Peygambere Saygı ve Bozulan Dengeler

Peygambere Saygı ve Bozulan Dengeler
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Efendimiz öncesinde insanoğlu ilahi mesajları orijiniyle koruyamamış, peygamberlerin söz ve fiileriyle bırakmış oldukları mirası muhafaza edememişti ve bunun neticesi olarak da maddi-manevi ciddi bir tatminsizlik ve buhranlar anaforunda yaşıyordu. İnsanlık Allah Rasulü (sallallahü aleyhi vesellem) ile bu bataklıktan kurtuldu ama onun mesajına kulak vermeyen insanlar kim olursa olsun -ki bunlar müslüman da olabilir- aynı türden anaforların içinde yıllar ve yıllar boyu yaşadı, yaşıyor ve yaşayacak. Mesela, Batı dünyası ilahi dinin getirdiği değerlere sahip olamamanın boşluğunu rasyonalizm, pozitivizm ve benzeri ilim adını verdikleri düşüncelerle doldurmaya çalıştılar. Özellikle ortaçağda kendini gösteren bu yaklaşım Rönesansla gelişti, farklı bir mahiyet kazandı. Din-ilim ayrılığı bu yaklaşımın en önde gelen özelliklerinden biridir. Bu anlayışa göre Hristiyanlık daha çok ahlaki değerlerin koruyucusu konumuna sokuldu. Böyle olunca din de, dinle gelen mesajı insanlara takdim eden nübüvvet müessesesi de insanların nazarında değer kaybına uğradı.

Şurası muhakkak ki Cenab-ı Hakk’ın ihsan buyurduğu değerleri bırakıp bunların yerine dışarıdan başka değerler ithal etme dengeyi bozma demektir. Dengenin bu şekilde bozulması insanı da toplumu da başka dengesizliklere ve hatalara sürükler. Aslında İslam, Efendimiz’den (sallallahü aleyhi vesellem) önceki peygamberlerle takdim edilen değerleri yeniden insanlığa hatırlatmak, bozulan o dengeyi yerine oturtmak, bir başka tabirle ilahî âhengi yeni baştan tesis etmek için gelmiştir.

Evet, Allah’ın koymuş olduğu sınırların dışına çıkanlar ilmi ve ilmî düşünceyi adeta kutsamışlar, akla ve mantığa ters olduğu iddiasıyla din ve dinî değerlere baş kaldırmışlardır. Batı tarihi açısından bakıldığında belki bazı haklı nedenlere dayanan bu yaklaşım, ne yazık ki dinlerin mahiyet ve muhtevalarındaki farklılık hiç nazara alınmadan bize de yansımış ve ayniyle taklit edilmiştir. Eski yıllarda bu durumu bir darağacı misaliyle izah etmeye çalışmıştım: temelde başkaları için kurulan darağacında hiç haketmediği halde bizim dinimiz, inançlarımız ve kültürümüz de berdar edilmiştir.

Evet başkaları gibi bizim dünyamız da değer kaybına uğramıştır. Mesela ifrat ve tefritler arenasında Efendimiz de dahil peygamberleri bizim gibi bir sıradan insanlar seviyesine indirme -yüzbin defa haşa-, ya da kendi dönemlerinde sadece o dönemlere mahsus olmak üzere tarihsel bir misyon eda edip çekip gittiklerini iddia etme gibi düşünceler bir değer kaybıdır. Peygamber ve peygamberlik anlayışına da saygısızlıktır.

Ne yazık ki bu anlayış bulaşıcı bir virüs gibi bizim de içimizi sardı. Hatta bazı hocalar ve ilahiyatçılar bile bu hastalıktan nasibini aldı. Bunlar, bizim sahip olduğumuz ve Batı dünyasında emsalinin gösterilmesi mümkün olmayan usul ilimlerini bir kenara bıraktılar. Ve tabiatiyla bunlar tarafından yetiştirilen insanlar da kaptıkları bu virüsle malûl hale geldi.

Saygısızlık önce küçük daireden başladı ve büyüğüne doğru dalga dalga yayıldı. Önce Sahabe-i Kiramla başladılar işe ve sürekli eleştirdiler onları. O günlerde -beni tanıyan arkadaşlar bilirler- "Onlar da bizim gibi insandır" diyerek eleştirmeye başladıkları an içim cız etti benim. Şöyle dedim etrafımdakilere: "Bu mesele sahabe ile başladı ama sahabe ile bitmeyecek. Böyle sorumsuzca, hiçbir temele dayanmaksızın sahabeyi eleştiren kişiler çok yakında Peygamberi de sorgulayacak ve gün gelecek Kur’an’ı hatta Allah’ı sorgulamaya kadar varacak." Bu tahminlerimde yanılmayı ne kadar arzu ederdim. Fakat bunların hepsi oldu. İnsanlığın İftihar Tablosu’na (haşa) "postacı" denildi. Yani tıpkı bir postacı gibi mesajı Allah’tan insanlara ulaştırdı ve işi bitti. "Kur’an’da gramer hataları var" denildi. Hatırlıyorum, benim çok takdir ettiğim ve sevdiğim bir insandan Kur’an hakkında "günümüzün modern anlayışına uymayan, modern tarz u telakkilerle örtüşmeyen yanları var" şeklindeki düşünceleri beni derinden üzmüştü. Gayretullaha dokunur bu sözler diye çok korkmuştum o zamanlar. Başkaları (haşa) "Allah cüz’iyatı bilmez" gibi Zat-ı Bâri hakkında yakışıksız düşünceler öne sürenler bile oldu. Hasılı sahabe ile başlayan tenkit süreci uluhiyet hakikatının sorgulanmasına kadar geldi dayandı.

"Tarihsellik" mülahazaları içerisinde "Maslahatları celb, mefsedetleri def etme" yi yegane ölçü alanlar oldu. Tarifi kendilerine ait maslahat ve mefsedetler Kur’an ile çatışırsa Kur’an’ı kulak ardı edeceksiniz dediler. Aslında maslahat ve mefsedetlerde bir mazmun vardır. O mazmun, Kur’an ve Peygamber tarafından belirlenmiştir. Mesela usul-u hamse denilen, korunması gerekli olan beş temel esas: akıl, nesil, din, nefis ve maldır. Bunların iddiasına göre bu beş husus günümüzde Kur’an ve Sünnette vaz’ edilen dinamiklerle değil de başka yollarla, sistemlerle korunabiliyorsa Kur’an tarihteki rolünü oynamış ve fonksiyonunu tamamlamıştır dediler. Fıkıh metodolojisindeki tasnifiyle vaz’î ve hitabî hiç ayırım yapmadan bütün tekliflere şamil kıldılar bu düşüncelerini. Bir tartışma programında seyretmiştim: kendisine sorulan bir soru üzerine birisi dedi ki: "Ben kendime göre namaz kılıyorum." Ne demektir bu? Din, insanları kendi iradeleriyle maksud-u bizzat olan hayra sevkeden, yönlendiren vaz’ı ilahî ise ne demek "kendine göre namaz"?

Aslında Ahmet Naîm cennet-mekandan, Ömer Nasuhi Hoca’ya, Allâme Hamdi Yazır’dan Bediüzzaman’a kadar çokları bu ve benzeri sakîm düşüncelerin üzerinde ısrarla durmuşlar. Hususiyle Bediüzzaman erkan-ı imaniyyeyi tahkime ihtiyaç duyulan bir mevzu olarak ele almış, farklı bir üslupla onları yeniden anlatmıştır. Hem de defalarca tekrarlama bahasına. Ben bu tekrarları askerî mülahaza ile tabyeler olarak görüyorum. Yani tek bir tabyeye bağlı kalmama, nefis ve şeytanın değişik taarruz şekillerine, vesveselerine, iğvalarına (aldatmalarına) karşı farklı ve alternatifli müdafaa şekilleri geliştirme nazarıyla bakıyorum. Kaldı ki Kur’an’ın uslûbudur bu. Aynı konuyu farklı yerlerde, farklı uslûplarla defalarca ele almamış mıdır Kur’an? Demek kaynağı Kur’an olan orjinal bir metoddur bu.

Şimdi aklî, mantıkî delillerle gerek Efendimiz’in (sallallahü aleyhi vesellem) gerekse diğer enbiya-i izamın konumunu zihnimizde ve hayatımızda bir kere daha belirlemek ve yerlerini tahkim etmek zorundayız. Zira bu mevzuda yaşanan düşünce ve inanç kaymaları hep bu tahkimsizlikten kaynaklanmaktadır. Üstad’ın Reşhalar’da anlattığı gibi anlama ve anlatma bir ölçü olabilir bu konuda. O reşhalardan her biri birer risaleye mevzu teşkil edecek kadar geniştir -Ne kadar arzu ederdim eli kalem tutan arkadaşlar o reşhalar üzerinde doktora çalışması yapsalar-.

Evet, Efendimiz büyük bir peygamberdir. Ruh-u Seyyidi’l-Enam’dır. Tasavvufî ifadesiyle "Taayün-ü evvel"in kahramanıdır. "Levlâke lemâ halaktü’l-eflâk – Sen olmasaydın, şu alemleri yaratmazdım" kudsi hadisinin mazharıdır o. Hadis, hadis kriterleri açısından sahih olmasa bile manâ itibariyle doğru; doğru çünki O Muarrif olmasaydı, bu alemlerden de, bu kitaptan da hiç kimse bir şey anlamayacaktı. O halde bu hadisin manası şu demektir; "Ey Rasulum! Bu kitapların okunması da, manâlarının şerhi de senin sayende oldu. Öyleyse Sen elindeki Kur’an’la her şeyin kavl-i şarihi, tefsir-i vâzıhısın." Eskilerin ifadesiyle "ille-i gaiye"sin.

Öyleyse Allah Rasulü (sallallahü aleyhi vesellem) haşa sıradan bir postacı, bir müvezzi değildir. O yerde durup göklerle irtibat kuran, bizim hiçbir zaman münasebet kuramayacağımız alemlerle münasebet kuran, burada otururken Allah’ın konuşmasını duyan bir insandır, farklı hususiyetleri, farklı donanımları olan. Zaten o farklı donanımları olmasa Allah’tan emir alamaz. O donanımları olmasa yatağından kalkıp göklerde dolaşamaz, mirac yapamaz.

Kaldı ki bizim mesajı getiren bu Zat’a bu şekildeki bakışımız aynı zamanda o mesaja karşı da saygının ifadesidir. Dolayısıyla O’na saygısızlık mesaja karşı da saygısızlık duymaya sebep olur. Onun için ona karşı saygının korunması lazım. Zaman eskidikçe mesajın nazarlarımızda taze olması, taze olarak hissedilmesi, sürekli o mesaja müracaat etme, delice bağlanma tutkusu işte hep buna bağlıdır.

Peygamberlerin bizim gibi sıradan olmadıklarını herkes kendi kabiliyetlerine göre soluklamalı. Küçük bir ses, küçük bir nefes de olsa dile getirmeli düşüncelerini. Peygamberleri o yüce halleriyle konumlarıyla kabul etmeli, gönüllerimizdeki tahtlarına oturtmalıdır. Peygamberler öyle bir mazhariyete serfirazdırlar ki, her daim Allah’a yakındırlar. Başkalarının seyr-i sülûk-i ruhani yolunda çilelerle, acz u fakr, şevk u şükr ile, tefekkür ve şefkatle vasıl oldukları kurbet ufkuna onlar bidayette varırlar, varmışlardır. Bizim terakkimizin sona erdiği, arş-ı kemala ulaştığımız yer onların yola çıktığı yerdir. İşte bu hakikati yani bizden farklı olduklarını hem vicdanlarımıza hem de başkalarının vicdanlarına kabul ettirme mecburiyetindeyiz. Zira sundukları mesajdan tam istifade etme onların kadr u kıymetlerini bilmeye bağlıdır.

Özetleyecek olursak: mesajla mesajı getiren zat arasında çok önemli bir münasebet vardır. Peygamberlerin değerleri korunduğu nisbette mesajlardan istifade oranı artar. Bu meselenin bir yanı. Diğer yanı ise: Allah, kendi Kelamından, Peygamberinin ruhaniyetinden ve öbür alemde şefaatinden istifadeyi onlara karşı duyulması gerekli olan saygıya bağlamıştır. Eğer böyleyse -ki benim bunda hiç şüphem yok- bu saygıyı göstermeyen, koruyamayanlar dünyevî ve uhrevî hayatları adına neler kaybettiklerinin farkındalar mı acaba?

Başka bir tabirle, sizler Kur’an-ı Kerim’den ve Efendiler Efendisi’nden teveccühünüz ölçüsünde istifade edebilirsiniz. Yani "Ene inde zanni abdî bî – Kulum beni nasıl zannediyorsa ben ona öyle muamele yaparım." mantukunca siz Kur’an’a ne kadar teveccüh ederseniz, o da size kapılarını o kadar açar. Peygamber’e saygınız ne kadarsa o kadar açar kollarını size.Yürüdüğü yola, vardığı ufka doğru ancak o kadar yaklaşabilirsiniz.

Herkes aklının ve iradesinin hakkını versin. Allah bir akıl vermiş, öyleyse i’mal-i fikirde bulunsun, beyin sancısı yaşasın. Eski sözlere yeni sözler karıştırarak yeni bulamaçlar yapsın, insanlığa yeni şeyler sunsun. Eskileri eski, renk atmış ve partallaşmış görüyorsa yeni şeyler yapmasını bilsin. Kur’an-ı Kerim’in yeniliğini, Efendimiz’in gönüllerde hiç eskimediğini, bizim için daima bir "cânân" olduğunu hem kendilerine anlatsınlar, hem de cihana. Bu mevzudaki mülahazalarını sürekli yenilesinler; yenilesinler ki hem kendilerini kurtarsınlar hem de başkalarını.