusuf (aleyhisselâm) bizim için güzel bir örnektir. O, anne-babasına kavuştuğu, Mısır’da söz sahibi olduğu, neşrettiği din gönüllerde makes bulduğu, vicdanlar kendisine yönelmeye başladığı, yani dünyevî nimetlerin zirvesine ulaştığı, bir insanın mutluluğu için gerekli olan her şeyi elde ettiği anda Allah’a şöyle yalvarıyor: تَوَفَّنِي مُسْلِمًا وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ “Müslüman olarak benim hayatıma son ver ve beni salihlerin arasına ilhak buyur.” (Yusuf sûresi, 12/101) Bir insan, iman ve Kur’ân hizmeti adına kendince yapacağı ciddi bir vazife kalmadığını düşünüyorsa terhisini arzu edebilir. İşte sadakatin gereği de budur.
Allah’ın sadık bendeleri, ne ubûdiyetlerini ne de hizmetlerini dünyevî herhangi bir menfaate bağlamazlar. Makamları, pâyeleri, mansıpları, nam u nişanları çok tehlikeli görürler. Onların, takdir edilen bir insan hâline gelme, her yerde görülme, başkaları tarafından güzellikle yâd edilme gibi arzuları yoktur. Bu tür dünyevî hesapların, yaptıkları kulluğun içine yüzde bir oranında bile girmesinden tir tir titrer, bunun kendileri açısından uhrevî hüsrana sebep olabileceğinden korkarlar. Sadıkların şiarı şudur: “Allah’ım, Senin dinine, diyanetine hizmet edemeyeceksem, bir dakika bile beni yaşatma!”
Bir insanın vefatından sonra hayırla yâd edilmesi, geride bıraktığı iyiliklerle anılması, arkasından hüsn-ü şahadette bulunulması, dualar gönderilmesi, istiğfarlar yapılması elbette arzu edilen bir şeydir. Arkasından, “Allah kendisinden ebeden razı olsun ki dini ikâme etme adına harıl harıl koşturdu. Çok önemli hizmetler gördü. Salih nesiller yetiştirdi. Geride amel defterine sevap akıtmaya devam edecek sadaka-i cariyeler bıraktı. Cenab-ı Hak affına, mağfiretine, merhametine mazhar kılsın, Firdevsiyle sevindirsin, Efendimiz’e komşu eylesin.” denilmesini kim istemez ki! Bütün bunlar insanın bir yâd-ı cemil olması demektir ve bunun da ahirette insana fayda vereceğine inanırız. Nitekim Kur’an’da müminler için kendisinde bir numune-i imtisal olduğu bildirilen Hz. İbrahim aleyhisselam وَاجْعَلْ ل۪ي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْاٰخِر۪ينَ “Gelecek nesiller içinde iyi nam bırakmayı, hayırla anılmayı nasib eyle bana.” (Şuarâ sûresi, 26/84) diye dua etmiştir. Fakat bir insan dünyada iken kulluğunu bu tür takdirlere bağlıyorsa işte bu, ihlâsla, kullukla, sadakatle bağdaşmaz.
Hülâsa, sadık bir mümin, yaşadığı süre zarfında bütün dakikalarını, saniyelerini, saliselerini hep Rabbi için nefes alıp vererek geçirmeye bakmalıdır. Her meseleyi Allah’a bağlamalı, Allah namına iş yapmalıdır. Allah için bu dünyanın derdine katlanmalı, Allah için yaşamalı, Allah için oturmalı, Allah için kalkmalı, her şeyi Allah için yapmalıdır. Kendisi adına bir hayat yaşama söz konusu olduğunda ise hayattan istifa dilekçesini Allah’a arz edebilmelidir. Yoksa dünyaya yönelik taleplerin peşinde koşma, gözünü diktiği işlere nezaret etmeye, maddî veya manevi getirisi olduğunu düşündüğü işlerin içinde bulunmaya, kendinden bahsettirmeye çalışma sadakatle bağdaşmaz. Hatta bu tür şeylerin şeytani mülâhazalar olduğunu söyleyebiliriz. Allah için olan bir insan şeytan için olamaz.
Allah’ın hoşnut olacağı işler yapamadıktan sonra, âlem sizin hakkınızda destanlar kesse, sizi göklere çıkarsa ne kıymeti var ki! Şayet yaptığınız işleri onlara bağladıysanız ahirette hakkınızda dile getirilen övgülerin hesabını size sorarlar. “Sahi sen gerçekten öyle miydin?” derler. Öyle değilseniz, orada sizi yerin dibine batırırlar. Allah’a sadık bir bende olamadıktan sonra önemli müesseselerin başına geçmeniz, farklı birimlere nezaret etmeniz, gözünün içine bakılan bir insan hâline gelmeniz sizin adınıza kazanım değil, kayıp demektir. Şayet ehl-i dünyanın yaptığı gibi hakkınızda dile getirilen takdirleri üzerinize alır, benimser, kabullenirseniz kazanma kuşağında kayıp üstüne kayıplar yaşarsınız.
