Müfterî ne derse desin, bizim tek sevdâmız var!..

Müfterî ne derse desin, bizim tek sevdâmız var!..
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: 1999 Haziran’ında aleyhinizde estirilmeye çalışılan kaset fırtınası ve bir bardak suda boğma kampanyası günümüzde de tekrarlanmak mı isteniyor acaba? Kendi edep ve üslubunuz gereği sükutu tercih etmenize, maruz kaldığınız insafsızca hücumlara mantıkî mahmiller bulmaya çalışmanıza ve herkesle bir çeşit diyalog köprüleri kurma gayretlerinize rağmen hâlâ değişik iftira, isnat ve hatta komplolarla size saldırılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cevap : Şimdiye kadar, maruz kaldığım asılsız isnat ve ithamları bir husumetin neticesiymiş gibi değil, hep bir içtihat hatası olarak kabul ettim. Bana sağdan-soldan taş atanların kötü bir kasıtlarının olacağına ihtimal vermedim. Onların, bir içtihat mülahazasıyla konuştuklarına ve dini başka bir zaviyeden yorumladıkları için bazen bilmeyerek yakışıksız beyanlarda bulunduklarına inandım. Eğer, çok küçük ve sayıları az bir kesim, millete malolmuş bir kısım hizmetleri benim şahsımda görerek kıskançlık ve hazımsızlıkla bazı çirkin şeylere tevessül ediyorlarsa, onları da beşerî zaaflarına verdim; verdim ve en amansız şekilde hücum edenlere bile şahsım adına mukabelede bulunmayı hiç düşünmedim.

Doğrusu, benim şuna-buna mukabelede bulunmama da hiçbir zaman ihtiyaç kalmadı; zira Haziran hadisesinde de sonrasında da, toplumun yüzde seksenbeşi, aleyhimizde yapılanları bir çığırtkanlık olarak gördü; itham ve iddialara hiç inanmadı. Ben de üslûbuma aykırı hareket etme mecbûriyetinde kalmadım. Zaten verilmiş bir sözüm vardı; şu fânî dünya için kem söz söylemeyeceğime ve gönül kırmayacağıma söz vermiştim. “Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere ve zindanlarda bana yer hazırlayanlara da hakkımı helâl ettim.” diyen dava erinin bu duygularını paylaşacağıma söz vermiştim. Kimseye küsüp darılmayacağıma, Allah’ın rızasına yürüdüğümüz sevgi ve hoşgörü yolunda ölümü dahi bir bayram hediyesi gibi karşılayacağıma ve Allah’a ait hukuka karışamam ama, bana ait hiçbir haktan dolayı kimseden davacı olmayacağıma söz vermiştim. Bundan dolayı da, kendilerini “hasım” bizi de “öteki” ilan eden ve en tecavüzkar hücumlarla üzerimize gelen insanlar hakkında bile sadece hidayet duasında bulundum, “Allah hidayet etsin, sırat-ı müstakîmi göstersin” dedim. Mazhariyetlerimiz ufkundan bakınca acıdım o mahrumların hâline ve “Ya Rabbi, şu mahrumîni de merhumînden eyle” diye yalvardım. Çok üzüldüğüm anlarda bile beddua etmedim, kimseyi lanetlemedim.

Şu kadar var ki, şahsım hakkındaki iddia ve ithamları gülerek karşılasam ve mukabelede bulunmayı, hak aramayı kat’iyen düşünmesem de, en olumlu gayretler etrafında şüpheler uyararak, en yararlı sözleri sağa-sola çekerek, bölüp parçalayarak, montajlarla farklı kalıplara ifrağ ederek diyalog çalışmalarını kundaklayanları da –hidayet dileği alternatifi olarak– Azîz u Kahhâr’a şikayet etmekten kendimi alamadım; onlar hakkında da “Allah’ım, Sana havale ediyorum” demekle müteselli oldum.

Tabiatları düşmanlığa, tecavüze, anarşiye, iftiraya kilitlenmiş tahrip yanlısı bu insanları Allah’a havale ettim ve ediyorum; zira, onların yaptığı, sadece bir ferdin hakkına tecavüz değil, bir milletin bugünü ve yarınlarıyla oynamaktı, Türkiye’nin aydınlık geleceğini karartmaktı. Maalesef, bu marjinal kesim, kendi aklıyla hareket etmeyen bir kısım mütehayyir ve müteredditleri de yanlarına alarak herkesin “hoşgörü” deyip uzlaşma aradığı bir mübarek süreci dinamitlediler. Onunla da yetinmeyip, bu bir fırsattır diyerek dine hücum etti ve bütün dindarları karaladılar. Hemen herkesi bir ideolojinin insanı gibi göstererek, kimini dinci, kimini de bir tarikat mensubu diye fişleyerek irtica çığırtkanlığıyla her yerde fitne ateşleri yaktılar ve bir zaman kızıl bayraklar altında toplanıp millete, devlete yağdırdıkları aynı küfürleri bu defa da dindarlara karşı savurdular. Günümüzde de küfürler savurmaya ve fitne ateşlerini körüklemeye devam ediyorlar.

Onları bir ölçüde anlamak ve “Kendi kötü tabiatlarını ortaya koyuyorlar, vazifelerini yapıyorlar.” demek mümkün. Fakat, milletimizin gelişip büyümesini istemeyen bir kısım dış güçlerin piyonluğunu yapanları, bazı vaadlere aldanarak onların ardına takılanları, dün vatan ve millet düşmanı bildikleri kimselerle bugün kolkola çalışanları nereye koyarsınız? Evet, dünün dostlarının bugünün düşmanlarıyla yanyana ve elele olmasına hayret ediyorum.. hayret ediyor, gönül koyuyor ve “değer miydi?” demeden edemiyorum: Değer miydi, bir kaç senelik dünya uğruna ahireti tehlikeye atmaya? Değer miydi makam-mansıp adına din düşmanlarına el uzatmaya? Değer miydi para-pul hatırına onca dosta ihanet etmeye? Değer miydi?..

Evet, şahsım adına maruz kaldığım yalan, tezvir, itham ve iftiralara tahammül edebiliyor ve her şeyi sineme çekebiliyorum. Fakat, dinine ve milletine hizmetten başka bir sevdası olmayan, “Bu bir gönüllüler hareketi dir” deyip kendi üzerine düşen yükü omuzlarken herhangi bir dünyalık beklentiye de girmeyen bahtiyarlara atılan iftiralar ve onlar hakkındaki komplolar karşısında çok üzülüyorum. Hele bana isnad edilerek o mübeccel hizmetlerin aleyhinde olunmasına ve muasır medeniyetlerin de önüne geçmesi muhtemel Türkiye’nin yolunun tıkanmasına dayanamıyorum. Aslında, bana ve benim şahsımda gönüllüler hareketine yapılan hakaretleri hiç çekinmeden bütün dünyanın duyacağı şekilde, yapanların yüzlerine vurabilirim. Ne var ki, ülkemizin her zamankinden daha çok sulhe, sükûna, iç huzura ve devlet-millet kaynaşmasına muhtaç olduğu bir dönemde, bize yapılanlar ne olursa olsun, katlanmak mecburiyetinde olduğumuz kanaatindeyim.

İşte bu duyguyla, seneler var ki, zulmü lânetlemek, zalimin yüzüne tükürmek, müfterîye ağzının payını vermek, komplocuya “yeter artık” demek tâ dilimin ucuna kadar geliyor ama milletimin sulh, sükun ve iç huzurunu düşünerek kimseye bir şey demiyor; Allah’ın görüp bildiğini düşünüyor; karakter, düşünce ve üslûbumun hatırına herkesin yalan-doğru sesini yükselttiği durumlarda bile ben bir “Lâ Havle” çekip “Buna da eyvallah” demekle yetiniyorum. Müsaadenizle, bir münasebetle söylediğim sözü tekrar edeyim: “Ne yapalım, Allah, ısırmak için bir diş, parçalamak için de vahşî bir pençe vermemiş, elimizden bir şey gelmez ki…! Ayrıca, herkes kendi karakterinin gereğini sergiler, karakterimize rağmen farklı bir tavır takınmayı kendimize karşı saygısızlık sayıyoruz ve böyle bir saygısızlığı irtikâp etmemek için, gürül gürül konuşacağımız bir yerde sadece yutkunmakla iktifa ediyoruz.”

Gerçi böyle davranmak çok defa zalimi cesaretlendiriyor, müfterîyi daha da azgınlaştırıyor, mütecâvizleri küstahlığa sevk ediyor; ama, ben kendi kendime: “Ne de olsa bunlar da insan, bir gün insan olduklarını düşünür ve bu tür münasebetsizliklerden vazgeçerler.” diyor ve herkesin insafa geleceği bir eşref saat beklemeye koyuluyorum.

Onlar insafa gelir mi gelmez mi bilemeyeceğim. Fakat, bildiğim bir şey var ki, isnad, itham ve iftiralarla atılmaya çalışılan çamur asla tutmayacak ve kamu vicdanı doğru ile yalanı mutlaka ayırt edecektir. Çünkü ehl-i insaf da takrir etmektedir ki, bizim, Allah’ın rızasından ve milletimizi dünya muvazanesinde hak ettiği yere taşımaktan başka bir isteğimiz olmamıştır ve olmayacaktır. Bu konuda, dinine ve milletine hizmet eden samimi insanlara güvendiğim gibi, kendi adıma da, maddî-manevî makam sahibi olmaktan, iyi bir insan olarak bilinip tanınmaya kadar her türlü dünyevî isteği Rabbime, Efendime ve dinime karşı vefasızlık kabul ediyorum. Dinime ve milletime hizmet duygusu benim biricik sevdamdır; o bütün bütün ufkumu kaplıyor ve bana başka arayışların ardına düşme ihtiyacı bırakmıyor. Zaten bu sebeple, dünya namına bir şeye sahip değilim ve kendime ait bir evim bile olmadan ötelere yürüme muradındayım. Bir başka münasebetle dediğim gibi, “Kendime ait bir zeytin dalım bile yoktur. Eğer olsaydı, onu da barışın remzi olarak hasmâne tavır takınanlara uzatırdım.”