Mukaddes Değerler ve Uyku Bilmeyen Gözler

Mukaddes Değerler ve Uyku Bilmeyen Gözler
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Bir hadis-i şerifte, Cehennem ateşinin dokunmayacağı iki gözden bahsedilirken, bunlardan birinin hudut boylarında göz kırpmadan nöbet bekleyen göz olduğu ifade edilir. Günümüz şartları açısından hadis-i şerifte nazara verilen uyûn-u sâhireyi nasıl anlamalıyız?



Cevap: Uyûn-u sâhire lügat mânâsı itibarıyla uyku bilmeyen ve her zaman uyanık duran gözler demektir. Bu tabir, sınır boylarında, sızmalara karşı titiz bir şekilde ve uyanık bir vaziyette pürdikkat nöbet bekleyen er oğlu erler için kullanılır. Onlar “aman ülkeme, dinime, neslime, nefsime, geleceğime, toprağıma, bayrağıma… bir zarar gelmesin” diye gözlerini kırpmaksızın sabaha kadar nöbet tutarlar. Sizin de soruda belirttiğiniz gibi Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu uyûn-u sâhireyi şöyle müjdelemiştir:


عَيْنَانِ لَا تَمَسُّهُمَا النَّارُ: عَيْنٌ بَكَتْ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ ، وَعَيْنٌ بَاتَتْ تَحْرُسُ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ


“İki göz vardır ki onlara ateş dokunmaz: Allah haşyetinden gözyaşı döken göz ile Allah yolunda nöbet tutarak gecelerini uyanık geçiren göz.” (Tirmizi, Fedâilu’l-cihâd 7)



İçteki Tehlike ve Erken Teşhis



Efendimiz’in bu ifadeleri o günün şartlarında sınırları bekleyen bir insan için hakikaten önemli bir avans ve mükâfattır. Böyle bir iltifat karşısında o insanlar ülkelerini ve dinlerini koruma adına gözlerini kırpmadan beklerler/beklemişlerdir. Fakat günümüzde dinimize, gençliğimize, ülkemize, ülkümüze yönelik tehlikeler daha farklı bir boyut kazanmıştır. Asrımızda, bir çaşıt (casus) gibi içimize girmiş öyle tehdit ve tehlikeler vardır ki, âdeta onlarla iç içe yaşıyoruz. Evet, dinimize, diyanetimize, maziden tevârüs ettiğimiz değerlerimize yönelik öyle projeler, alternatif planlar nifak perdesi altında içimize girmiştir ki, her an çok ciddi tahribatla karşı karşıya bulunuyoruz. Bütün bunlara karşı sürekli ızdırap hâlinde olma, “amanın, ülkemiz, ülkümüz, milletimiz, dinimiz, diyanetimiz bir kere daha payimal olmasın!” deyip inleme, “ruhumuzun âbidesi bir kere daha yerle bir edilmesin” mülâhazasıyla gözünü kırpmadan hep teyakkuz hâlinde bulunma, sınır boylarında nöbet bekleyen uyanık gözler gibi, uyûn-u sâhire kategorisi içine girer.



Bu gözler, sürekli dikkat ve temkin hâlinde bulunduklarından nereden bir tehlike gelecekse onu çok erkenden görüp önlemeye çalışır, muhtemel tehlikeleri engellemek için o eski kaleler gibi bir sur değil, alternatif pek çok surlar oluştururlar. Evet, onlar tehlikelere karşı öyle surlar inşa ederler ki, hücum edenler birini yıktıklarında diğer bir sur karşılarına çıkar, onu da yıkacak olurlarsa bir başka aşılmaz surla karşılaşırlar.



Kapalı Gözler ve Güdülen Toplum



Atalarımızı ta’n u teşni etmekten Allah’a sığınırım. Çünkü Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) ölüp gitmiş insanları kötü yönleriyle değil, güzel yanlarıyla anmamızı tavsiye buyurmuştur. Biz de elden geldiğince onları hep iyi yanlarıyla anmaya çalışırız. Bununla birlikte bir hakikati ifade etmeden de geçemeyeceğim. Ne acıdır ki, bir dönemde dünyaya karşı kapandığımızdan dolayı bir yönüyle güdülür hâle gelmişiz. Uyanık olmayıp kendimizi gaflet ve rehavete saldığımızdan başkaları tarafından sevk ve idare edilme durumuna düşmüşüz. Dünyaya açılma gibi plan ve projelerimiz olmamış. Bu konuda iddialı olan ve milletimiz için hamasî destanlar kesenlerin bile ciddi, kalıcı, uzun soluklu tek bir projelerinden bahsedilemez. Bir kapalılık dönemine girmişiz ki, bu dönemde yiyip içip, yan gelip kulaklarımız üzerine yatmışız. Bu durum aynı zamanda bizi heyecanlarımız, hislerimiz ve gerçek hamaset duygularımız açısından da felç etmiştir. Eğer erken bir dönemde bu tehlikeleri görüp fark edecek uyanık gözlere sahip olsaydık, her şeyi yeniden tecdide tâbi tutabilir, gerekli tedbirleri alarak içimize giren tehlikelerin önüne setler çekebilirdik. Bu yapılabilseydi, neticede bu ölçüde kötü bir akıbete maruz kalmazdık. Evet, çevremizi ve içinde bulunduğumuz dünyayı çok iyi görüp doğru okuyabilsek, zuhur eden tehlikeleri erken dönemde teşhis edebilsek ve en önemlisi bunlara karşı engelleyici alternatif bariyerler oluşturabilseydik durum şimdikinden çok daha farklı olabilirdi.



Günümüzde ruh ve mânâ köklerimizden süzülüp gelen değerleri bütün insanlığa duyurma adına bir kısım gayretler mevcut olsa da diğer yandan kötülük düşünen, kötülük tasarlayan şahıs ve şebekelerin boş durmadığı da bir vakıadır. Âdeta koca bir dünya kaynıyor. Bu arada bazı yerlerde insanlar başlarındaki tiranları devirmeye çalışıyor. Fakat unutulmamalıdır ki, eğer bir toplumda bir kısım dejenerasyon ve deformasyonlar yaşanmışsa, bunları yeniden formuna sokmak için hangi yol ve usûllerin takip edilmesi gerektiği çok iyi hesaplanmalıdır. Siz insanları birdenbire düzeltemezsiniz. Uzun zaman dinden uzak kalmış ve seküler bir hayat tarzına âdeta inhimak etmiş insanları yeniden kendilerini doğru okuyabilecekleri bir konuma ulaştırmak belli bir zamana vâbestedir. Bu açıdan ıslah adına ortaya konacak bütün plan ve projelerin baştan sona çok iyi hesaplanması gerekir. Hele mesele bir iman meselesiyse, sağlam bir düşünce ve ahlâk blokajına oturmuş insan yetiştirme mevzuu ise ve siz bu problemleri çözemediyseniz, Mefisto bir kez daha oyununu oynayacak ve insanlık bir kez daha ona yenik düşecektir.



Kaos ve Kargaşadan Nizama Yürünmez



Evet, yapılması gerekenler yapılmadıktan sonra bir toplum içindeki başkaldırmalar çok defa karambole olur. Belki işin içinde hüsn-ü niyetle hareket eden pek çok insan vardır. Ancak karambol hâdiselerden nasıl bir sonuç çıkacağını kestirmeniz mümkün değildir. Bu sebeple karambolün hâkim olduğu hamle ve hareketler hakkında benim hep endişelerim olmuştur. Asıl konumuza dönecek olursak, bütün bunlar uyurgezerliğin, hâdiseleri doğru okuyamamanın, onları gözü kapalı bir şekilde değerlendirmenin sonucudur. İşte bir toplum içindeki uyûn-u sâhire sahipleri, bütün bunları önceden görüp ona göre tedbir almasını bilen gözlerdir. Mesela, Seyyid Kutup hayatı boyunca çok samimane mücadele etmiştir. Zaten o, mücadele duygu ve düşüncesinin var olduğu bir hanede neşet etmiştir. Babası, annesi, kardeşi hep aynı düşüncenin insanlarıdır. “Fî zılâli’l-Kur’ân” veya “el-Adâletü’l-içtimâiyye” gibi eserlerine bakacak olursanız kendisinin de pürheyecan, hiç tereddüt etmeden ölümü göğüsleyebilecek bir insan olduğunu görürsünüz. Nitekim vefatından önce Nasır’ın adamları kendisine gelerek Nasır’dan özür dilemesi halinde affedileceğini ve asılmaktan kurtulacağını söylemişler ancak o, bir müminin asla bir kafirden özür dilemeyeceğini söyleyerek bu teklifi kabul etmemiş ve ölürken bile kendisine yakışır şekilde vefat etmiş, şehitlik unvanıyla ötelere yürümüştür. Fakat bu zat onca mücadelesine rağmen hapishanede yazdığı son hatıralarında “Biz iman meselesinde zühul etmişiz. Toplumun dertlerine esas derman iman reçetesiymiş. İşte biz bunu görememişiz.” şeklindeki ifadelerle bir hakikate dikkat çekmiştir. Öyleyse bir toplumun ıslahı için, ferdi kendi ruhuyla yeniden ikame etme ve onu yeniden inşa etme öncelikle halledilmesi gereken en önemli meseledir. Başka bir ifadeyle, eğer bir değişim gerçekleşecekse meselenin bütün yönleriyle ele alınması gerekir. Nasıl ki, bir vücudun, bütün fonksiyonlarını tastamam eda edebilmesi için o vücudun uzuvlarının bütününün canlı olması gerekir. Aynen öyle de, içtimaî hayatın ıslahı da onun bütün birimleriyle ele alınmasını gerektirir. Bir yerde boşluk bırakacak olursanız hiç farkına varmaksızın felçli bir uzuv gibi orada küt diye devrilirsiniz. Evet, eğer siz sağlam bir mantık ve muhakemeyle, hüşyar bir gönül ve basiretle hâdiseleri değerlendirmiyor, hamle ve hareketlerinizi ona göre planlamıyorsanız, ortaya koyduğunuz hamle ve aksiyonlar gider keşmekeş ve kargaşaya teslim olur. Bu sebeple, “ne”, “nasıl” yapılacak? Dinimize, diyanetimize, neslimize ve geleceğimize yönelen tehlikeler nelerdir? Güzergâh emniyeti sağlanmış mıdır? Yoksa yürüdüğümüz yolda bir kısım trafik problemleriyle karşılaşma ihtimali var mıdır? deyip bütün bunlar üzerinde derinlemesine düşünmek gerekir. İşte “uyûn-u sâhire”yi bütün bunların hepsine tamim ederek daha kapsamlı ele alabiliriz. Dolayısıyla denilebilir ki, gece gündüz hiç durmadan Allah için ağlayan gözler Cehennem’i görmeyeceği gibi, topluma, onun dinine, diyanetine, geleneklerinden süzülüp gelen değerlerine yönelik bir kısım hücumlar karşısında, yapılması gerekli olan şeyleri yapma adına muzdarip ve müteyakkız bir halde bulunan uyanık gözlere de Cehennem ateşi dokunmayacaktır.



Soru: Uyûn-u sâhire ile ızdırap arasında nasıl bir alâka vardır?



Bir insanın şahsî dertleriyle veya ailevî problemleriyle ya da daha geniş dairede mahallesiyle, kasabasıyla hatta ülkesiyle ilgili ızdırapları olabilir. İnsanın, bu ızdırapları vicdanında duyup hissetmesi onun insanlığının bir gereğidir. Fakat esas ızdırap, bütün insanlığın problemleriyle meşgul olma, onlara çareler arama, bütün insanlığa karşı bağrını, kucağını ve kalbini açma mânâsını ihtiva eden daha yüksek bir duygudur. Eğer siz bütün insanlığın maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî huzur ve saadete ermesini gerekli görüyor, hep bu mülâhazalarla oturup kalkıyor ve bunun ızdırabını çekiyorsanız, zannediyorum uykularınız kaçacak ve geceleyin yatakta yatarken bile rahat edemeyeceksiniz. Hele bir de yaşanan problemlere çareler bulamıyor, onların çözümü adına alternatif yollar ortaya koyamıyorsanız ihtimal işte o zaman yorganınızı bir kenara atıp deli divane gibi koridorlarda dolaşmaya başlayacaksınız. Evet, böyle bir ızdırap sizi uyutmayacak ve sizi uyun-u sâhire olmaya sevk eden bir sebep olacaktır.



Fakat ızdırabın asıl kaynağının Allah’a iman olduğunu bir kez daha hatırlatmakta fayda var. Yani bir insanın böyle bir ızdırabı vicdanında duyabilmesi için hakiki mânâda Cennet ve Cehennem’in ne ifade ettiğini vicdanında duyup hissetmesi, Peygamber yolunu bilmesi gerekir.



“Keşke bütün insanlığı kucaklayabilsem! Keşke onlara hangi seviyede olursa olsun sahip olduğum değerleri üfleyebilsem! Keşke ruhumun ilhamlarını onların sinelerine boşaltabilsem!” diyen ve sinesi ızdırapla dolu olan bir insanın gözüne uyku girmeyecek ve böyle birisi oturup kalkıp plan üstüne plan yapacak ve stratejiler üretecektir. O, –bağışlayın– istibra yaparken bile kafasındaki problemlerin çözümüyle meşgul olacaktır. Aklına güzel bir düşünce gelse hemen onu not edecek veya derhal konuyla ilgilenen insanlara telefon açarak bulmuş olduğu çözümü onlarla paylaşacaktır. Hatta bazen aklına gelen bir fikir ona abdestini veya nafile namazını yarıda kestirecektir. Çünkü o, toplumun değişik yaralarına karşı, bir hekim-i hâzık gibi hareket etmekte ve oturup kalkarken zihni sürekli isabetli bir mülâhaza yakalama peşinde koşmaktadır. Karşısındaki yaralı, bereli insanları iyileştirmek için kullandığı elli türlü reçetenin fayda etmediğini gören ve “acaba daha başka ne yapabilirim?” diye düşünen muzdarip bir insan, aklına bir çözüm geldiğinde, “acaba bu, onların derdine derman olur mu?” diyerek hemen onu tatbike koyulacaktır. İşte böyle bir ızdırap, insanı uyutmaz ve onu deli gibi dolaştırır.