Kur’an ve İlmî Keşifler

Kur’an ve İlmî Keşifler
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Herhangi bir ilmî keşif veya icattan hemen sonra, ona dair Kur’an’da bir kısım işaretlerin mevcut olduğu dillendiriliyor. Bu zaviyeden araştırmacıların Kur’an’daki fennî hakikatler karşısındaki genel tavrı nasıl olmalıdır? Bu tür âyetlerin özellikle fen bilimlerinde çalışanlara verdiği mesajlar nelerdir?

Cevap: Kur’an ve kâinat, Cenâb-ı Hakk’ın iki farklı kitabıdır. Dolayısıyla onların birbirine münafi olması düşünülemez. Evet, Cenab-ı Hakk’ın kelam sıfatından gelen Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, O’nun kudret sıfatından gelen şu kitab-ı kebir-i kâinatın, bir tercüme-i ezeliyesi, bir kavl-i şarihi ve bir burhan-ı vazıhıdır. Kur’an, kâinat kitabını şerh etmekte ve böylece kâinat O’nunla aydınlanmaktadır. Farklı bir ifadeyle Kur’an-ı Kerim; tekvinî emirleri, esrar-ı ilahiyi ve tasarrufat-ı rabbaniyi beyan etmektedir.

Kâinatı şerh ve tefsir ettiğinden dolayı da, o Furkân-ı Azîmüşşân’da kâinatta cereyan eden hâdiseleri araştıran bir kısım ilim ve fenlere işaretler vardır. Bundan dolayıdır ki, çok erken dönemden itibaren, iman, ibadet ve ahlâka dair mevzuların yer aldığı âyet-i kerimeler yanında, ilmî hakikatlere işaret eden âyetler üzerinde de durulmuş ve bu âyetlerin tevil ve tefsirine dair farklı mülahazalar seslendirilmiştir. Meselâ hicrî dördüncü asrın sonlarında yaşamış olan İbn Cerir et-Taberî Hazretleri’nin bazı âyetlerin tefsiriyle ilgili söylediklerine bakılacak olursa, bu tefsir ve yorumların, günümüzdeki ilmî tespitlere yakın olduğu görülecektir. Evet, bin yüz sene önce yaşamış olmasına rağmen bu büyük müfessir, yaşadığı devrin ilmî seviyesinin çok üstünde tespit ve yorumlarda bulunmuştur. Mesela o,

وَأَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ

“Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik.” (Hıcr Sûresi, 15/22) âyet-i kerimesinin tefsirinde, rüzgârlar vasıtasıyla tohumların aşılanmasından bahsetmektedir. Daha da enteresanı henüz bulutların pozitif ve negatif yüklere sahip olduğunun bilinmediği çok erken bir dönemde o, bu âyet-i kerimenin, rüzgâr vasıtasıyla bulutların aşılanmasına ve böylece yağmur yağmasına işaret ettiğini ifade etmiştir.

Sadece İbn Cerir Hazretleri değil, daha başka müfessirler de tekvinî emirleri ifade eden âyetlerle alakalı nice dikkat çekici tefsir ve tespitlerde bulunmuştur. Ne var ki, son bir-iki asra gelinceye kadar, bu mesele, müstakil ve hususi bir ilim dalı olarak ele alınmamıştır.

Çağımıza doğru gelindiğinde ise, Kur’an’da yer alan fennî meseleler üzerinde -biraz da çağın pozitivist anlayışının gölgesi altında- daha fazla durulmaya başlanmıştır. Meselâ Kur’an-ı Kerim’i Yusuf Suresi’ne kadar tefsir eden ve böylece on beş ciltlik bir tefsir vücuda getiren Muhammed Abduh, fennî hakikatlerden bahseden âyetlerle ilgili modern bazı yorumlarda bulunmuştur. Onun önde gelen talebelerinden biri olan Reşit Rıza da, bu tefsirindeki bazı yerleri tashih etmiş ve kalan surelerin tefsirini de kendisi tamamlamıştır. Fakat bu tefsirde, ehl-i sünnet ve’l-cemaatin dünden bugüne kabul edegeldikleri genel tefsir teamüllerine aykırı bir kısım yorumlar da vardır. Mesela, Fil Sûresi’nde yer alan,

فَجَعَلَهُمْ كَعَصْفٍ مَأْكُولٍ

“Derken onları kurt yeniği ekin yaprağına çeviriverdi.” (Fil Sûresi, 105/5) âyet-i kerimesinin tefsiri yapılırken, Ebrehe’nin ordusunun kuşların bıraktıkları mikroplar yüzünden “cüderî” yani çiçek hastalığına yakalanarak helâk oldukları şeklinde bir yoruma gidilmiştir. Hâlbuki burada istiare-i temsiliye yoluyla, kuşların bıraktıkları taşlarla, askerlerin, böcekler tarafından yenilmiş yapraklar gibi delik deşik oldukları anlatılmaktadır.

Bu tefsirin yazılmasından kısa bir müddet sonra, Tantavî Cevherî, el-Cevâhir isminde bir tefsir yazarak Kur’an’daki fennî âyetleri, ilim ve fen sahasındaki gelişmeler zaviyesinden tefsir etmiştir. Bazı yerlerde, arzu edilen seviyede ciddî bir derinlik olmasa da, Cevherî, pek çok âyet-i kerimeyi modern bilimin verilerine göre izah etmeye çalışmıştır. Ama tefsir yorumcuları onun bu eserini, tefsirden daha ziyade bir ansiklopedi olarak görmüşlerdir. Merhum Said Havva’nın da bu istikamette gayretleri olmuştur. Netice itibarıyla, yakın dönemde birçok âlimin ceht ve gayretleri neticesinde, fennî tefsir adına yeni bir çığır açılmış ve gerek ülkemizde gerekse Arap dünyasında fennî tefsir adına bir hayli çalışma yapılmıştır. Meselâ benim de uzun zaman Suudî Arabistan televizyonundan takip ettiğim Zaglûlu’n-Neccâr bu alanda önemli çalışmalar yapan bir zattır. Bu kıymetli âlim, hem Kur’an’a derinlemesine vâkıf, hem de alanıyla ilgili rahat konuşabilen, ele aldığı meseleleri santimi santimine ölçüp biçerek ifade edebilen ilmî seviyesi yüksek bir akademisyendir.

Hazreti Üstad’a gelince o, eserlerinde bu konuyla ilgili çok fazla tafsilata girmemiş; ancak Hz. Musa’nın asasını taşa vurarak su çıkarması veya Hz. Süleyman’ın Belkıs’ın tahtını getirtmesi gibi, o dönem itibarıyla itiraza uğrayan bazı âyetlerin izahını yapmakla iktifa etmiştir. Fakat o, peygamber mucizelerinin çehresinde ortaya konulan ilmî hakikatlerin, dünden bugüne o alanda zirveyi tuttuğuna ve insanları araştırmaya teşvik ettiğine işaret etmiştir ki, kanaatimce bu, üzerinde durulması gereken çok önemli bir tespit ve yaklaşımdır.

İlmî İcatların Kur’an’ın Genel Maksatları İçindeki Yeri

Kur’an-ı Kerim’de ilmî keşif ve icatların ne ölçüde yer aldığı mevzuuna gelince, Hz. Pîr’in yaklaşımıyla, ilmî keşiflerin Kur’an-ı Kerim’in genel maksatları içindeki yeri ne kadarsa, âyet-i kerimelerde de onlara o kadar temas edilmiştir. Küllî bir nazarla Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’a bakıldığında, onun öncelikli olarak erkân-ı imaniye ve erkân-ı İslamiyeyi şerh etmek suretiyle insana ahiret saadetine giden yolları gösterdiği anlaşılır. Aynı zamanda o, fert, aile ve toplumla alakalı gerekli düzenlemeleri yaparak insanın dünya saadetini de tekeffül etmektedir. Diğer bir ifadeyle Kur’an-ı Kerim, insanın gerek dünyada gerekse ukbada huzurlu ve mutlu olabilmesi için gerekli olan hayatî meselelere öncelik vermektedir. İşte konuya bu ölçüler içinde bakıldığında görülecektir ki, Kur’an’da yer alan hayatî mevzuların yanında ilmî keşif ve icatlara ait meseleler insanın dünya ve ukba mutluluğunu temin adına daha talî derecede kalmaktadır. Hem Kur’an-ı Kerim sadece erbab-ı fenne hitap eden bir kitap değildir. Bilakis o, insanların tamamına hitap etmektedir. Dolayısıyla muhteviyatı itibarıyla umuma hitap ettiği gibi; kullandığı üslup da çoğunluğun anlayışına göredir. Şayet Kur’an-ı Kerim, meseleleri sadece, sayıları yüzde beşi bile bulmayan erbab-ı fennin ufukları açısından beyan ve izah etseydi, insanlığın yüzde doksan beşi ondan istifade edemezdi.

Aşağılık Kompleksi ve Tekellüflü Yorumlar

Öte yandan bir kısım ilmî hakikatlerden bahseden âyet-i kerimeleri yorumlarken tekellüflere girerek, lüks peşinde koşarak ve fantezilere saparak, ille de fennî yorum yapacağım düşüncesiyle olmayacak şeyleri Kur’an’a nispet etme de yakışıksız bir tavırdır. Hele Kur’an-ı Kerim’i pozitif ilimlerin ortaya koydukları bilgilerle test etmeye kalkışma, Kelamullah’a karşı çok büyük bir saygısızlıktır. Evet, sanki ilim ve fenne dair meseleler asılmışçasına, Kur’an’ın tefsirini bir şekilde ona uydurmaya çalışma, nassların sınırlarını zorlayarak fenne dair her buluş ve gelişmeyi esas alıp âyetleri onlara dayanak yapmaya kalkışma, beyan-ı ilahiye karşı fevkalade hürmetsizce bir yaklaşımdır.

Ayrıca Kur’an-ı Kerim’in, değişik ilmî meselelere temasta bulunması, kendine has üslubuyla olmuştur. O öyle bir üslup kullanmıştır ki, hem o günkü muhatapların, hem de ilim ve fenlerin bir hayli mesafe kat ettiği günümüz insanının anlayışına hitap etmiştir. Diğer bir ifadeyle, o günkü insanların anlayışına göre nazil olan Kur’an’ın âyât-ı beyyinatıyla günümüzün ilmî hakikatleri arasında bir tenakuz ve zıddiyet bulunmamaktadır. Meselâ Kur’an-ı Kerim Hac, Müminûn ve Mürselât gibi surelerde açıktan açığa anne karnındaki ceninin geçirdiği safhalardan bahseder. Bu âyet-i kerimeleri o günkü muhataplar okuyup, anlayıp kendi idrak ufuklarına göre istifade ettikleri gibi, günümüz jinekologlarının da, Kur’an’ın kendine has üslubu içinde icmalen beyan buyurduğu bu hakikatler karşısında hayret ve hayranlıktan kendilerini alamadıkları görülmektedir.

Konuyla ilgili dikkat edilmesi gereken diğer bir mevzu da, ilim ve fen alanındaki gelişmeler ışığında âyet ve hadîslerin tevil ve tefsirini yaparken, her zaman meseleleri alternatifli sunmak, en azından âyet-i kerimelerin delalet ve işaret ettiği daha başka manalar olabileceğini akıldan çıkarmayıp ihtimal kapılarını açık bırakmak ve kesinlikle meseleyi kestirip atmamaktır. Özellikle de, yeni bir alanda ve farklı bir konuda çalışma yapılıyorsa henüz meseleler netlik kazanmadan, âyetlerin yorumuyla ilgili kesin hükümler vermek ciddi yanlışlıklara yol açabilir. Ayrıca tefsir alanında daha önce yapılmış çalışmalara mutlaka başvurulmalı ve mevzuyla alakalı ilk günden bugüne temel kaynakların ne dediğinden haberdar olunmalıdır.

Burada bir hususa daha temas etmek faydalı olacaktır: Tefsirle meşgul olacak bir ilahiyatçı öncelikle kendi sahasını çok iyi bilmelidir. Mesela dil esprisi ve temel kaideleri itibarıyla Arapça’yı çok iyi bilmeli, bunun yanında, tefsir, hadis, fıkıh, usul-i tefsir, usulüddin gibi ilimlere de vâkıf olmalıdır. Bunlara vâkıf olmanın yanında onun fen bilimlerine dair söylenilen sözleri anlayacak kadar da fünûn-ı müspete sahasında malumat sahibi olması gerekir. Diğer taraftan pozitif ilimlerle meşgul olan bir araştırmacı da aynı şekilde, meşgul olduğu alanı derinlemesine bilmenin yanında, doğruya ulaşma adına dinî ilimler mevzuunda da ansiklopedik bir bilgiye sahip olmalıdır. Maalesef günümüzde bu iki ilim, birbirinden farklı yollarda ilerliyor. Bakıyorsun, bir tarafta müspet ilimler alanındaki bir uzman, o sahada almış başını gidiyor; fakat din adına pek bir şey bilmiyor. “Bilmiyor” derken şunu kastediyorum: İlmihal seviyesinde malumata sahip olmak, dini bilmek demek değildir. Hatta bir insan Buhari’yi ezberlese onun da dini bildiği söylenemez. Kur’an-ı Kerim’i baştan sona ezberlemek de bu konuda söz söylemek için yeterli değildir. Zira Kur’an ve hadîsi ezberleyip hafızaya almanın yanı başında, makasıd-ı ilahiyeyi doğru anlayabilmek için usul ilimlerinin de bilinmesi gerekir.

Keşif Aşığı İmanlı Gönüller

Bugün Batı, pozitif bilimler alanında yaptığı araştırmalarla varlık ve hadiseleri didik didik etmektedir. Onların araştırma mevzuundaki cesaret ve gayretlerini görüp de hayran olmamak mümkün değildir. Fakat onlar, Allah’ı (celle celaluhu) ve Efendimiz’i (aleyhissalâtü vesselâm) tanımadıklarından dolayı her şeyi varlık ve eşyanın madde boyutundaki dar kalıpları içinde yorumluyorlar. Bu sebeple, kurdukları sistemler gidip ya materyalizm ya pozitivizm ya da natüralizme dayanıp kalıyor. Başka bir ifadeyle, maddeyi her şey gören bu sistemler neye, ne ölçüde elveriyorsa, Batılı bir araştırmacının ufku da o sınırla mahdut kalmaktadır.

İlim ve felsefe tarihi araştırmacılarının da ısrarla üzerinde durduğu gibi, kendi rönesansımızı yaşadığımız hicrî beşinci asra kadar Müslüman âlimler fen ve ilim sahasında da baş döndürücü çalışmalar yapmışlardı. Evet, Batı’da henüz bu tür meselelerin mülahazaya bile alınmadığı dönemde Müslüman ilim adamları tıp, hendese, astronomi gibi sahalarda çok ciddi araştırma ve buluşlar ortaya koymuşlardı. Ama ne acıdır ki biz hicrî beşinci asırdan sonra yani yaklaşık on asır evvel bu işi olduğu yerde bıraktık ve Batılılar bu bayrağı alıp daha ileriye götürdü. Öyle olunca da, müspet ilimlerle ilgili şu andaki sistemin blokajını onlar kurdu ve işin statiğini onlar yaptılar. Sistemi kendilerine göre kurdukları için de, eşya ve hadiseleri kendilerine göre değerlendirdiler. Hâlbuki mücerret aklın, hakikati idrakte, belli bir sınırı vardır. İnsan akılla ancak bir yere kadar gidebilir ve araştırdığı hususlara ancak bir yere kadar vuzuh kazandırabilir. Öyle meseleler vardır ki, bunlar vahiyle test edilmeden anlaşılamaz; o alanda son sözü vahyin söylemesi gerekir.

O halde bugün bir kere daha fiziğin yanında ruh ve metafiziği de mülahazaya alarak böyle bir denge üzerine ilim ve araştırma sisteminin bina edilmesi gerekir. İşte o zaman teleskop, mikroskop veya x ışınlarıyla incelediğiniz eşyayı doğru görüp doğru değerlendirebilirsiniz. Bu ifadelerimizden “Batılıların ortaya koydukları her şey yanlıştır” gibi bir yaklaşım içinde olduğumuz anlaşılmamalıdır. Çünkü aklın da bir hikmet-i vücudu olduğundan ona dayanarak ortaya konulmuş nice doğrular vardır. Fakat son birkaç asırdan beri sadece maddeyi esas alarak ortaya atılan bütün nazariyelerin yeniden kritiğe tabi tutulması, doğru ve yanlış olarak tefrik edilmesi gerekir. Bu ise, pozitif bilimlerin bir kere daha Kur’an-ı Kerim ekseninde, akidemiz çerçevesinde ele alınmasına bağlıdır. Bunu da ancak Kur’an’ı doğru anlayan insanlar başaracaktır.

Bu safhada bazıları ilmin transfer edilerek İslamlaştırılmasından bahsetmektedir. Bence bu yaklaşım, insanın üzerine emanet bir gömlek giymesi gibi, neticeye ulaştırmayacak eksik bir teşebbüstür. Bunun yerine meseleleri temel dinamikleriyle ele almalı, mevcut ilimleri bir kere daha akl-ı selim, havass-ı selime ve haber-i mütevatir birleşik noktasından kritiğe tabi tutmalı ve bu ölçüler perspektifinden kendi doğrularımızı ortaya koymalıyız. Bu ise hakikat aşığı, ilim aşığı ve keşif aşığı insanların yetiştirilmesine bağlıdır.

Şayet günümüz insanının idrakine hitap eden hakiki bir tefsir yazılması isteniyorsa, öncelikle, bütün ilim sahalarında engin bilgiye sahip olan uzman kişilerden müteşekkil bir heyet oluşturulmalıdır. Bu heyet, meseleleri evvela kendi içinde müzakere etmeli, usul-i tefsir ve usulüddin kıstaslarına göre neyin doğru neyin yanlış olduğunu kritiğe tabi tutmalı ve ancak böyle bir kolektif şuurun onayı alındıktan sonra ortaya konan tefsir ve yorumlar kayda geçirilmelidir. İşte hem islamî ilimlere hem de pozitif bilimlere vâkıf uzman kişilerden oluşan böyle bir heyet teşkil edilebildiği takdirde, Allah’ın izni ve inayetiyle, yapılan bu tefsir çalışmasında fantezi ve lükslere girilmeyecek, sunî ve calî yorumlara gidilmeyecektir. Ümidimiz ve beklentimiz odur ki, gönülleri imanla dopdolu çağımızın ilim adamları bütün birikimlerini bir araya getirerek beklenen tefsir adına denmesi gerekli olan şeyi desin ve böylece günümüz Müslümanları olarak yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’e karşı göstermemiz gereken sadakat ve vefa da bir nebze ortaya konulmuş olsun.