Nicelik ve nitelik manalarına gelen kemmiyet ve keyfiyet üzerinde şimdiye kadar yüzlerce defa konuşmuş, yazmış ve düşüncelerimi dile getirmişimdir. Madem bir kere daha bu konu gündeme geldi, sohbet ortamının müsaitliği, bakışlarınızın bana verdiği ilham istikametinde hiçbir ön hazırlık olmadan ve belli bir sıralamaya tabii tutmadan aklıma gelen şeyleri arza çalışayım.
Keyfiyet, müslümanlığın insanın tavır, davranış, söz ve düşüncelerine aksetmesi; tabir-i diğerle, müslümanlığı özümsemesi, kendi tabiatına maletmesi, onda derinleşebildiği kadar derinleşmesi demektir. Eskiler bu manayı ifade için lazım-ı gayr-ı mufarık tabirini kullanırlardı. Buna göre keyfiyet, müslümanlığın insan fıtratının lazım-ı gayr-ı mufarıkı yani ayrılmaz bir parçası haline gelmesi ve getirilmesi anlamına gelir.
Kemmiyet ise tek kelime ile adet, sayı demek. Bana göre her ikisi de ayrı öneme sahip. Üstad eserlerinde ısrarla keyfiyete vurgu yapar. Fakat bu demek değildir ki kemmiyetin önemi yok. Bence Üstad’ın keyfiyete yaptığı vurgudan dolayı kemmiyete bu nazarla bakanlar hata ediyorlar. Üstad bu vurgusu ile bir; olgunlaşamamış, kıvamına ulaşamamış insanlara karşı temkinli olmayı, meclisin nâdânlara açılmasını engellemeyi ve böylece çeşitli suistimal ve yorumlara kapı aralanmasına sebebiyet vermemek için hassas olunmasını istiyor. İki; gösterilen onca gayret ve çaba, harcanan onca emek ve alın teri karşısında “İnsanlar niye gelmiyorlar, niye alaka göstermiyorlar, havanda su mu dövüyoruz?” gibi mülahazalara karşı tenbihte bulunuyor ve demek istiyor ki : “İnsanların dinlemesi, adetlerinin çok olması önemli değil; önemli olan Allah’ın rızasıdır. Allah indinde sadece bir insanın hidayete ermesi bile sizin kurtulmanıza vesile olmak için yeterlidir.” Üç; Üstad talebelerinin teker teker derin insan olma, halis, hasbi ve ehl-i ihsan olmaları üzerinde ısrarla durmuş. Necip Fazıl’ın tabiriyle ‘sıkıştırılmış mümin’ yani konsantre bir şeker küpü gibi deryalara attığınızda onun suyunu içemeyeceğiniz kadar tatlı bir şerbet haline getirecek kıvamda olmalarını istemiş. Çünkü onun düşünce ve inancına göre manevi değerler açısından sıkıştırılmış mümin bütün dünyaya tek başına yetebilir. Rica ederim: “Bir yerde benim bir talebem varsa, orayı ben kendi hesabıma fethedilmiş sayarım” sözünü başka türlü nasıl anlayabilirsiniz? Dolayısıyla Üstad’ın kemmiyet ve keyfiyet hakkındakı düşünce ve mülahazalarını değerlendirirken arz etmeye çalıştığımız bu hususların bir bütün halinde gözetilmesi lazım. Aksi takdirde yanlış anlamalar olabilir. Dört; Üstad’ın bu sözü bir şey yapamayan kişiler tarafından bir mazeret, bir bahane ya da bir teselli gibi kullanılıyor olabilir.
Evet, Üstad’ın beyanları içinde imanın hayat seviyesine çıkması, hayata hayat olması kemmiyet olmadan olur mu? Keyfiyetin önemine yapılan vurgunun bahse medar şekilde anlaşılması bu mülahazalar ile bir çelişki değildir de ya nedir?
Bu konuda düşüncemi bir cümle ile yukarıda söyledim; her ikisi de ayrı öneme sahip dedim. Bir şeyin perakendeciliğinin yapılması, onunla belli kazançlar elde edilmesi, bu işin toptancılığının yapılmasıne engel değil ve olmamalı. Bir kişinin elinden tutma, bin kişinin elinden tutmaya, onları teker teker müslümanlık adına derinleştirmeye niye engel olsun ki? Hele dünyanın global bir köy haline geldiği, teknik ve teknolojinin istifademize sunduğu imkanlarla bunu yapmanın alabildiğine kolay olduğu günümüzde! Başkaları batıl duygu, düşünce ve sistemleri adına bu imkanları kullanırken bizim kullanmamamız mesuliyeti mucip olmaz mı?
Fakat kemmiyete doğru yelken açarken keyfiyet katiyyen unutulmamalı ve kıvamı koruma üzerinde hasssasiyetle durulmalıdır. İslam ile tanışan herkesin onda derinleşmesi, vefalı birer müslüman olmaları sağlanmalıdır. İman, İslam ve ihsan çizgisinde hiç kusur edilmemelidir. Çünkü bu üç kavram kıvamı elde etmede mutlaka uğranacak duraklardır. İman, terke ve ihmale uğraması tecviz edilmeyen bir hakikat. İslam, imanı ayakta tutan bir değer. İhsan ise inanılan ve yaşanan değerlerin vicdanda duyulmasıdır. Bu üçü birbirinin adeta lazım-ı gayr-i mufarıkıdır. Başka vesilerle söylediğim gibi önce inanacaksın, sonra inandığın şeyleri pratik hayata dökecek ve onları işleye işleye fıtratın haline getireceksin ve ardından Allah’ın inayetiyle Allah’ı görüyor gibi kulluk yapar hale gelecek ve son adımda O’nun tarafından her an görülüyor olma mülahazalarına yükseleceksin. İşte keyfiyet denince anlaşılması gereken mana budur.
Bu ufka ulaşmak, ulaştıktan sonra da muhafaza etmek için ne yapmalıyız? Bence keyfiyete ehemmiyet verelim derken kemmiyet ihmal edilmemeli. Ama kemmiyet üzerinde dururken de keyfiyet mülahazaları derinleştirilmelidir. İman ve Kur’an adına yazılmış temel eserler yürekten, candan ve sıkça okunmalı, müzakere edilmelidir. İnanıyorum ki en sıkışık anlarda dahi bu eserleri okumak, mütalaa etmek Cenâb-ı Hakk’ın teveccühüne vesile olacaktır. Zira bana göre o zata dehalette, onu kabullenmede ve ona teveccühte bir mazhariyet var. Onun için bu mevzuda bir kopukluğun yaşanmaması gerekir. Zira ondan kopan daha yüksek zatlardan da kopar ve manen kopuk hale gelir ki böylelerinin uzun boylu yaşayamaması, yıkılıp gitmeleri mukadderdir.
Biz zaman ayarlamasını yapamıyoruz. Mutlaka yapılması gereken hayati ve harici işlerle, sosyal aktivitelerle meşgul olurken düşünmeye zaman ayıramıyoruz. Bundan daha tehlikelisi –ümid ederim böyle değildir ama bana sanki böyleymiş gibi geliyor- sevk ve idare içinde yer alan, etrafı görüp-gözetenler sanki okumadan, düşünmeden, ibadet ü taattan kendilerini müstağni görmekteler. Bir zamanlar “Siz göbek şişiriyorsunuz, biz mücadele ediyoruz!” diyenlerin sahip olduğu yanlış ve sakat mantık –ki altı kelimelik cümlede aşikar- sanki burada da geçerli gibi. Bir yanlış var ortada ve bu yanlışın düzeltilmesi lazım. “Biz bu meselenin ön saflarında yer alıyoruz. Vaktimiz olmuyor, hayati işleri yapmaktan fırsat bulamıyoruz, ya da yazıyoruz, çiziyoruz, birilerine bir şeyler anlatıyoruz vs.” gibi şeytanın dürtüleriyle kendi kendimizi aldatıyor ve hata ediyoruz. Halbuki düşünmeyen, okumayan, ibadet u taati olmayan, evrad u ezkarı bulunmayan insan kuru bir insandır. Hayatında bunlara yer vermeyen kim olursa olsun kurumaya mahkumdur.
İşte bu duruma düşmemek icin Üstad’ın o veciz üslubu ile söylediği “tanzimu’l-mesai, taksimu’l-a’mal ve teshilu’t-teavun” formülünü hayatımıza tatbik etmek zorundayız. Bu olursa Allah’ın tevfik ve inayetiyle hem kemmiyete, hem kemmiyet içinde keyfiyete yürünür. Onun için bir kere daha söylüyorum, bu yanlışın düzeltilmesi lazım. Aksi halde bu yanlış onların işini bitirir.
Kemmiyet ve keyfiyet meselesinin bir de psiko-sosyolojik yanı vardır. O da şu; kemmiyet keyfiyete, keyfiyet de kemmiyete rağmen gelişir. Keyfiyet dengeli gelişmemişse kemmiyeti yontar götürür, kemmiyet de anormal bir hızla ilerlerse keyfiyeti götürür. Öteden bu yana sahabe, sahabeyi sorgulama manasına gelebilecek mevzularda çok hassas davranmaya çalışırım ama bununla birlikte kapalı bir tek cümle söyleyeyim; sahabe döneminde dahi bunu görmek mümkündür. Hazreti Osman’ın şehit edilmesi gailesine sebebiyet verenler de Cemel, Sıffin ve Nehrevan’da Hazreti Ali’nin karşısına çıkanların çoğunluğu da hep çoluk çocuktur. Efendimiz’i görmemiş, hazır ve işleyen bir sistemin içine girmiş, o sistemin kurulması ve bu seviyeye gelmesi için ne göz nuru dökmüş, ne beyin sancısı yaşamış, ne de çeşitli ızdıraplara maruz kalmış insanlardır. Allah bizi affetsin, mirasyedilerdir bunlar. Tevarüs ettikleri şeyleri kullanırken suistimale giren insanlardır. Ama saff-ı evveli teşkil edenlere bakın; ne yalancı peygamberler onlardandır, ne de irtidat edenler.
Emevi ve Abbasi dönemleri için de aynı şeyleri söyleyebilirsiniz. Gerek Emevilerin gerekse Abbasilerin kuruluş aşamasında saff-ı evveli teşkil edenler dava ve düşüncelerinde hassas ve sadık kişilerdir. Belki bazılarında hassasiyetlerinden kaynaklanan yanlışlıklar vardır. Ama sonra gelenler halk tabiriyle ‘har vurup harman savurmuşlardır.’
Osmanlılar da farklı değil. Bidayette çok saf ve çok durudurlar. Amma, bir devlet haline gelince o keyfiyet ve saffet korunamamıştır. Küçücük su akıntıları koca deryalar haline gelince işin tadı tuzu kaçmıştır. Tat-tuz diye diretenlerse tekkelere, zaviyelere kapanmış, sokağı terketmişler ve denge bozulmuştur.
Hasılı, keyfiyet üzerinde ısrarla durmak lazım. Hayatın her alanında her mekanın, her fırsatın değerlendirilmesi lazım. İlim irfan yuvası olmalı her yer. Mescid gibi, mektep gibi, medrese gibi işlemeli, işletilmeli. İnsanların keyfiyette derinleşmesi adına elden gelen her türlü gayret gösterilmeli. Gönül, his, ruh, kalb ve tabii ki düşünce dünyamızı zenginleştirecek, bilgimize bilgi katacak, kalbimize zümrüt tepelerde otağ kurduracak eserler okunmalı, müzakere edilmeli. Evrad u ezkar adına gece-gündüz demeden her dakika, her saniye ve her an Allah’a teveccüh eden insanlar olmalı. “Allah’a teveccüh olmazsa gök kubbe başımıza yıkılır, yer yarılır yerin dibine gireriz.” mülahazası hakim olmalı.
Evet, insanların meslekleri adına elde ettikleri başarılar alkışlanmalı. Fakat bence bir insanın esas alkışlanacak yanı Allah ile irtibatıdır. Bir insan Allah karşısında ne kadar iki büklüm ise o kadar alkışa layıktır. Ama bu dünyevi alanda başarılı olmasına, ilerlemesine mani değildir. Ne güzel der Yunus:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmessen
Ya nice okumaktır.