Vifak ve ittifak, tevfîk-i ilâhînin
(Allah’ın müminleri başarılı kılmasının) çok önemli
bir vesilesidir. Vifak, aynı çizgi üzerinde birleşme;
ittifak da bu birliğin insan ruhunda tabiat haline
gelmesi.. yani insanların, anlaşıp bütünleşerek onu,
tabiatlarının ayrı bir derinliği ve ayrı bir buudu
haline getirmeleri demektir. Ve öyle inanıyorum ki,
bu birlik ve beraberlik ruhu, Cenâb-ı Hakk’ın tevfîkini
yâr etmesi adına “Mecmuatu’l-Ahzâb”ı günde bir-iki
defa hatmetmekten daha çaplı bir dua ve bir münacâttır.
Vifak ve ittifak içinde birbiriyle bütünleşmiş ve
tek vücut haline gelmiş insanların ruh ve gönlüne
Cenâb-ı Hakk’ın nusret ve yardım eli uzanacak ve onları
hep müspete, güzele ve doğru yöne çevirecektir.
Bu hususta “hissî kardeşlik” önemli bir esastır;
ancak yeterli değildir. Uhuvvet ve ittifak mevzuu
hissîlikten daha çok irâdîdir; gerçekleşmesi için
de karar, azim ve gayret gerekir. Müminlerin birbirini
sevmesinde esas olan, hissîlikten öte vahdet-i itikad’ın
vahdet-i içtimaiyeyi iktiza etmesine bağlı mantıkî
kardeşliktir. Bundan dolayı Bediüzzaman Hazretleri,
bize meselenin daima mantıkî yönlerini ve dinamiklerini
göstermiştir. Mesela; “Hâlikınız bir, Mâlikiniz bir,
Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir.. bir bir.. bine kadar
bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz
bir.. bir bir, yüze kadar bir bir.” demiştir.
Dinimizin bütün emirleri, bir yönüyle, böyle bir
“vahdet-i rûhiye”yi hasıl etmeye matuftur. Mesela,
namaz bizi günde beş defa birlik kubbesinin altında
bir araya getirir. Önce gelen önde durur, sonra gelen
arkada.. bazen arzu etmediğimiz bir insanla yan yana
namaz kılma mecburiyetinde kalabiliriz. Fakat orada
kavgaları, küskünlükleri unuturuz. Saf tutarken topuklarımız,
dirseklerimiz birbirine değer, omuzlarımız birbirini
zorlar. Kollarımızı yanımızda duran insanın hatırına
biraz içeriye çekeriz. Alnımız seccade ile öpüşürken,
kollarımız da kardeşlerimizle sarmaş dolaş olur…
diğer bir kardeşimizin kokusunu duyarız, o da bizim
kokumuzu duyar. Rahatsız olacak yanlarını görürüz,
o da bizim rahatsızlık verecek yanlarımızı görür.
Bütün bunlar, yanında durduğumuz şahısla aramızda
manen bir kısım iç ittisaller (temas, yakınlık), iltisaklar
(birleşme) meydana getirir. Yani bizim farkedemeyeceğimiz
ruh iltisakı, kalb ittisali olur. Fakat en azından,
yanımızda duran insanın, kaçacağımız, uzaklaşacağımız
birisi olmadığı hissi meydana gelir gönlümüzde.
Sahuru ve iftarıyla, maddî-manevî güzellikleriyle
bütün inananlarla beraber neşvesini duyduğumuz Ramazan
orucundan, fakir-zengin arasındaki çok önemli bir
köprü olan zekata.. ondan da kendi beldemizdeki mescidimizin
büyümüş hali olan Mescid-i Haram’da daha büyük cemaat
halinde dünya insanlarıyla bir araya gelme, ayrı ayrı
renk ve ırktan insanlarla aynı mescidin kubbesi altında
toplanma, aynı çadırın altında bulunma, Metaf’ta beraber
yürüme, Kabe’yi omuz omuza tavaf etme, mes’ada yan
yana koşma, beraberce Zemzem kuyusuna inme, tanımadığımız
bir kardeşimizin kullandığı tası kullanma, onun su
içtiği musluktan içme.. birlik ve beraberliğini hasıl
eden hacca kadar bütün ibadetlerimiz bizi beraber
yaşamaya çağırmakta ve alıştırmaktadır. Evet, İslam’ın
temel disiplinlerindeki espri kavranacak olursa, yolların
hep vahdeti gösterdiği, birlik ve beraberliğe işaret
ettiği anlaşılacaktır.
Birbirimizle İmtihan
İşte, temelinde bu espri olan İslamiyet’i yaşarken
bizim de, o birliğe ulaştırabilecek tavır ve davranışları
iradî olarak sergilememiz lazımdır. Unutulmamalıdır
ki; biz başka vesilelerle olduğumuz gibi birbirimizle
de imtihan oluyoruz. Yani, Cenâb-ı Allah bizi bir
kısım hadiselerle ve şerirlerin şerleriyle imtihan
ettiği gibi kendi kardeşlerimizle de imtihan ediyor.
Kur’an-ı Kerim de, "..Biz onların bir kısmını
diğerleriyle imtihan ettik.." (En’am, 6/53) buyuruyor.
Öyleyse biz, diğer müminlerle aramızdaki her münasebeti
imtihanın ayrı bir yönü olarak ele almalı, bütün menfî
duygu, düşünce ve tavırları imtihan unsurları olarak
görmeliyiz.
İnsan bir imtihanda olduğunu daha baştan kabul etmezse,
en yakın daireden küfür dairesine kadar herkesin onunla
uğraştığına, elini attığı her dalın kırılıp her yerin
sarsıldığına, herkesin ona karşı düşman vaziyeti aldığına
inanır. Oysa, bunların birer imtihan vesilesi olduğunu
kabul etse, o türlü bütün mülahazalar eriyip gidecektir.
Sürekli şoku yaşanan çirkin yüzlü toslamalar gayet
mûnis, inşirah veren hadiseler haline gelecektir.
Ama biraz katlanmak gereklidir.
Bizler beşeriz, dolayısıyla bir kısım kusurlarımızın
olması gayet normaldir. İnsanları teker teker deşeleseniz;
az konuştursanız, bir psikanalize tâbi tutsanız, hemen
herkesin kendi arkadaşlarına karşı neler neler döktürdüğünü
görürsünüz. Bu beşer tabiatında vardır. Onun için,
biraz sadrı geniş, sinesi yumuşak bir insan olmaya
çalışmalı. Önüne çıkan dağları tepeleri aştığı gibi
dost ve arkadaşlarının kusurlarını da kulluk yolundaki
akabeler olarak görmeli ve onları da sabır, hoşgörü
ve hilmin kanatlarını kullanarak aşmaya gayret göstermelidir.
İnsan ebedî saadete talip olduğundan, en başta şunu
düşünmesi gerekir: Biz ucuz bir şeye değil, ebedî
saadete talibiz. Üstad Hazretleri’nin Yirminci Mektup’ta
verdiği ölçüler içinde “Dünyanın bin sene mes’udâne
hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet
hayatına; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir
saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i
Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna”
talibiz. İşte, ardına düştüğümüz hedef bu kadar pahalı
olunca, o hedef nisbetinde de ceremeye katlanmamız,
mağrem altına girmemiz iktiza eder. O büyük hedefe
yürüdüğümüz yolda birer tepe şeklinde önümüze çıkan
sevmediğimiz tavır, söz ve davranışları o kutlu hedef
hatırına baştan kabul etmek, imtihan vesilesi bilmek
ve güzel huyla onları aşıp tekrar yola koyulmak gerekir.
Öyleyse, keşke insanların kusurlarından daha çok,
iyi yanlarını görüp takdir edebilsek.. Keşke başkalarının
hatalarına karşı gözsüz, kulaksız ve dilsiz olabilsek
de o kusurları görmesek, duymasak ve dile dolayıp
mukabelede bulunmasak.. ve Allah’ın bizi affettiği,
Peygamber’in affa âmâde olduğu ve bazı has kulların
affetmeyi tabiat haline getirdiği gibi bizler de herkesi
affedebilsek.
İslamiyet, insanların kusurlarını araştırmamayı,
gayr-i ihtiyari gördüğümüz zaman da göz yummayı ve
onları affetmeyi sadaka saymıştır. Affı esas alan
insanları sena makamında Kur’an-ı Kerim: “O takvâ
sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar;
öfkeyle yutkunur ve insanları affederler.." (Al-i
İmran, 3/134) demektedir.
Güzel Ahlak
İnsanın öfkeleneceği, dolup taşacağı anlar da mutlaka
olur. O esnada insanın öfkesini yutması, dince çok
önemli bir vasıf sayılmaktadır. Bir taraftan insanların
kusurunu affetme, bir taraftan da öfkelenip köpüreceği
yerde dahi köpürmeme, sabırlı ve mülayim davranma
bir mümin sıfatıdır. Peygamber Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem), “Müminlerin en kamil ve olgunu
ahlak bakımından en güzel olan, başkalarıyla en iyi
geçinendir” buyurmuş ve bize affetmeyi de ihtiva eden
güzel ahlaklı olma yolunu göstermiştir. Evet, “Ahlak
iledir kemâl-i âdem, ahlak iledir nizam-ı alem.”
Güzel ahlakla donanmış bir sîne, ihtimal cehenneme
konsa bile tavrını değiştirmez. Orada da hilm ü silm
çizgisinde yaşar, zebanilerle hasbihal eder, başına
gelenleri geniş bir yürekle karşılar. Güzel ahlaka
açık bir gönül geniş bir mekana benzer ki, dünya kadar
gaile dolsa da o, yine öfkesini, şiddetini gömebilecek
bir yer bulabilir. Huyu kötü, sinesi de dar kimselere
gelince onlar, kargadan bile aptal öyle “Kâbil” lerdir
ki, koskocaman arzda bile kötü duygularını, hiddet
ve nefretlerini gömebilecek bir mezar bulamazlar.
Huyu güzel olanın her yanı güzeldir. Fakat, huy güzelliği,
huysuzlukla test edilmelidir. Bir insan huysuzluk
karşısında da tavır değiştirmiyorsa, yani çevresindekiler
akrep ve kobra bile olsa, onlara da adab ve erkan
öğretmeye çalışıyorsa, o güzel huyludur. Mümin, taşıdığı
yüksek karakteri ve yüce ahlakıyla çıyanların bulunduğu
yere konulsa dahi onlara da insanî âdab ve erkân öğretmeye
gayret etmelidir. İyi insanlarla geçinmek kolaydır.
Maharet en kötü insanla veya kötü gördüğümüz insanla
da daima iyi münasebetler içinde bulunmaktır. İşte,
Cennet’in kapılarını açan sırlı anahtar da budur.
Bir diğer önemli husus da, Uhuvvet ve İhlas risalelerinde
üzerinde durulan “Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda
ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların
şerefleriyle şâkirâne iftihar etmek”düsturudur. Arkadaşların
meziyetleriyle şakirane övünme, yani birinin ortaya
koyduğu başarıyı önce “Elhamdü lillah..” diyerek Allah’a
verme, daha sonra da o başarı kendi eliyle gerçekleşmiş
gibi sevinme bir ihlas emaresidir. Mesela; bir arkadaşımız
güzel yazıyor, diğeri güzel konuşuyor.. bir başkası
da hem güzel konuşuyor, hem güzel yazıyor olabilir..
Cenab-ı Hak hem konuşma vermiş ona, hem kalem vermiş;
duygularını, düşüncelerini oturup irticalen anlatırken
de güzel anlatıyor, kaleme dökerken de kusursuz döküyor.
Bu durumda bize düşen o arkadaşımız adına sevinmek,
sevinip takdir ettiğimizi söylemektir. İcabında hem
de kulağına gidecek şekilde söylemek gerekir. Gıybet
etmeyiz, Allah için söyleriz; onun hakkında bir takdir
ifadesi olarak dile getiririz. Şakirane şükretmeye
zorlarız kendimizi ve aynı zamanda nefsimizi başkalarının
başarı, kabiliyet ve istidatlarını kabule alıştırırız.
Bu bir tür rehabilitasyondur. Bu kabulümüzü bir defa
söyleriz, bir başka fırsatta yine söyleriz. Belki
başlangıçta nefislerimizin tepkileri olur, takdir
hissi içimizden gelmeyebilir; fakat yine de her fırsatta
sadece sözle de olsa nefislerimize rağmen bu kabul
ve takdiri söyler, zamanla yalancı çıkmamak, kendi
kendimizle çelişki yaşamamak için kendimize de kabul
ettiririz.
Mesela; bir arkadaşımızın Kur’an okuması çok güzel,
vazifelerini yerine getirmesi arızasız ve kusursuz,
Allah karşısında duruşu da mükemmel olabilir. Bu hal,
duruşunu o ölçüde ayarlayamamış bir insanı kıskandırabilir;
ya da ona “Bu ne güzel bir arkadaş, keşke ben de böyle
olsam.” dedirtir. Kıskançlık ya da gıpta.. Peygamber
Efendimiz, Allah yolunda istifade edilen ve başkalarına
da faydalı olan ilim ve bir de Allah yolunda bezledilen
malı gıpta mevzuu olarak saymıştır. Yani, böyle bir
ilme ve öyle bir mal verilmesine gıpta edilebilir.
İşte bir mümin, kardeşindeki bir fazilete karşı belki
gıpta edebilir ama hased ve gıybetlere götürecek bir
kıskançlığa asla düşmez. Bu durumda yapılması gereken
şey –az önce de ifade edildiği gibi–, “Allah keşke
beni de o arkadaşım gibi yapsa..” diyerek takdirimizi
bir dua şeklinde ortaya koymaktır. Bu takdirin bizzat
o arkadaşımıza karşı ya da gıyabında olsa da ona ulaşacak
şekilde söylenmesi de önemlidir. Çünki bir sahabî
“Ben falan arkadaşımı seviyorum Ya Rasulallah!” deyince
Rasul-i Ekrem “Git, ona sevdiğini söyle.” buyurmuştur.
Bizden o arkadaşımız hakkında hep olumlu şeyler sadır
olunca, o da bize karşı ters davranmayacaktır. Bir,
iki, üç, dört, beş.. gizli-açık, bizden hep takdir
ve kabul görünce, o da nihayet bize gönlünü açacaktır.
Bu sözlerimle yapmacık hal ve davranışlara girmeye
teşvik ettiğim katiyen zannedilmesin. Başta da ifade
ettiğim gibi kardeşlik mevzuu iradîdir ve sağlam bir
uhuvvetin gerçekleşmesi için herkesin irade, azim
ve gayretine ihtiyaç vardır. İnsan kendi nefsinde
bin tane kurt taşıdığı mülahazasıyla kendi elini-kolunu,
dilini-dudağını bağlamalıdır ki başkalarına zarar
vermesin. İnsan, kurttan daha yırtıcı bir nefis taşıdığını
hesaba katmalı.. kardeşi hakkında -az önce misalleri
verildiği gibi- tahşidât yapmalı, el, dil, onur, haysiyet
ve şerefini bağlamalı, ipotek etmelidir. Siz biri
hakkında elli defa “Mükemmel bir dost, çok güzel konuşuyor,
iyi yazıyor, oldukça başarılı ve dahası çok muhlis.”
demişseniz; bir süre sonra “O gayet aciz, beceriksiz,
zavallı, yüz karasının tekidir…” şeklinde nasıl
konuşabilirsiniz? Size demezler mi, “Şimdi sen yüzkarası
bir insan oldun. Senin hangi sözüne güvenelim ki?”
Evet, insan bağlamalı kendini. O mevzuda aksine fikir
beyan edemeyecek şekilde nefsini ipotek etmeli. Sözünün
rehini olmalı.
Arkadaşları Sorgulama
Evet, bu meselenin üç buudu vardır: Birincisi, Biz
kardeşlerimizle bile imtihan oluyoruz. Bu baştan kabul
edilmeli ve imtihanı başardığımız zaman Allah Teâlâ’nın
kalblerimiz arasına sevgi köprüsü kuracağı bilinmeli.
Bir imtihan geçiriyoruz.. bu imtihan belki bizim sabır,
hoşgörü ve tahammülümüz neticesinde lehimize sonuçlanacak..
ve derken bizim arzu ettiğimiz şeyi Cenab-ı Hak yaratacak,
bir irtibat meydana getirecek kalbler arasında. İkincisi:
Bu neticeye ulaşmak için her fert kendine düşeni yapmalı,
başkalarını takdir ve kabul etmeli. Üçüncüsü de, bu
takdir ve kabulünü ister kendisine söylemeli, isterse
de gıyabında ama kardeşinin kulağına gidecek şekilde
dile getirmeli ve böylece fert kendisini bağlamalı,
bu hususta nefsini ikna etmeli.
Bir de bu meselenin negatif yönü yani, arkadaşlarımızı
sorgulama hususu vardır. Eğer hatırımızı sayıyorlar
ve sözlerimizi kaldırabiliyorlarsa, yüzyüze geldiğimizde
onlara eksik ve hatalarını söyleriz. Bunu yaparken
de, gurur ve çalımdan, el-ayak hareketleri ve mimikler
gibi Allah’ın sevmediği şeylerden kaçınmaya dikkat
ederiz. Dolayısıyla onlara bir şey anlatırken kalblerinin
buna tepki göstermesine meydan vermeyiz. Eğer doğrudan
söyleyemeyeceksek bir topluluk içinde ortaya konuşur,
onun da kendi payını almasını umarız. Ama katiyen
hiç kimsenin hiçbir yanlışını gıyabında konuşamayız.
Birisi hakkında alaylı ve tenkit ima eder şekilde
“Falan mı? Hâ!” dememiz, göz ucuyla onu işaret etmemiz
bile mümince bir tavır değildir.
Kur’an alaylı bir işareti bile gıybet sayıyor; “Veylün
likülli hümezetin lümezeh – Vay haline her türlü hümeze
ve lümezenin; yani, insanları arkadan çekiştiren,
küçük düşüren, kaş göz hareketleriyle alay edenlerin!”
diyor. Evet, birinin paltosunun uzunluğunu-kısalığını
bile serrişte etmeyi din gıybet sayıyor. Ve bu gıybeti
bir hadis-i şerif en yakın mahremiyle zina etme ölçüsünde
büyük günah olarak anlatıyor. Kim bu kadar alçalabilir
ki?. Şimdi hem bir taraftan “kardeş” diyeceksin, bir
taraftan da en ufak bahanelerle tenkit ve gıybetlere
gireceksin. O insan, sevgi adına kulağına giden şeylerle
sana karşı nasıl ciddi bir alaka duyacaksa, bu çirkin
söz ve tavırları duyunca da ciddi bir öfke ve kin
hissine kapılacaktır. Daha sonra iyi şeyler söylesen
bile, “Acaba ne mülahazası var?” diye kuşkuyla karşılayacaktır
sözlerini.
İnsan daha baştan diline kilit vurmalı, hiç bir kardeşi
hakkında gıyabda konuşmamalıdır. Birini çekiştirmek,
birinin gıybetini etmek çok kötüdür. İnsan sonuçta
özür dileme mecburiyetinde kalacağı bir işi yapmaktan
daha işin başında uzak durmalıdır. Fakat bir şekilde
bu günaha girmişse; birine iftira etmiş; birini çekiştirmiş;
birine, duyduğu zaman rencide olacağı bir şey söylemişse,
bu çirkin işi bir daha yapmaması için hemen ilk karşılaşmada
gıyaben ne demişse yüzyüzeyken de aynı şeyleri söylemesi,
o sözlerin ağırlık ve mahcubiyetini yaşaması ve pişman
olarak bir daha aynı çirkinliğe düşmemek için azmetmesi
gereklidir. Bazen “Senin hakkında böyle bir şey demiştim.”
dediğiniz zaman karşı tarafın gönlünde bir ukde hasıl
olabilir. Öyleyse, neticede gidip “hakkını helal et!”
diyeceğimiz, muhatabımızın içinde bir ukde hasıl edecek
sözlere karşı baştan tavır konmalı ve gıybete karşı
ağza fermuar çekilmelidir.
Gıybet
Bir insan hakkında söylenen “aval aval yüzüme baktı..”
demek kadar da olsa duyduğu zaman muhatabın hoşuna
gitmeyecek bir söz gıybettir ve haramdır. Yalan söylemek,
zina etmek, hırsızlık yapmak ve namazı terketmek gibi
haramdır. Fakat ne tuhaf ve acıdır ki, bazı insanlar
“…dine ve millete hizmet” diyor; “…burada bulunayım,
bu arkadaşlarla oturup kalkayım da sevap kazanayım.”
diye düşünüyor ama böyle çirkin bir günaha girmekten
kendini korumuyor. Aslında bu tavır dinin bir yanını
kabul edip gereğini yapma; diğer bir yanını arkaya
atma demektir. Kur’an-ı Kerim iman kalbinde oturaklaşmamış
bazı insanlardan bahsederken “bazısına inanıyor, bazısına
inanmıyorlar” demekte; onların dinin bir kısım emirlerini
uygulayıp, diğer bir kısmını görmezlikten gelmelerini
tenkit etmektedir.
Diğer taraftan, bizzat bizim vazifemiz değilse, başkalarının
eksik ve hatalarını görmeye, onları dile dolayıp vazgeçirme
tenbihlerine girmeye hakkımız yoktur. Mesela, arkadaşlardan
bazıları hasır ve kilimleri evlerinden toplayıp lüks
halılar sermiş olabilirler. Bazıları tahta kanepelerini
atıp lüks koltuklar almış olabilirler. Aslında, bizim
seviyemizde bir hayat sürenler için bunların hiçbiri
haram değildir. Yani, halı sermek de, koltuk koymak
da haram değildir. Hasırın üzerinde yatma-kalkma,
başını bir tahtaya koyup uyuma bir çeşit zühd olabilir.
Hatta, o insanın tabiatından kaynaklanmıyorsa, elâleme
caka yapmaya ve riyaya sebep oluyorsa şahıs hakkında
çok tehlikeli bir şey de olabilir. Şimdi hiç kimse
kalkıp da “Ooo hocam! Sizin dediğiniz o insanlar eskide
kaldı, o çamlar çoktan bardak oldu. Eskiden millet
hasırlarda oturuyordu, şimdi kanepelerde, halılarda
oturuyor falan…” diyemez. Hasırı, kanepeyi halı
ve koltukla değiştiren adamın yaptığı iş haram değildir.
Fakat diğerinin yaptığı bu tenkit ve gıybet kat’i
haramdır. Bu mesele karşısında, “Artık halılarda oturuyor;
kanepeleri de değiştirdi, artık o tefessüh etti” demek
gıybettir ve katiyen haramdır.
Bir insanın iki-üç kat elbisesi olabilir. İhtiyaç
harici eşya bir yönüyle israftır, bir yönüyle de israf
değildir. Biz o insanın niyetini bilemeyiz ki; maslahatı
icabı, her dışarı çıkışında farklı bir elbise giymeyi
düşünüyordur.. belki “Benim şahsımda din-i mübîn-i
İslam’ı görüyorlar; dinimi iyi temsil etmem için bugünün
anlayışına göre şık olmam da gerekli.” diyordur. Yani,
belli mülahazaları vardır eda ettiği vazife adına.
İşte gardrobu kat kat elbiseyle dolu olan insanın
o hali haram değildir; belki, küçük bir israftır.
İsraf bile kendi arasında aynı seviyede değildir;
farklı farklıdır. Onun bu haline kat’i olarak “haramdır”
diyemeyiz. Fakat başka birinin “gırtlağına kadar israf
içinde yaşayan adam” şeklinde onu kınamasının kat’i
haram olduğunda şüphe yoktur.
Müttakiler dairesi saydığımız hizmet insanlarının
her zaman içtikleri kevser, kokladıkları kâfur olması
lazım gelirken, onlar da bazen çok çirkin düşünceler
içine düşebiliyorlar.. ve kevser içeceklerine zakkum
yudumluyorlar hiç farkına varmadan. Oysa ki, oturup
kalkıp kâfur koklamalı, kevser yudumlamalı ve Cennetlikler
gibi yaşamalı.. kimseyi ama hiç kimseyi çekiştirmemeli.
Biri bize elli defa kötülük yapsa, onun kötülük yapması,
bizim de kötülükle mukabelede bulunmamızı meşrû kılmaz.
Kötülük zatında kötüdür. Biz maruz kalsak da kötüdür,
kalmasak da. Bediüzzaman, “mukabele-i bi’l-misil”
için “kâide-i zalimâne” demiştir; kötülüğe kötülükle
karşılık vermek zalimce bir tavır sergilemektir.
Dinin mehâsin-i ahlak ile mütehallik olma ve mesâvî-i
ahlaktan ictinab etme ile ilgili emirleri tatbik edilse;
kötülüğe iyilikle mukabelede bulunma.. en kötü insanlarla
bile iyi geçinmesini bilme.. kobralara insanca yaşama
adabını, erkanını öğretme.. akreplere insanları ısırma
usulünü unutturma… yolu bulunmuş olacak ve vifak
ve ittifak tam sağlanacaktır. Bugün insan en vahşi
hayvanları dahi terbiye edebilmektedir. Oysa terbiyeye
en müsait varlık ademoğludur. Problemler karşısında
her fert kendini gözden geçirse, başkasından hatasını
anlayıp dönmesini bekleyeceğine kendisi örnek bir
davranış sergileyip meselenin halline çalışsa, problem
yarı yarıya azalmış hatta çözülmüş olacaktır.
Hakiki müslümanlık anlaşılıp ciddiyetle yaşandığı
zaman herhangi bir problem olacağına inanmıyorum.
Müslümanlar fert fert ağızlarına, göz ve kulaklarına
giren her şeye parola sorduğu zaman hiç bir içtimaî
problem kalmayacaktır. Allah vifak ve ittifakı nasip
edecektir; yeter ki her bir mümin “Cennete girmek
istersen incitme cânı!” sözüne uygun yaşasın.