Soru: Risaleler’de şeytanın en büyük altı hücumundan biri olarak zikredilen “hubb-u câh” ifadesi hangi hususları ihtiva etmektedir? Günümüzün insanları için de büyük bir tehlike olan bu şeytanî tuzağa karşı nelere dikkat edilmelidir?
Cevap: Nur Müellifi, “Hücumât-ı Sitte” adıyla meşhur risalesinde şeytanların en tehlikeli altı tuzağını nazara vermiş; “hubb-u cah, korku, tama’, ırkçılık, enaniyet ve tenperverlik” olarak sıraladığı bu şeytanî hücumlara karşı müdafaa yollarını göstermiştir.
Kalb Hayatının Virüsleri
Aslında, kötü ahlakın bir şubesi olarak kabul edilen haset, riya, kibir, ucub ve yeis gibi her türlü fenalık ve çirkin huy kalbî hayat için çok tehlikelidir ve bunların hepsi insan bünyesinde hastalığa sebep olan virüslere benzer birer virüstür. Virüslerin bir kısmı öldürücü olduğu gibi, manevî hayatı felce uğratan bu kötü hasletlerin bazıları da kalb ve ruhu öldürebilir. Bunların bir kısmı küfre çok yakındır; adeta onunla sınır komşusudur. İnsan onlardan birini işleyince küfrün hududuna kadar yaklaşmış ve onun tesir edici alanına girmiş olur.
Öyle bir noktada bulunan kimseye imana âit bazı güzellikler renksiz ve tatsız gelmeye başlar; küfre ait bazı çirkinlikler ise, –Allah korusun– çok televvünlü ve cazibedâr görünür. Dahası, bu öldürücü virüsler arasında öyle hayret verici bir haber ağı vardır ki, biri bünyeye girip vücudun mukavemetini kırınca, hemen diğer virüslere sinyal gönderir. Birbiriyle çok irtibatlı ve biri diğeri hesabına işleyen bu virüsler bir fâsit daire teşekkül ettirmek suretiyle içine girdikleri bünyeyi zamanla yer bitirirler. Böylece insan anbean mahiyetindeki yücelik ve nezahetten biraz daha uzaklaşıp bütün bütün olumsuzluğa ve bayağılığa açılır; yeryüzüne müsbetin temsilcisi olarak gönderilmiş olmasına rağmen, bir olumsuzluk unsuru haline gelir; Hâbil olabilecekken, hiç farkına varmadan Kâbil oluverir.
Ayrıca, maddî virüsler için sürekli bir değişim ve yenilik söz konusu olduğu gibi, manevî hastalıklara sebep olan virüsler de çağa göre değişiklik arz edebilir. Bildiğiniz gibi, doktorlar bazı hastalıklar için her sene biraz daha farklı bir aşı geliştirmek zorundadırlar. Çünkü, önceden tesbit edilen virüsleri vücudun tanımasını sağlayan ve o virüslere karşı bünyeyi uyaran bir aşı, bu sene faydalı osa bile, bir sonraki sene, aynı hastalığa yol açan ama gen yapısında değişiklik meydana geldiğinden dolayı farklı bir şekle bürünen virüse karşı tesirsiz kalmaktadır. Mesela, bu senenin grip aşısı gelecek sene -çok defa- işe yaramamaktadır; çünkü, gribe neden olan virüsün gen yapısı o sene içerisinde değişmekte ve her sene yeni bir şekle girmektedir. Aynen öyle de, manevî virüslerin yapısı ve az ya da çok zarar verme açısından sıralaması da zamana, mekana ve şartlara göre değişebilmektedir.
Bu itibarla, Hazreti Üstad, söz konusu eserinde kendi döneminin en büyük virüslerine dikkat çekmekte ve onlara karşı çağına uygun aşılar tarif etmektedir. Bugün belki başka hastalıklardan ve şeytanın bu asra özel tuzaklarından da bahsetmek mümkündür. Fakat, onun nazara verdiği manevî hastalıkların günümüzde de tesirlerini sürdürdüğü ve hatta bazı kimseleri tam bir felakete sürüklediği de şüphesiz bir gerçektir.
Hubb-u Câh
İşte, bugün de çok tehlikeli olan şeytanî tuzaklardan biri “hubb-u câh”tır. Hubb; sevgi, bağlılık, tutku demektir; câh ise, makam, mansıb, pâye, şöhret ve itibar manalarına gelmektedir. Dolayısıyla, “hubb-u câh”; makam sevgisi, pâye tutkusu, şöhret düşkünlüğü, rütbe hırsı ve itibar arzusu gibi manaları çağrıştıran bir terkip olarak dilimize girmiştir ve yaygınca kullanılmaktadır. Bediüzzaman hazretleri, kendini beğenme, övünmeyi sevme, insanlara görünme, methedilmeyi bekleme ve halk nazarında saygın bir kişi olmayı isteme gibi desiseleri de hubb-u câhın tarifine dahil etmiş ve insanın en zayıf damarı olarak onu göstermiştir.
Evet, hubb-u câh çok tehlikelidir; öyle ki, bazı zayıf karakterli kimseler ondan dolayı pek çok hileye başvurur, haksızlıklar irtikap eder ve zulme girerler. Önce makam-mansıp sahibi olmak sonra da yerlerini ve itibarlarını korumak için olmadık sebeplere tutunur, bir sürü cürümlere bulaşır ve pek çok günah işlerler. Bundan dolayıdır ki, Allah Rasûlü bir hadis-i şerifte mealen şöyle buyurmuştur: “Şöhret ve makam sevgisinin insana verdiği zarar, koyun sürüsüne saldıran bir kurdun o sürüye verdiği zarardan daha çoktur!”
Özellikle de dünya hayatını her şey sanan kimselerde, yükselme merakı, makam arzusu ve teveccüh tutkusu had safhadadır. Bazıları, siyasî, adlî, mülkî ya da askerî bir makamı elde edebilmek için can atarlar. İnsanlara çok parlak görünen bir kısım pâyelere ulaşmak ve halkın teveccühünü kazanmak için çırpınır dururlar. Bunların çoğu kalblerini itminana erdireceğini zannettikleri bir makama yükselmek için üst üste tavizler verirler. Şayet, o arzularına nâil olurlarsa bu defa da bir yandan diğer beklentilerini gerçekleştirmek, diğer taraftan da o makamı korumak maksadıyla yeni tavizleri normal karşılarlar.
Nice insanlar vardır ki, gayet ciddî, pek doğru ve çok hâlisâne mülahazalarla yola çıkmışlardır; fakat, Allah’la münasebetleri ve dava düşünceleri, dünyanın göz alıcı güzellikleri karşısında başlarının dönmesini engelleyebilecek kadar kuvvetli olmayınca, bir süre sonra dökülüp yolda kalmışlardır. Mesela, samimi bir niyetle ve millete hizmet etmeye matuf iyi düşüncelerle idareye tâlip olmuşlardır. Heyhat ki, yeterli bir donanıma sahip olmadıklarından ve Allah’la münesebetlerini kavî tutmadıklarından dolayı, her gün biraz daha asıl gayelerinden uzaklaşmış ve vasıtaları gaye yerine koymuşlardır.
Makam Bağımlılığı, Şöhret Tutkusu
Öyle ki, hubb-u câhı bir kere tadınca, artık onun tiryakisi olmuş ve ne pahasına olursa olsun onsuz bir hayat düşünemez hale gelmişlerdir. Her şey kabul ettikleri bir mevkiye yükselebilmek için, bir-iki taviz vermekle başladıkları yolun her durağında başka yeni bir tavizle daha karşı karşıya kalmışlardır. Nasıl ki, bazı uyuşturucuları bir defa almak, hatta azıcık tatmak bazı kimseleri bağımlı yapmaktadır; bir kısım uyuşturucular da bir kere de olmasa bile ikinci ya da üçüncü defadan sonra kurbanları tarafından zaruri bir ihtiyaç gibi algılanmaktadır; aynen öyle de, kimi insanlar için belli bir makamı ihraz edip o makamda kalmak bir tiryakiliktir. Daha ileriye gitmek ayrı bir tiryakilik, ondan da üstteki bir rütbeye sıçramak daha dehşetli bir tiryakiliktir. Makam, pâye ve rütbe bağımlısı olan kimselerin, orada uzun zaman kalabilmek ve oradan da başka bir basamağa atlamak için verdikleri tavizler, uyuşturucu bağımlılarının o zehri bulabilmek maksadıyla yaptıkları maskaralıklardan daha aşağı değildir.
Çünkü, makam ve mansıp bağımlısı olan bir insan, aynı zamanda bir teveccüh tiryakisidir; o her yerde takdir edilmeyi bekler, alkışlanmayı ister, beğenilmeyi ve methedilmeyi diler.. evet o, makamla beraber şöhretin, teveccühün, takdirin ve alkışın da bağımlısıdır. Hatta, -ezkaza- bir gün şeytanlara konferans verme ile karşı karşıya kalsa, şeytanlardan bile takdir bekler, onların da alkışlarını almak ister. Oysa ki, insaniyet onur ve haysiyetini yitirmemiş birinin “Aman ya Rabbi, ben hangi cürmü işledim ki İblis’in avenesine onların gönüllerince bir konferans verme derekesine sukut ettim? Nasıl bir günah işledim ki şeytanların takdir ettiği bir insan haline geldim?” deyip nefsini sorgulaması gerekir. Kendi kendine “Allah, Allah! Acaba bende bir bit yeniği mi var ki bunlar beni takdir ediyorlar?!” demesi icap eder. Vakıa, bir kısım hakperestler kendileri gibi düşünmeyen insanları da takdir edebilirler; fakat, şerde birleşmiş bir topluluğun umum hüsn-ü kabulünde mutlaka bir bit yeniği vardır.. ve şayet böyle bir takdire maruz kalan –betahsis mazhar olan demedim– kimse “Rabbim, şeytanlar tarafından alkışlanmaktan, onlara alet ve maskara olmaktan Sana sığınırım!” deyip istiğfar etmiyorsa, o işte bir bit yeniği olmakla beraber o insanın kalbinde de bir akrep ısırığı var demektir. Öyledir ama gelin görün ki, bazıları hubb-u câha işte o denli müptelâdır ve alkışlayan şeytan bile olsa onlar için makbuldür.
Gâye ve Vesile
Tabii ki, bir makama ulaşmayı ve bir pâyeyi elde etmeyi isteyen her insanı aynı kategoride değerlendirmek yanlış olur. Bazı insanlar nisbî pâyelerin geçici olduğunu bilir, elde imkan varken onları Hak yolunda değerlendirir, bulundukları makamları daha anlamlı hale getirir ve taşıdıkları unvanlara yepyeni bir ruh verirler; kendi zatî değerleri sayesinde makamlarının kıymetini de yükseltirler. Bazıları da vardır ki, pâye ve mansıpların gölgesinde bir kısım arzularını gerçekleştirmeye uğraşır; dolayısıyla, üzerlerinde çok bol bir elbise gibi duran o makamı dolduramadıklarından oldukça gülünç durumlara düşerler; beklentilerinin ve kendilerinden beklenenlerin altında kalır ve ezilirler. İkincilerin durumu hubb-u câh virüsüne yenik düşmüş kimseler için örnek teşkil etse de, birincilerin duygu ve düşüncelerini makam sevdası, şöhret tutkusu ya da kıdem arzusu şeklinde değerlendirmek haksızlık olur.
Evet, vatan ve millet aşığı bir insan da belli bir makama sahip olmayı isteyebilir. Fakat onun bu isteği vazife şuuruna, ülküye ve ülkeye hizmet düşüncesine bağlıdır. O, söz konusu makamın tiryakisi değildir; onu kalıcı olarak da görmüyordur. O makam böyle bir insanın nazarında sadece bir vesiledir; kendi ülkesine ve ülküsüne hizmet etme gayesine yardımcı bir vasıtadır. Bu düşüncedeki bir dava adamı, o makamı gaye kabul etmediği için ona ulaşmak ya da bulunduğu konumu korumak maksadıyla tavizler vermek durumunda da kalmaz. Onu en başta rıza-yı ilahî adına, sonra da millete hizmet hesabına bir basamak sayar; “Allah bana imkan verirse, ben de Rabbimin rızası için milletim, şanlı tarihim, ülküm ve ülkem hesabına bazı hizmetlerde bulunurum; şayet öyle bir konum nasip olmazsa, o zaman da şimdiki imkanlarımla rıza-yı ilahîyi tahsile çalışırım.” der; ilahi takdire teslim olur ve hep inşirah içinde o anki konumunun hakkını vermeye koyulur. Eğer on kişiden sorumlu olarak bir vazife eda ediyorsa, o on kişiyle yirmi kişilik işler yapmaya çalışır; bu suretle, o konuma saygısını ve Allah’ın onun hakkındaki takdirine karşı memnuniyetini ortaya koyar.
Şahsı adına bu kadar müstağni ama aynı zamanda hizmet delisi bir insan, nerede ve hangi mevkide olursa olsun çok rahattır; kadr u kıymeti bilinmiş bilinmemiş, ufkuna göre bir vazife kendisine tevdi edilmiş edilmemiş, şanına yaraşır bir makama getirilmiş ya da getirilmemiş… onun için bunların hepsi müsâvîdir. Çünkü, o her şeyin ve herkesin ötesinde bir hikmet eli müşahede etmektedir. Her hadise karşısında,
“Gelir bir bir, gider bir bir, kalır bir.
Gelen gider, giden gelmez, bu bir sır.
Gelirse gelir bir kıl ile eyleme tedbir.
Giderse gider eğlemez bir koca zincir!”
duygularıyla dolar, Cenâb-ı Hakk’a tevekkül eder, ilahî rahmet ve inayete sığınır. Onu yer yer tasalandıran ve zaman zaman hüzne boğan tek husus vardır; o da o an bulunduğu konumun hakkını verememe endişesidir.
Bir Garip Tiryakilik
Aslında, tanınma, bilinme, meşhur olma ve parmakla gösterilme isteği hakiki mü’minlerin değer ölçüleri açısından çok kıymetsizdir ve basit kimselerin şiarı olan pestpaye bir duygudur. Ne var ki, hubb-u câh, iman ve Kur’an hizmetinde koşturan kimseler için de her zaman teyakkuzda olunması gereken bir felaket sebebidir. Zira, hubb-u câh resmî olabileceği gibi, gayr-i resmî de olabilir; devlet dairelerinden herhangi biriyle ilgili bir makam sevgisi şeklinde insanın gönlüne düşebileceği gibi, bazen kendini herkese beğendirme, başkaları tarafından övülme, hep önde görünme ve aranan, ihtiyaç duyulan bir insan olma isteği şeklinde de tezahür edebilir.
Evet, imana ve Kur’ana hizmet eden insanlardan bazıları da hubb-u câh hastalığına tutulabilirler. Tutulur ve bulundukları her yerde kendilerini ifade etme, toplum içinde farklı ve ayırt edilir bir insan görünme, bazen sözle, bazen yazıyla, kimi zaman sesle, kimi zaman da edayla halkın teveccühünü toplama düşüncesiye değişik tavır ve davranışlar sergileyebilirler. Mesela, zahiren tesirli konuşan ve görünüşte güzel şeyler yazan bir insan herkesin parmakla gösterdiği biri haline gelir. Herkes tarafından parmakla gösterilmek de bir çeşit pâyedir. Şayet, bu insan hubb-u câha müptelâ ise, artık hayatını o şan ü şöhrete göre programlamaya başlar. Ondan sonra her fırsatta o istikamette daha başka takdir ve teveccühler koparmaya çalışır.
Hatta, o kadar teveccüh ve nazar tiryakisi olur ki, her konuştuğunda karşısında ağlayıp inleyen, heyecandan bayılan kimseler bir gün aynı hali sergilemeyecek olsalar onlara karşı ciddi öfke izhar eder. Halka hitap ettiği her yerde, alkış primi alıyor, takdir görüyor ve parsa toplar gibi “Aman ne güzel söyledin!” iltifatları topluyorsa, bu atmosfere öyle tutulur ki, artık o insan bir uyuşturucu bağımlısı misali takdir ve alkış bağımlısı haline gelir. Şayet, bir gün falso yapsa, bir kabz hali yaşasa, anlatmak istediği hususları gönlünce dile getiremese ve her zamanki teveccühleri bulamasa –Allah korusun– her şeye ve herkese gönül koyar. Önce, “Bu insanlar neden bu kadar kalbsizdi bugün; neden beni heyecanlandıracak ve coşturacak bir tavra bürünmediler, neden bakışlarını gözlerimin içine teksif etmediler?” der, muhataplarına darılır ve genel atmosferi sorgular. Daha sonra, “Ya her zaman bu meclise sekine taşıyan melekler neredeydiler? Bugün neden beni teyid etmediler?” düşünceleriyle dolar ve meleklere küser. Hatta haddini bütün bütün aşarak, meseleyi daha da ileri götürme tali’sizliğine de düşer ve “Neden her zamanki gibi ilham göndermedi?” türünden çirkin mülahazalarla içten içe Allah’a da küser. Emin olun, pâye tutkunu, şöhret düşkünü ve hubb-u câh müptelâsı böyle bir insanın tahayyül ve tasavvurlarına muttali olsanız, kalbinin ve zihninin bu denli kötü duygularla ve bu kadar kirli mülahazalarla dolu olduğunu görürsünüz.
Oysa, insan her zaman aynı ölçüde selis ve beliğ konuşamayabilir; her defasında maksadını akıcı, noksansız ve güzel anlatmaya muktedir olamayabilir. Bazen manevî feyzler birden kesilmiş gibi olur, adeta dile kilit vurulur ve insanın bütün melekeleri tutulur. Bu durumda, insan irâdesinin nisbî bir tesirinden söz etmek mümkün olsa da, aslında o hal tamamen Allah’ın elindedir. Semâlardan insanın kalbine kadar her şeyi dilediği zaman evirip-çeviren O olduğu gibi, Peygamber Efendimiz’in ifadesiyle, “Kalb de, Hazret-i Rahmân’ın parmakları arasındadır; Cenâb-ı Hak hâlden hâle çevirir ve ona istediği şekli verir.” Allah Teâlâ, dilediği zaman insanın kalbini öyle sıkar, öyle ihtiyaçlara boğar ki, artık O’ndan gayri kimse ona inşirah veremez. Haddizatında, işte o hal de Hazret-i Rahman’ın bir rahmet tecellisidir. Yüce Yaratıcı bir manada kuluna, “Gördün mü ya, konuşma kabiliyetini bile aldım elinden; dilersem görme, işitme ve düşünme melekelerini de alırım; sağır, kör ve dilsiz gibi kalıverirsin bir anda!” der; onu Kendine döndürür ve “Rabbim! Beni Sensiz etme; Seni söylemeyen dilden, Senin eserlerini görmeyen gözden ve Senin zâkirlerini işitmeyen kulaktan Sana sığınırım!” niyazıyla yönelmesi gereken kapıya yönlendirir. Bu itibarla da, öyle bir tutukluk yaşayan insan onu bile Rabb’in teveccühü bilmeli; konuşması sırasındaki anlık gafletlere karşı dahi tavır almalı, gönül gözünü bir kere daha verâlara tevcîh etmeli ve istiğfarla o hali savmaya bakmalıdır. Ne var ki, makam sevdasına dûçar olmuş ve alkış peyleme peşine düşmüş kimselerin bunları düşünmeleri ve uygulamaları da zorlardan zordur.
“Ben Düşmem” Deme!..
Evet, hubb-u câh herkesin yakalanması muhtemel olan öldürücü bir hastalıktır. Bu hastalığa yakalanmama hususunda hiç kimsenin teminatı yoktur. Bu sebeple insan, her gün kalbini defaatle cilalamalı; iç dünyasını, tıpkı bir kandili lebrîz ediyor gibi, tekrar ber tekrar parlatmalı ve gönül kıblesinin nereyi gösterdiğini sürekli kontrol etmelidir. Yoksa –hafizanallah– “Ben doğru inanıyorum, Allah yolundayım, istikamet üzere yürüyorum; bundan sonra aldanmak benim için söz konusu değildir.” şeklinde düşünen biri bütün bütün kaybetmeyle karşı karşıyadır. Bir insanın, kendini bu derece güvende hissetmesi ve aldanmanın onun için mevzubahis olmadığını düşünmesi, zaten aldanmış olduğunun delilidir; bir gün mutlaka onun sırtı da yere gelecektir ama o zaman meselenin hakikatini anlasa bile iş işten geçmiş olacaktır.
Nitekim, “nice servi revân canlar, nice gülyüzlü sultanlar, nice Hüsrev gibi hanlar ve nice tâcdarlar” hubb-u câh denen o kandan irinden deryada boğulup gitmişlerdir de, o gayyaya nasıl düştüklerinin farkına bile varamamışlardır. Öyle ki, İslam ulemasının üzerinde hassasiyetle durduğu ve Risaleler’de de ele alındığı üzere, bir süre seyr ü sülûk-i ruhanîde yol alıp Hızır aleyhisselamın ya da Kutb-u a’zam’ın gölgesini bir an da olsa üzerinde hisseden kimselerden bazıları kendilerini o ulvi kâmetler yerine koymuş, hubb-u câh tuzağına düşerek enaniyete mağlup olmuş; şükrü bırakıp fahre girmiş, fahirden gurur çukuruna sukut etmiş ve nihayet ya divane olmuş ya da hak yoldan sapmışlardır.
Bu itibarla da, insan teveccühler karşısında eğilmemeli ve kulluk düşüncesinden asla taviz vermemelidir. Belki halkın takdir ve hüsn-ü kabulü karşısında şöyle demelidir: “Allahım, bu insanların onca teveccühüne ben lâyık ve ehil değilim. Onlar, hakkımda hüsn-ü zan edip yanılıyorlar, bir içtihad hatası içindeler; onları bu hatalarından dolayı affet, beni de hubb-u câha düşme gibi bir kaymadan muhafaza buyur.” Evet, mü’mince duruş, tavır ve davranış böyle düşünüp, böyle söylemeyi gerektirir; işin mü’mincesi budur. Başka mülahazaların kâfirce olduğunu söylemeyeceğim ama mü’mince olmadıkları da muhakkaktır. Muhakkaktır; zira, hubb-u câh, ihlâsı kıran ve riyaya yol açan pek çok sebepten biridir. Riya ise, “şirk-i hafî”dir ve küfürle hemhudut olan bir günahtır. Makam sevgisi ve itibar tutkusu, şöhretperestliğe sebep olur; insanı halkın nazarlarını çekmeye zorlar ve böylece onu riyaya, süma’ya sevk eder; görsünler, desinler, bilsinler… duygusuyla hareket etmeye sürükler.
Gönüllerin Fatihi O’dur!..
İşte, böyle riyakârca ortaya konan tavır ve davranışlar, mü’mince değildir; değildir çünkü, insanların teveccühünü kazanma niyetiyle yapılan bir işte bir bölüştürme söz konusudur; sadece Allâh için yapılması gereken o işe başkalarını da ortak koşma bahis mevzuudur. Oysa, Cenâb-ı Hak, daha Kur’an’ın başında “Elhamdü lillahi rabbi’l-alemîn” buyurarak, çok önemli bir hususa dikkatlerimizi çekmiştir. “Lillah” ifadesinde yer alan “lam” harfi, ihtisas ve istihkak bildirir; yani, bütün hamd ü senaların, her çeşit şükür ve minnet duygularının Allah’a mahsus ve Allah’ın hakkı olduğunu belirtir. Her şekliyle hamd ü sena O’nun hakkı olduğu gibi, teveccüh de yalnızca Cenâb-ı Hakk’a aittir, O’na mahsustur, sadece O’nun hakkıdır. Dolayısıyla, bir mü’min için, her amelde Cenâb-ı Hakk’ın teveccühü ve rıza-yı ilahî esas olmalıdır. Şayet, bir kimse, bu esası görmezlikten gelir de halktan teveccüh beklentisine girerse, o zaman Allah’ın hakkını insanlara ve kendi nefsine taksim etmiş olur. Ameline şürekânın nazarını da bulaştırmış sayılır ve farkında olmadan şirk-i hafiye yuvarlanır.
Bu itibarla, muvahhid mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın teveccühüne başka ortaklar koşmaz ve O’nun rızasını her türlü mükafatın üstünde tutar. O, sadece Allah’ın teveccühünü ve rızasını tahsile çalışır; insanların teveccühüne ve istihsânına zerre kadar kıymet vermez. Halkın nazarını ve kabulünü, ancak Cenâb-ı Hakk’ın kabulünün ve teveccühünün bir yansıması ve gölgesi ise makbul sayar. Fakat, teveccüh-ü nâsın bir istidraç olabileceğini de hiç hatırdan çıkarmaz ve bu konuda da hep temkinli davranır. Halk tarafından alkışlanmayı ve onların takdirini almayı esas maksat yapmaz. O, Hazret-i Rahman’a hasr-ı nazar eder; teveccühünü bütünüyle asıl hak sahibi Rabb-i Rahim’e yönlendirir ve sadece O’nun hoşnutluğunu kazanmaya çalışır. Bilir ve inanır ki, Cenâb-ı Hak isterse ve hikmeti öyle gerektirirse onu halka da sevdirir, hakkında hüsn-ü kabul ve sevgi vaz’ eder.
Evet, gönül kapılarının açılması Allah Teâlâ’nın meşietine bağlıdır; o dilemeyince hiç kimse insanların nazarını celb edemez, kendini onlara sevdiremez. Gördüğünüz gibi, bazıları insanlar nezdinde inanılan, güvenilen ve sevilen kimseler olabilmek için ölüp ölüp diriliyor, her fırsatı o istikamette değerlendirmeye çalışıyorlar. Güç-kuvvet ellerinde, dayatma ve sindirme imkanlarının hepsine sahipler; beyin yıkama mekanizması da diyebileceğimiz medya onların emrine amâde… Fakat, onca imkana rağmen, bir türlü kendi toplumlarının ve umum insanların sevgisine ve kabulüne mazhar olamıyorlar. Şeytanı bile hayrette bırakan çok büyük kötülüklerini saklıyor; ama –bağışlayın– şov türünden şeylere girerek ve en ufak iyiliklerinin günlerce reklamını yaparak dikkatları kendi üzerlerine çekmeye çalışıyorlar. Değişik illüzyonlarla minnacık bir akıntıyı şelale gibi göstermeye gayret ediyor ve halkın teveccühünü kazanmak için her yola başvuruyorlar. Ne var ki, gönül kapılarını bir türlü açamıyor, milletin takdirini asla kazanamıyor ve istedikleri teveccühe mazhar olamıyorlar; hatta maksatlarının tam aksiyle tokat yiyorlar. Beri tarafta ise, güç ve kaba kuvvet temsilcilerinin karınca kadar bile görmedikleri insanlar, hiç öyle bir beklentileri olmadığı halde halkın teveccühünü ve hüsn-ü kabulünü tahsil ediyorlar. Onlar, sadece teveccüh-ü ilâhî peşinde koşuyorlar, Cenâb-ı Hak da onlara teveccüh-ü nâsı da yâr ediyor.
Bu meselede değinilmesi gereken bir husus da şudur ki; halkın teveccühü, ilahi teveccühün bir gölgesi olması itibarıyla makbul kabul edilse bile, kanaatimce, biz öyle bir mülahazaya bağlı kalmak şartıyla da olsa teveccüh-ü nâsa kıymet vermemeli; böyle masumâne görünen bir düşüncenin dahi Allah’a teveccühümüze ve O’nun bize teveccühüne gölge yapabileceğinden korkmalıyız. Korkmalı ve Enbiyâ-ı izâm’ın hulusuna tâlip olmalıyız. Cenâb-ı Hak, her peygamberi peygamberliğe has bir donanım ve mahiyette yaratmıştır; canlarımız onlara kurban, biz onların hiçbirinin kıtmiri olamayız. Fakat, peygamberlik isteme başkadır; peygamberlerin vasıflarıyla muttasıf olmayı dileme daha başkadır. Artık hiç kimse için peygamberlik söz konusu değildir ama her mü’min, peygamberlerle temsil edilen güzel ahlaka sahip olmayı gönülden istemelidir. İşte, bu teveccüh-ü nâs konusunda da bize yakışan tavır, peygamberâne bir ihlas talebidir.
Evet, bu mevzûda, Allah Rasûlü’nün şu beyanı ne kadar mânidardır: “Öyle peygamberler gördüm ki arkalarında tek bir ümmet dahi yoktu.” Bir peygamber düşünün ki, bir ömür boyu çalışıp didiniyor da, kendisini anlayacak tek aşina sîmâ bulamadan vefat ediyor. Senelerce tebliğ ve temsil vazifesinde bulunduğu ve hem de muhataplarına Allah’ın elçisine yaraşır bir edayla hitap ettiği halde, sözünü dinleyen çıkmıyor, üç-beş kişi bile onu takip etmiyor. Fakat, o ne sabır, nasıl bir ihlas ve ne büyük bir vazife şuurudur ki, insanların teveccühünü kazanamamış olmadan dolayı ye’se düşmüyor, tavır değişikliğine girmiyor ve vazifeden el çekmiyor. Ötelere giderken zahiren yalnız ve kimsesiz olarak yürüyor ve görünüşte eli boş gidiyor; ama aslında Cenâb-ı Hakk’ı kazanmış ve O’nun rızasına ulaşmış olarak Cennete uçuyor.
Bu açıdan, yapılan hizmetleri ve salih amelleri insanların teveccühüne göre değerlendirmemeli. Unutmamalı ki, -Üstad’ın ifadesiyle- Cenâb-ı Hakk’ın rızası ihlâs ile kazanılır, kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffakiyetle değil. Dahası, teveccüh-ü nâs ve şöhret, insana kabir kapısına kadar arkadaşlık etse de, kabir ve sonrasında başa bela olabilir; dolayısıyla onu arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak gerektir. Ayrıca, inanan insanlar, kendilerinden önce yaşayıp gitmiş olan makam-mansıp sahiplerinin akıbetlerini düşünmeli ve dünyalık bakımından en debdebeli bir hayat süren kimselerin bile sonunda mezar denen iki metrelik makamla yetinmek zorunda kaldıklarını hatırdan dûr etmemelidirler. Etmemeli ve henüz vakit varken hubb-u câhtan kurtulup ihlas tiryâkisi olmanın, rıza-yı ilahiye bağlanmanın ve maddî-manevî füyuzât hislerinden fedakarlıkta bulunarak Allah’a ulaşmanın peşine düşmelidirler.