İçindekiler
İnsanın iç dünyasında iyiliğe açık menfezlerin yanında nefis adı verilen kötülüğe açık menfezler de vardır. Özellikle göz, kulak, dil gibi organlar günaha karşı kontrol edilmez ve amelde rıza-i ilahi bulunmazsa şeytanın nüfuz edeceği menfezler ardına kadar açılmış olur. Bu menfez ve pencerelere hadis-i şerifte “lümme-i şeytaniye” ismi verilmiştir. (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 3/121) Şeytan, oklarını buraya fırlatıyor, insanın kalbine bu açıklıklardan nüfuz ediyor. Ona elli türlü vesvese sinyali gönderiyor. Onu bazen bohemliğe sevk ediyor bazen onun ibadetlerini kirletiyor bazen de zihnine imana dair şüpheler atıyor. Şayet nefsin ve şeytanın kötülüklerine meydan vermek istemiyorsak onların girebileceği kapıları hiç aralık bırakmamaya çalışmalıyız.
Nefis, tıpkı çocuk gibidir; mevsiminde sütten kesmez, bir yerde onun önünü almazsanız, hayat boyu o sizin önünüzü keser. Yürüdüğünüz yol peygamber yolu bile olsa sizi rahat bırakmaz, sürekli başınıza musallat olur. Ancak bizler irademizin hakkını verir, nefsimizi tezkiye ve tasfiye edebilirsek onun şerlerinden kurtulabiliriz. Şeytanın insan mahiyetinde santrali hükmünde olan nefsimizi, latife-i rabbaniyenin santrali hâline getirebiliriz. Nefs-i emmareyi nefs-i radiyyeye tebdil etme yolunda ilerleyebiliriz. Şeytanın nüfuzuna açık olan kapıları kapattığımız takdirde, o bizi baştan çıkarmak için ne kadar uğraşırsa uğraşsın, her gelişinde bu kapalı kapılara toslayıp geri dönecektir.
Peki, Cenab-ı Hak neden nefis gibi can alıcı bir düşmanı mahiyetimize yerleştirmiştir? Onu mahiyetimize yerleştirmiştir çünkü ona sahip olduğumuz için ondan gelebilecek saldırılara karşı hazırlıklı olma ve kendimizi koruma ihtiyacı hissederiz. Çeşitli oyunlarıyla ayağımızı kaydırmak için pusuya yatmış bu düşmanla başa çıkabilmek için ömrümüzü sürekli bir mücadele içinde geçiririz. İstikametimizi koruyabilmek için her daim zikirle, ibadetle, duayla Cenab-ı Hakk’a teveccüh eder, O’nun yardımına baş vururuz. Cenab-ı Hakk’a sığınmak suretiyle bizi çeşitli kötülüklere sevk eden nefs-i emmarenin şerrinden emin olmaya çalışırız. Yani nefis tehlikesi karşısında sürekli teyakkuz ve murakabe hâlinde bulunur; riyazat, mücahede, zikrullah, seyr ü sülûk ve ibadet ü taatle onu terbiye ve tezkiye etmeye, takva dairesine girip korunmaya çalışırız. Dolayısıyla bunca hayırlara vesile olduğu için nefse rahmet okusak yeridir!
Enaniyet ve Nifak Asrı
Yaşadığımız çağ, enaniyet çağı olduğu için nefisler daha da azmıştır. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki insanlar gerçekte bir damla iken kendilerini derya gibi göstermek istiyorlar. Bir zerre iken Güneş olma sevdasına tutuluyorlar. Hele bir de büyük makamlara gelmişlerse daha büyük beklentilere giriyorlar. İstiyorlar ki gittikleri her yerde alkışlarla karşılansınlar, karşılarında el-pençe divan durulsun. Kendileri için ayağa kalkılmasından, saygı ve takdir görmekten çok hoşlanıyorlar. Başkalarına tepeden bakıyor, herkesi kapı kulu gibi görüyorlar. Haşa, kendilerine bir “ilah” demedikleri kalıyor. Belki içten içe bu düşünceye de kapılıyor ama bunu izhar edemiyorlar. Firavun açıktan açığa bunu söyleme küstahlığında bulunmuştu. Ama bu enaniyet asrının makam sahipleri aynı zamanda münafık karakterli oldukları için bunu açıktan söyleyemiyorlar.
Bu tür karakterlerden bazıları, bakarsınız Kâbe’de Mültezem’e yüzünü koymuş ağlıyordur veya Hacerü’l-esved’e elini yüzünü sürüyor, Allah’a yalvarıp yakarıyordur. Fakat bunları yaptığı aynı anda kalbi en az Ebu Cehil’in kalbi kadar kirlidir. Allah’a en yakın göründüğü aynı anda insanlar tarafından görülmek, bilinmek, takdir edilmek ister. En büyük mukaddesatını, dinî değerlerini kendi çıkarlarını elde etmek için bir basamak olarak kullanmaktan kaçınmaz. Bu yüzden onları gerçek yüzleriyle tanımak, duygu ve düşünce dünyaları itibarıyla analiz etmek çok zordur. Bunu yapamadığınız zaman da sırtınızdan hançer yiyebilirsiniz. Kimsenin kalbini yarıp bakamayacağınız için ağzı “Allah” diyen, sürekli dinden diyanetten bahseden kimseler karşısında aldanabilirsiniz. Bu yüzden herkese hüsnüzan etmenin yanında adem-i itimat prensibini de ihmal etmemeliyiz. Test etmeden, birkaç defa imbikten geçirmeden kimseye sırtımızı dönmemeliyiz.
Evet, insanın kendisini mualla ve müzekkâ bir vaziyette görmesi ona şeytanın pabucunu dama attıracak günahlar işletir. İşin tuhaf yanı, böyleleri en büyük günahları işleseler de hâlâ kendilerine kurtuluşa ermiş bir Müslüman nazarıyla bakarlar. Allah’a inandıklarını iddia ederler ama gerçekte farkına varmadan bir yarış atı gibi bir sürü geçici mabudun arkasından koşarlar. Allah’a kulluk ettiklerini zannederler. Aslında dünyaya, bohemliğe, bedenî hazlarına, şehevî arzularına, beşerî garizelerine taparlar. Dolayısıyla geçmiş dönemlerin Lat, Menat, Uzza, İsaf ve Naile gibi putlarına tapanlarla bunlar arasında pek çok açıdan benzerlikler bulabilirsiniz.
Kendi arzu ve isteklerinden kurtulamayan, kapris ve beklentilerinden vazgeçemeyen biri, tam anlamıyla Allah’a kul olamaz. Farklı farklı putlara tapmaktan kurtuluşun yolu Allah’a kulluktan geçer. Allah’a hakiki anlamda kul olabilen kimse dünyaya ve dünya zevklerine ait bütün putları elinin tersiyle iter.
Her Şey Allah’tan
Her şeyi Allah’tan bilenler kazanır; -iradenin hakkı mahfuz- bazı şeyleri kendilerine nispet edenler ise kazanma kuşağında üst üste kayıplar yaşarlar. İnsan “ben” demekten kaçınmalı, ben’den “biz” basamağına sıçramalı, ardından da Hüve’yi (O) temaşa etmelidir. Ben’den vazgeçip “biz” demek önemlidir zira vifak ve ittifakın sağlanması buna bağlıdır. Ancak vifak ve ittifaka bağlı olarak gelen eltâf-ı Sübhaniye de yine O’ndandır. Yani “biz” demenin kendine mahsus bir değeri olsa da işin nihayetinde mesele Hüve’ye dayanır.
“Hû” (O) zamiri, ıtlakıyla (manasındaki mutlaklıkla) bütün Esmâ-i Hüsnâ’yı ve Sıfât-ı Sübhâniye’yi ifade eder. Aynı zamanda, Zat-ı Baht’ın nakâbil-i idrak (idrak edilemez) olduğuna da bir imada bulunur. Eğer bize, Kendisine hitap ederken, tazarru ve niyazda bulunurken “Sen” deme iznini vermemiş olsaydı, bu hitabı kullanmak O’na karşı saygısızlık olurdu.
İnsanın bir kısım falsolardan kurtulabilmesi veya karşılaştığı problemleri aşabilmesi bir yönüyle mahiyetini tanımasına, acziyetinin farkına varmasına ve Allah karşısındaki konumunu doğru tayin edebilmesine bağlıdır. İnsan kendini tanıyamaz, kendi mahiyetine karşı körlük yaşarsa kendisinde büyüklük vehmetmeye veya sahip olmadığı faziletleri kendisine nispet etmeye başlar. Oysaki bizim varlığımız bile bize ait değildir. Allah’tan peşi peşine gelen karelerden ibaretiz. Allah’a ait ef’âlin (fiiller), ef’âlindeki âsârın (eserler), O’ndan gelen tecellilerin tecessüm etmiş şekliyiz.
Bayezid-i Bistâmî Hazretleri, Allah’a otuz yıl ibadet ettikten sonra âlem-i gayptan şu nidayı işittiğini söylemiştir: “Ey Bayezid! Cenab-ı Hakk’ın hazineleri ibadetle doludur. Eğer gayen Allah’a ulaşmaksa, O’nun kapısında kendini küçük gör ve amellerinde ihlaslı ol.” Kendini küçük görme ve amelde ihlaslı olma, insanın her sene hacca gitmesinden de, bütün bir ömrünü oruçlu geçirmesinden de, her gün bin rekât namaz kılmasından da daha hayırlıdır. Böyle biri, yaptığı ibadet ü taatleri, işlediği hayır ve hasenatı Allah’ın görmesini, bilmesini yeterli bulur, dolayısıyla kimseye kendini göstermeye, sesini duyurmaya çalışmaz. Böyle biri Allah için başlar, Allah için işler, Allah için konuşur, her işinde Allah’ın rızasını gözetir.
Gerçek İlim Marifetullahtır
Ne acıdır ki bütün bunlar günümüzde en az bilinen hakikatlerdir. Maalesef günümüz insanı kendini doğru okuyamıyor, kendini keşfedemiyor. Kendini bilmediği için Rabbini de doğru tanıyamıyor. Enfüs âleminde kendisinin ârifi olmayan (kendini bilmeyen) bir insan, âfâkta arif-i billah (Allah’ı bilen) da olamaz. Günümüzün Müslümanları bile Allah’ı bilinmesi gerektiği gibi bilemiyor, takdir edilmesi gerektiği gibi takdir edemiyorlar. “Allah” derken de “Müslümanım” derken de kelime-i şahadeti telaffuz ederken de farkına varmadan yalan söylüyorlar. Kendi mahiyetlerini tanımadıkları, enfüsi tefekküre yönelmedikleri için Allah’ı da tanıyamıyorlar.
Bugünün insanı, nazarını hep dış âlemde gezdirdiği için kendi eksik ve kusurlarını göremiyor. Sürekli başkalarının kusur ve ayıplarıyla meşgul oluyor ama bir kere dönüp kendisine bakmıyor. Oysa başkalarında kusur arayan bir insan ömür boyu hep kusur irtikâp eder durur. Dönüp kendine bakmayan, kendi kırık ve gediğini tamir etme azm ü ikdamı içinde olmayan, hata üstüne hata işler; eğrilmelerini yeni eğrilmeler takip eder. Böyle birinin Allah’ı bildiğinden söz edilebilir mi?
Gerçek ilim, marifetullahtır. Gerçek ilim, basar ve basiretlerin O’nu ihata edemediğini, mahiyet-i nefsü’l-emriyesine göre kavrayamadığını itiraf etmektir. Gerçek ilim, enfüsten başlayarak âfâkın en zirve noktasına kadar varlık ve eşya üzerinde nazarlarını gezdirirken mülâhazalarını hep “Hû” hakikatine bağlayabilmektir. Varlığa Allah hesabına bakabilen kimse, bilme yoluna girmiş demektir. Böyle bir yola gireni de Allah kendi cehaletiyle baş başa bırakmaz. Bilinmesi gerekli olan şeyleri ona talim eder.
