Nefiste Çözülen Problemler ve Toplumun Islahı

Nefiste Çözülen Problemler ve Toplumun Islahı
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: “Nefsiyle problemlerini çözememiş bir insanın çevresi ve toplumla alakalı problemleri de çözemeyeceği” ifade ediliyor. Nefsin ıslahıyla toplumun ıslahı arasında nasıl bir münasebet vardır, izah eder misiniz?

Cevap: Lügat mânâsı itibarıyla nefis; bir şeyin özü, esası, kendi demektir. Istılahta ise o, belli hikmet ve maslahatlara binaen insan mahiyetine yerleştirilmiş kin, nefret, şehvet, gazap.. gibi zahiren muzır unsurların esası ve merkezi; şeytanın vesvese ve telkinlerine açık, âdeta ona santrallik vazifesi yapan bir mekanizmanın adıdır. Fakat bilinmesi gerekir ki, bu mekanizma aynı zamanda tahavvül ve terakkiye de açıktır; insanın mânevî âlemlere yükselmesinin önemli bir vesilesidir. Ancak onun bu olumlu misyonu eda edebilmesi, serkeş bir atın ağzına gem vurulup binit olarak kullanılması gibi, semavî disiplinlerin kontrolü altında terbiye ve tezkiye edilmesine bağlıdır. Aksi takdirde kendi haline bırakıldığında o, sürekli heva ve hevesin peşinden koşacak, hayvanî ve cismanî arzuların esiri olup fenalıkları kovalayacak ve neticede bir yerde, insanın baş aşağı uçurumdan yuvarlanıp gitmesine sebep olacaktır.

Sütten Kesilmeyen Çocuk

İmam Bûsîrî meşhur kasidesinde terbiye görmemiş nefsin halini şöyle bir teşbihle dile getirir:

وَالنَّفْسُ كَالطِّفْلِ اِنْ تُهْمِلْهُ شَبَّ عَلَى      حُبِّ الرَّضَاعِ وَاِنْ تَفْطِمْهُ يَنْفَطِمِ

“Nefis tıpkı süt emen bir çocuk gibidir. Şayet (vakti geldiği hâlde onu sütten kesmez de) kendi hâline bırakırsan, süt emme arzusu gittikçe kuvvetlenir. Bir kere sütten kesme iradesini gösterebilirsen, o zaman da sütten kesiliverir.” Evet, nefis önemli ve ikna edici deliller kullanılarak zamanında ve mevsiminde sütten kesilecek olursa onun sınır tanımaz arzularına gem vurulmuş olur. Fakat -hafizanallah- nefis, bohemliğe açık hâlde bırakılır ve menfi duygu ve düşüncelerin tesirinde büyürse, daha sonra hiç söz dinlemez bir hâle gelir; gelir de insana sürekli kendi arzularını, kendi heveslerini, kendi kaprislerini dayatır. Bu ise hakikatle kişi arasında bir kısım mânia ve perdelerin meydana gelmesine, husuf ve küsuf yaşanmasına sebep olur. İşte bu itibarladır ki, nefsinin esiri, nefsine ait problemlerin hamallığını yapan böyle bir kişinin başkalarına örnek olması ve onları hayra yönlendirebilmesi mümkün değildir. O hâlde insana düşen vazife, öncelikle problemi kendi içinde, nefsinde çözmesidir. Bunun yolu ise, iradenin hakkını verip nefsin sınırsız arzu ve isteklerine karşı bir yerde “dur” deyip önüne geçmek, meşru dairedeki zevk ve lezzetlerle iktifa edip onun harama adım atmasına fırsat vermemektir. Böylece o, sürekli kötülükleri emredip duran “emmare” mertebesinden kurtarılıp tavır ve davranışlarını sorgulayan ve kendini levm eden “levvame” mertebesine yönlendirilmiş, hatta Rabbiyle münasebeti açısından vicdanı tam oturaklaşmış hâlde “mutmainne” ufkuna yükseltilmiş olacaktır. Ayrıca insan pek çok zararlı unsurdan Allah’a sığındığı gibi, şeytanın, insan mahiyetindeki santrali olarak vazife yapan kendi nefsinden ve kendi benliğinden de sabah akşam Allah’a sığınmalıdır. Yoksa nefis problem üretmekten vazgeçmeyeceği gibi, insan da sırtında nefse ait pek çok problemi taşımaktan kurtulamayacaktır.

Cihadın En Büyüğü

Esasında Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir savaştan dönerken, “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.” (el-Beyhakî, ez-Zühd, 1/165) ifadesiyle insanın nefsiyle olan mücadelesini ‘en büyük cihad’ olarak beyan buyurması meselenin ehemmiyetini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Bu ürpertici beyanın, Müslümanlar açısından çok önemli ve kritik olan büyük bir savaşın dönüşünde söylenmesi de, nefisle mücadele etme ile düşmanla yaka paça olma arasında bize bir mukayese imkânı vermektedir.

Bir de böyle bir sözün, zaferin tam hissedilip duyulduğu bir zamanda söylenmesi çok manidardır. Çünkü bazen çok önemli bir söz söylenir, fakat insanların ruh haletleri nazar-ı itibara alınmaz. Dolayısıyla muhatapların ruh haletleri hesap edilmeden ifade edilen böyle bir söz istenen seviyede gönüllerde tesir meydana getirmez. Bu açıdan bakıldığında söz konusu mübarek beyanın böyle bir makamda söylenmesi, Müslümanları zafer sarhoşluğundan kurtarması adına çok önemlidir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ifadeleriyle, zaferyâb olduktan sonra fatih bir ordu olarak Medine’ye giren ashabının içlerine gelebilecek olumsuz düşünceleri bertaraf etmek istemiştir.

Gerçi biz

وَالَّذِينَ جَاءُوا مِنْ بَعْدِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِإِخْوَانِنَا الَّذِينَ سَبَقُونَا بِالْإِيمَانِ وَلَا تَجْعَلْ فِي قُلُوبِنَا غِلًّا لِلَّذِينَ آَمَنُوا

“Onlardan sonra gelenler şöyle derler: ‘Rabbimiz, bizi ve imanda bizi geçen, bizden önce gelip de iman etmiş bulunan kardeşlerimizi yarlıga ve iman edenler için kalblerimizde en ufak bir gıllügış bırakma!” (Haşr Sûresi, 59/10) âyet-i kerimesinin hükmüne bağlılığımızın ifadesi olarak sahabe efendilerimiz hakkında hep hüsnüzan ederiz.  Fakat İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) onları terbiye ve tezkiyeyle vazifeli olduğundan, bir beşer olmaları itibarıyla onların ruhlarını nazar-ı itibara almış, ikaz ve tavsiyeleriyle içlerine gelebilecek bazı negatif düşüncelerin daha baştan önüne geçmeyi murad buyurmuş olabilir. Nitekim Huneyn’e giderken, bazılarının aklına, “Artık bu ordunun önünde kimse duramaz” mülâhazası gelmiş, savaşın bidayeti itibarıyla muvakkat bir hezimet yaşanmış, fakat İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) fevkalâde gayretiyle, yaşanan idbar yeniden ikbale dönmüştür.

Bunun konumuzla irtibatına bakacak olursak, evet, bazen insanlar, hak yolunda çetin bir mücadele vermiş, ciddî sıkıntılara maruz kalmış ve hatta mal ve canlarını bu uğurda feda etmiş olabilirler. Bütün bunların neticesinde Cenâb-ı Hak da, onları muzaffer kılıp kendilerine maddî mânevî fütuhât ihsan etmiş olabilir. İşte başarı ve zaferle geriye dönüldüğü böyle bir anda, insanın içinde kıpırdanmaya başlaması muhtemel bazı olumsuz duygu ve düşüncelerin daha baştan önünün alınması çok önemlidir. Hazreti Pîr’in, “Dine hizmet ettim, diye gururlanma. Müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin.” ifadeleri bu konuda önemli bir ölçüdür. Çünkü böyle bir muvaffakiyet esnasında bırakın sıradan insanları, sarsılan, başı dönen, bakışı bulanan veliler bile olmuştur.

Esasında terbiye mülahazasıyla nefsine yönelip onun faziletlerini ikmal edememiş bir insan, dünya ve ukba saadeti adına çok şey kaybetmiş demektir. Çünkü insan, cismiyle değil nefsiyle yani kendisiyle insandır. Konuyla ilgili bir hadis-i şerifte Nebiyy-i Ekrem (aleyhi ekmelüttahâyâ) şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللهَ لاَ يَنْظُرُ إِلىَ أَجْسَامِكُمْ وَلاَ إِلىَ صُوَرِكُمْ وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ وَأَعْمَالِكُمْ

“Allah Teâlâ, sizin şekillerinize ve suretlerinize bakmaz; sizin kalbinize ve (kalbden fışkırıp çıkan) amellerinize bakar.” (Müslim, birr 34; İbn Mâce, zühd 9) Şayet insanın içinde saygı hissi, kalbinde huşu ve hürmet varsa, bu, onun bütün tavır ve davranışlarına akseder. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem),

لَوْ خَشَعَ قَلْبُهُ خَشَعَتْ جَوَارِحُهُ

Şayet onun kalbinde huşu olsaydı, organları da haşyet içinde olurdu.” (Hakim et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl, 2/172) ifadeleriyle buna dikkat çekmiştir. Bu açıdan insanın kendi insanlığına yönelmesi, nefsiyle mücahedeye girişmesi ve böylece nefsiyle arasındaki problemleri halletmesi çok önemlidir. Bu önemine binaendir ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu “en büyük cihad” olarak nitelemiştir.

Bela Hâline Gelen Nimetler

Nefis, insanı günahlarla aldatabileceği gibi, bazen şahsın üzerine sağanak sağanak boşalan nimetlerle de onu tepetaklak hâle getirebilir. Mesela Kur’ân-ı Kerim,

إِنَّ قَارُونَ كَانَ مِنْ قَوْمِ مُوسَى فَبَغَى عَلَيْهِمْ

“Karun, Musa’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti.” (Kasas Sûresi, 28/78) ifadeleriyle Seyyidina Hazreti Musa’nın (ala nebiyyina ve aleyhisselâm) kavmine mensup olduğu hâlde Karun’un, elde ettiği servet ve imkânlarla tepetaklak hâle geldiğini bildirmektedir. Çünkü o, Allah’a dosdoğru inanamamış ve problemi nefsinde çözememişti. İnanıyor göründüğü hâlde, imanını, yakine çevirememiş ve bir iz’an ufkuna teveccüh edememişti. Yani kuru bilgiyi amelle mârifete dönüştürememiş, ilme’l-yakine ulaşamamış ve hele ayne’l-yakine hiç yaklaşamamıştı. Dolayısıyla bir gün gelmiş ve

إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ عِنْدِي

“O (servet) bana, bendeki bilgi ve marifet sayesinde verildi.” (Kasas  Sûresi, 28/76) deyivermişti. O, Hazreti Musa’nın yanında, yakınında olmasına ve onun kavminin içinde hayatını sürdürmesine rağmen dünyevî imkânlarla şımarmasından dolayı kaybedenlerden olmuştu.

Aynı şekilde Hazreti Musa’nın kavminden olan Samiri de aklı eren, konuşmasını bilen, el ve ayak hareketleriyle değişik beceriler sergileyebilen bir insandı. Fakat o da kendisine bahşedilen bu mârifet ve kabiliyetleri bir buzağı heykeli, putu yapmada kullanmış ve bu sebeple tepetaklak devrilip gitmişti. Öyle ki, yine Kur’ân’ın ifadesiyle “Aman bana dokunmayın, aman bana ilişmeyin.” (Tâhâ Sûresi, 20/97) diyerek hayatının sonuna kadar sürüm sürüm yaşamıştı.

Görünen o ki, problem insanın kendisinde çözülmeyince, Allah’ın nimetleri bile insan için bir bela hâline geliveriyor. Farklı bir tabirle, nimet gibi görünen şeyler, hiç farkına varmaksızın insan için bir nikmet hâline gelebiliyor. Öyle ki, marifet bir nikmet oluyor, hâkimiyet bir nikmet oluyor, idare etme imkân ve fırsatı bir nikmet oluyor, halkın teveccühü bir nikmet oluyor, belli makamları ihraz etme bir nikmet oluyor… Evet, kişi bu türlü imkânları elde edince, hiç farkına varmaksızın Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolundan ayrılıp Ramseslerin, Amnofislerin, İbnü’ş-Şemslerin yoluna sülûk edebiliyor.

Hazreti Musa zamanında vuku bulduğu rivayet edilen bir menkıbeyle mevzuu biraz daha açmak istiyorum. Vakıa bu tür menkıbelerin aslı her zaman sorgulanabilir. Fakat menkıbelerde asla değil fasla bakılır. Yani önemli olan anlatılan bir menkıbenin bizim için ifade ettiği mânâ ve bizim ondan alacağımız derstir. İşte böyle bir menkıbeye göre, Seyyidina Hazreti Musa, Tur Dağı’na giderken yolda üzerinde elbise olmadığından dolayı kumların içine girmiş birisini görür. Bu zat Hazreti Musa’dan, mal sahibi olabilmesi için Cenâb-ı Hakk’a dua etmesini rica eder. Hazreti Musa onun bu ricasını Cenab-ı Hakk’a arz edince, bu hâlin o şahıs için daha hayırlı olduğu bildirilir. Bunun üzerine Hazreti Musa, Cenab-ı Hakk’ın bu mesajını adama iletir. Fakat o, daha başka şeylerin de hayırlı olabileceği mülahazasıyla isteğinde ısrarcı olur. Neticede Allah Teâlâ, Hazreti Musa’ya o adama yardım etmesini emir buyurur. Hz. Musa’nın yardımı vesilesiyle adam bir müddet sonra elde ettiği imkânla bir koyun alır. Derken kısa zamanda geometrik bir artış meydana gelir ve adam sürülere sahip olur. Gel zaman git zaman Seyyidina Hazreti Musa yine Tur’a giderken bir yerde bir kalabalık görür. Yanlarına sokulup hâdiseyle ilgili soru sorduğunda kendisine şöyle derler: “Burada çok fakir bir adam vardı. Belli bir süre sonra Cenâb-ı Hak kendisine geniş imkânlar verdi. Fakat bu zenginlik ona yaramadı. İçki içmeye başladı. Derken bir gün içki içip kendini kaybetti, kavgaya girişti, birisini öldürdü. Şimdi de bu şahsa kısas uygulanıyor.”

Hâsılı, tarihte ve günümüzde nice örneklerde görüldüğü üzere problemlerini nefsinde halletmeyen bir insan, maddî ve mânevî mazhariyetleri dahi çok defa kendi helaketine birer sebep hâline getirebiliyor. Esasında bir nimet insanı Allah’tan uzaklaştırıyor ve onu gaflete sevk ediyorsa o, nimet değil; nimet görünümünde bir nikmettir. Evet, insanı Allah’tan uzaklaştıran şey İstanbul’un fethi bile olsa, bilinmesi gerekir ki, bu da Allah’ın insana musallat ettiği bir musibettir ve insana kazanma kuşağında en büyük hüsranı yaşatır. İşte bütün bu tehlikelerden korunmanın yolu cihad-ı ekberi yani nefisle mücahedeyi hiçbir zaman terk etmemek, nefsin hile ve tuzakları karşısında sürekli teyakkuz hâlinde bulunmaktır.