İçindekiler
Soru: Dinimizin çevrecilik mevzuuna bakışı nasıldır, Kur’ân ve Sünnet’te bu konuya temel teşkil edecek esaslar var mıdır?
Cevap: Endüstri çağıyla birlikte çevre kirlenmeye başladı. Bir taraftan fabrika atıklarıyla su, hava ve toprak kirlenirken, diğer taraftan tabiî kaynaklar hor kullanıldı, sorumsuzca israf edildi. Teknolojik gelişmelerin insanlığa pek çok faydası olsa da çevre kirliliği gibi bazı zararları da beraberinde getirdi. İnsanlık yaptıklarıyla karalarda ve denizlerdeki dengeyi bozdu. (Rûm sûresi, 30/41) Tahrip olan tabiatın zararı kendisine dokunan insan, yanlış yaptığını anladı ve özellikle çevre konusunda duyarlı olanlar sayesinde çevreyi korumayı hedefleyen hareketler ortaya çıktı. Bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu sonuçlar, tabiattaki bütün varlıkların birbiriyle sıkı bir irtibat içinde olduğunu gösterdi ve ekosistemin canlılar için hayatî önemi daha iyi anlaşıldı. Bu farkındalık, insanlarda çevre bilinci oluşmasına büyük katkı sundu.
Çevrecilik adı altında yürütülen faaliyetler genel itibarıyla kaybolan tabiî dengeyi yeniden tesis etme, kirlenmeyi önleme ve bugüne kadar yapılan ifsatları, tahripleri ıslah etme istikametinde cereyan ettiği için her türlü takdir ve desteği hak etmektedir. Bununla birlikte meselenin yer yer ideolojik ve siyasi bir hüviyet kazandığı da gözden kaçmamaktadır. Bazıları mevcut iktidarla hesaplaşma veya bir kısım siyasi amaçlarına ulaşma adına çevrecilik konusunu istismar edebilmektedir.
Bazı eserlerde çevrenin önemine ve korunmasına dair bir kısım izahlar yer alsa da İslâm tarihinde bu konu üzerine yapılmış uzun ve detaylı müstakil çalışmalar bilmiyorum. Çünkü o günün insanlarının “çevre kirliliği” diye bir problemleri yoktu. Çevrecilik konusu dünya kamuoyunu meşgul etmeye başladıktan sonra Müslümanlar da Kitap ve Sünnet’e dayanarak bu meseleyi dinî açıdan değerlendiren çalışmalar ortaya koydular. Rahmetli İbrahim Canan Hoca da bu alanda Âyet ve Hadislerin Işığında Çevre Ahlâkı isimli bir eser kaleme almıştır. Muhtemeldir ki bundan sonra da İslâm’ın çevre anlayışını derinlikli ve mükemmel biçimde ele alan yeni eserler ortaya konulacaktır.
Halifelik, Denge ve Sorumluluk
Çevre konusu, insanın yeryüzündeki konumuyla doğrudan ilgilidir. Cenab-ı Hak insanı, yeryüzünde kendisinin halifesi olarak yaratmış ve ona eşyaya müdahale etme hakkı vermiştir. Halife kavramının gereği olarak insan, Allah’ın emirleri çerçevesinde hareket etmek zorundadır. Dolayısıyla varlığa ancak Allah namına müdahale edebilir; şahsi müdahale hakkı yoktur. İnsanın varlığı kendinden olmadığı gibi, müdahale ettiği varlık da onun mülkü değildir.
Bu açıdan insan varlık üzerinde arzu ettiği gibi tasarrufta bulunamaz; Allah’ın yeryüzüne koyduğu düzen ve dengeyi bozamaz; Allah’ın mükemmel yarattığı kâinatı, kâinattaki dengeyi ifsat edemez. Ona düşen vazife, eşyayı “mâ hulike lehinde” (yaratılış gayesi istikametinde) kullanmaktır. Tıpkı teşriî emirler gibi tekvinî emirleri de doğru okumalı; Allah onları nasıl ve hangi gaye için vazetmişse buna uygun davranmalıdır. Ayrıca tabiatın tahrip edilen yönlerini de aslına uygun biçimde ıslah etmelidir.
Cenab-ı Hak her şeyi mükemmel işleyen bir denge ve düzen içinde, yerli yerinde yaratmıştır. Dünya, sahip olduğu güzelliklerle âdeta cennetin bir koridoru gibidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim de farklı âyet-i kerimelerinde bu güzellikleri nazarlarımıza arz eder, onlar üzerinde tefekkür etmemizi ister. Fakat varlıktaki ihtişam ve güzelliği tam olarak idrak edebilmek için ona mahruti bir nazarla (bütüncül bir bakışla) bakabilmek gerekir. Bunu yapabilen kimseler tabiata baktıklarında büyük bir hayret ve hayranlık duyar; varlıktaki eşsiz güzellik karşısında başları döner. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri Yıldızname’sinde Allah’ın gökte yaktığı ışık ve kandillerin güzelliğini enfes bir şekilde tasvir eder. (Bediüzzaman, Sözler, s. 241)
Varlıktaki bu düzen, âhenk ve dengeyi görebilen bir kişi ona müdahale ederken çok daha dikkatli davranacak, tahrip ve ifsadın her türlüsünden uzak duracaktır. Ekosisteme dokunmanın, fıtrata müdahale etmenin insanlığa büyük zararlar getirebileceğini, hatta dünyanın geleceğini karartabileceğini düşünecek ve her şeyi aslî konumuyla muhafaza etmeye çalışacaktır. Cenab-ı Hakk’ın yarattığı ve düzene koyduğu her şeyin ideal olduğunu bilen insan, kuracağı dünyayı da bu ilâhî ölçülere göre dizayn edecektir.
İnsanlara böyle bir şuur kazandırabilmek; onların çevreyi kirletmemelerini ve tabiatı bozmamalarını sağlamak çok önemlidir. Bunun baştan yapılması en kolayı, en iyisidir. Ama atmosferi, suyu, toprağı ve bunlardan çıkanları bir kez kirlettikten sonra onları aslî hâllerine döndürmek çok daha zordur. Nitekim günümüzde kirlenen bazı nehirleri yeniden eski hâllerine getirebilmek için ne kadar büyük emekler ve servetler harcandığı görülmektedir. Aynı şekilde, yok olan ormanları geri kazanmak da hiç kolay değildir. Kirlenen denizlerin, okyanusların, havanın ve toprağın temizlenmesi ise bunlara nispetle çok daha güçtür; hatta kimi zaman tam anlamıyla mümkün dahi olmayabilir.
Cennetin Bir Numunesi Olarak Dünya
Bir mümin açısından bütün varlık topyekûn Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerinden ibarettir. Dolayısıyla onun varlıktaki dengeyi muhafaza etmesi, Allah’a, esmâ-i ilâhiyeye ve sıfât-ı sübhaniyeye duyduğu saygısının bir ifadesidir. Varlığa bu gözle bakan bir mümin, canlı-cansız her nesneye derin bir saygı ve sevgiyle yaklaşır. Kâinatta yer alan her bir varlığı Allah’ın kudret kalemiyle yazdığı bir kitap olarak gördüğü için her şeye içten bir alâka duyar. Tabiatı tahrip etmek bir yana, bir karıncayı dahi incitmekten sakınır; mecbur kalmadıkça hiçbir canlının yaşama hakkını elinden almaz.
Kur’ân-ı Kerim’de resmedilen cennet tasvirleri bizlere ideal bir dünyanın nasıl kurulacağına dair ipuçları verir; adeta “Dünyanızı buna göre dizayn edin.” tembihinde bulunur ve cenet-nümûn bir dünya inşa etme arzusunu uyandırır. Bir mümin açısından cennetin, ütopyaları aşan ideal bir mekân olduğunda şüphe yoktur. Cennetle ilgili Kur’ ân ve Sünnet’te yer alan tasvirlere bakıldığında oradaki suların, ırmakların, çağlayanların, köşklerin, sarayların, ağaçların, gölgeliklerin ve çeşit çeşit meyvelerin baş döndürücü güzellikte olduğu görülür. Dolayısıyla bizlere düşen vazife, cenneti örnek almak suretiyle dünyamızı güzelleştirmek; her köşe bucağıyla imrenilen, cennete benzeyen bir yer hâline getirmek ve gelecek nesillere tertemiz bir dünya emanet edebilmektir.
Kur’ân-ı Kerim, وَأُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا “(Yedikleri, içtikleri, tattıkları) daha önce kendilerine verilenlere benziyor.” (Bakara sûresi, 2/25) âyetiyle cennet ve dünya nimetleri arasındaki benzerliğe dikkat çeker. Yani dünyadaki nimetler cennette karşılaşacağımız nimetlerin birer numunesidir. Eğer siz dünyanın çehresini karartır, kirletir ve onu yaşanmaz bir yer hâline getirirseniz aradaki bu benzerliği de ortadan kaldırmış olursunuz. O zaman cennet başka, dünya ise büsbütün başka bir yer hâline gelir. Numunelerin teşhir edildiği bu güzel meşher ne ölçüde bir levsiyat (pislik ve kirlilik) yuvasına dönüşürse o ölçüde cennete benzerlikten uzaklaşmış olur.
İslâm’ın israf ve iktisat anlayışı da bizim varlıkla münasebetimizi şekillendiren temel unsurlardan biridir. Bilindiği üzere Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın müsrifleri sevmediğini bildirirken (En’âm suresi, 6/141); Allah Resûlü (aleyhisselâtu vesselâm) da nehrin kenarında abdest alırken dahi su israfından kaçınılmasını emretmiştir. (Bkz.: İbn Mâce, tahâret 45; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/221) Efendimiz’in bu emri, iktisadı bir ahlâk hâline getirme ve bu ahlâkı korumayla ilgili bir husustur. İktisadı ahlâk haline getiren bir insan, hayatının her alanında aynı hassasiyeti gösterir. Bu ahlâk, onun yeme-içme alışkanlıklarından bağ ve bahçelerden yararlanma biçimine, oradan tabiî kaynakları kullanma tarzına, oradan da kendisine verilen istidat ve kabiliyetleri istimal etme şekline kadar her şeye yansır. İsraf her konuda haram olduğuna göre mümin hem şahsî hayatındaki harcamalarında hem de tabiî kaynakları kullanırken ölçülü davranır.
Nezahet ve Nezafet
Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) tavsiye veya uygulamalarından çevrenin ve ekosistemin korunmasına dair son derece önemli ilke ve prensipler çıkarmak mümkündür. Mesela Haremeyn-i Şerifeyn’in harem bölgesi ilân edilmesi; oradaki otların ve ağacının kesilmesinin, hayvanlarının öldürülmesinin yasaklanması bu açıdan dikkat çekicidir. (Buhârî, hac 43; Müslim imâret 85) Peygamber Efendimiz bu yasağıyla geniş bir alanı koruma altına almış, örnek bir sit alanı oluşturmuştur.
Sahabe-i kiramın bir yolculuk esnasında karşılarına çıkan bir yılanı öldürme teşebbüsleri sonuçsuz kalınca Efendimiz’in onlara dönüp, “O sizin şerrinizden, siz de onun şerrinden kurtuldunuz.” (Buhari, sayd 7; Müslim, selâm 137) buyurması ne kadar anlamlıdır! Tek bir cümleyle çevreye ve canlılara karşı derin bir hassasiyet dersi vermiştir.
Yine Mekke’nin fethine giderken yol güzergâhında kuşların yuva yaptıklarını görünce, ordunun onları rahatsız etmemesi için yolu değiştirmiştir. Bir sahabinin bir kuşun yuvasından yavrularını alması üzerine önce ona itapta bulunmuş, ardından da yavruları yerine bırakmasını emretmiştir. (Ebû Dâvûd, edeb 163; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/404)
Öte yandan Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) temizlik üzerinde ısrarla durmuştur. Nitekim bir hadislerinde, “Temizlik imanın yarısıdır.” (Müslim, tahâret 1; Tirmizî, daavât 86) buyurarak bu konunun önemine dikkat çekmiştir. Ağaç gölgeliklerine ve sulara idrar yapılmasını yasaklamış; yollar üzerinde insanları rahatsız eden şeylerin kaldırılmasını istemiş ve bunun imanın şubelerinden biri olduğunu belirtmiştir.
Buna göre nasıl ki Cenab-ı Hak, Kuddûs isminin tecellisiyle kâinatta sürekli bir temizlik gerçekleştiriyorsa, insanın da yaşadığı çevreyi temiz tutması gerekir. Tabiatta onca değişim ve dönüşüme rağmen nezafet ve nezahet hâkimdir; aynı şekilde insanın da elinin değdiği yerlerde bu nezahet ve nezafeti koruması imanın bir gereğidir. Bir Müslümanın dengesiz, düzensiz ve âhenksiz davranması düşünülemez.
Kur’ân ve Sünnet’in çevrenin korunmasıyla ilgili ortaya koyduğu esaslara bakıldığında, Müslüman toplumlarda bu konuda bir problemin yaşanmaması gerekirdi. Ne var ki bizler, Mehlika Sultan’a âşık gençler misali, modernitenin ve post-modernitenin peşine düşüp arkasından koşarken kendi değerlerimizden uzaklaştık. Tanzimat’tan bu yana az gittik, uz gittik; dere tepe düz gittik ama bir çuvaldız boyu yol alamadık. Neticede modern dünyanın problemleri aynıyla bizim toplumlarımızda da yaşanmaya başladı.
İnşallah bundan sonra yeniden kendi değerlerimize döner, dünyayı bu değerlere uygun şekilde ihya ve inşa edebiliriz.
