Soru: İşlenen günahlardan dolayı kalb ölür mü? Günah hücumlarına maruz kalmış bir kalbin tekrar canlanması ve ötelere açık hâle gelmesi mümkün müdür?
Cevap: Üstad Hazretleri Lem’alar’da, Hazreti Eyyub aleyhisselâmın zâhirî yara ve hastalıklarıyla bizim bâtınî, ruhî ve kalbî hastalıklarımızı kıyaslıyor ve “İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazreti Eyyub’dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuzda yaralar açıyor.” diyor. Hazreti Eyyub aleyhisselâmın, kısacık dünya hayatını tehdit eden yaralarına mukabil, bizim mânevî yaralarımızın, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ettiğini söylüyor. Günahların kalbe işleyip iman nurunu çıkarıncaya kadar onu katılaştırdığını, kapkara hâle getirdiğini anlatıyor ve “Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırır. Günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler -neûzu billâh- mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler” diyor.
Demek ki, her günah kalb ve ruhta yaralar açıyor. Eğer günahın yaptığı tahribat bir yara cinsindense, onun tedavisi mümkündür. Tevbe ve çok ciddi bir nedametle Cenabı Hak’tan tamir talebiyle onlar tedavi edilebilir. Çünkü, bazı latîfeler, ince ve hassas duygular vardır ki, bunlar ruh ve kalbin direği ve esası durumundadır. Cenâbı Hakk’ın engin rahmetindendir ki, bunlar, pek çok yaralar alsalar, pörsüyüp solsalar da ölmezler. Evet, insan, bir aralık tökezlese, günahlara girse ve bazı latîfelerini soldursa bile belli bir terbiye ve rehabilite ile kendi özüne yönelirse, kalbî hayatın asıl kaynağı olan latîfeler yeniden canlanır. Dolayısıyla belli günahlar neticesinde yaralanan, sararan, kurumaya yüz tutan bu latîfeler, gönülden gelen bir pişmanlık ve ciddi bir tevbeyle tekrar yeşerir, boy atar ve meyve verir.
Hazer Et!..
Bazı latîfeler de vardır ki, işlenen bir kısım günahlar neticesinde ebediyyen kurur, söner ve ölür. Ama zannediyorum bu latîfeler, insanın ruhî ve kalbî hayatı adına asıl hayat kaynağı olan latîfelerden değildir. Üstad Hazretleri Ondördüncü Nota, Üçüncü Remiz’de insan mâhiyetine konan mânevî cihâzât ve latîfelerin farklılığından; bazılarının dünyayı yutsa doymayacağından, bazılarının ise bir zerreyi dahi kendinde barındıramayacağından bahsediyor. Bazı latîfelerin, tüy kadar bir ağırlığa, yani gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamayacağını ifade ediyor ve "Mâdem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem’a, bir işaret ve bir öpmekle batma!" diyor.
Evet, dünyaları istiab edebilecek duygular vardır insanda. Cihanlar, Cenabı Hakk’ı Zat-ı ulûhiyetine yakışır şekilde –bi kem u keyf– göstermekten acizdir. Fakat insanın kalbi, fuadı, latîfe-i rabbâniyesi O’nu gösterebilecek bir aynadır. Ahmet b. Hanbel’in naklettiği bir hadis-i şerifte Cenabı Hak, "Yeryüzü ve gökler Beni içine almaktan aciz kaldı. Lakin Beni, yumuşak huylu, halim-selim bir mü’min kulumun kalbi içine aldı." buyurmaktadır. İbrahim Hakkı hazretleri çok güzel bir üslupla bu hadisi tercüme etmiş ve şöyle demiştir: “Sığmam dedi Hak arz u semaya / Kenzen bilindi dîl (gönül) madeninden.” Arz ve sema deyince ışık hızıyla trilyon trilyon sene ötedeki sistemleri de düşünün; o tarifi imkansız uzaklıklardan insanın şah damarına kadar olan mesafedeki her şeyi bir kitabın parağrafları, cümleleri, satırları, kelimeleri, harfleri haline getirin ve hepsini birden serin gözünüzün önüne… Onların hepsi biraraya gelse de Zat-ı ulûhiyete tam aynalık yapamaz; belki O’na dair önemli bilgiler verir ama O’nu tam aksettiremez. Evet, arz ve sema tam bir ayna olamaz, fakat, siz O’nu kendi vicdanınızda duyabilirsiniz; latîfe-i rabbâniyenizde, kalbinizde, fuâd dediğiniz kalbinizin o derinliğinde hissedebilirsiniz. Gönlünüz adeta bir maden ocağı ve O da orada bir defineymiş gibi -yine bi kemm u keyf- O’nu bulabilirsiniz. Kalbinizin sezmesi, kainatların ifade ettiği manaların çok üstünde bazı şeyler ifade ve ifâza eder.. çünkü, Allah sizi dünyaları içine alabilecek duygularla, latîfelerle donatmıştır.
İşte, bu latîfelerden bazıları söner, kurur ya da ölürse, insan ancak o latîfenin ayağıyla alabileceği mesafeleri artık alamayabilir. Mesela, bir insanın hissi sönmese, şuuru ölmese, iradesi felç olmasa bile latîfe-i rabbâniyesi kurumuşsa, onun kolu-kanadı kırılmışsa, latîfe-i rabbâniye ayağıyla ulaşacağı mertebelere ulaşmaz.
Genel kabule göre: İnsana havâss-ı hamse ya da havâss-ı hamse-i zâhire denilen, günümüzün ifadesiyle beş dış duyu kabiliyeti lutfedilmiştir. İnsan, bunlar vasıtasıyla sesleri, renkleri, miktarları, hareketleri, kokuları, tadları, soğukluk ve sıcaklığı hisseder. Havâss-ı hamse-i zâhire nefs-i hayvanînin idrak etme ve bilme kabiliyetinin bir kısmını oluşturur. Fakat asıl idrak etme ve bilme faaliyeti havâss-ı bâtınenin, yani iç idrak latifelerinin devreye girmesiyle tamamlanır. Havâss-ı bâtıne de hiss-i müşterek, mütehayyile (hayal gücü), vâhime (vehim gücü), hâfıza (hatırlama gücü) ve mutasarrıfa (tasarruf gücü) olmak üzere beştir. Bediuzzaman Hazretleri, insanda bunlardan başka, âlem-i gayba açılan daha pek çok pencerenin var olduğunu söyler. Mesela, işitme, görme ve tatma gibi hislerle beraber “sâika” ve “şâika” dediği hislerden de bahseder. İşte, bir insanda sâika diyeceğimiz latîfe ömüşse, o insan hayra sevkeden o latîfenin dürtülerini, tenbihlerini ve tetiklemelerini artık hissedemez. Yani, sâikanın kolu-kanadı kırıldığından dolayı ondan alacağı te’yid ve destekten mahrum kalır. Şâika da öyle bir latîfedir ki, insan onun tenbih ve tetiklemeleriyle din-i mübîni İslam’a ait en ağır sorumlulukların altına bile aşk u şevkle girebilir; dinini anlatırken, Necip Fazıl’ın ifadesiyle, öz beynini burnundan kussa ve gözünden yaş yerine kan akıtsa, yine de, büyük bir şevkle, “Değil mi ki Rabbimin yolundayım, O’nun nârı da hoş nuru da!” deyip yoluna devam edebilir. Fakat, insan bu tür latîfelerini muhafaza etme hususunda dikkatli davranmazsa, bir öpme, bir lokma, bir dâne ya da bir kelimeyle şâika hissinin ölümüne sebep olabilir. O latifesini öldürmek suretiyle ibadet ü tâat hususundaki aşk u şevkinin kolunu kanadını da kırmış olur.
Dolayısıyla, bazen bir lokma, bir dâne, bir öpme ya da bir bakma insanı kalbin zümrüt tepelerine taşıyabilecek olan latîfeleri öldürebilir. Bazen, aslında birer nimet olan, bir İnternet sitesi, bir bilgisayar ekranı, bir telefon âhizesi ya da bir dergi sayfası birkaç latîfenin ölümüne sebep olur da insan hiç farkına bile varamaz. Meşrû dairedeki lezzetler keyfe kâfî iken ve gayrı meşrû dairede, bir zevk içinde binlerce elem bulunuyorken bu hakikati görmezlikten gelme kalbi ölüme sürükler. Bazen şahsın içinden gelmeyen sahte bir tavır, yalan bir beyan, faydasız bir söz onu manen ölüme götürür. Hatta riyâkarca akıtılan bir kaç damla gözyaşı ya da "görsünler" düşüncesiyle ortaya konan bir davranış kalb ve ruhu felaket yoluna itebilir. Hak edilmeyen haram bir lokma, o lokmayı yiyenin gönül dünyasını mahveden bir zehir oluverir.
İslam’la Sarılan Yaralar…
Evet, insanda bazı lâtifeler vardır ki, bir ihmal ya da hata neticesi sönebilir. Söndükten sonra da bazen "Kellâ bel râne alâ kulûbihim mâ kânû yeksibûn – Hayır, gerçek şu ki, yapageldikleri kötü işler onların kalblerini paslandırmıştır." (Mutaffifin, 83/14) hakikati tecellî eder de kalb bütün bütün mühürlenir. O zaman bu lâtifeler hiç dirilmez. Ve şayet onlar, insanın solmaması, renk atmaması, aşk ve heyecanını koruması için birer esas ise, insan o dinamikleri kendi içinde öldürmüş ve kendini bitkinliğe, yorgunluğa, tembellik ve tenperverliğe atmış olur.
Eğer, insanı manevî alemler adına keşfe hazırlayan latîfeler ölmüşse, o insan ne kadar uğraşsa da keşfe açılamaz, terakki edemez. Velilerin ekserisi böyle bazı latifelerinin ölüp gittiğinden bahisle, kendi kendilerinden şikayette bulunmuşlardır. Çünkü ölen latifeler, önemli ölçüde onların terakkilerine mâni’ olmuştur.
Ancak şu hususu da ısrarla tekrarlamakta fayda vardır: Ölen latifeler katiyen hayatî latîfeler değildir. Eğer bunun aksi olsaydı, tevbeye çağrılmamızın bir manâsı kalmazdı ve şayet günahlar böyle hayatî latîfeleri bütün bütün öldürseydi, küfür ve Allah’ı inkâr karşısında hiçbir latîfe canlı kalamaz ya da yeniden dirilemezdi. O zaman da küfürden sonra imân, irtidattan sonra da geri dönüş kapıları tamamen kapalı demek olurdu.
Ayrıca, İslâm, insanın aslî fıtratına dönmesidir. Böyle bir dönüşle insan ikinci bir fıtrat kazanır. Eğer küfür ve inkâr, belli dönem itibariyle sahabenin aslî hüviyetini tamamen değiştirmiş olsaydı, o insanlardan hiçbiri imân edemez ve tabii gökteki yıldızlar haline gelemezlerdi. Aynı şeyi bazı büyük veliler için de söylemek mümkündür… Ashab-ı kiram efendilerimiz arasında Hazreti Ebu Bekir efendimiz gibi cahiliyede de, Müslümanlık’ta da haram karşısında eğilmemiş, cahiliye görmemiş, hep iffetle yaşamış insanlar vardı. Fakat öyleleri de vardı ki, İslam’dan önce sabah akşam içki içer, hiç ayık gezmez ve müslüman olduktan sonra gölgesinden bile geçmeyecekleri, adını anmaktan haya edecekleri şeyleri daha önceleri rahatlıkla işlerlerdi. Fakat, Müslim’in rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre: Amr b. As (radıyallahu anh) Peygamberimize gelerek, bağışlanmak şartıyla kendisine biat etmek ve müslüman olmak istediğini söylediğinde Peygamberimiz, "Bilmez misin ey Amr, İslâm, kendisinden önceki günahları yok eder. Hicret, kendisinden önceki günahları yok eder. Hac, kendisinden önceki günahları yok eder." buyurur; İslam’ın, müslümanlıktan önceki her şeyi silip süpürüp götürdüğünü müjde eder. Demek ki, o dönemde ne kadar çatlama, kırılma, yıkılma ve tahrip olmuşsa, Müslümanlık onların hepsini tamir etmiş. Zaten İslam, insanlardaki eksiği, gediği, kırığı, döküğü tamir etmek için gelmiştir. Dökülüp yollarda kalanları kaldırıp varmaları gerekli olan noktaya yönlendirmek için gelmiştir. Öyleyse, insanlar Müslümanlığa girdikten sonra cahiliye döneminde bir kambur gibi sırtlarına aldıkları o günahlarla kalmazlar. Allah, onlara rahmetiyle muamele eder ve sırtlarında ağırlık yapan her şeyden kurtarır onları. Bundan dolayıdır ki, ashab-ı kiram efendilerimiz velilerin dahi kendilerine yetişemeyeceği yüce insanlardır; mazilerinde, sonradan günah olarak tebliğ edilen pek çok şey işlemiş olmalarına rağmen velileri bile geçmişlerdir. Demek ki, onlardaki hayatî latîfeler cahiliye döneminde bütün bütün ölmemiş ve onlar her zaman imâna açık kalabilmiştir. Sadece imana açık kalabilmiş de değil; bir başkasının ulaşması imkânsız mertebe ve derecelere de yükselmişlerdir.
Ne var ki, temkin ve teyakkuza daha uygun olan düşünce, Ashab efendilerimizin peygamber olmayan bir dönemde, bir fetret devrinde geldikleri ve bizim onlarla kıyaslanamayacağımız mülahazasıdır. Cenabı Hak, “Biz peygamber göndermediğimiz hiçbir halkı cezalandırmayız.” (İsra, 17/15) buyuruyor. Bu ayeti her hatırlayışımda duygulanırım ve içimden “Allahım, rahmetin ne kadar geniş; bir Peygamberinden mesaj alamayan, Seni tanıma fırsatı bulamayan insanlara azap etmeyeceğini söylüyorsun.” derim. Evet, işaret ettiği başka hükümlerle beraber, bu ayet, fetret dönemlerinde, bir yaratıcı olduğunu kabul eden, aklıyla o neticeye varan insanların da kurtulabileceğini ifade ediyor. Eğer Sahabe efendilerimiz öyle bir dönemin avantajını paylaşıyorlarsa, demek ki onların durumu daha sonrakilerden farklıdır. Yani, tanımış, bilmiş, saraydan içeriye girmiş, harem dairesine ulaşmış ama orada kalmayıp dışarıya çıkmış, koridoru da geride bırakarak sokakta melanete dalmış insanlar onlarla beraber mütalaa edilemez. Bundan dolayı, bizim en küçük hatalardan bile kaçınmamız ve latîfelerimizi söndürmemeye, öldürmemeye azami gayret göstermemiz gerekir.
Yeniden Diriliş Talebi
“Hata” kelimesi bana Bakara suresinin son iki ayetini hatırlattı.. Peygamberimize Mi’rac armağanı olarak verilen ve Efendimizin “Her kim geceleyin Bakara sûresinden bu iki âyeti okursa ona yeter.” “Allah Teâla Bakara sûresini iki âyetle sona erdirdi ki, bunları bana, Arş’ın altındaki bir hazineden verdi. Bunları öğreniniz; kadınlarınıza ve çocuklarınıza öğretiniz. Çünkü bunlar hem salâttır (namazdır), hem duadır, hem Kur’ân’dır.” buyurduğu ve Hazreti Ömer ile Hazreti Ali efendilerimizin de, “Aklı başında hiçbir adam görmezdim ki, Bakara sûresinin sonundaki bu âyetleri okumadan uyusun.” dedikleri rivayet edilen iki ayet.. Bu ayetlerde bazı ihtar ve tenbihler de görüyoruz. Allah’ın, hiç kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmadığını; herkesin kazandığı iyiliğin kendi lehine, işlediği fenalığın da kendi aleyhine olduğunu okuyoruz. Sonra da “Rabbimiz! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak hata yaptıysak bundan dolayı bizi sorumlu tutma.” şeklinde bir dua öğreniyoruz. Oysa, Kur’an’ı bize talim eden Allah Rasûlü buyuruyor ki, “Hata ve unutmadan doğan sorumluluk, ümmetimden kaldırılmıştır.” Peygamberimiz bize hatayla ve unutmadan dolayı işlediklerimizden kalemin kaldırıldığını ve onlardan hesaba çekilmeyeceğimizi haber veriyor. Fakat, bu habere rağmen biz, “Rabbimiz! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak hata yaptıysak bundan dolayı bizi sorumlu tutma.” diye dua ediyoruz. Ve yine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) o meşhur duasında “Allahümme’ğsil hatayâye bimâis’selci vel’beradi ve nekkı kalbî mine’l-hatayâ kemâ yunakkas’sevbu’l-ebyadu mine’d-denesi ve bâid beynî ve beyne hatayâye kemâ bâatte beynel’meşriki vel mağrib – Allahım! Hatalarımı kar ve dolu suyu ile yıka ve beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi kalbimi de günahlardan temizle. Benimle hatalarımın arasını doğu ile batının arasını ayırdığın gibi ayır.” buyuruyor. Dikkat ederseniz, Efendimizin, kendisinden mağrib-meşrik arasındaki rakamlara sığmayacak mesafe kadar uzak olmasını istediği şey hatalardır, yani O aleyhine yazılmayan ve hesaba çekilmeyeceği şeyden bile uzak olmayı istemektedir.
İşte, adını bildiğiniz ya da bilemediğiniz, farkına vardığınız ya da varamadığınız, bazen büyük velilerin keşfettikleri ama bir isim koyamadıkları sâika ve şâika gibi pek çok latîfeniz vardır. Onların her biri sizi güçlü ve kuvvetli kılar; sizi yüreklendirir, bir iştiyak ve bir insiyak kahramanı haline getirir. Onlar vesilesiyle, kanat çırpmadan hemen uçar ve O’na ulaşırsınız, Allah’ın izin ve inayetiyle. Şayet, herhangi bir hata ya da günah sizin için böyle avantajlı dinamikleri felç ediyorsa, o çok ciddi bir tehlikedir. Çünkü bazen bir hata veya günah, bir ya da birkaç latîfenin ölmesine sebep olup insanın kalbî ve ruhî hayatına çok zarar verebilir. Eğer bir dönemde o tür hata ve günahlara girmiş ve latifelerinizi öldürmüşseniz, hiç vakit kaybetmeden tevbe ve istiğfar efsunuyla onları yeniden canlandırmaya çalışmanız gerekir. O latifelerinizin üzerine sürekli tevbe, inabe ve evbe mühürlü nefesler üflemeniz iktiza eder.
Hasılı, i nsanda her zaman hem bir ölüm, hem de bir yeniden diriliş meydana gelir. Ölme ve dirilme her zaman vardır. Fakat, unutmamak lazım ki, Kur’an’ın “O, ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır ve ölmüş toprağa hayat verir.” (Rum, 30/19) diyerek tavsif ettiği bir Rabbimiz var bizim. O her zaman ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarabilir ve çıkarmaktadır. Ayetin metninde geçen ifadede fiil kipleri kullanılmaktadır. Bu kip geniş zamana, yani eskilerin ifadesiyle, “şimdiki hâle ve istikbale” delalet eder. Allah, şu anda ölüden diriyi çıkarıyor, gelecekte de bunu yapmaya kâdirdir ve yapacaktır. Demek ki, yaralı kalblerimizin tedavisi ve sönmeye yüz tutmuş hatta ölmüş latîfelerimizin yeniden canlanması hususunda da Allah’ın lütuf kapısı açıktır.. ve biz de işte o kapının tokmağını çalmaya namzetiz. Bizim sadece tekmil verip karşısında hazır ol vaziyetine geçmemiz iktiza ediyor. Elpençe divan durmamız, “bahtına düştük” dememiz; “Allahım, kalblerimize yeniden hayat ver, latîfelerimizi bir kere daha canlandır.” niyazında bulunmamız gerekiyor. Bu açıdan, bir kısım latîfelerimiz ölebilir; fakat, ölen latifeler katiyen hayatî olanlar değildir. Ayrıca, Allah onların hepsini diriltip bize ba’s ü bade’l-mevt ihsan edebilir. Bu mevzuda yapılacak şey, dua, tazarru ve niyazdır; tevbe, inabe ve evbedir; herkesin seviyesine göre Cenabı Hakk’a teveccüh etmesi ve O’ndan diriliş dilenmesidir.