İçindekiler
Bu fani dünyada her şey gibi insan da geçicidir. İnsanlar bu dünyaya bir bir gelir, dünyadan bir bir giderler. Gidenleri gelenler takip eder, onları da başkaları. Kendini burada kalıcı zannedenler, hiç ummadıkları bir anda öyle yuvarlanıp giderler ki geride kalanlar hayretle seyrederler. Madem yolun sonu herkes için ötelere çıkıyor, öyleyse güzel gitmeye çalışmak gerekir. Güzel gitmenin yolu da hayatı güzel yaşamaktır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bizleri şu sözüyle ikaz eder: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz.” (Ali el-Kârî, Mirkâtü’l-mefâtîh, 1/219; el- Sehârenfûrî, Bezlü’l-mechûd, 9/78) İnsan dünyada hangi yolda yürüyorsa, ahirete o yolun kendisini götürdüğü yerden gider. Bu gidiş ya yuvarlanma şeklinde olur ya da kanatlanıp uçma; ya dipsiz bir çukura yuvarlanma ya da zirvelere doğru kanatlanma. Nasıl ölmüşse ahirette öyle diriltilir. Hepimiz bu dünyada iradelerimizi bir tığ ve iplik gibi kullanarak ebediyetimize dair bir dantela örüyoruz. O dantelanın güzelliği de çirkinliği de bizim niyetlerimize, tercihlerimize ve amellerimize bağlıdır.
Ömür dediğimiz şey kısa bir zaman diliminden ibarettir. Şayet imanımız, ihlasımız ve amellerimizle onu nemalandıramamış, yediveren başaklar hâline getirememişsek beyhude yaşamış oluruz. Bu kısacık ömrümüz, ebedî hayatı kazanmaya vesile olacaksa değer taşır; aksi hâlde ne işe yarar! İnsan, bir damla ömrünü öbür tarafta deryalara çevirebilmeli, bir zerreciği güneşe dönüştürebilmelidir. Sınırlı bir hayatı sınırsız kılacak bir iksir varsa o da niyetimizdir. Binlerce sene yaşasak bile aynı kulluk çizgisinde devam etme azm ü cehdimizdir. İnsanın bu dünyadaki kastı, niyeti ve vird-i zebanı ne ise ahirette ona göre muamele görecektir. Kısacık ömründeki sınırlı ibadetlerine değil; niyetinin duruluğuna, saffetine, Allah rızasına ne ölçüde kilitli olduğuna bakılacaktır.
Ebedî Kazanç ya da Ebedî Hüsran
Ömrünü Allah’a müteveccih yaşayan kimse hiçbir zaman kaybetmez. O, kayıp gibi görünen bela ve felâketleri bile kazanca dönüştürür. Bu gelip geçici musibetlerin ikaza yönelik olduğunu bilir, onları birer “şefkat tokadı” olarak görür ve sabırla karşılar. İlk anda çok acı olan olumsuzlukların sabır iksiriyle şeker şerbetlere dönüştüğünü bilir. Sabrın âhireti adına büyük getirileri olduğuna inanır. Bu yüzden ilk şok anında sarsılmaz, yönelmesi gereken kapıya yönelir, yardım ve inayeti yalnızca Allah’tan bekler. Yaşadığı mağduriyet, mazlumiyet ve mahkumiyetleri terakkisine vesile kılar; bunlar aracılığıyla üveyikler gibi zirvelere kanatlanır. Yaşadığı sıkıntılar karşısında Allah’a öyle bir teslimiyet gösterir ki başkalarının geçici tesellilerine dahi ihtiyaç duymaz.
Böyle biri dünyaya takılmaz, dünya peşinde koşmaz, onu bir mihrap hâline getirmez. Dünya, arkasından gelebilir ama ona zarar vermez. Gönlünü Allah’a vermiş böyle bir mümin, dünyayı da ukba istikametinde değerlendirmesini bilir. Kur’ân’ın emrine uyup Allah’ın kendisine ihsan ettiği nimetlerle ahiret yurdunu kazanmaya çalışır. Dünyanın güzelliklerini gönlüne yerleştirmez. O’ndan geleni yine O’na gönderir. Bunu yaparken de yüreği sızlamaz. Tıpkı varını yoğunu getirip Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) veren Hz. Ebu Bekir veya beş yüz deveyi yüküyle birlikte Allah yolunda infak eden Hz. Osman gibi. Onun tek endişesi vardır; o da yaptığı infak ve hayrın Allah katında makbul olup olmadığıdır. Taparcasına dünyaya bağlı olan, ektiği her şeyin hasadını burada yapmaya çalışanlar ise hiç farkına varmadan kendileri hasat edilirler.
Karun gibi servet peşinde koşanlara veya Firavun gibi büyüklük taslayanlara gelince onlar dört elle dünyaya sarılmış ama sahip oldukları güç ve imkânların ellerinden gitmesine engel olamamışlardır. Firavun, Nemrut gibi nice diktatörler, bütün güç ve saltanatı ellerine geçirseler de yolun sonunda bir çukura yuvarlanıp gitmişlerdir. Kendileri bu dünyada kalıcı olamadıkları gibi baskı, zulüm ve tahakkümle kurdukları sistemler de gümbür gümbür yıkılmıştır. Çünkü bunlar fani blokajlar üzerine bina edilmişti, sağlam bir statiği yoktu. Kurdukları sistem yıkıldıktan sonra arkadan gelen takipçileri bile onların hatıralarına saygı göstermemiş, heykellerini yıkmış , her yerden isimlerini bile kaldırmışlardır. Saygı ve itibar ararken lanetle anılan “cebabire”den (cebbarlar, zorbalar, zalimler) biri hâline gelmişlerdir. Arkalarından, “Ne kendi eyledi rahat ne halka verdi huzur. Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubur.” dedirtmişlerdir. Böyleleri dünyada rahat edemedikleri gibi mezarda, berzahta ve ötesinde de huzur yüzü göremeyeceklerdir.
Başta peygamberler olmak üzere onların yolunu takip eden inanmış ruhlar ise yaptıklarıyla ve geride bıraktıkları eserlerle birer yâd-ı cemil hâline gelmişlerdir. Tebessümle yaşamış, tebessümle ötelere yürümüşlerdir. Muhtemelen onlar, ölümü bile tebessümle karşılamışlardır. Kim bilir böylelerine Hz. Azrail veya yardımcıları nasıl güzel bir keyfiyette geliyor ve onlara ne güzel müjdeler veriyorlardır. Zira insan yaşadığı gibi ölür ve öldüğü gibi de haşrolur. Allah güzel yaşamayı, güzel bir şekilde ölmeyi, öldüğümüz gibi dirilmeyi nasip etsin ve ahirette de bizleri güzel nimetlerle serfiraz eylesin.
Fani Hayatı Bakileştirmenin Yolu
Dünya geçici bir misafirhanedir; bizler de onun geçici misafiri yolcularız. Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) beyanlarında belirttiği üzere bizim dünya karşısındaki durumumuz, uzun bir yolculukta kısa süreliğine bir ağacın gölgesinde istirahat eden yolcunun hâline benzer. Yolcu biraz dinlenir sonra tekrar bineğine biner ve yoluna devam eder. Ebediyet karşısında altmış, yetmiş yıllık bir hayatın ne kıymeti olabilir ki? Bir insanın ömrü değil, bütün insanlığın ömrü bile ebediyetin yanında sadece bir ân-ı seyyale (hızla geçip giden bir an) hükmündedir. İçinde bulunduğumuz dünya ile göç edeceğimiz ebediyet diyarı arasındaki farkı idrak edebilirsek ona göre bir hayat yaşarız. Gönlümüzü bu muvakkat misafirhaneye kaptırmayız. Kur’ân’ın emrine uyar, Allah’ın bize ihsan ettiği imkân ve nimetlerle ahiret yurdunun peşine düşer, soluk soluğa onu takip eder, onu kazanmaya çalışırız. Öbür tarafa gittiğimizde nedametle kıvranmamak, “keşke”lerle inlememek için, bir şimşeğin çakması gibi gelip geçen bu hayata aldanmaz, ebedî ışığa karşı gözümüzü kapatmaz, ahirete karşı bir körlük yaşamayız.
Ne var ki günümüzde çokları böyle bir körlük içindedir. Bütün dertleri dünya olmuş. Varsa da dünya, yoksa da dünya! Dünyaya öylesine bağlanmışlar ki onu elde etme uğruna dinî değerleri bile istismar etmekten çekinmiyorlar. Sanki ebediyen burada kalacaklarmış gibi davranıyor, bilerek ve isteyerek dünya hayatını ahirete tercih ediyorlar. “Kazanmak” deyince Karun gibi sadece dünyayı düşünüyor, ahireti unutuyorlar. Nice servi revan canlar, nice gül yüzlü sultanlar, nice Hüsrev misali hanlar dünya sevdasına kapılmış, bu deryada boğulup gitmişlerdir.
Bu yüzden çoklarının aldanmasına bakmadan gönlünü Allah’a vermiş müminler bu fani hayatı bakileştirmenin yollarını aramalıdır. Dünya tarlasını ahirette mahsul verecek şekilde ekmeli, hasadını da oraya bırakmalıdırlar. Dünyada hangi yolda yürüyeceklerini dikkatle seçmeli, dünya koridorunu geçip üveyikler gibi melekût âlemlerine kanat açmalıdırlar. Kısacık ömürlerini, azıcık sermayelerini öyle bir değerlendirmeliler ki onunla ebedî ikametgâhı satın alabilsinler. Ebediyet yolunda çekilen sıkıntılara da aldırmamalıdırlar. Yolun sonunda ilâhî maiyet, ilâhî teveccüh, ilâhî lütuf ve nimetler varsa, buradaki meşakkatlere katlanmaya değmez mi? Cennetin baş döndüren kokusunu duyan bir insan geriye dönüp baktığında şöyle diyecektir: “Elde ettiğim bu kazanımlar karşısında dünyada verdiğim, feda ettiğim şeyler meğer ne kadar küçükmüş!” Bir damla verip deryaya kavuşan, bir zerreyle güneşlere ulaşan bir insan için kayıptan söz edilebilir mi?
