İçinde bulunmaya gayret ettiğiniz, yolunda
yürümeye çalıştığınız
yolda niyetinizde hep “O” olursa, masmavi renge bürünmüş
Cennet’e ait büyüleyici kokuları geçtiğiniz
her güzergâha yayarsınız. Evet, mü’minin niyeti
çok önemlidir. Niyet, sıradan işleri ibadet
haline getirdiği gibi, o gerektiği gibi muhafaza
edilmediği zaman ibadetler ibadet olmaktan çıkar.
Bozuk bir niyetle namazın çehresini burada kirletirseniz,
orada karşınıza hortlak gibi, gulyabani
gibi bir şey çıkar. Öte yandan Allah Resulününkine
(sallallahu aleyhi vesellem) benzeyen yatış
şeklinin bile ibadet olduğunu belirtmiyor
mu İslam uleması?
Niyet bu kadar önemli olunca, sürekli Allah’la, sürekli
i’la-yı kelimetullahla oturup kalkmanız sizi
çok aşkın kılar. İşin aslı,
kendini O’na, O’nun adının yüceltilmesine
kilitleyenlerin belki de öyle çok derin mülahazaları,
derinlemesine bir ibadet u taatleri de yoktur ama sürekli
bir teveccüh içinde bulunma niyet ve gayretleridir onları
aşkın kılan. Bu öyle bir debi kazandırır
ki onlara, artık kişi yerken, içerken, yatarken,
kalkarken hep “Bu hakikatları nasıl anlatırım!”
derdi ve ızdırabıyla yaşar ki bu
Cenab-ı Hakk’a sunulan en büyük duadır.
Peygamberlerin peygamberliği malum. Peygamberlik
Allah’ın takdiri. Ama neden bizler de Onlar gibi
olmayalım, onların yaptığını
yapmayalım. Peygamberane bir azimle peygamberce
bir cehd içinde olabiliriz. Eğer ruhumuzdaki yabancı
hülyaları ruhumuzdan söküp atabilirsek, bizler
de peygamberane mülahazalar içinde ızdırap
insanı olabiliriz. İslamî heyecanı hayatımızın
her karesinde duyabiliriz. Böyle bir ızdırabı
duymanın zor olmadığı kanaatındayım.
Bir de Allah bazılarına “vüd” (sevgi) vaz’
ediyor. Kime el atsa hemen kıvama eriyor. Bu kimbilir
belki de Allah’ın bize bir fırsat verdiğinin
şahididir. Öyleyse vakit fevt etmeden bizden beklenen
şeyleri yerine getirmeliyiz.
Bu yolda yürürken önümüze bazen engeller çıkabilir.
Birileri önünüze çıkıp size zarar vermek isteyebilir
ama peygamberlere de birçok engeller çıkmamış
mıdır? Öyleyse bunu hayatın ve bu yolun
bir realitesi olarak kabullenmek lazım.
Bir de toprağa atılan her tohum çıkmaz.
Bazılarını kuşlar yer, bazıları
çürür gider. Öyleyse himmetini ali tutup elindeki bütün
tohumları bir an önce toprağa gömmeye bakmalısın.
Şöyle olsun böyle olsun deyip gözünü neticeye dikme,
Allah’la pazarlıktır ve yanlıştır.
Vazifemizi yapıp neticeyi O’nun takdirine bırakmak
gerektir.
Süreklilik
Amelî hayatımızda
önemli olan her işi Allah görüyor gibi ve hiç ara
vermeden kusursuz ve arızasız yapmadır.
İman işin nazarî yanıdır ve nazarî
iman insanı bir yere kadar götürür. Bir insan kırk
sabah namazını cemaatle kılarsa Allahın
onun kalbinde bir çerağ tutuşturacağını
söyler tasavvuf erbabı. Ama bu neticeyi elde etmek
nazarî imanla değil amelî imanla olur. Daha da
önemlisi o amelî imanın “Allah görüyor” mülahazasına
bağlı olarak yerine getirilmesiyle olur.
Allah’a yönelmenin, yönelebilmenin, daimî huzurda
olduğunu hissetmenin elbette çeşitleri ve
dereceleri vardır. Bunların en büyüğü
sebepleri hiç nazara almadan sebepler üstü bir teveccühle
Allah’a yönelebilmektir. Bizler o ufka ulaşabilmenin
sırlı anahtarını ne yapıp edip
elde etmeliyiz, onu elde edebilmek için de ısrarlı
olmalıyız. Bunun en kestirme yollarından
biri namazlarımızı tadil-i erkanla, hakkını
vererek kılmak ve arkasından kamil manada
tesbihatımızı yapıp elleri Rabb’e
kaldırmaktır.
Yalnız burada niyetin çok önemli bir yeri vardır.
Spor yapma amacıyla kılınan namazda “spor
yapma” bir niyettir ama bu niyet namazı namaz olmaktan
çıkarır, niyetteki gibi gerçekten spor yapar.
Kahraman desinler, beni görsün ve alkışlasınlar
diye yapılan amellerde bunlar niyettir ama insan
böyle bir niyetle cehenneme yuvarlanır. Gördüğünüz
gibi kendini bir hiç bilme, sıfırlayabilme,
her şeyi O’na verme sürekli mücadele istiyor. Evet,
O’nun lütufları sağnak sağnak üzerimize
yağıyor. Önemli olan bu lütuf ve ihsanları
âriye görmek, emanetçi olduğunun şuurunda
bulunabilmek ve her şeyi asıl sahibine verebilmektir.
Ayrıca, O’nun vaz’ ettiği kurallara bağlılık
ve teslimiyetin ayrı bir yeri vardır. Bir
insan çok koşturur ve çok yorulur ama O’nun için
değilse, O’nun koyduğu sınırlar
içinde değilse, bütün koşuşturmalar ve
uykusuz kalmalar bir yorgunluktan ibaret kalır.
Her şeyi en iyi Yaratan bilir. Yaratanın emirlerine
riayet etmeli ki bir yere varılabilsin.
Büyük Türkiye Hayali
Ülkem ve onun geleceği adına çok ciddi endişelerim
var ama ümidimde hiçbir eksiklik yok. Endişelerim
hemen herkesin gözü önünde cereyan eden hadiselerden
kaynaklanıyor. Bu milletin istikrarına birileri
sürekli çomak sokuyor; sokuyor çünkü siyasi, ekonomik,
kültürel alanlarda istikrara kavuşmuş güçlü
bir ülke olmamızı istemiyorlar.
Bunun yanında bir de doğrudan dine düşmanlık
yapanlar var. Dindar insanların ülkeleri ve ülkelerin
geleceği adına yaptıkları bütün
gayretleri baltalamak için ellerinden geleni yapıyorlar.
Kötülüğe mahkum olmuşlar adeta. Kötülükten
başka hiçbir şey düşünemiyorlar. Kötülüğe
öylesine kilitlenmişler ki alıp onları
Cennet’e koysanız “Sizin elinizle cennete girmeyiz”
diyecek kadar şartlılar dindar insanlara ve
yaptıklarına. Bununla beraber inanan insanlar
bu ülkede her şeye rağmen olumlu düşünmek,
müsbet hareket etmek ve sabırla mukabelede bulunmak
mecburiyetindedir. Büyük Türkiye’ye giden yol buradan
geçer.
Evet, bu millet tarih boyunca özellikle kendi coğrafyasında
cereyan eden olaylar karşısında hiç bu
kadar zaaf ve acz yaşamamış, tarihin
hiçbir döneminde bu kadar devre dışında
bırakılmamıştır. Bu onur kırıcı
durum bazılarının hiç umurunda değil;
değil zira tek amaçları kendi statüleri, maddi-manevi
çıkarları.
Şanlı mazimizde ihraz ettiğimiz konumu
tekrar elde etmek zaman ister, sabır ister, azim
ve gayret ister, çatlayıncaya kadar doğru
yolda, doğru metodlarla koşmak ister. Onun
için kötülükten başka bir şey düşünmeyenlere
bile Büyük Türkiye olmanın hatırına ve
milletimizin indirildiği tahtın hatırına
sabırlı olup katlanmasını bilmek
lazım.
Takıntılar
Dinimiz adına problemlerin üst üste yığıldığı
bir dönemde bazılarının küçük küçük meselelere
takılıp olmayacak beklentilere girmelerine,
bunların kavgalarını vermelerine bir
türlü mana veremiyorum. Bence kamil mü’min şöyle
düşünmeli; “Karşımda öyle dehşetli
bir yangın var ki bu felâket karşısında
gerekirse eşimin adını bile unutmalıyım.”
Evet, bana çok dokunuyor, inanan insanların bu
yangını, bu felâketi görememeleri. Yangın
etrafı sarmışken her meseleyi kalkıp
kendilerine bağlamaları, çadırın
orta direği gibi görmeleri, beklentilere takılıp
kalmaları, başkalarına hayat hakkı
tanımamaları bana çok ama çok dokunuyor. Bundan
dolayı olsa gerek beklentimiz ölçüsünde inayet
olmuyor, bereket kesiliyor.
Bana göre inanan insanlarda ciddi ölçüde mantık,
his ve düşünce inhirafı var. O’nun icraatına
karşı sorgulayıcı tavır almayı
başka nasıl izah ederiz ki? Kendimize göre
kesip biçmeleri, hükümler verip insanların işlerini
bitirmelerini nasıl izah ederiz? İşin
Sahib-i hakikisini ve O’nun takdirini hep göz ardı
ediyoruz gibi geliyor bana. İhtimal içine düştüğümüz
bugünkü duruma müstahak oluşumuzun nedeni de bu.
Bir dönemde Osmanlı cepheyi bırakarak rahat
ve rehavete girmişti. Fatih ve Yavuz gibi ön cephede
yer almayıp, ölmeyi göze almayanlar/alamayanlar
askerin önüne geçemeyenler saraylarda yan gelip yatmayı
tercih etmişlerdi. Halbuki kahramanlık cephede,
serhat boylarında olur, sarayda değil. Cepheyi
tercih etmeyenler kahraman değil bâği olurlar.
Kuvvetlerini kullandığı yerde bâğilik
yapar, zalim ve gaddar olur. Zayıf olduğu
dönemlerde de sünepeleşir, zelil ve rezil olurlar.
İnananlar takıntılarını bir
kenara bırakıp maddi-manevi bütün güçlerini
bugün meyyit olan bir milleti ihya etmeye sarfetmeliler.
Mesleğine aşık bir hekim heyecanıyla
yapmalılar bunu. Ölü bedeni diriltme gayreti içinde
bulunmalılar. Aksi takdirde cesedin üzerinde akrepler
cirit atar, kargalar, akbabalar, kartallar etrafta uçuşur.